Türkçe’de;
kalabalık bir zümreye, bir cemâate; Osmanlılar zamanında askerî ve mülkî
merasimin tertip ve nizâmına; tabur ile tugay arasındaki askerî kıt’aya verilen
ad. Bir kişiyi mizaha almak, küçümsemek mânâlarına da gelir.
Kelimenin
başına ve sonuna yapılan eklerle bir hayli tâbir, terim ve deyim meydana
gelmiştir. Alaylı, alay beyi, alay emini, alay kâtibi, alay imâmı, alay
müftîsi, alay çavuşu, alay-ı hümâyûn, alay köşkü, alay kânunu, alay meydânı,
alay meclisi, alay erkânı, alay sancağı, alay bağlamak, alay göstermek, alaya
binmek, mevlid alayı, vâlide alayı, sürre alayı, kılıç alayı, selâmlık alayı,
Hırka-i saadet alayı, baklava alayı, âmin alayı, kadir alayı, bayram alayı, mızraklı
alayı, hassa alayı, düğün alayı, bunların belli başlılarıdır.
İslâmiyet’ten
önce örf, âdet ve geleneklerine düşkün olan Türkler, müslüman olduktan sonra da
İslâmiyet’in yasak etmediği âdet ve geleneklerini sürdürdüler. Müslüman
olduktan sonra, yâni dînin ışığında pek çok güzel âdet ve gelenekler ortaya
koyarak, İslâmiyet’in emirlerini toplum olarak yaşamaya ve yaşatmaya gayret
gösterdiler. Osmanlılar zamanında, daha önceki müslüman-Türk devletlerinde
görülen bâzı merasim ve gelenekler aynen devam ettiriidiği gibi, yeni ilâveler
de yapıldı. Bu merasimlere umûmî olarak alay adı verilirdi. Saray erkânı ile
halkın kaynaşmasına vesîle olan bu alaylar, halktan büyük ilgi görür ve çok
ihtişamlı olurdu.
Pâdişâhın
tahta cülûs ettiği gün, sabahın erken saatlerinde Topkapı Sarayı-Akağalar
kapısında bî”at merasimi yapılırdı. Pâdişâh, hazîne-i hümâyûndan çıkarılan
tahta oturur; teşrifata (protokole) riâyet olunarak, başta hânedân mensupları
olmak üzere bütün rütbe sahipleri, birliğin ve kuvvetin sembolü olan pâdişâhı
selâmlayarak yerlerini alırlardı. Bu merasim, büyük bir sessizlik içinde
cereyan eder, mızıka çalınmazdı.
Bayram
günlerinde de buna benzer bayram alayı veya muâyede denilen bayramlaşma
merasimi yapılırdı. Bayramlaşma merasimini, Bâb-ı âlî teşrîfât kalemi idare
ederdi. Herkes yerini aldıktan sonra, pâdişâh, mızıka-i hümâyûn efendilerinin;
“Aleyke avnullah” ve; “Mağrur olma pâdişâhım, senden büyük Allah var” sesleri
arasında tahta oturur ve bu esnada mehterân bölüğü tarafından hünkâr marşı
çalınırdı. Teşrifata uygun olan bu merasim, son zamanlarda umumiyetle
Dolmabahçe Sarayı muâyede salonunda yapılırdı. Bu merasimlerden başka şu
alaylar yapılırdı.
Haremde
kûs-ı şâdımânî çalınınca, enderûnlular doğum olduğunu anlarlar, kurbanlar
hazırlanırdı. Her koğuşun önünde kurban kesilirdi. Pâdişâh, Çinili köşkün
içinden altın serperdi. Mehter takımı marşlar çalarak bu sevince iştirak eder,
doğan şehzâdenin veya sultânın ismini öğrenen şâirler târih düşürmekte
yarışırlardı. Hazîne kâhyası darbhâneye giderken gümüş kabartmalı beşik
ısmarlardı. Kısa zamanda yapılan beşik, alayla saraya getirilir, harem
kapısında kızlarağasına verilirdi. Hazîne kâhyası ve maiyyetindekilere pâdişâh
tarafından ihsânda bulunulurdu.
Ramazân
ayının on beşinde yapılırdı. Hazîne kâhyası vezirlere, dîvân çavuşları
vasıtasıyla davetiyeler gönderirdi. Ayrıca ilmiye sınıfı mensûblarına mülkî ve
askerî erkâna da haber giderdi. Merasimden önceki gece, pâdişâh süngerlerle
Hırka-i saadetin bulunduğu sandukayı ve dolapları silerdi. Pâdişâh, sabah
namazını Hırka-i saadet dâiresinde kılar, öğleden evvel hasodalılar, Hırka-i
saadetin gümüş yaldızlı sandukalarını altın anahtarla açarlar, yedi kat ipek
kadife üzerine, som sırma ve incilerle işlenmiş bohçaların şeritlerini çözerlerdi.
İkinci mahfaza bundan sonra pâdişâhın yanında bulunan altın anahtarla açılırdı.
Hırka-i saadet sandukasının açılışında, silâhdâr, çuhadar, rikabdâr, dülbentdâr
ağa, anahtar ve peşgir ağaları, hasodalılar, saray imâmları da hazır
bulunurlardı. Bu esnada güzel sesli müezzin ve çavuşağaları Kur’ân-ı kerîm
okuyarak ziyarette bulunanlara ayrı bir manevî haz verirlerdi. Ziyareti evvelâ
pâdişâh, sonra diğer kimseler yapardı.
Ramazân-ı
şerifin on beşinci günü gayet muhteşen bir surette yapılan Hırka-i saadet
alayından sonra yeniçeri ocağı neferlerine baklava verilirdi. Bu uygulama ilk
olarak Kânûnî Sultan Süleymân Han zamanında, harblerden zaferle dönen orduya
pilâv, zerde ve yahni gibi yemeklerle ziyafet verilmekle başlandı. Askeri
gazâya teşvik etmek maksadıyla çekilen bu ziyafetler sonraki pâdişâhlar
zamanında da devam etti. Ramazân-ı şerifin on beşinci günü İstanbul’da bulunan
askerlerin her on neferine birtepsi baklava ikrâmı âdet oldu.
Bu
alay yapılırken yeniçeri ortaları, saka, usta ve karakullukçuları ile diğer
zabitler sarayın orta kapısının iki tarafındaki dîvân yeri sofasından ilerideki
mutfaklar önünde futa denilen ipekli peştemallara bağlı olarak hazır bulunan
baklava tepsileri hizasında yer alırlar. Bu sırada ortakapı açılıp bâbüsseâdede
bekleyen silâhdarağa, sağ koltuğunda anahtar ağası, sol koltuğunda başlala ile
akağalar kapısından çıkar. Kilerci baltacısıyla, palüdeci ağadan başkasını
kapının önünde terk ederek bu iki kişiyle baklava tepsileri hizasına yanaşırdı.
Kilercibaşı baltacısıyla palüdeci, pâdişâh için hazırlanan bir tepsi baklavayı
alır silâhdâra verirdi. Bunu müteâkib askerden ikişer nefer baklava tepsileri,
futalarını ellerindeki yeşil yollu sırıklara geçirip hazır oldukları orta
kapıya işaret olununca kapı açılır. Her bölüğün usta, saka, mütevellî, odabaşı,
karakullukçu ve bayrakdârı bölüklerinin önüne düşerek baklavacılar da arkadan
gelerek alay ile kışlalarına giderlerdi. Ertesi gün ise tepsi ve futalar, saray
mutfağına (matbah-ı âmireye) gönderilirdi.
Adalet
ve ihsânla altı yüz sene hüküm sürmüş ve insanlığın kurtuluş ve refahı için
gayret göstermiş olan Osmanlıların askere ihsân ve bahşişinin küçük bir bölümü
olan baklava alayı, yeniçeri ocağının kaldırılmasına kadar devam etti.
1826’daki son baklava alayı sırasında yeniçerilerin İstanbul halkını inciten
taşkınlıkları, ocağın halk nazarında îtibârını büsbütün kaybettiren son
sebeblerden biri olmuştur.
Ramazan
ayının son günlerinde bulunan Kadir gecesinde Hırka-i saadet dâiresinden
Ayasofya Câmii’ne kadar bütün yol boyları meş’alelerle aydınlatılırdı. Alayın
önünde yirmi kadar meş’âle ve onun arkasında kırmızı-yeşil kırk kadar fenerle
hasekiler yürür ve böylece Ayasofya Câmii’ne gidilir ve pâdişâhın imâmı namaz
kıldırırdı. Son pâdişâhlar zamanında Kadir gecesi alayı saltanat kayıklarıyla
gidilerek Tophane’deki Nusretiye Câmii’nde yapıldı.
Hicrî
yılbaşı olan Muharrem ayının ilk günü, pâdişâh Çinili köşke gelir, saray
ağalarına Muharremiye adıyla bahşiş ve ihsânda bulunurdu. Ayrıca helvahânede
yapılan ve kâselere konulan kırmızı renkli şekerlemeler ikrâm edilirdi.
Muharrem ayının üçüncü günü umumiyetle Çırağan Sarayı’na rikâb (özengi)
ısmarlanır, sadrâzam ve şeyhülislâm, pâdişâh tarafından huzura alınarak
tebrikler kabul edilirdi.
Peygamber
efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem dünyâyı teşrif ettiği gün olan
Rebî-ul-evvel ayının on ikinci gecesinde Balıkhâne köşkünde, ertesi gün de
Sultan Ahmed Câmii’nde mevlid okunurdu.
Osmanlılar
zamanında düzenlenen alayların en önemli ve ilgi çekicilerinden olan sürre
alayı, hac mevsiminde hazırlanır ve Harameyn’e gitmek üzere yola çıkarılırdı.
Bu alayda Harameyn’e takdim edilmek üzere pâdişâhın, saray erkânının ve halkın
kıymetli hediyeleri de bulunurdu. Bu hediyeler, yerine ulaştırılmak üzere meşin
çantalara konurdu. Sürre alayının her yıl Şaban ayının on beşinde saraydan
kalkması âdetti. Bu alayın yola çıkışı esnasında sarayın bahçesinde merasim düzenlenir,
bir muhafız birliği refâketinde mübarek beldelere gitmek üzere yola
çıkarılırdı.
Yıldırım
Bâyezîd Han zamanında ilk defa Niğbolu zaferinden sonra yapılmaya başlanan bu
alayda, devrin ileri gelen âlimi tarafından pâdişâha kılıç kuşatılırdı. Kılıç
alayı usûl olarak pâdişâhın cülûsunu tâkib eden günlerde taç giyme merasimine
benzer ve halkta büyük bir coşkunluğa sebeb olurdu. Talebeler yollara dizilir,
Edirnekapı’da muhteşem bir çadır kurulur, yabancı devlet temsilcileri geçenleri
buradan seyr ederlerdi. Pâdişâh onları arabadan selâmlardı. Pâdişâhın arabasını
başta sadrâzam olmak üzere bütün nâzırlar (bakanlar) meclis reisleri ve saray
erkânının arabaları tâkib ederdi. Alay, Eyyûb Sultan’a varınca arabalardan
inilir ve yürüyerek Eyyûb Sultan’ın (r. anh) türbesine gidilirdi. Burada yeni
pâdişâha kılıç kuşatılır ve duâ edilirdi.
Pâdişâh
sefere giderken, seferden dönerken, sefere giden ve seferden dönen orduyu
yollarken ve karşılarken saraydan Davutpaşa’ya kadar tertib edilen alaylardı.
Osmanlıların haşmet devirlerinde bu alaylar büyük bir ihtişamla yapılırdı.
Sadrâzamlara,
sadâret mührü vermek için tertiplenen alaydır. Tanzîmâta gelinceye kadar
sadâret mührü Hırka-i seâdet de verilirdi. Bu münâsebetle sadrâzama has odabaşı
vâsıtasıyle yeniden samur kürk giydirilirdi.
Sadâret
alayı, merasimi Beşiktaş’da başlar, denizden Sirkeci’ye gelinirdi. Önde mâbeyn
başkâtibi, onu takiben yaverler ve en arkada sadrâzam ata binmiş olarak halkın
önünden geçerek Bâb-ı âlî’de dîvân odasına gelirlerdi. Başkâtib, sadâret
mektupçusuna atlasa sarılı nâmeyi öperek verir, o da gür bir sesle okurdu. Daha
sonraki devirlerde bu merasim arabalarla yapıldı.
Pâdişâhın
Cuma namazı için câmiye gitmesi ânında tertiplenen alaydır. Sultan İkinci
Abdülhamîd Han, Cuma selâmlığını Yıldız Câmii’nde yaptırırdı. Ermeniler böyle
bir selâmlık esnasında sûikasd tertibinde bulunmuşlardı.
İlk
defa dördüncü Murâd Han’ın annesi için tertiplenen bu alay daha sonraki
devirlerde an’ane hâline geldi. Tahta çıkan pâdişâh, annesini eski saraydan
yeni saraya getirtirdi. Sultan İkinci Mahmûd Han’ın annesine yapılan alay pek
gösterişli olmuştu. Vâlide Sultân’ı yeni sarayda önce saray mensupları, sonra
pâdişâh karşılar ve tebrik ederdi.
Osmanlı
Devletinde anaokuluna (4-7 yaş arasındaki çocuklara elif be ve ahlâk
bilgilerinin öğretildiği mahalle mektebine) başlarken yapılan merasim. Amin
alayı yerine “Bed’i besmele cemiyeti” de denir. Mektebe çocuk kaydı zamanı
muayyen olmadığından, herkes senenin hangi gününde olursa olsun çocuğunu
mektebe başlatabilirdi. Bu merasim ekseriya bir kandil gününe denk getirilmeye
çalışılır, bu mümkün olmazsa, mübarek sayılan Pazartesi veya Perşembe gününde
yapılmasına dikkat edilirdi.
Hazırlıklar,
âmin alayı merasiminden bir gün önce tamamlanırdı. Ayrıca aynı gün veya önceden
ailenin mensupları Kapalıçarşı’ya giderek mektebe başlayacak çocuğa gerekli
eşyayı alırlardı. Bundan başka evdeki ecdâd yadigârı rahle de cilâya verilirdi.
Amin
alayı yapılacağı gün, sabah namazından sonra çocuğa yeni elbiseleri giydirilir,
hazırlık tamamlanınca âilece Eyüb Sultan’a gidilir ve burada duâ edilirdi. Eve
dönüldüken kısa bir süre sonra, mektep çocukları ile ilâhîciler gelirdi. Her
mektebin ayrı ilâhîcisi vardı. Semtte âmin alayı bir seyir vesîlesiydi. O gün
sokaklarda bir bayram havası ve görülmedik bir kalabalık olurdu.
Amin
alayı da belirli teşrifat kaidelerine bağlıydı. En önde bulunan kimse atlas
yastık üzerindeki sırmalı kesesiyle elifbâ’yı taşırdı. Onun arkasından, başının
üzerinde rahle ve çocuğun mektepte oturacağı minderi götüren uzun boylu birisi
giderdi. Bunu mektebe gidecek çocuk tâkib ederdi. Çocuğun arkasında mektebin
hocasıyla ilâhîciler, âminciler bulunurdu. Amincilerin arkasında da ikişer
ikişer el ele tutuşan mektep talebeleri gelirdi. Alayı, çocuğun babası,
davetliler, akrabalar ve yakın dostlar tamamlardı.
Osmanlılar
devrinde tertiplenen merasimler mânâsında kullanılan alayla ilgili diğer
terimler ise şunlardır:
Alaylarda
pâdişâhların bindikleri arabaya verilen addır. Buna saltanat arabası da
denilirdi. Muhteşem olan bu arabayı ihtişamı bir kat daha arttıran atlar,
çekerdi. Seyislerin elbiseleri de sırmalı idi.
Resmî
sıfatı hâiz olanların bayramlarda ve resmî günlerde yapılan alaylara iştirak
etmeleri demektir. Vaktiyle alaylara atla katıldıkları için bu tâbir
kullanılırdı.
Ordunun
düşman karşısında harekete geçmek üzere, emir ve kumandayı beklemesi veya
merasimde alayın tamamen tertip ve tanzim edilmiş olması demektir.
Alaylarda
ve diğer merasimlerde giyilen resmî elbiseye verilen ad.
Bayramlarda
ve belli merasimlerdeki geçit resmine verilen ad. Bu merasim daha ziyâde
yabancı devlet sefirlerine karşı yapılırdı. Yavuz Sultan Selîm ve Kânûnî Sultan
Süleymân’ın tertiplediği alaylar pek muhteşemdi. Vaktiyle vezirler ve
beylerbeyi kanunen götürmeye mecbur oldukları maiyyetleriyle harbe
katılırlarken, ordugâha gelişleri sırasında ihtişam ve disiplinlerinin
derecesini anlatmak için alay gösterirlerdi.
Pâdişâhların
gerek ordu alayını ve gerek diğer alayları seyretmek için yaptırdıkları köşke verilen
addır. Üçüncü Murâd Han tarafından yaptırılan, Gülhâne parkının Sultan Ahmed
tarafındaki girişinde, eskiden soğukçeşme denilen kapının hemen solundaki
merdivenle çıkılan alay köşkünden, pâdişâhlar ordu alayı denilen muhteşem geçit
resmini seyrederlerdi. Asker ile İstanbul halkı böylece hükümdarı selâmlama
fırsatını bulurlardı. Selâm köşkü olarak da bilinen bu köşkün önünde düzenlenen
alayların en muhteşemi, dördüncü Murâd Han devrinde, ordunun Bağdâd seferine
çıkması sebebiyle düzenlenen alaydı.
Alaylarda
ve seferlerde pâdişâhın huzurunda tertiplenen ve büyük geçit törenlerinde ve
hükümetçe tesbit edilmiş olan diğer merasim ve alaylarda; vezirler, âlimler,
devlet ricali ile askeri erkânın tertip (protokol) ve kıyafetlerine dâir
kânundur.
Topkapı
Sarayı’nda ortakapı ile bâbüsseâde arasındaki sahaya verilen ad. Ayrıca bir
bayrağın veya büyük bir resmî binanın önünde askerî geçit yapmaya ve merasim
için toplanmaya mahsûs geniş saha ve meydana da bu ad verilirdi.
Osmanlı
ordusundaki tabur ile livâ arasındaki askerî birliğe de alay denirdi. Nizâm-ı
Cedîd’in kurulduğu târihlerde alaya tertip denildi. Her tertip, 1526 mevcûdlu
ve 15 kısımdı. Bu kısımlara ise saf deniliyordu. Safların komutası yüzbaşılara,
tertibin komutası da binbaşılara verilmişti. 1827-1828 yıllarında orduda
yapılan yeni düzenlemelerden sonra tertip tâbiri yerine alay, kısım tâbiri yerine de bölük
tâbiri kullanıldı. Meşrûtiyetten önce Türk piyade alaylarının kuruluşunda dört
piyade taburu bulunuyordu. Meşrûtiyetten sonra alay büyüklügündeki birliklerin
taktik bakımdan sevk ve idarelerinde kolaylık sağlanması için üçlü teşkilât
daha faydalı görülerek uygulamaya konuldu. Alayın kumandanına miralay (albay)
denirdi. Alayların özel alay sancakları vardı. Ayrıca iki alay birleştirilip
liva yâni tugay teşkîlâtı kuruldu. Liva komutanlığı için de mîrliva rütbesi
ihdâs olundu. Ayrıca her alaya kaymakam (yarbay) rütbesinde birer kumandan
muâvini tâyin edildi.
1632’de
merkezi İstanbul’da bulunan alay ve livalara hassa, bunların kumandanlıklarına
da hassa ferikliği, merkezi Üsküdar’da bulunanlara mansûre ve kumandanlarına da mansûre ferikliği
isimleri ve rütbeleri verildi. Ferik şimdiki tümgeneral demekti. 1836 senesinde
orduda yeni değişikliklere gidilerek redif teşkilâtı kuruldu. Bunun için de; Edirne,
Aydın, Bursa, Ankara, Konya ve Erzurum vâliliklerine redîf-i mansûre müşirliği ünvânı
verilerek, bu altı vilâyette altışar redîf-i mansûre alayı teşkil edildi. Bu
sırada Osmanlı ordusunun daimî mevcudu şöyleydi:
2
Fırka hassa ve mansûre alayları: 24.000 kişi
36
Redîf-i mansûre alayı: 72.000 kişi
15
Mansûre Süvari alayı: 15.000 kişi
4
Topçu alayı: 4.000 kişi
4
Humbaracı alayı: 4. 800 kişi
4
Lağımcı alayı: 4. 800 kişi
1
Baltacı alayı; 3.000 kişi
Toplam:
127. 600 kişi
1839
yılında îlân edilen Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu’yla askerî teşkilâtta da
değişiklikler yapıldı. Vazife sahaları değişik bölgeleri içine alan beş ordu
kuruldu. Her orduda yedişer piyade, beşer süvari ve birer de topçu alayı vardı.
Üçüncü orduda ayrıca bir kazak ve bir dragon alayı vardı. Alaylar, ordular
içinde birden itibaren numara alırlardı.
1877
Osmanlı-Rus harbinden sonra 1880 senesinde ordu teşkilâtında yeni değişiklikler
yapıldı. Bu değişiklikte de her fırka üç liva, her liva iki alay ve her alay da
beş bölük olarak kabul edildi.
Balkan
savaşından sonra 1913 yılında ise teşkilât; 4 ordu, 13 kolordu, 4 süvari ve 3
piyade fırkası şeklinde düzenlendi. Kolordular; 2 veya 3 piyade fırkası, 1
topçu, 1 istihkâm, 1 nakliye taburu ile 1 telgraf bölüğünden ibaretti.
Fırkalar; 3 piyade alayı, 1 topçu alayından, her piyade alayı da 3 piyade
taburu ve 1 makineli tüfek bölüğünden teşekkül ediyordu. Her piyade taburu ise,
4 piyade bölüğünden İbaretti.
Bu
askerî birlik Osmanlı Devleti’nin yıkılışından sonra da orduda bir teşkilât
birimi olarak devam etti.
Askerî
teşkîlât birimi olan âlâyla ilgili terim ve deyimler ise şunlardır:
Vaktiyle
mîralay yâni albay rütbesinde olan vilâyet merkezlerindeki jandarma
kumandanlarına verilen addı. 1908’de İkinci Meşrûtiyet’in ilânından sonra bu
tâbir terk edilerek yerine alay kumandanı tâbiri kullanıldı.
İki
mânâda kullanılırdı. Birincisi; pâdişâhların bir yere gidişine geçit
resimlerinde önden gidip yol açan dîvân-ı hümâyûn çavuşlarıydı. İkincisi;
orduda emir ve kumandadan askeri haberdâr eden çavuşlardı. Bunlar, tellâl gibi
yüksek sesle bağırarak verilen emirleri tebliğ ederlerdi.
Yüzbaşıdan
büyük binbaşıdan küçük, askerî kâtip sınıfından bir vazifenin ünvânı idi. Alay
kâtipliğinden terfi ederek alay emîni olanlar, alayın idarî ve hesap işleriyle
meşguldüler. Diğer askerler gibi resmî elbise giyerlerdi. Ancak bunların elbiselerinin
şerit ve yıldızları diğer askerlerin elbiseleri gibi sarı olmayıp beyaz idi.
Alay emînleri yükselerek binbaşılığa terfi ettikten sonra diğer askerler gibi
yükselirlerdi. 1908’de bu ünvân teşkilâttan kaldırıldı.
Başta
mîralay (albay) olmak üzere alayı teşkil eden taburların binbaşılarıyla alay
müftîleri ve alay kâtipleri gibi yüksek rütbeliler hakkında kullanılan bir
terimdi.
Alayın
birinci taburunun imâmına verilen addı. Teşrifatta (protokolde) yüzbaşıdan önce
gelirdi.
Alayın
yazı ve hesap işlerini gören askerin adıydı. Tabur kâtipleri terfi ederek alay
kâtibi olurlar, alay kâtipliğinden de alay emînliğine terfi edilirdi.
Alay
işleri hakkında îcâb eden kararları vermeğe yetkili meclise verilen addı.
Miralayın başkanlığında alayı teşkil eden taburların binbaşılarıyla alay
müftîsinden ve alay kâtibinden teşekkül ederdi.
Alay
imâmının üstü olan rütbe sahibi, sarıklı askere verilen addı. Teşrifatta
(protokolde) binbaşıdan önce gelirdi. Askerlere dînî vazifeleri öğretmek ve
onların suâllerine cevap vermek için taburlarda tabur imâmı, alaylarda ise alay
müftîsi bulunurdu. Bu vazife Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar devam etmiştir.
İki
mânâya gelirdi. Birincisi; bir alaya mahsus olan sancak demekti. İkincisi;
resmî günlerde gemileri donatmak için asılan rengârenk bayraklar hakkında
kullanılan bir tâbirdi.
Vaktiyle
mektep me’zunu olmayıp erlikten yetişen askerler hakkında kullanılırdı. Bir
mektep bitirmeden meslek içinde yetişen diğer devlet me’mûrları için de bu
tâbir mecazî olarak kullanılırdı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Saray Teşkilâtı; sh. 167
2) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-1, sh. 58,
149, 211
3) Büyük Türkiye Târihi; cild-8, sh. 164
4) Kapıkulu Ocakları; cild-1, sh. 257, 421
5) Târih-i Cevdet; cild-12, sh. 145
6) Târih-i Askerî-i Osmânî, Kitâb-ı evvel
7) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 248
8) Hayât Târih Mecmuası (Sene 1972, cild-2,
sayı-10); sh. 4