İstanbul’un
manevî fâtihi ve büyük velî. İsmi Muhammed bin Hamza olup, lakabı Akşeyh’dir.
Evliyânın büyüklerinden Şihâbüddîn Sühreverdî’nin neslinden olup, nesebi
hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk”a ulaşır. Hacı Bayram-ı Velî’nin, ona; “Beyaz (ak)
bir insan olan Zeyd’den, insan cinsinin karanlıklarını söküp atmakta güçlük çekmedim”
demesi sebebiyle, Akşemseddîn lakabı verilmiştir. Riyazet sebebiyle benzinin
solması, saçının-sakalının ağarması ve ak elbiseler giymesinden dolayı
Akşemseddîn denildiği de rivayet edilmiştir. 1390 senesinde Şam’da doğdu.
Akşemseddîn,
küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Yedi yaşında babası ile Anadolu’ya
gelip, Amasya’nın Kavak nahiyesine yerleşti. Velî ve büyük bir âlim olan babası
vefât edince, tahsîllne devam ederek genç yaşta zamanın naklî ve aklî
ilimlerini tahsil etti.
Zekî
ve kabiliyetli bir zât olan Akşemseddîn, akranlarından daha üstün derecelere
kavuştu, ilim tahsîlini tamamladıktan sonra, Osmancık’da müderris oldu. Günün
belli saatlerinde ders veriyor, diğer zamanlarında nefsinin terbiyesi ile
meşgul oluyor ve takva üzere bulunuyordu. Yüksek ahlâk sahibi idi. Bulunduğu
yerde hâllerini bilenler ona, zamanın büyük velîsi Hacı Bayram-ı Velî
hazretlerine gitmesini tavsiye ettiler. Ankara’ya giderek Hacı Bayram-ı Velî
ile görüştü ise de talebesi olamadı. 1436 senesinde meşhûr velî Şeyh Zeynüddîn’e
talebe olmak için Haleb’e giderken, yolculukta gördüğü rüya üzerine Hacı
Bayram-ı Velî’nin yanına gitmek üzere geri döndü. Ankara’ya varınca, tarlada
bulunan Hacı Bayram-ı Velî’nin yanına gitti ise de iltifat görmedi. Hacı
Bayram-ı Velî, bir süre sonra talebeleriyle yemek yemeğe başladı. Akşemseddîn,
yemek sırasında, köpeklerin önüne konan yemekten yiyince, Hacı Bayram-ı Velî
onun bu tevâzuuna dayanamayarak; “Köse! Kalbimize girdin, gel yanıma” diyerek
iltifatta bulundu. Akşemseddîn buna çok sevinerek, kendini onun irfân meclisine
verdi. Tasavvuf yolunun bütün inceliklerini öğrendi ve Hacı Bayram-ı Velî’den
icâzet (diploma) aldı.
Akşemseddîn,
aynı zamanda tıb ilminde de kendini yetiştirdi. Bilhassa bulaşıcı hastalıklar
üzerinde çalıştı. Bu konuda yaptığı araştırmalar sonunda; “Hastalıkların
insanlarda birer birer ortaya çıktığını sanmak yanlıştır. Hastalıklar, insandan
insana bulaşmak suretiyle geçer. Bu bulaşma, gözle görülemeyecek kadar küçük
fakat canlı tohumlar vâsıtası ile olur” kanâatına vardı. Aynı zamanda hekim
olan Akşemseddîn, bundan beş yüz sene önce mikrobun tarifini yapmış, her türlü
hastalığı, gözle görülemeyecek kadar küçük canlıların yaptığını, Pasteur’ün,
teknik âletler sayesinde, Akşemseddîn’den dört asır sonra varabildiği neticeyi
dünyâda ilk defa haber vermiştir. Akşemseddîn, aynı zamanda ilk kanser
araştırmacılarındandır. O devirde Seratan denilen bu hastalıkla çok uğraşmış ve
sadrâzam Çandarlı Halîl Paşa’nın oğlu kazasker Süleymân Çelebi’yi tedâvî
etmiştir. Ayrıca hangi hastalıkların, hangi otlardan hazırlanan ilâçlarla
tedâvî edileceğini çok iyi bilirdi.
Akşemseddîn,
bir çok talebe yetiştirmiştir. Bunlar arasında, zahirî ve bâtınî ilimleri bilen
yedi oğlu da vardı. Oğulları; Muhammed Sa’dullah, Muhammed Fazlullah, Muhammed
Nûrullah, Muhammed Emrullah, Muhammed Nasrullah, Muhammed Mîr’ul-Hudâ ve
Muhammed Hamîdullah’dır. Halîfeleri ise; Muhammed Fazlullah, Harizat-üş-Şâmî
Mısırlıoğlu, Abdurrahîm Karahisârî, Muslihuddîn İskilîbî ve İbrâhim
Tennûrî’dir.
Osmanlı
sultânı ikinci Murâd Han, Hacı Bayram-ı Velîyi son derece sever ve Edirne’ye
geldiğinde sık sık sohbetlerinde bulunurdu. Ona bir gün İstanbul’un fethi
hakkında soru sorunca, Bayram-ı Velî; “Allahü teâlâ ömrünüzü ve devletinizi
ziyâde etsin. Yalnız, İstanbul’un alındığını ne sen ne de ben görebileceğiz”
dedi. Sonra, bir köşede oynayan Şehzâde Mehmed (Fâtih) ile hizmet için kapı
eşiğinde bekleyen Akşemseddîn’i göstererek; “Ama şu çocukla, bizim köse
görürler” buyurdu. Sultan Mehmed Han, muhteşem ordusu ile İstanbul’u fethe
çıktığında, Akşemseddîn, Akbıyık Sultan, Molla Fenârî, Molla Gürânî, Şeyh Sinân
gibi meşhur âlim ve velîler, talebeleriyle birlikte orduya katılmışlardı.
Orduya ayrı bir şevk ve azim veriyorlardı. Akşemseddîn, fetih sırasında
Sultân’a gerekli tavsiyelerde bulunarak yeni müjdeler veriyordu. Sultân’ın
isteği üzerine ve Allahü teâlânın izni ile fethin ne gün olacağını bildiren
Akşemseddîn, Sultan şehre girerken yanında yer aldı. Fetih ordusu İstanbul’a
girdikten sonra, İslâmiyet’in harb ile ilgili hukukunun gözetilmesini genç
pâdişâha tekrar hatırlattı ve buna göre hareket edilmesini bildirdi. Sultân’ın,
Eshâb-ı kiramdan Eyyûb-i Ensârî’nin kabrinin bulunduğu yeri sorması üzerine,
Akşemseddîn; “Şu karşı yakadaki tepenin eteğinde bir nûr görüyorum. Orada
olmalıdır” cevâbını verdi. Ertesi gün orası kazıldı ve kabri ortaya çıktı (Bkz.
İstanbul’un Fethi).
Akşemseddîn,
İstanbul’un fethinden sonra Göyük’e yerleşti ve vefâtına kadar orada kaldı.
Göynük’e yerleştikten sonra, bir taraftan âhiret hazırlığı yapıyor, diğer
taraftan da küçük oğlu Hamîdullah’ın ilim ve terbiyesi ile meşgul oluyordu. “Bu
küçük oğlum, yetim, zelîl kalır; yoksa, bu zahmeti çok dünyâdan göçerdim”
derdi. Bir gün hanımı dedi ki: “Göçerdim dersin yine göçmezsin.” Bunun üzerine;
“Göçeyim” deyip mescide girdi. Akrabasını ve evlâdını topladı, vasiyyetini
yaptı, helâllaşıp veda eyledi. Yâsîn-i şerîfi okumaya başladı. Sünnet üzere
yatıp, temiz ruhunu teslim etti (1460). Göynük’teki târihî Süleymân Paşa
Câmii’nin bahçesine defnedildi. Daha sonra oğullarının kabri ile beraber bir
türbe içine alındı.
Akşemseddîn’in
yazdığ eserler şunlardır: 1- Risâlet-ün-nûriyye: Arabca olan eser, tasavvufa
ve tasavvuf ehline dil uzatanlara cevap mahiyetindedir. Kardeşi Hacı Ali
tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir. Bu eserde tasavvuf ehlinin, sûfîlerin
hâllerini açık bir dil ile anlatıp, onları suçlayıcı sözlere ayrı ayrı cevap
mâhiyetinde gayet güzel îzâhlarda bulunmuştur. 2- Defü metâin, 3- Risâle-i Zikrullah,
4- Risâle-i
Şerh-i Ahvâl-i Hacı Bayram-ı Velî, 5- Makâmât-ı evliyâ, 6- Maddet-ül-hayât,
7- Nasîhatnâme-i
Akşemseddîn.
Şeyh Mısırlıoğlu Abdürrahîm şöyle
anlatır: “İstanbul fetholunmadan önce, hocam Akşemseddîn ile Edirne’ye
gitmiştik. Sultan Murâd Han’ın kazaskeri Süleymân Çelebi hasta idi. Bizi saraya
davet ettiler. Sultân’ın tabibleri, Süleymân Çelebi’nin etrafında, ona ilâç
vermekle meşgul idiler. Hocam tabiblere; “Bunun hastalığı nedir?” diye sordu.
Onlar; “Şu hastalıktır” diye cevap verdiler. Hocam; “Buna “Sersam” ilâcı yapmak
lâzımdır” buyurdu. tabibler; “Bunun hastalığı o değildir. Sen yine de ilâcını
ver” dediler. Ben tabiblerin öyle demelerine hayret ettim. Çünkü, ben hocamın,
hastanın hâline tam vâkıf olmadığını zannetmiştim. Hocam, divitle kalem istedi.
Onları getirince, reçete yazdı. İstediklerini getirdiler. Onlardan bir ilâç
yaptı ve Süleymân Çelebi’ye verdi. Aradan kısa bir zaman geçmişti ki, Süleymân
Çelebi’de sıhhat alâmetleri belirdi, iyi oldu.”
Akşemseddin’in hocası Hacı Bayram-ı
Velî’nin vefâtı yaklaştığı sırada, talebelerine; “Benim namazımı Akşemseddîn
kıldırsın ve cenazemi yıkasın. Benim bu vasiyetimi ona iletirsiniz” dedi. Hacı
Bayram-ı Velî vefât ettiği zaman, Akşemseddîn orada değildi. Nerede olduğunu da
kimse bilmiyordu. Talebeler ve Hacı Bayram-ı Velî’nin yakınları, merak ve
hayret içinde kaldılar. Bâzı kimseler; “Hacı Bayram-ı Velî’nin bu sözü, ölüm
hâlinde söylenen sözlerdendir. Buna pek itibâr edilmez” dediler. Kararsız bir
hâlde idiler. O esnada; “Akşemseddîn geliyor” diye bir ses işittiler. Halk,
Akşemseddîn’i karşılamaya çıktı. Durumu anlattılar. O da vasiyyet üzerine
namazı kıldırdıktan sonra, Hacı Bayram-ı Velî’nin cenazesini defnetti. İşler
bittikten sonra da Hacı Bayram-ı Velî’nin borcunu sordu. Doksan bin akçe olduğu
ortaya çıktı. Akşemseddîn hazretleri, bu borcun otuz bin akçesini kendi üzerine
aldı. Kalan borcu da Hacı Bayram-ı Veli’nin diğer yakınları ve dostları
üzerlerine aldılar. Akşemseddîn, üzerine aldığı otuz bin akçenin yirmi dokuz
binini ödedi. Geriye bin akçe kaldı. Alacaklı, Akşemseddîn’e gelerek borcunu
vermesini istedi. Akşemseddîn ona; “Birkaç gün müsâde et” dediyse de, bir
faydası olmadı. O kimse sert bir lisanla alacağını istedi. Akşemseddîn, o
kimseyi içeri davet etti. Evin önünde bir bahçe vardı. O kimseye; “Bahçeye gir,
alacağın bin akçeyi al. Fazlasını alma” dedi.
O kimse, bundan sonraki durumunu
şöyle anlatıyor: “Bahçeye girdim. Bahçenin içinde yassı yapraklı bir ot vardı.
Her yaprağın Üzerinde bir akçe vardı. O otta o kadar çok yaprak vardı ki,
sayısını ancak Allahü teâlâ bilir. Onun yapraklarından bin akçe topladım. Fakat
yaprakların üzerinden hiç bir akçenin eksilmemiş olduğunu gördüm. O bahçenin
içi akçe ile doluydu. Bu hâli görünce, hayret içinde kaldım. Dışarı çıkıp, o
bin akçeyi Akşemseddîn’in önüne koydum. “Bu akçeleri size bağışladım” dedim,
yalvardım ve özür diledim. Fakat Şeyh, o bin akçeyi kabûl etmedi.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Tercümesi; sh. 240
2) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-9, sh. 271
3) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-1, sh. 265
4) Nefehât-ül-üns Tercümesi; sh. 684
5) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 12
6) Menâkıb-i Aksemseddîn (Enîsî, Üniversite
Kütüphânesi, T.Y. 6458)
7) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 983
8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-11, sh.
251
9) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 158
10) Fâtih’in Hocası
Aksemseddîn (A. İhsan Yurt, İstanbul-1972)