Araplara
mahsus bir vezin sistemi olup, İslâmiyet dâiresi içine giren milletlerin
edebiyatlarında yer alan şiir ölçüsü. Yön, çadır direği, dar yol, bulut, ölçü
ve örnek olan şey gibi başlıca mânâları yanında, beytin ilk mısra’ının
sonlarına da arûz denmiştir. Çadır, bir ailenin barındığı yer olarak
düşünülürse, beyti ev, mısra’ı kapı mânâsına alırsak, arûzda direk olacaktır.
Zâten çadırın muhtâc olduğu ve onu ayakta tutan şey direktir.
Önceleri
Arab şiirinde açık ve belirgin şekilde olmayan aruz veznini edebî bir ilim
olarak İmâm Halil bin Ahmed 701-775 (81-155) tedvin etmiş, sistemleştirmiş,
böylece nazım ilmi kurulmuştur.
Arabların
ilm-üş-şi’r diye adlandırdıkları şiir ilminin, ilm-ül-arûz ve ilm-ül-kâfiye
diye ikiye ayrıldığını görürüz. İşte bunlardan aruz ölçüsü, aruz veznini,
kaidelerini inceler.
Arabça’da
temel ünsüzler harflerdir. Bu harfler ya harekesiz (sakin) veya harekeli
(müteharrik) olurlar. Bir de illet harfleri yâni hastalıklı harfler denen uzun
ünlüler (vokaller) vardır ki bunlar elif, vav, ye’den ibaret olup dâima uzun
okunurlar. Zâten Arabça’da beyti meydana getiren harfler arasında harekeli ve
harekesiz harfler birlikte bulunacaklardır. Bu harflerden ikisinin birleşmesine
veted (kazık) denmiştir. İşte Arab aruzunu bu şekildeki heceler meydana
getirmektedir. Bu husus daha çok Arab aruzunun konusudur.
Aruzda
harflerin harekeli ve sakin oluşu göz önüne alınmış, kısa ve uzun hece ayrımı
yapılmıştır. Bu hecelerden cüzler, cüzlerden de vezinler ortaya çıkmıştır.
Cüzler,
kısa ve uzun hecelerin belirli sayıda bir araya gelmesinden ortaya çıkar. Buna tef’ile
de denir. Vezindeki parça ve bölüme tef’ile veya cüz’ denmektedir. Tef’ilelerin birleşmesinden de
vezinler ortaya çıkmıştır.
İmâm
Halil aruzun esâsı olmak üzere 8 tef’ile tesbit etmiştir. Bu cüzlere efâ’îl
ve tefâ’îl adı
verilir. Bunlar: 1- Fe’ûlün, 2- Fâ’ilün, 3- Mütefâ’ilün, 4- Müstef’ ilün, 5-
Mefâ’ilün, 6- Fâ’ilâtün, 7- Müfâ’aletün. 8- Mefûlâîü cüzleridir. İmâm Halil’i
tâkib eden Kurtub (v. 821-22/H. 206) ve Ahfeş (822/H. 207) gibi âlimler aruzu
ve kâfiyeyi ayrı ayrı ele alarak iki ilim ortaya çıkardılar ve yeni ıstılahlar
da ortaya koydular. Sonra gelen âlimler, Kitâb-ul-Arûz adıyla eserler verdiler.
Ayrıca edebiyat ve dil sahasına olan alâkadan dolayı, ayrı eserlerin yanında
edeb kitapları ile ansiklopedilerde de aruza ve kâfiyeye yer ayrıldığı görülür.
Aslında
Arab şiirinin vezni bu dildeki sabit hecelerin ahenkli dizileri ile uzunluk
değerleri belli hecelere dayanmaktadır. İmâm Halil Arabça’nın yapısına
dayanarak bir kısım işaretler ekledi. Sonunda eski şâirlerin eserlerini
inceleyerek on beş bahir ve otuz dört aruz tesbit etti. Cevherî ise, Halil’in
usûlüne bağlı kalmakla birlikte, aruzu kolaylaştırarak ıslah edip, bir sadelik
getirdiği gibi, Halil’in sisteminde on altıyı bulan bahirlerin bütün
vezinlerini on iki bâbda toplayarak tef’ilelerdeki değişmeleri zihâfât ile îzâh
ederek, netîcede ilel ve zihâfât arasındaki farkı da kaldırdı.
İslâm
öncesi Arab edebiyatında aruz bahirlerindeki bâzı vezinler yoktur. Bu devirde, tavîl, vâfir, kâmil, basît, mütekârib
ve münserih
bahirleri kullanılmıştır. Buna göre bâzı bahirler ile bunlarda yer alan bir
kısım vezinlerin, başta dildeki âheng yâni dil mûsikîsi olmak üzere, nazım
şekli ve muhteva ile alâkası bulunduğunu belirtmek yerinde olur. Bu münâsebetle;
bütün Arab şiirleri dört kısımda mütâlâa edilmiştir. Bunlardan kasâid;
deve üstünde yolculuk yapanlar tarafından teganni edilmiş ve tavîl, basît,
kâmil gibi bahirlerin cüzlere ayrılmış vezinleriyle söylenmiştir. İkinci olarak
görülen remel kısmındaki şiirlerdir. Bunlar kalabalık içinde söylenen, övünme, övgü
ve yerme
mevzuları ile müzâkerâta
âid olup; medîd, basît, vâfir ve kâmil gibi vezinlerle söylenmiştir. Üçüncü
olarak Arablarda deveci ezgileri, pazar ve çalışma sırasındaki şiirleri recez
ve münserih bahirlerinin meştûr şekillerinde görülmüştür. Yine üçüncüde olduğu
gibi dördüncüyü meydana getiren şiirler de aynı bahirlerin menhûk vezinleriyle,
çocukları sevme, develeri sürme ve kuyulardan su çekme esnasında söylenmiştir.
Arab
nazmında birim beyttir. Arablardaki ilk nazım şekilleri olarak görülen recez ve
kasîd’in birinci beytleri mutlaka kafiyelidir ve nazım; ahengini vezin ve
kâfiye gibi iki temel unsurdan alır. Ayrıca kelimelerin mısra’ ve beyt içinde
seçilerek yerine konulması üçüncü bir sebebtir. Arablar kasîdenin yanında en
çok recez nazım şekillerini kullanmışlardır. Zamanla İslâm dâiresine giren
milletlerin edebiyatları ile temasta bulunmaları, konularda çeşitlilik, rubâî ve
Mesnevî gibi
yeni nazım şekillerinin ortaya çıkmasına sebeb olmuştur.
İslâm
medeniyeti dâiresine giren milletler bu medeniyetin sunduğu değerleri almışlar
veya az çok değiştirerek kendi bünyelerine uydurmuşlardır. Her millette şiir
olduğuna göre bu dâirenin içine girinceye kadar, bu milletler kendi ölçü ve
birimlerini de getirmişlerdir. Bu dâirenin içine ilk giren millet İranlılar
olmuş, daha sonra Türkler, hintler ve diğer bazr milletler de dâhil olmuştur.
Böylece aruz İran’a geçmiş ve İran şiirinin, bilhassa İslâmiyet’i kabulden
sonra ortaya çıkan yeni Farsça diye adlandırılan devrin şiirde veznini teşkîl
etmiştir.
Abbasî
idâresinin zayıflaması ile Farsça edebî dil olarak canlanmış, gitgide hânedân
ve eyâlet emirlerine bağlı merkezlerde Farsça şiir dili olarak Arabça’dan da
ileri gitmiştir. Arabça’yı ve Arab nazım tekniğini bilen İranlı şâirler, Fars
şiirinin gelişmesinde büyük rol oynadıkları gibi şiir tenkidçileri de belirli
ölçü ve kaidelerin tesbitinde mühim vazife yüklendiler. Ses yapısı ve hece
teşkili bakımından Frasça’nın aruza daha kolay adapte olduğu görüldü. Bu sahada
Reşîdüddîn Vatvât (V. 1177/H. 573) başta olmak üzere bâzı zevat aruzla ilgili
kitaplar ortaya koydular. İran nazmı, Arab nazım birimi olan beytin yanında,
İslâm öncesi edebiyatında olduğu gibi, mısra’ı birim kabul etti. Böylece tek
mısra’ bile aruzun tatbikinde kıvraklık getirdi ve bu, alelade olan konuşma
dilinde bile görüldü. Ayrıca aruz, İran edebiyatında bâzı değişikliklere
uğradı. Fars zevki Arab şiirinin bâzı bahirlerini kabul etmeyerek, bir seçme ve
tercihte de bulundu. Zamanla yine İslâm öncesi edebiyatta görülen ve fehlevîye
denilen dört kıt’adan meydana gelen manzumeler de aruzla yazıldı. Böylece rubâî
nazım şekli ortaya çıktı.
Her
millette olduğu gibi Türklerde de İslâmiyet’ten önce şiir vardı ve vezni parmak
hesabı denen hece vezni idi. İslâm medeniyeti içine girince hece yanında aruzu
da kullandılar. Ancak Türkler aruzu doğrudan doğruya Arablardan değil İran yolu
ile aldılar. Ayrıca her iki milletin nazım şekillerini de kullandılar.
Farslarda olduğu gibi Türklerde de nazım birimi mısra’ idi. Türk edebiyatında
aruz, intibak devrinde büyük bir eser olan Kutadgu Bilig’de görüldü. Burada Şehnâme’de
olduğu gibi Fa’ûlün, Fa’ûlün, Fa’ûlün, Fa’ûl vezni kullanılmıştı. Dikkat
edildiğinde bu veznin millî vezin olan heceye yakınlığı hemen görülür. İslâm
öncesi devreden günümüze kadar gelen hece vezni içinde on bir heceli vezin en
çok kullanılanlar arasındadır. Kutadgu Bilig’te de işe buradan başlanmıştır.
Zâten eserin içindeki dörtlükler nazım şeklinde de eskiye yer verildiğini
açıkça göstermektedir. Buradan hareketle edebiyatımızda tuyuğ, murabba ve şarkı
gibi nazım şekillerinin ortaya çıktığı bir gerçektir. Hattâ halk edebiyatı
şâirleri her iki vezne de yer vermişlerdir. Yûnus Emre gibi şâirlerin hece ve
aruzla şiir yazmalarına karşılık, Azîz Mahmûd Hüdâî ve Erzurumlu İbrâhim Hakkı
gibi şâirler tekke edebiyatı içinde yalnız aruzla şiir yazmışlardır. Ayrıca on
yedinci asır şâirlerinden Aşık Ömer ve Kâtibî gibi şâirlerin de şiirlerinde her
iki vezni kullandıklarını zikretmek gerekir. Bu ikili durum daha sonraki
asırlarda hem dîvân, hem de halk şâirlerinde devam edecektir.
Türk
edebiyatı içinde aruzun yerleşmesi ilk zamanlar Farsça ve Arabça’yı bilen,
yüksek tabaka da denen havâss arasında görülmüştür. Bunlar ise; ilk önce
bildikleri yabancı dilde ve aruz vezni ile şiirler yazmakla başlamışlardır.
Farsça, kolaylığı ve Türkçe ile yan yana yaşaması, aynı bölgede bulunması
yüzünden Arabça’ya galebe çalmış, böylece ilk şiirlerde Farsça yer almıştır.
Daha sonra Türkiye Selçuklularının son devirlerinde yavaş yavaş ortaya konan
mülemmâlar, belki bir noktada Türkçe’yi aruza alıştırmış, netîcede okur-yazar
zümresi aruzu Türk şiirine getirmiştir. Ancak Hoca Dehhânî gibi saray şâirleri
Farsça’ya hâkim olduklarından, Türk şiirine doğrudan doğruya aruzu getirmeyi
başarmışlar ve aruzla gazeller yazmışlardır.
Hazırlık
devrinde Farsça’nın edebî dil telakkisi daha sonra kendisini gösterecek olan
Türk şiirini yönlendirmede büyük rol oynamış ve seçilen vezinler Türk zevkinin
de iştirak ettiği Fars şiirinden alınmıştır. Böylece aruzun nazma tatbiki
başlamış ve bu konuda yazılan eserler daha sonra verilmiştir. On beşinci
yüzyıldan itibaren aksamadan devam eden aruz vezni, on dokuzuncu yüzyılda en
mükemmel şekle ulaştı. Hattâ tiyatro eserlerine bile uygulandı: Edebiyât-ı
cedîde ve onları tâkib eden Fecr-i âti topluluklarında serbest müstezada bile
tatbik edildiği görüldü. Ancak on dokuzuncu yüzyılın sonunda, aruzun mükemmel
şekle ulaştığı bir zamanda heceye rağbetin artması ile aruz hakkında
münâkaşalar ortaya çıktı ve bu vezne, karşı bir hareket başladı. Hâlbuki Türkçe
en başarılı aruz örneklerini bu devrede veriyordu. Millî edebiyat cereyanının
heceyi öne geçirme gayreti aruzu geride bıraktı ve bu veznin en son temsilcisi
Yahyâ Kemâl oldu.
Aruz
vezninin esâsını hecelerin mâhiyet ve durumu (uzunluk-kısalık,
kapalılık-açıklık hususları) teşkil etmektedir. Aruz vezninde hecelerin
sayısına bakılmaz, kalitesine (keyfiyetine) önem verilir. Bu bakımdan aruz,
keyfî (qualitatif) bir ölçüdür. Hâlbuki hece vezni sayıya bağlı olup, kemmî
(quantitatif) dir.
1-
Açık heceler- Kısa heceler: De-re, di-ri, a-da, i-ni, ı-şık, a-lî gibi.
2-
Kapalı heceler-Uzun heceler: Has-ret, hâ-lâ, hâ-lî, sensin, ley-lâ, sa-bâ,
se-sin vs.
3-
Bir buçuk (kapalı ve açık-uzun ve kısa) heceler; Derd, diyar.
Yalnız,
kapalı uzun hece n ile biterse, bir uzun hece kabul edilir. Bir buçuk hece (—.)
olmaz. Ci-han, de-rûn, dil-hûn, ner-mîn, der-man, hân-mân, ta-nîn zer-rîn gibi.
Bir
de mısra’ sonunda bulunan hece, açık olsa bile, kapalı hükmündedir. Söy-le,
se-se gibi.
Aruzdaki
hece durumu göz önüne alınınca, Türk dilinde hecelerin daha çok açık tarafta
kaldığı görülür. Bunun yanında Türkçe’de kapalı hece meydana getiren uzun
seslerin bulunmayışı, Arapça ve Farsça’ya göre Türk nazmının aruza uymasında
bir hayli geride kalmasına yol açmıştır. Bu iki dile nisbetle Türkçe’de aruz
bâzı hususları da beraberinde getirmiştir, İslâmî dâire içine giren Türkçe bir
taraftan kültür ve inanç kelimelerini alırken, uyumu sağlayabilmek için kendi
içinde de bâzı hususlara yer vermiştir. Bilhassa on altıncı asra kadar geçen üç
yüz senelik bir zamanda bu durumlar oldukça fazla görülmüş, bir yandan aruza
uydurulmada kendine göre bir hayli yol alışı, diğer taraftan yabancı dillerden
alınan kelime ve tamlamalar git gide Türk şiirini daha da ileri götürmüştür.
Aruzla söylenen Türk şiirinin âhengindeki bu düzelme, zamanla daha da
gelişmesine rağmen aşağıdaki hususlar görülegelmiştir.
Aruzun
Türkçe’ye tatbikinde görülen belli başlı hususlar şunlardır:
1- Vasl: Ulama da denilen bu husus, sessizle biten bir
kelimeden sonra, sesli bir harfle başlayan ikinci bir kelime arasında görülür.
Bu, kapalı bir hecenin açılması içindir.
Allah adın / zikr idelüm evvelâ
Vâcib oldu / cümle işde her kula
beytinde
veznin “fâilâtün” olması için Allah ve vâcib kelimelerinde görülür. Aslında (—
— — —) iken ulama yapılınca, (Allah adın, vâcib oldu) —. — —) durumuna düşer ve
kapalı hece açılmış olur.
2- İmâle: Buna uzatma da denir. Kısa ve açık bir hecenin
uzatılarak kapatılmasıdır. Dilimizde uzun ses bulunmadığı için Türkçe
kelimelerde görülen bu durum aruz için bir hatâ sayılmasına rağmen, göz
yumulmuş ve hemen her şâirde görülegelmiştir.
Ben didükçe / böyle kıl / di Nedimi
nâtüvân
Gösterür engüşt ile meclisteki mînâ seni
—.
—./—.— —/..—./—. — (Ben didükçe böyle kim kıldı Nedimi nâtüvân) mısraı; (—.—
—/—. — —/—.— —/— . —) (Ben didükçe böyle kim kıldî Nedîmî nâtüvân) şekline
çevrilmiştir. Ayrıca ikinci mısra’daki, meclisteki kelimesinde yine son hece
(-ki), (-kî) olarak uzatılmış ve bir başka imâleye yer verilmiştir.
3- İmâle-i memdûde: Med adı da verilen bu uzatma asıl
imâleye nisbetle daha çok uzatılır. Arapça ve Farsça kelimelerde bulunan bir
uzun heceyi, bir uzun bir kısa olmak üzere, iki hece şeklinde okumaktır. Az
olmakla birlikte Türkçe kelimelerde de rastlanır. Sâdece uzun hecelerde değil,
sonu iki sessizle biten hecelerde de imâle-i memdûdeye yer verilir. Hece
sonlarındaki elif-nûn harflerinden sonra yapılırsa aruz için kusurdur. Böyle
olmakla birlikte en meşhur şâirlerimiz bile buna göz yummuşlardır.
Nedim’in;
Nâzdan hâmûşsun yoksa zekânın
duymadan
İstesen bin dâstân söylersin ebrularla sen
(—
— — /— — —) = nâzdan hâmûşsun yok) derken (— . — —/— — —) şeklinde okunarak iki
bir buçuk heceye yer verdiğini görürüz. Burada nâz (—.) ve mûş (—.) heceleri
bir buçuk olarak okunmuştur. Ayrıca ikinci mısra’daki dâstân (— —) kelimesinde,
ilk hece dâstân (—.—) şeklinde okunarak İmâle-i memdûdeye yer verilmiştir. Yine
Fuzûlî’nin;
Aşk derdiyle hoşam el çek ilâcumdan
tabîb
—. — —/ — . — — / — . — — / — . —
Kılma derman kim helakim zehri dermanındadur.
—. — —/ — . — — / — . — — / — . —
Üç
fâilâtün bir fâilün cüzünden meydâna gelen beytin birinci mısradaki ilk cüzünde
bulunan aşk (—) kelimesi bir buçuk hece alınmıştır. Yine Şeyh Gâlib;
Ey Hızr-ı fütâdegân söyle
Bu sırrı idüp iyân söyle
Ketm etme yegân yegân söyle
mısralarındaki
fütâdegân, iyân, yegan kelimelerinde son heceler hep bir buçuk hece değerinde
kullanılmıştır.
Türkçe
kelimelerde de bir buçuk heceye yer verilerek imâle-i memdûde yapıldığı
görülmüştür.
4- Zihaf: Arapça ve Farsça’da yer alan ve uzun okunması gereken
heceleri kısa okuma olup, mühim bir aruz kusurudur. Bakî’nin
Baş eğmezüz edâniye dünyâ-yı dûn
içün
Allaha dur tevekkülümüz i’timâdumuz
mefûlü
fâ’ilâtü mefâ’îlü fâîâ’ilün veznindeki bu beytinde ilk mısranın ikinci
cüzündeki edânîye kelimesinin üçüncü hecesi zihaf için edâniye şeklinde
okunmuştur.
Türk
şiirinde hezec, recez, remel, muzâri, müetes, hafif, mütekârib bahirlerine âit
kırka yakın vezin kullanılmıştır. Yalnız bu vezinler kullanılırken, bâzıları
bir kısım nazım şekillerinde yer almıştır. Bunun yanında, yukarıda da
zikrettiğimiz gibi, hece veznine uygun vezinlere öncelik verilmiştir.
1-
Me fâ i lün (dörd aded)
Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı
Hüdâdur bu
Nazargâh-ı ilâhîdür makâm-ı Müstafâdır bu
Nâbî
Celâleddîn-i Rûmîden dehen tolup
olup pür fen
Bilüp ahbâr-ı ahbârı tolu esrân dîdâram
Muînî
Hayâl-i yâr ile her şeb benim
rü’yalarım vardır
Başumda sây-ı zülfünden uzun sevdalarım vardır.
Şemsî
2-
Me fâ î lün me fâ î lün fe û lün
— —
— /. — — — / . — —
Sunulmadı bana kahve dime sen
Nasîbün var ise gelür Yemenden
Nâbî
3-
Mef û lü me fâ î lün mef û lü me fâ î lün
—
— . /. — — — / — — . /. — — —
Tiz olma te’emmül kıl herhâle
tahammül kıl
Allah’a tevekkül kıl tedbîri bozar takdir.
Kemâlpaşazâde
4-
Mef ü lü me fâ î lü me fâ î lü- fe û lün
— — . /. — — . / — — . /. — — . /. — —
Yelkenle gelür bâga levendâne
benefşe
Tüller takınır başına merdâne benefşe
Şemsî
Tûtî gibi hoş nükteler öğretdi
zekânın
Bakî gibi üstâd-ı sühen-pervere cânâ
Bakî
5-
Mef û lü me fâ i lün fa’û lün
— —
. / . —
. — /
. —
Dil hasret-i gamla lâl kaldı
Gâlib gibi bî-mecâl kaldı
Gönderdiğim arz-ı hâl kaldı
Elân bir ihtimâl kaldı
İnsafın o yerde nâmı yok mu?
Şeyh
Gâlib
6-
Müs tef i lün (dört aded)
— —
. —
Karşında ben pervâneyim sen şem’-i
tâbânsın bana
Aşkınla ben dîvâneyim sen âfet-i cansın bana.
Kânûnî
(Muhibbî)
7-
Müs tef i lâ tün (iki aded)
—
— . — —
Gencînen olsam vîrân idersin
Âyînen olsam hayran idersin
Şeyh
Gâlib
8-
Müf te i lün me fâ i lün
— .
. — / . —
. —
Aşk ile kendüden gider âşıka bir
nidâ gelür
Yazusı yok kitâb okur âlim olur çıka gelür.
9-
Fâ i la tün fâ i lâ tün fâ i lâ tün fâ i lün
— . — — / — . — — / — .— — / —.—
Mürde ihya eyledin ey cân safa
geldün safâ
Eyledün giryânunı handân safâ geldün safâ
Şemsî
10-
Fe i lâ tün fe i lâ tün fe i lâ tün fe i Lün
.
. — — /
. . —
— / . .—
— / . . —
Doğuyor ömrüme bir yirmi sekiz yaş
güneşi
Sana baktıkça olur gönlüm uçan kuşlara eş
11-
Müf te i lün fâ i lün
— .
. — / — .
—
Kendimi cem eyledim bahr-ı musaffa
gibi
Gökte süreyyâ gibi levh-i muallâ gibi
12-
Mef û lü fâ i lâ tün (Müs tef i lün fe û lün)
— — . /
— . — — / — — . — / . —
—
Sözüm sirayet itse Mecnûn-i
nâ-murâda
Kuşlar kebâb olurdu başındagı yuvada
Hayalî
13-
Mef û
lü fâ i
lâ tü me
fâ î lü
fâ i lün
— — . / — . — . / — .— — / . — — . / —.—
Aldın hezâr bütgedeyi mescid eyledin
Nâkûs yerlerinde okutdun ezânları
Bakî
14-
Me fâ i lün fe i lâ tün me fâ i lün fe i lün
.
— . — / . .
— — / . — .
— / . . —
Gamınla ülfetimiz var sürüru
n’eyleyelim
Safâ-yı hâtırımız yok huzuru n’eyleyelim
Nailî
15-
Fe i lâ tün me fâ i lün fe i lün
.
. — — / . —
. — / . .
—
Yine bir âfitâba düştü gönül
Şeh-i âlî-cenâba düştü gönül
Hayreti
16-
Fe û lün fe û lün fe û lün fe ûl
. —
— / . — — /
.— — / .—
Ne mir ü ne pâşâya et iltica
Rahim ü kerîm çün Hudâdır Hudâ
Şeref
Hanım
17-
Mü te fâ î lün fe û lün (Fe i lâ tün fâ i lâ tün)
.
. — — — /
. — — / . . —
— / — . — —
Ne beyân-ı
hâle cür’et ne figâna tâkatim var
Ne recâ-yı vasla gayret ne firâka kudretim var.
Vâsıf
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Ravdat-ül-evzân (Mutahhar bin Ebî Tâlib
Larendi, Süleyınâniye Kütüphânesi, Şazeli kısmı. No: 147) vr. 182
2) Aruz Risâlesi (Amasyalı Alâeddîn Ali,
Üniversite Kütüphânesi, T. Y. 5686)
3) Risâle-i Aruz; (Halim-i Şirvânî Dâmâd
İbrâhim Paşa Kütüphânesi, No. 1151)
4) Risâle-i Aruz (Firişfehoğlu, Üniversite
Kütüphânesi, T. Y. 5729)
5) Bahr-ül-meârif (Sürûri, Hacı Mahmûd Efendi,
No: 5156)
6) Mîzân-ül-evzân; (Nevâyî, Fâtih kütüphânesi,
No: 4056)
7) Aruz Risâlesi, (Zahîruddîn M. Bâbür,
Moskova-1972)
8) Arûz-i Türkî; (Ali Cemâleddîn,
İstanbul-1291)
9) Teshîl-ül-arûz vel-kavâfî vel-bedî (Ahmed
Hamdi, İstanbul-1289)
10) Türk
şiirlerinin Vezni (A. Tal’at, İstanbul-1933)
11) Resimli Türk
Edebiyatı; cild-1, sh. 156
12) Rehber
Ansiklopedisi; cild-1, sh. 376
13) Tuhfet-ül-edeb
fî mîzânî eş’âril-Arab, (Muhammed bin Ebî Şeneb, Paris-1954)
14) Fennu
Taktî-iş-şi’ri vel-kâfiye, (R. Hulusi. Beyrut-1966)
15) El-Mu’cem fî
meâyiri eş’âr-il-Acem; (Şemseddîn Muhammed bin Kays Râzi, Tahran-1338)
16) Eski Arab Şiiri
(N.M. Çetin, İst. 1972)