Osmanlı
pâdişâhı Yavuz Sultan Selîm Han ile İran şahı İsmâil arasında, 23 Ağustos
1514’de, Çaldıran ovasında yapılan târihin en büyük meydan muhârebelerinden
biri.
Akkoyunlu
Devleti’ni ortadan kaldıran, Azerbaycan, Irak-ı Acem, Irak-ı Arab ve İran’ı ele
geçirerek Ceyhun nehrine kadar hududunu genişleten Şâh İsmail, 1510’da doğudaki
sünnî Özbekleri de yendikten sonra Anadolu’ya yönelmişti. Gönderdiği dâî ve
halîfeleri vasıtasıyla Osmanlı hududları içinde yaşayan şiîleri kendisine
bağlamaya, fırsat buldukça da isyânlar çıkarmaya başlamıştı.
Yavuz
Sultan Selîm Han ise, Şâh İsmail’in bu tehlikeli teşebbüslerini önlemenin tek
çıkar yolunun, Anadolu’da Şiîliğin gelişmesini önlemek, hattâ kökünü kazımak
olduğunu biliyor, İslâm’ı bütün dünyâya hâkim kılabilmek için Osmanlı
Devleti’nin dünyânın en büyük ve kudretli devleti hâline gelmesi zaruretine
inanıyordu. Bunun için İran yaylasında teşekkül eden şiî devletlerin ikide bir
Osmanlı Dsvleti’ni tehdîd etmesine ve batıya açılan her seferde Osmanlı’yı
arkadan vurmasına son vermek emelinde idi. Çünkü Osmanlı Devleti’nin en büyük
asker kaynağı Türk ve müslüman nüfûsun yaşadığı Anadolu idi. Buranın emniyette
olmaması, devletin başına her an büyük gaileler açabilirdi. Sultan Selîm, bütün
bunları düşünerek Trabzon vâliliğinden beri Şâh İsmail’in Osmanlı ülkesindeki
faaliyetlerini yakından tâkib etmiş, İran içlerine seferler düzenleyerek
Şiîlerin Anadolu’daki faaliyetlerine mâni olmaya çalışmıştı. Pâdişâh olduktan
sonra bu faaliyetlerin önüne bütünüyle geçmek için köklü tedbirler almaya
başladı. Topladığı olağanüstü dîvânda, Şâh İsmail’in İslâm’a verdiği zarar ve
Ehl-i sünnete yaptığı saldırıları inceden inceye bir bir anlattı. Dîvânda
yapılan uzun müzâkerelerden sonra, İran’a sefere karar verildi. Bunun üzerine
Yavuz Sultan Selîm Han; “İnşâallahü teâlâ, kılıcımız İran toprakları üzerinde
şerefle dolaşacaktır. Vezirlerim benimle beraber gelecektir. Âlimlerim,
Tebriz’de edâ edeceğimiz Cuma namazı için hazır olsunlar. Yalnız Eshâb-ı kirama
söverek dil uzatan, cemâatle namaz kılmayı men eden, câmilerdeki minberleri
yıktıran, Ehl-i sünnet âlimlerini öldüren, Şeybek Han’ın kafatasında şarab içen
Şâh İsmâil ve tarafdarlarının küfrüne ve kanlarının helâl olduğuna dâir ulemâ
ne buyurur?” diye sordu.
Osmanlı
tarihçilerinden Hoca Sâdeddîn Efendi’nin yazdığına göre; dîvânın bu karârı
üzerine görüşleri alınan o devrin âlimlerinden; Molla Arab lakabıyla meşhur
Muhammed bin Ömer, Sarı Gürz lakabıyla meşhur Nûreddîn Hamza, Zenbilli Ali
Cemâli Efendi, Ahmed ibni Kemâl Paşa ve daha pek çok âlim böyle bir cihâdın
farz olduğuna, Şâh İsmail’e haddinin bildirilmesi lâzım geldiğine dâir fetva
verdiler. Ayrıca verilen bu fetvalarda, Şâh İsmâil ile askerlerine karşı açılacak
savaşların, diğer din düşmanları ile yapılacak savaşlar gibi cihâd sayılacağı
belirtiliyor, umumiyetle bu gibilerin öldürülmelerinin caiz olup, mallarının
helâl, nikâhlarının ise bâtıl olduğu açıklanıyordu.
Dîvândan
sefer karârını ve âlimlerden de fetvasını alan Yavuz Sultan Selîm Han, Kur’ân-ı
kerîmde Tevbe sûresinin yetmiş üçüncü âyetinin; “Ey sevgili Peygamberim (aleyhisselâm)! Kâfirlerle ve münafıklarla
cihâd et, döğüş! Onlara sert davran!” emrine uyarak İran’a sefer karârını verdi.
Bu
yıllarda Şâh İsmail, Anadolu’ya sapık inanışlarını yaymak için şeyh kılığında
gönderdiği dâîler vasıtasıyla geniş bir propagandaya girişmiş, safiyetini
kaybeden bektâşî tekkelerini ele geçirerek, bâzı saf kimseleri kendi tarafına
çekmişti. Şehzâdeliğinden beri bu şiî dâîlerini tâkib ve bir kısmını tesbit
eden Yavuz Sultan Selîm Han, İran’la yapılacak harpte, memleket içinde bulunan
şiî itikadını benimsemiş kişilerin isyânlar çıkarabileceklerini ve bunun
devletin başına büyük gaileler açabileceğini düşünmüştü. Bu sebeple Anadolu’ya,
beylerbeyi ve sancakbeylerine nâmeler göndererek, bölgelerindeki Şâh İsmâil
tarafdârları listesinin kendisine gönderilmesini istedi. Tesbit edilenleri
şiddetle cezalandırıp faaliyetlerine son verdi.
Yavuz
Sultan Selîm Han, devletin birlik ve beraberliğini sağladıktan sonra, savaş
için gerekli hazırlıkları bitirdi. Edirne’den İstanbul’a geldi. Manisa’da
bulunan oğlu Süleymân’a nâme gönderip, onu Edirne’nin muhâfazasına me’mur etti.
Eyyûb semtinin Fil çayırında ordugâhını kuran Sultan Selîm, Eyyûb Sultan
hazretlerini ve diğer Sahâbe-i kirâmın (r. anhüm) ve ecdadının kabirlerini
ziyaret etti. Onlardan manevî yardım istedi.
20
Nisan 1514’de Üsküdar’a geçti. Evvelce hareket eden orduya aynı gün Maltepe’de
yetişen Selîm Han, Bosna vâlisi Hadım Sinân Paşa’yı Anadolu beylerbeyliğine
tâyin etti. 23 Nisan’da İzmit’e geldiğinde, daha önceden esir edilip orduyla
beraber götürülen şiî halîfelerinden Kılıç ismindeki biri vasıtasıyla Şâh
İsmail’e bir mektup göndererek, üzerine yürüdüğünü resmen bildirdi. Tâcîzâde
Cafer Çelebi’nin kaleme aldığı bu mektupta Selîm Han, Şâh İsmail’in Hulefâ-i
râşidîni kötülemesi ile zulümlerini şiddetle tenkid ediyor; dînin emri
gereğince üzerine yürüyüp mazlumların âhını dindireceğini beyân buyuruyordu.
Yavuz
Sultan Selîm Han, İzmit’den Yenişehir’e geldiğinde, Anadolu ve Rumeli
beylerbeyileri de kuvvetleriyle orduya katıldılar. Ordu, on gün sonra
Seyyidgâzi’ye geldi. Bu mevkide, 20.000 tımarlı sipahiden meydana gelen öncü
ordusuna vezir Dukakinzâde Ahmed Paşa’yı tâyin eden Selîm Han, Sinop vâlisi
Karaca Ahmed Paşa’yı 500 süvârî ile keşfe ve akıncı kuvvetlerini de Nihaloğlu
Mehmed Bey emrinde sefere me’mûr etti. Bundan sonra Konya’ya gelen Selîm Han;
burada, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sadreddîn-i Konevî, Şems-i Tebrîzî (r.
aleyhim) gibi evliyânın türbelerini ziyaret etti. Şâh İsmail’e karşı muzaffer
olması, müslümanları bu belâdan kurtarması için o mübarek zâtların ruhları
vasıtasıyla Allahü teâlâdan yardım talebinde bulundu. Fakirlere sadaka dağıttı.
Konya’dan
hareketle Kayseri’ye gelen Sultan, 2 Haziran’da Sivas’a ulaştı. 140.000 asker,
5.000 zahireci ve 60.000 deveye yükselen orduyu yoklamaya tâbi tutup, muhtemel
bir şiî ayaklanmasını önlemek ve yiyecek tedâriki yapmak üzere İskender Paşa
kumandasındaki 40.000 askeri burada bıraktı. Çünkü, Şâh İsmail’in
kumandanlarından Ustaclı Mehmed Han, Osmanlı ordusunun ileri harekâtını duymuş,
burada oturan halkı daha içlere sürerek, geride kalan her yeri ateşe vermişti.
Bunun için uzun süre İran topraklarında kalacak olan Osmanlı ordusunun
beslenmesi zor olabilir.
Osmanlı
ordusu mütemadiyen harâb edilmiş topraklarda ilerlerken, gemilerle Trabzon’a ve
oradan da develerle orduya ulaştırılan zahireler yeterli olmuyordu. Bu sebeple
Gürcü hükümdarına da, orduya yiyecek gönderilmesi için nâmeler gönderildi.
Ordu,
Erzincan Yassıçeşme’de Hasanbey çayırı mevkiine geldiğinde, Şâh İsmail’in
cevabî’nâmesi geldi. Şâh İsmâil bu mektubunda muhârebeye hazır olduğunu
bildirmekle beraber; gerek sultan Bâyezîd zamanındaki ve gerek Yavuz Selîm’in
Trabzon vâliliği zamanındaki dostluklarından (!) bahsederek aradaki düşmanlığın
nereden çıktığını anlayamadığını söylüyordu. Bir kargaşalığa sebeb olmak
istemediğini belirterek adetâ göz dağı vermekten geri kalmayan Şâh İsmail,
Yavuz’un karşısına da çıkmıyordu.
Bir
müddettir İran topraklarında ilerleyen ordunun hiç bir karşı harekât görmeden
yoluna devam etmesi, bu uzun yolculuğu ve Şâh İsmail’in vadine rağmen hâlâ
ortaya çıkmaması, yeniçeriler arasında hoşnutsuzluğa sebeb oldu. Aylarca yol
yürümekten, seferin zorluklarından, şikâyete başladılar. Bununla beraber,
sancakbeyleri gibi bâzı vezirler, başlangıçta ileri gitmenin aleyhinde
olmalarına rağmen bunu açıklamakdan çekindiler. Ancak Sultan Selîm’in askerin
hareketini tanzim ile Azerbaycan’ın merkezi Tebriz’e kadar gidileceği karârında
sebat etmesi üzerine, fikirlerini Sultan’a açmaya karar verdiler. Bunu da
bizzat kendileri yapmayıp, Pâdişâh’ın çok sevdiği mahremlerinden en yakın
nedimi Karaman vâlisi Hemden Paşa’dan, Pâdişâh’ı geri dönmeye ikna etmesini
rica ettiler. Her hususta Pâdişâh ile konuşabilen Hemden Paşa, daha ileri
gitmeye muhalefet eden bu vezirlerin ricasını kabul ederek Sultan Selîm’in
huzuruna girdi. Askerlerin durumunu anlattı. Sonunda da geri dönmenin daha
uygun olduğunu söyleyince, Sultan Selîm onu derhal öldürttü. Şeyhülislâm
Zenbilli Ali Cemâlî Efendi; “Pâdişâhım! Hangi hükme dayanarak katlettirdiniz?”
diye sorduğunda, sultan Selîm; “Ayet-i kerîmeye muhalefet ettiği için
öldürttüm. Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki: “(Ey
peygamberim! Eshâbının) iş hususunda fikirlerini
al (müşavere et). Müşavereden sonra da bir
şeyi yapmağa karar verdin mi, artık Allahü teâlâya güven ve dayan. Gerçekten
Allahü teâlâ tevekkül edenleri sever” (Âl-i İmrân sûresi: 159). Biz bu cihâda çıkarken,
vezirler, âlimler ve komutanlarımızla müşavere ettik. Karar verdik. Allahü
teâlâya tevekkül ederek yürüdük. Hemden’in yerinde oğlum Süleymân bile olsa,
onun da boynunu vurmaktan kıl kadar çekinmezdim” dedi. Hemden Paşa’nın
öldürülmesini ve Sultân’ın bu sözlerini işiten vezirler ve yeniçeriler,
yaptıkları hatânın büyüklüğünü anladılar. Bir müddet şikâyetleri bıraktılar.
Sultan Selîm Han, Erzincan’dan Şehsuvaroğlu Ali Bey’i, düşman hakkında bilgi
toplamak için ileriye, Ferahşad Bey’i Tercan, Faik Bey’i de Bayburt üzerine
gönderdi. Ordu Erzurum’a yaklaştığında, alınan iki esirden mühim bilgiler
öğrendi. Şâh İsmail’e bir mektup daha gönderdi. Bu mektupta da şöyle yazıyordu:
“Hükümdarların toprakları, onların nikâhlısı gibidir. Bu itibârla erkek ve merd
olanlar, ona başka birinin elinin değmesine dayanamazlar. Hâlbuki günlerden
beri askerlerimle topraklarının üzerinde yürüdüğüm hâlde, hâlâ senden bir eser
yok. Aslında şimdiye kadar senin, merdlikle ve celâdetle ilgili bir hareketin
görülmemiştir. Bütün hareketlerin sâdece hîleye dayanmaktadır. En seçkin
askerimden kırk binini buraya getirmeyerek korkunu gidermeye çalıştım. Buna
rağmen gizlenmeye devam edersen, erkeklik sana haramdır. Zırh yerine çarşaf,
miğfer yerine yaşmak kullanarak, serdârlık ve şahlık dâvasından vazgeçmelisin.”
Selîm Han bu mektubdan başka, bir de kadın elbisesi gönderdi. Böylece Şâh
İsmail’i tahrik edip meydana çıkmasını sağlamaya çalıştı.
Ordu
14 Ağustos’da Eleşkirt civarına geldiğinde, yeniçerilerin yeniden isyânkâr
konuşmaları başladı. “Pâdişâh bizi nereye götürür? Daha ne kadar gideceğiz?
Askerde savaşacak hâl mi kaldı? Bu şekilde, kaşan düşman kovalanır mı? Üç aydır
yol alan askere yapılanlar reva mıdır? Merhamet bu mudur? Geri dönülmezse
yapacağımızı biliriz!” gibi ileri geri fısıltılar duyuluyordu. Nihayet Ağustos
ayının ortasında, beş yüz kadar yeniçeri, konaklanan bir yerde, Pâdişâh’ın
otağına ok atıp ateş açmaya başladılar. Bu sırada Sultan Selîm, Hersekzâde
Ahmed Paşa ile konuşuyordu. Silâh seslerini duyan Sultân, Ahmed Paşa’ya; “Bre
bu nedir?” diye gürleyince, vezîriâzam Ahmed Paşa sapsarı kesildi. Suskun bir
hâlde; “Yeniçeri kullarınız silâh ta’limi yaparlar Sultân’ım!” diyebildi.
Sultan Selîm Han; “Paşa Paşa!... Sen uykudasın herhalde. Baksana asker isyân
üzeredir. Edebsizliğe billahi rızâmız yoktur” diyerek dışarı çıkıp, Karabulut
ismindeki atına bir sıçrayışta bindi. İsyan eden yeniçerilerin üzerine yıldırım
gibi atını sürdü. Önlerine geldiğinde, şimşek çakan gözlerini askerin üzerinde
dolaştırdıktan sonra, atını şaha kaldırdı ve; “Bre câhiller! Karar verdik,
i’lâ-yı kelimetullahı yaymak ve yüceltmek için yola çıktık. Hedefimize henüz
ulaşmış değiliz. Düşmanla karşılaşmadan da geri dönmemiz mümkün değildir. Ne
gariptir ki, Şâh’ın adamları bâtıl inanışları uğrunda efendileri için can
verirlerken, içimizdeki bâzı gayretsizler bizi hak yoldan döndürmeye
uğraşıyorlar. Fakat biz yolumuzdan asla dönmeyecek, emre itaat edenlerle
birlikte hedefimize kadar gideceğiz. Bâzıları hanımını hayâl edip, yol
yorgunluğunu bahane ederek; “Bundan öte gidemeyiz” derler. Bunun gibiler,
kendileri bilirler. Geri dönerlerse, dîn-i mübîn yolundan dönmüş olurlar.
Onların bahaneleri düşman gelmediği ise, düşman ileridedir. Eğer er iseniz
benimle geliniz. Yoksa Şâh oğlunun karşısına tek başımıza çıkarız” diyerek
atını ileri sürdü. Bu acı sözlerden sonra, artık niç kimse muhalefet etmedi ve
Sultân’ın arkasından yürümeye başladılar.
Sultan
Selîm Han, ordusuyla Kazlıgöl mevkiine geldiğinde, Şehsuvaroğlu Ali Bey’in
verdiği habere göre, Şâh İsmâil ordusuyla Hoy şehrine gelmişti. Bu habere
sultan Selîm çok sevindi. Ali Bey’e hediyeler verdi. Şâh İsmail, ordusuyla
Çaldıran’da toplanacağı haberi kesinlik kazandı. Sonra gelen haberler, Şâh’ın
ordusunun Çaldıran’da olduğunu bildiriyordu.
Osmanlı
ordusu, yirmi iki Ağustos günü Çaldıran’ın Akçay vadisi tepelerinde konakladı.
Şâh’ın ordusu ile aralarında beş-altı km.lik bir mesafe kalmıştı. O güne kadar
iki bin beşyüz km. yol alan yorgun askere, her an hücuma hazır olacak şekilde
istirahat etmeleri bildirildi. Akşam, sultan Selîm komutanlarını toplayarak;
“Hücum hakkında ne düşünürsünüz?” diye sordu. Veziriazam Hersekzâde Ahmed Paşa;
“Sultân’ım’! Uzun yoldan geliriz, askerimiz yirmi dört saat dinlense iyi olur
diye düşünürüm” deyince, sultan Selîm Han celallenerek; “Paşa Paşa! Sen daha,
Osmanlı gâzilerini tanıyamamışsın. Hele sancaklar açılsın, kösler vurulup
mehter çalsın, ne yorgunluk ne de uykusuzluk kalır. Bir daha böyle mütâlâa istemem”
dedi. Vezirler ve paşalar ne söyleyeceklerini düşünürlerken, defterdâr Pîrî
Mehmed Çelebi heyecanını yenemeyerek; “Şevketlü Sultân’ım! Eğer derhâl
muhârebeye başlamaz, bir müddet daha gecikirsek, ordumuzdaki şiî casusları,
askerimizi aldatırlar. Ne kadar zaman kaybedersek, o kadar adamımızı
kandıracaklardır. Orduda Şâh’a meyledenlerin, düşmanla temas ederek o tarafa
geçmeleri veya harbe isteksiz girmeleri ihtimâli de vardır. Buna meydan
vermeden, sabah erkenden muhârebeye girmek gerekir” dedi. Sultan Selîm Han ile
Sinân Paşa ve diğer komutanlar da bu görüşde olduklarından, sabah erkenden
muhârebeye girme karârı alındı. Sultan; “Cenâb-ı Hak mu’înimiz, yardımcımız
olsun” diye duâ ettikten sonra harp dîvânı dağıldı.
O
gece sultan Selîm sabaha kadar uyumadı. Allahü teâlâya göz yaşları arasında
ibâdet eyledi. Otağ-ı hümâyûnun yere serili halılarını kaldırıp, pâk toprağa
mübarek alnını koyarak secdeye kapandı. Gözlerinden akan yaşlar toprağı
ıslatırken; “Yâ Rabbî! Buralara kadar yüce dînini yaymak ve ism-i şerifini
yüceltmek için geldim. Hâtem-ül-enbiyâ olan şerefli Peygamberin sallallahü
aleyhi ve sellem ile, Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali (r. anhüm) efendilerimizin
hâtır-ı şerifleri için, Kur’ân-ı kerîmde överek bahsettiğin Eshâb-ı kiramın
hatırı için, Ehl-i sünnet düşmanlarını kahrederek, ordumu muzaffer eyle!
evliyânın ruhlarını bizimle beraber et!” diye niyazda bulundu. Sonra atına
binerek istirahat hâlindeki ordusunun arasında gezindi. Yâsîn sûresini
okuyarak, askerlerine duâ etti.
23
Ağustos Çarşamba sabahı Osmanlı ordusu harb nizâmı aldı. Sultan Selîm’in emri
üzerine, devlet ricali ve askerî erkân birliklerinin başına geçti.
Ordunun
sağ kolunu Anadolu beylerbeyi Sinân Paşa ile Zeynel Paşa’nın emrindeki Anadolu
ve Karaman kuvvetleri, sol kolunu ise, Rumeli beylerbeyi Hasan Paşa
kumandasındaki Rumeli askeri teşkil ediyordu. Sultan merkezde, her zamanki gibi
sipâhî, silâhdâr, ulûfeci ve gurebâ bölükleri ile çevrilmiş olup, yanında
sadrâzam Hersekzâde Ahmed Paşa, vezir Dukakinoğlu Ahmed Paşa, vezir Mustafa Paşa,
Ferhad Paşa, Karaca Paşa gibi devlet ricali, kazasker ve âlimler bulunuyordu.
Pâdişâh’ın ön kısmında mevki alıp, ağaları Ayas Paşa’nın emrinde sayıları
12.000’i bulan tüfekçi yeniçeriler, araba ve develerden meydana gelen bir siper
gerisinde bulunuyorlardı. Bunların her iki yanındaki sağ ve sol cenahlarda biri
10.000, diğeri ise 8.000 kişiden ibaret Anadolu ve Rumeli azabları ve
hedeflerini bir mil içinde vurmakda usta topçuların nezâretindeki birbirlerine
zincirle raptedilmiş 500 topun önünde dizilmişlerdi.
Şâh
İsmail, şimdiye kadar devletini Hazar denizinden Umman denizine, Ceyhun
nehrinden Dicle nehrine kadar genişletmişti. On dört hükümdarla savaşmış, hep
galip gelmiş ve hepsini öldürmüştü. Gençti, gözüpekti. Hedefi, Osmanlı
Devleti’nin topraklarını elde etmekti. Sultanlarını öldürüp, devleti işgal
edecekti. Yirmi iki Ağustos günü Çaldıran ovasının en müsâid yerine ordusunu
yerleştirmişti. Yüz bin kişilik ordunun büyük bir kısmı süvari idi. Şâh’ın
plânı; yorgun Osmanlı piyadelerini bu atlı askerleri ile imha etmekti.
23
Ağustos sabahı Şâh İsmail, ordusunu tekrar gözden geçirdikten sonra, hücum
emrini verdi. Askerleri “Şâh, Şâh!” diyerek saldırdılar.
Yavuz
Sultan Selîm Han atından yere indi, ellerini açarak; “Yâ ilâhî! Ordumu muzaffer
eyle, günâhlarım sebebiyle onları kahreyleme...” diyerek duâ etti. Sonra atına
bindi. Askerinin savaş düzenini son bir defa gözden geçirdikten sonra; “Yâ
Allah!... Bismillah! Allahü ekber!...” diyerek hücum emrini verdi. Osmanlı
ordusu; “Allah Allah!” diyerek çığ gibi Şâh’ın ordusuna yüklendi. Gemleri
salınan atlar, ok gibi ileri atıldı. Sağ cenahın kumandanı Sinân Paşa, Şâh’ın
ordusunun sol kanadıyla önce müthiş bir çarpışmaya, sonra da plân gereği geri
çekilmeye başladı. Şâh’ın kumandanı Ustaclıoğlu; “Osmanlı ordusunu bozdum, geri
çekilmeye başladılar” zannıyle ileri atıldı. Bir müddet geri çekilen Sinân
Paşa, bir anda birliklerini ikiye ayırarak sür’atle yanlara çekildi. O anda,
daha önce oraya yerleştirilen Osmanlı topları gürlemeye başladı. Topların
önünde kalan ne kadar İran süvarisi varsa, kaçmaya fırsat bulamadan, en güzîde
kuvvetlerini bir anda kaybediverdiler.
Bu
arada İran ordusunun sağ cenahına kumanda eden Şâh İsmail, Osmanlı ordusunun
sol cenahına yüklenmişti. Rumeli beylerbeyi Hasan Paşa ilk anda şehîd oldu.
Osmanlı ordusu sol cenâhındaki plânı tam tatbik edemeden, bozularak karışık bir
şekilde geriye çekilmeye başladı. Bu hâli gören Yavuz Sultan Selîm Han; “Allah
Allah” diyerek yeniçerilerle, sol kanada yardıma koştu. Bir anda Sultânlarının;
“Vurun şahbazlarım! Koman yiğitlerim! Vurun ha, arslan yürekli gâzilerim!”
diyen gür sesini işitince, dağılan askerler yeniden canlandılar. Pâdişâhları
ile birlikte, yalın kılınç düşmanın üzerine yüklendiler. Askerin maneviyâtı
düzelince geri çekilen sultan Selîm, yüksek bir tepeden harekâtı tâkib etmeye
başladı. Sinân Paşa’nın plânı tatbik ederek, yıldırım gibi” Şâh’ın ordusunun
arkasına dolandığını görünce, ona ve askerlerine duâ etti. Şâh İsmail,
ordusunun sarıldığını çok geç anladı. Askerinin tükendiğini gören Şâh, durumun
kendisi için çok tehlikeli olduğunu anlayınca, atıyla hamle yapıp cenk
meydanından kaçmak istedi ve kolundan yaralandı. Atı da çamura saplandı.
Nihayet yaralı bir vaziyette taht ve hanımını harb meydanında bırakarak kaçmak
mecburiyetinde kaldı. Şâh’ın kaçtığını gören İran ordusu da, firara başladı.
Savaş, Osmanlıların galibiyeti ile bitti. O gün Çaldıran ovası on binlerce
şiîye mezar oldu. Târihin en büyük meydan muhârebelerinden birini, Allahü
teâlanın izniyle kazandığını gören Yavuz Sultan Selîm Han, şükür secdesine
kapandı, sevinç gözyaşları dökerek, Allahü teâlâya hamd etti.
Şâh’ın
paha biçilmez tahtını ve yakalanan zevcesini Pâdişâh’ın huzuruna getirdiler.
Sultân’ın gözünde bunlar yoktu. O, şehîd olan askerini düşünüyordu. Âlimler ve
komutanları ile savaş meydanını dolaştı. Şehîdleri için Fatihalar okudu.
Şehîdler arasında; Rumeli beylerbeyi Hasan Paşa, Sofya sancak beyi Malkoçoğlu
Ali Bey ve kardeşi Selanik sancak beyi Malkoçoğlu Tur Ali Bey, Pirizren sancak
beyi Süleymân, Kayseri sancak beyi Üveys, Niğde beyi İskender, Beyşehir beyi
Sinân, Mora sancak beyi Hasan Ağa gibi pek namlı kumandanlar vardı. Şehîdlerin
defin işleri yapıldıktan sonra, askerin dinlenmesi emredildi.
Yavuz
Sultan Selîm Han bu zaferi ile; Anadolu’da müslümanlar arasında yayılan,
kendilerini gizliyerek tekkelere sızan ve Eshâb-ı kiram düşmanlığını
körükleyen, Türk dünyâsının inanç birliğini bozmaya çalışan sapık inanç
sahiplerini temizledi. Bu bozuk inancın yayılmasını önledi. Böylece Ehl-i
sünnet îtikâdını kuvvetlendirerek, İslâm’a büyük hizmeti oldu.
Yavuz Sultan Selîm tahta çıktığı
sırada, İran’ın teşvik ve tahriki ile Anadolu’da şiî faaliyetleri devletin
bünyesini sarsacak bir durumdaydı. Osmanlı ulemâsı şiîliği red eden risaleler
kaleme alıyor ve İran üzerine sefere çıkılmasını istiyordu. Bunlardan Sarı Gürz
Nûreddîn Hamza Efendi’nin şiîler hakkında verdiği fetva şöyledir:
“Hüvelmu’în
Bismillâhirrahmânirrahîm. Sevdiği kullarına yardım eden, düşmanlarını da
kahreden Allahü teâlâya hamdolsun. Peygamberlerinin en üstünü olan Muhammed
aleyhisselâma ve O’nun âline ve Eshâbına (r. anhüm) salât ü selâm olsun. Ey
müslümanlar! Biliniz ve anlayınız ki, Eshâb-ı kiram düşmanı râfızîlerin
reisleri, Erdebiloğlu Şâh İsmail’dir. Onlar, Peygamber efendimizin sallallahü
aleyhi ve sellem yolunu ve sünnetini beğenmezler. Kur’ân-ı kerîm ile alay
ederler. Allahü teâlânın “Haramdır” buyurduğuna “Helâldir” derler. Kur’ân-ı
kerîmi ve diğer din kitaplarını tahkir edip yakarlar. Bütün Ehl-i sünnet
âlimlerine ve sâlih müslümanlara ihanet edip, öldürürler. Mescidleri yıkarlar.
Bu taifeye mensûb olanlar, reisleri Şâh İsmail’i ilâh yerine koyup secde
ederler. Hazret-i Ebü Bekr’e ve hazret-i Ömer’e
sövüp, hilâfetlerini inkâr ederler. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem
efendimizin hanımı hazret-i Âişe vâlidemize iftira edip söverler. İslâmiyet’i
yıkmak için uğraşırlar. Onların bunlara benzer dîn-i İslâm’a aykırı daha pek
çok bozuk îtikâdları ve hareketleri vardır ki, benim ve diğer âlimlerin
katlarında tevatür derecesinde bilinmektedir. Onlar, görünen bu hareketleri
ile, dînimizin hükmüne ve kitaplarımızın bildirdiğine göre fetva verdik ki;
kâfirdirler, mülhiddirler. Herhangi bir kimse dahi onların bâtıl dinlerini
beğense ve rızâ gösterse kâfir olur. Bunları öldürüp cemaatlarını dağıtmak
bütün müslümanlara vâcibdir, farzdır. Müslümanlardan ölenler, sa’îd ve şehîd
olup, Cennet-i a’lâdadır. Ötekilerden ölenler ise, hor ve hakîr olup,
Cehennem’in dibindedirler. Zîrâ bunların boğazladıkları ve avladıkları, okla,
doğanla ve köpek ile de olsa murdardır. Nikâhları bâtıldır... Netice olarak,
Eshâb-ı kiram düşmanı olan bu râfızîler, hem kâfir, hem mülhid ve hem de fesâd
ehlidirler. İki cihetten de katledilmeleri vâcibdir. Yâ Rabbî! Dînine yardım
edenlere yardım eyle, müslümanlar arasında fitne çıkaranları kahreyle! Âmîn.
Kulların en fakiri Sarı Gürz
lakabıyla tanınan Nûreddîn Hamza.”
Yavuz Sultan Selîm Han, Anadolu’da
yıllarca yaptığı şiîlik propagandası ile Osmanlı ülkesini parçalama gayesini
güden Şâh İsmail’e karşı harekete geçerken, kendisine de; “Zulmünü, müslümanlar
üzerinden kaldıracağını” belirten şu mektubu gönderdi:
“Bilesin ve anlıyasın ki, ilâhî
hükümlerden yüz çevirenlerin, Allahü teâlânın dînini yıkmaya çalışanların bu
hareketlerine, bütün müslümanların ve adâletsever hükümdarların kudretleri
nisbetinde mâni olmaları farzdır. Sen ki, müslümanların memleketlerine saldırdın;
şefkat ve utanmağı bir tarafa bırakarak, zulm kapılarını açtın. Günahsız
müslümanları incittin. Fitne ve fesadı kendine gaye edindin. Nefsinin kötü
arzularına ve fıtratındaki bozukluklara uyarak, dîn-i İslâm’ın emirlerini
değiştirmeye kalktın. Haramlara helâl diyerek nice müslümanları ifsâd ettin.
Mescidleri, türbeleri ve mezarları yıktın. Âlimleri ve Peygamber sallallahü
aleyhi ve sellem efendimizin neslinden gelen mübarek seyyidleri öldürdün. Kur’ân-ı
kerîmi hela çukurlarına attın. Hazret-i Ebû Bekr’e ve hazret-i Ömer’e söverek
hakaret ettin. Bu saydıklarım senin kötü hâllerinden sâdece bir kaçıdır.
Dillerde dolaşan bunlar ve bunlara benzer hareketlerinden dolayı, âlimlerim,
kesin delillere dayanarak; senin kâfirliğine, dinden çıkıp, mürted olduğuna fetva
verdiler. Bu durum karşısında Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmek, zulm
görenlere yardım etmek için merasimlerde kullandığım pâdişâhlık elbiselerimi
çıkardım. Zırhımı giyip, kılıcımı kuşandım. Atıma binerek Safer ayının başında
Anadolu yakasına geçtim. Maksadım; Allahü teâlânın inâyetiyle senin şahlığını
yok etmek ve bu suretle, âcizler üzerinden zulmünü ve fesadını kaldırmaktır.
Ancak, kılıçtan önce sana, Sünnet-i seniyye icâbı sünnî îtikadı teklif ederim.
Eğer yaptıklarına pişman olup cân ü gönülden istiğfar eder ve aldığın kaleleri
geri verirsen, tarafımızdan, dostluktan başka bir şey görmezsin. Fakat kötü
hâllerine devam ettiğin takdirde; zulümlerinle simsiyah yaptığın yerleri nura
kavuşturmak ve elinden almak üzere, Allahü teâlânın izniyle yakında geleceğim.
Takdir ne ise öyle olacaktır.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Tâc-üt-Tevârih; cild-2, sh. 268
2) Selîmnâme (Hoca Sâdeddin Efendi)
3) Tevârih-i Âli Osman (İbn-i Kemâl, Millet
Kütüphânesi, Ali Emîrî kısmı, No: 32); defter-8
4) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi
(Danişmend); cild-2, sh. 6
5) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-2, sh.
253
6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-15, sh.
36
7) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman);
cild-5, sh. 177
8) “Yeni Kaynak ve Vesikaların Işığı Altında Yavuz
Sultan Selîm’ın İran Seferi” (Şehâbeddîn Tekindag, İ.Ü. Ed. Fak. Târih Dergisi,
XVII. cild, 22. sayı, İstanbul-1968)
9) Devlet-i Osmaniye Târihi (Hammer); cild-4,
sh. 1066
10) Rehber
Ansiklopedisi; cild-3, sh. 270