Babası.................... : Mehmed Han-III
Annesi.................... : Handan Sultan
Doğumu.................. : 18 Nisan 1590
Vefâtı...................... : 22 Kasım 1617
Tahta Geçişi............ : 21 Aralık 1603
Saltanat Müddeti..... : 14 sene
Halîfelik Sırası........ : 79
Osmanlı
pâdişâhlarının on dördüncüsü, İslâm halîfelerinin yetmiş dokuzuncusu. Sultan
üçüncü Mehmed Han’ın oğlu; ikinci Osman Han, dördüncü Murâd Han ve sultan
İbrâhim Han’ın babasıdır. Babasının Saruhan vâliliği sırasında 1590 (H. 998)’de
Manisa’da doğdu. On dört yaşında iken 1603’de pâdişâh oldu. On dört sene
pâdişâhlıktan sonra 1617’de İstanbul’da vefât etti. Kendi inşâ ettirdiği Sultan
Ahmed Câmii yanındaki türbesine defnedildi.
Ahmed
Han, henüz beş yaşında iken sıkı bir tâlim ve terbiyeye tâbi tutuldu. Zamanın
ileri gelen âlimlerinden Aydınlı Mustafa Efendi, bu işle vazifelendirildi.
Temel bilgileri öğrendi. Hocazâde Mehmed ve Es’ad efendilerden de ders alan
Ahmed Han, bilhassa fıkıh ilminde ince bilgilere sâhib olup, Arabça ve
Farsça’yı mükemmel bilirdi. Ok atmak, kılıç kullanmak, ata binmek gibi savaş ve
askerlik eğitiminde de gayet başarılı idi.
Şiirle
de uğraşan Ahmed Han, zamanın evliyâsı Abdülmecîd Sivasî ile Azîz Mahmûd Hüdâî
Üsküdârî hazretlerinden feyz alıp kemâle geldi. Çok merhametli, tebeasına karşı
ziyadesiyle şefkatli idi. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymakta,
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin sünnet-i şerifine yapışmakta
pek titiz, insanların ve diğer mahlûkâtın hakkını gözetmekte çok dikkatli idi.
Babasının vefâtı üzerine, 1603 yılında Eyyûb Sultan’da kılıç kuşanarak pâdişâh
oldu.
Sultan
birinci Ahmed Han tahta geçtiğinde, Osmanlı Devleti’nin başında üç büyük
mes’ele vardı. Doğuda İran ve batıda Avusturya ile daha önce çıkan harbler
devam etmekteydi. Üçüncüsü ise uzun süren savaşlar sonunda ülke içinde
asayişsizlik artmış ve çevrelerine otuz-kırk bin kişilik bir kuvvet toplamayı
başarabilen celâlîler, devletin başına belâ olmuşlardı.
Osmanlı-Avusturya
harbi, 1593 yılında Telli Hasan Paşa’nın Hırvatistan hududunda Sisek kalesini
muhasarasını müteâkib yaptığı son bir akında köprünün yıkılması üzerine,
kendisi ile Sultanzâde demekle meşhur Kilis sancakbeyi Ahmed Paşazade Mehmed
Bey ve daha bir çok hudut beyleri ile askerden on sekiz bin kişinin telef
olmasıyla başlamıştı. Harbin ilk yılları Osmanlı Devleti’nin aleyhine gelişmiş,
Erdel, Eflâk ve Boğdan’ın, Avusturya safında yer almaları ve voyvodaların
isyânları Osmanlıları güç durumda bırakmıştı. Neticede Estergon düşmüş,
İstanbul’a mağlûbiyet haberleri gelmişti. Ahmed Han’ın babası sultan üçüncü
Mehmed Han, ordusunun başında giderek Eğri kalesini fethetmiş, Haçova’da bütün
Avrupa milletlerinden meydana gelen haçlı ordusunu korkunç bir hezimete
uğratmıştı. Tiryâki Hasan Paşa, Kanije kalesinde düşmana karşı kahramanca
çarpışmış, destanlar yazdırmıştı.
Batıda
zafer kazanılıp barış sağlanırken, doğuda İran şahı Abbâs, eline geçirdiği
Ehl-i sünnet ulemâsını öldürmekten, şehirlerin kâdılarının başını vurmaktan
büyük zevk alıyordu. İran’la 1590 yılında yapılan İstanbul Andlaşmasıyla barış
sağlanmıştı. Ancak birinci Abbâs, memleketinde idareyi düzelttikten sonra,
Osmanlıların Avusturya ile harplerini ve Anadolu’da büyük boyutlara ulaşan
celâli isyânlarını fırsat bilerek Tebriz, Azerbaycan ve Revan’ı işgal etti.
Osmanlı Devleti bu sırada celâli isyânları ile meşgul olduğundan İran mes’elesi
ile yakından ilgilenemedi. Veziriazam Kuyucu Murâd Paşa’nın İran seferi
sırasında vefâtı, Osmanlı Devleti’nin İran’a karşı kesin bir zafer kazanmasını
engellemişti. Bu sebeble çeşitli fasılalarla dokuz yıl süren harbin sonunda
1612’de İkinci İstanbul Andlaşması imzalandı. Bu andlaşma ile İran, ele
geçirdiği bölgelere hâkim oluyor, buna karşılık Osmanlılara her yıl ikiyüz yük
ipek vermeği kabul ediyordu. Fakat Acemler bu sözlerinde durmayınca, 1615
yılında, İran’a harp ilân edildi. Şâh Abbâs-ı Safevî, Osmanlılarla yeni bir
harbe girmekten çekiniyordu. Durumun ciddiyetini anlayınca, araya yeniden
elçiler koyarak, eski andlaşma gereği sulh yapılmasını sağladı. Böylece 1619
yılında Bağdâd ve Ahıska taraflarında Osmanlı-Safevî hududu tâyin edildi.
Osmanlılarda
isyân, ihtilâl, devrim gibi şeyler kimsenin aklına gelmiyordu. Osmanlıya düşman
olanların yurt dışından yaptıkları kışkırtmalarla çıkardıkları Samavnelioğlu
Bedreddîn, celâli ve hurûfî ayaklanmaları milletin güç birliği ile az zamanda
bastırılmıştı. Osmanlı târihlerinde celâli adıyla zikredilen şii-İran destekli
âsî zümreler, sultan Ahmed Han zamanında Osmanlı’nın dış gailelerle
uğraşmasından istifâde ederek halkı soymaya, öldürmeğe başladılar. Bunlar
arasında en meşhuru, Karayazıcı şöhretiyle anılan Abdülhalim isminde bir şakî
idi. Etrafına otuz bin kişilik bir sekban grubu toplayan Karayazıcı, Kayseri
ile civarını yakıp yıktı ve üzerine gönderilen kuvvetleri bozdu. Neticede
Bağdâd vâlisi vezir Sokulluzâde Hasan Paşa, âsiler üzerine gönderildi. Elbistan
taraflarındaki muhârebeyi kaybeden Karayazıcı, Samsun taraflarına çekildi ve
çok geçmeden de öldü.
Fakat
Karayazıcı’nın kardeşi Deli Hasan ile Tavil Ahmed, Canbolatoğlu, Kalenderoğlu,
Yûsuf Paşa ve Muslu Çavuş adındaki şakiler Anadolu’yu kana boyamaya devam
ettiler. Bu durumu dikkatle tâkib eden sultan birinci Ahmed Han, Avusturya ile
Zitvatoruk Andlaşması’nın imzalanmasından sonra, vezîriâzam Murâd Paşa’yı
celâlîler üzerine gönderdi. İran muhârebeleri sırasında kuyuya düşmesinden
dolayı Kuyucu lakabını alan Murâd Paşa, durumu gözden geçirdi ve celâlilerin
Anadolu’nun her tarafını tuttuklarını gördü. Bu sebeple, önce onları bölme
yoluna gitti. Kendisi, Anadolu’da hükümdarlığını ilân eden Canbolatoğlu üzerine
yürürken, Manisa, Bursa ve havâlisinde korkunç bir celâli şakisi olan
Kalenderoğlu’na, Ankara sancakbeyliğini verdi. Böylece çok dâhice bir siyâset
tâkib eden Kuyucu Murâd Paşa, hepsini tek tek ortadan kaldırmayı başardı.
Kuyucu Murâd Paşa’nın üç sene süren temizleme faaliyeti neticesinde
Canbolatoğlu, Kalenderoğlu, Tavil ile kardeşi Me’mun, Muslu Çavuş ve Yûsuf
Paşa, ayrıca yüz, bin, üç biner kişilik kuvvetlerle şekâvet yapan kırk sekiz
çete kuvvetlerinden tamâmı te’sirsiz hâle getirilmiş ve cezâları verilmişti.
On
üç, on dört sene süren bu isyânlar sebebiyle, Suriye, Irak ve Anadolu adetâ
elden çıkmış denecek vaziyete gelmiş, âsâyiş kalmamış, ticâret durmuş ve
iktisâdi hayat tamamen çökmüştü. Ayrıca, âsîlerin zulmünden, köylüler, şehir ve
kasabalara sığındıkları için zirâat yapılamamış ve memlekette kıtlık baş
göstermişti. Böylece tımarlı sipahinin maîşeti ziyadesiyle azaldığından, sultan
Ahmed Han, köylünün yerlerine dönmesini ve ticâret sâhiblerina kolaylık
gösterilmesi için, eyâletlere tavsiye yollu fermanlar gönderdi. Ayrıca Adalet
nâme adı ile Anadolu’daki bütün fenalıktan, celâlîliği doğuran sebebleri ve
halkın ızdârâbını dile getiren bir ferman çıkardı.
Sultan
Ahmed Han devrinde Osmanlı Devleti, iç gaileler sebebiyle bilhassa İran harbi
ile yeterince ilgilenememiş ve toprak kaybetmiştir. Bu iki büyük gaile arasında
Avusturya-Alman İmparatorluğu’yla yapılan savaştan, Osmanlı Devleti kazançlı
çıkarak güçlü olduğunu göstermiştir.
Sultan
Ahmed Han, memleketinin îmân için çok çalıştı. Yaptığı hayırlı hizmetlerinin
başında bugün yerli ve yabancı herkesin hayran kaldığı kendi ismiyle bilinen
Sultan Ahmed Câmii’ni yaptırmasıdır ki, yerini tesbit edip, temel atma merasimi
için hocası Azîz Mahmûd Hüdâî ve diğer âlimleri davet etti. Temel atmak için
ilk kazmayı, Azîz Mahmûd Hüdâî hazretleri vurdu. Pâdişâh da yoruluncaya kadar
temeli kazdı. Sedefkâr Mehmed Ağa’ya yaptırılan altı minaresi,
Dindarlığı
ve insanlara merhameti ile tanınan sultan Ahmed Han, bilhassa Mekke ve
Medîne’ye pek çok hayırlı hizmetler yaptı. O zamana kadar Mısır’da dokunan
Kâbe-i muazzamanın örtülerini İstanbul’da dokuttu. İstanbul’da kurdurduğu özel
atölyelerde Kâbe için altın oluklar yaptırdı. Zemzem kuyusu için demirden bir
kafes yaptırarak, suyun bir metre altına yerleştirtdi. Böylece kuyuya düşen
müslümanların boğulması önlendi. Resûlullah efendimizin sallallahü aleyhi ve
sellem Ravda-i mutahherasını çok kıymetli hediyelerle süsledi. Memlekette
otorite boşluğundan ortaya çıkan serkeşlikleri, tam bir vukûfiyetle seçtiği
ehil devlet adamlarının kuvvetli otoriteleriyle ortadan kaldırdı.
Sultan
Ahmed Han, her müslüman gibi Resûlullah efendimizi canından çok severdi.
Resûlullah efendimizin mübarek ayağının resmini yaptırdı. Bu resmi, altına
yazdığı şu dörtlükle beraber devamlı başında taşırdı.
Nola tâcum gibi bâşumda götürsem
dâim,
Kademi resmini ol hazret-i şâh-ı Resulün.
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidir,
Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün.
Şiirlerinde
tahta çıktığı yılın ebced hesabıyla karşılığı olan “Bahtî ve “Ahmedî
mahlaslarını kullanırdı. Pek ince mânâları ihtiva eden şu şiir onundur:
İki cânib gibi serdâr-ı âlişâna
kuvvet ver,
Kulaguz olmak için bunlara cünd-i adalet ver,
Gazâya azmeden Gâzilere her yerde fursat ver,
İlâhî! Müjde-i feth ü zaferle kalbe
rahat ver,
Habîbin hürmetine asker-i İslama nusret ver,
Ezelden, hadden efzûn lütfunu yâ Rab, göregeldim.
Beni serverlere serdâr-ı âlîşân eden
sensin,
Bu âciz bedeni, serdefter-i merdân eden sensin,
Duâ-yı hayrını makbûl edüp ihsân eden sensin,
Yoğ iken var edüp bu Ahmed’i sultân
eden sensin,
Habîbin hürmetine asker-i İslâm’a nusret ver,
Ezelden, hadden efzûn lütfunu yâ Rab, göregeldim.
Ömrü
boyunca Allahü teâlânın dînine hizmet için çalışan, hak ve adaletten
ayrılmayan, birinci Ahmed Hân, 1617 (H. 1026) senesinde hastalandı. Sırtında
bir yara çıkmıştı. Mâbeynci Mustafa, Sultan’ın vefâtından bir gün önce
huzurunda iken, Ahmed Han’ın odada sahibini göremediği kimselere dört defa; “Ve
aleyküm selâm” dediğini işitti. Sebebini sorduğunda, sultan Ahmed Han; “Şu anda
yanıma hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk, hazret-i Ömer, hazret-i Osman ve hazret-i Ali
geldiler. Bana; “Sen, dünyâ ve âhiretin sultanlığını kendinde toplamışsın.
Yarın Resûlullah sallallahü aleyhi vesellem efendimizin yanında olacaksın”
buyurdular” cevâbını verdi. Hakîkaten ertesi gün vefât etti.
Cenazesinin
yıkanması için hocası Azîz Mahmûd Hüdâî hazretleri davet edildi. Ancak;
“Sultânımı çok severdim. Şimdi dayanamam. İhtiyarlığım sebebiyle beni mazur
görün” buyurdu. Talebelerinden Şaban Dede’yi gönderdi. Şeyhülislâm Hocazâde
Mehmed Çelebi’nin kıldırdığı cenaze namazından sonra, kendi yaptırdığı Sultan
Ahmed Câmii yanındaki türbesine defnedildi.
Küçük
yaşta sultan olup, yirmi sekiz yaşında vefât eden sultan Ahmed Han’ın, çocuk
yaşında iken gösterdiği dirayet ve kabiliyeti dikkate şayandır. Sultan Selîm
Han gibi son derece sâde giyinirdi. Her fırsatta halk arasında dolaşır ve
dertlerini dinlerdi. İstanbul’un yanında; Bursa, Edirne ve Çanakkale’de de
halkın arasına girip dolaşırdı. Gayet kuvvetli, çok iyi binici, atıcı, avcı ve
silâhşordu. Bu meziyetleri oğulları ikinci Osman’la, dördüncü Murâd’a da
intikâl etmiştir.
Sultan
birinci Ahmed Han, Mahfiruz Sultan ve Mahpeyker Sultan ile evlenmiş ve
bunlardan sekiz erkek, dört kızı olmuştur. Erkek çocukları, Genç Osman,
dördüncü Murâd, Mehmed, Süleymân, Bâyezîd, Hüseyin, Kasım ve İbrâhim’dir. Kızları
ise; Ayşe, Fatma, Âtike, Hanzâde sultanlardır.
Babasının vefâtıyla küçük yaşta
tahta oturan sultan Ahmed Hanı soyundan gelen asalet, vekar ve kabiliyetle, ilk
iş olarak Erdel ve Eflak’ı kendi tarafına çekmeye çalıştı ve başarılı oldu. Bir
gün rüyasında; “Avusturya kralı ile güreş tuttuğunu, fakat kendisinin arka üstü
yere düştüğünü” görmüştü. Görünüşte rüya çok korkunçtu. Sabahleyin, derhâl
huzura getirilen âlimler ve rüyâ tâbircilerinden hiç biri, bu rüyayı Pâdişâh’ı
tatmin edecek şekilde tâbir edemediler. Nihayet Üsküdar’da bulunan Azîz Mahmûd
Hüdâî’nin tâbir edebileceğini arzettiler. Ahmed Han da bir mektup yazarak,
yakınlarından biriyle gönderdi ve tâbir edilmesini rica etti. Haberci, mektubu
alıp sür’atle Üsküdar’a geçti. Azîz Mahmûd Hüdâî’nin kapısını çaldı. Mahmûd
Hüdâî hazretleri, elinde bir zarf ile kapıya çıktı. Habercinin getirdiği
mektubu alırken, kendi elindeki mektubu Pâdişâh’a vermesini istedi ve;
“Sultânımızın gönderdiği mektubun cevâbıdır” buyurdu. Mektubu şaşkınlık içinde
alan haberci, derhâl Pâdişâh’a götürdü ve gördüklerini anlattı, Ahmed Han’ın
gönderdiği mektup daha açılıp okunmadan cevâbı gönderilmişti. Sultan Ahmed Han,
mektubu heyecanla okudu. Deniyordu ki: “Allahü teâlâ insan vücûdunda arkayı,
cansız mahlûklarda ise toprağı, en kuvvetli olarak yarattı. İnsanın sırtı ile
toprağın birbirlerine değmesi, bu iki kuvvetin bir araya gelmesi demektir.
Böylece, Pâdişâhımızın arka üstü yere yatması ile bu iki kuvvet birleşmiştir.
Dolayısıyla, bu rüyadan İslâm’ın temsilcisi olan Pâdişâhımızın, küffâra karşı
zafer kazanacağı anlaşıldı.”
Pâdişâh bu tâbiri çok beğendi ve;
“İşte gördüğüm rüyanın tâbiri budur” dedi. Derhâl Mahmûd Hüdâî hazretlerine bin
altın hediye gönderdi. Duâsını alıp Avusturya üzerine yürüdü. Hudut
boylarındaki kuvvetlerle birleşen Osmanlı ordusu, Avusturya’ya arka arkaya
darbeler indirmeye başladı ve onları sulhe mecbur etti. Bilhassa Estergon’un
ele geçirilmesi, Avusturyalıları perişan etti. Böylece on üç sene süren
Osmanlı-Avusturya harbi, Zitvatoruk’ta nihayete erdi ve yirmi yıl müddetle
andlaşma imzalandı. Bu andlaşmaya göre, Kanije, Estergon, Eğri kaleleri
Osmanlılara geçti. Avusturya savaş tazminatı ödedi.
Sultan Ahmed Han’ın bu hâdiseden
sonra, Azîz Mahmûd Hüdâî hazretlerine bağlılığı ziyadesiyle arttı. Ziyaretine
gidip, talebesi olmakla şereflendi. İlim ve feyzinden istifâdeye âzami gayret
gösterdi. Sultan, bu nimete şükrünü şu şiiriyle dile getirmektedir;
Vârımı ben Hakk’a verdim, gayri
vânım kalmadı,
Cümlesinden el çekip pes dû cihânım kalmadı.
Çünkü hubbullah erişti, çekti beni kendine,
Açtı gönlüm gözünü, gayri gümânım kalmadı.
Evliyânın himmeti, yaktı beni kül
eyledi,
Sâfiyim, buldum safâyı, dü cihânım kalmadı.
Ahmedî der, “Yâ ilâhî! Sana şükrüm çok-durur”,
Hamdulillah aşk-ı Hak’tan, gayri vârım kalmadı.
Sultan Ahmed Han, hocası Azîz Mahmûd
Hüdâî hazretlerini çok sever, ona karşı hürmet ve ikrâmda kusur etmezdi. Bir
gün hocası Azîz Mahmûd Hüdâî ile sarayda sohbet ediyordu. Bir ara abdest
tazelemek isteyen Azîz Mahmûd Hüdâî hazretleri için ibrik ve leğen getirdiler.
Pâdişâh, hocasına hürmeten ibriği eline aldı ve abdest suyunu kendisi döktü.
Sultan Ahmed Han’ın annesi de kafes arkasında havluyu hazırlamıştı. Vâlide
Sultan kalbinden; “Azîz Mahmûd Hüdâî’nin bir kerâmetini görseydim” diye
geçirmişti. Bunun üzerine Mahmûd Hüdâî, Vâlide Sultân’ın gönlünden geçenleri
vâkıf olarak; “Hayret! Bâzıları bizden kerâmet arzu ederler. Halîfe-i rûy-i
zemînin elimize su dökmesi ve muhterem vâlidelerinin havlu hazırlamasından daha
büyük kerâmet mi olur?” buyurdu. Sohbet esnasında Sultan Ahmed Han; “Efendim!
Seyyid Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin, kıyamet günü talebelerine ve günahkâr
mü’minlere şefaat edeceği hakkında rivayetler var. Bu rivayetlerin doğruluğu
hakkında ne buyurursunuz?” diye suâl eyledi. Azîz Mahmûd Hüdâî hemen cevap
vermedi. Bir müddet murakabe hâlinde kaldıktan sonra; “Bu söz doğrudur”
buyurdu. Pâdişâh devam ederek; “Efendim! Acaba, zât-ı âlinizin bizlere bir vâd
ve müjdeniz yok mudur?” diye sorunca, Mahmûd Hüdâî ellerini kaldırıp; “Yâ
Rabbî! Kıyamete kadar bizim yolumuza katılanlar, bizi sevenler ve ömründe bir
kerre türbemize gelip ruhumuza Fatiha okuyanlar bizimdir. Bize talebe olanlar
denizde boğulmasınlar. Ömrünün sonlarında fakirlik görmesinler. İmânlarını
kurtararak gitsinler ve öleceklerini bilip haber versinler diye duâ eyledi.
(Âlimler ve evliyâ, bu duânın kabul olduğunu, bu yola mensup olanların hiç
denizde boğulmadıklarını ve pek çok kimsenin de vefât günlerine yakın,
öleceklerini haber verdiklerini bildirdiler.)
Sultan Ahmed Han, bâzı devlet
erkânıyla gezmeye çıktılar. Ormanlık bir yerde istirahat ederlerken hizmetçiler
bir koyun kesip, kızarttılar. Pâdişâh’a ikrâm ettiler. Sultan Ahmed Han,
Besmele çekerek elini ete uzattığı ân, Azîz Mahmûd Hüdâî hazretleri orada
beliriverdi. Pâdişâh’a; “Sultânım! Sakın yemeyiniz, o et zehirlidir” buyurdu.
Etten bir mikdâr kesip, oradaki bir köpeğe verdiklerinde, köpeğin derhâl öldüğü
görüldü.
8 Haziran 1604 :
Safevîlerin Erivan kalesini teslim alması.
26 Temmuz 1604 : Sadrâzam Malkoç Ali Paşa’nın ölümü.
5 Ağustos 1604 :
Lala Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini ve garb serdarlığı.
25 Eylül 1604 : Peşte’nin düşmandan geri alınması.
16 Ekim 1604 : Vaç kalesinin fethedilmesi.
3 Kasım 1604 :
Şehzâde Osman’ın doğumu.
14 Haziran 1605 : Erdel milliyetçisi Bocskay’ın İstanbul’a
elçiler göndermesi.
29 Ağustos 1605 : Estergon kalesi kuşatması ve Ciğerdelen
kalesinin fethi.
8 Eylül 1605 :
Vişgrad (Wissegras) kalesinin teslim alınması.
19 Eylül 1605 : Saint Thomas (Tepedelen) kalesi’nin fethi.
3 Ekim 1605
Estergon kalesinin teslim alınması.
21 Haziran 1606 : Sadrâzam Lala Mehmed Paşa’nın vefâtı ile
Derviş Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
11 Kasım 1606 Zitvatorok (Zsitvatorok) andlaşmasının imzalanması.
11 Aralık 1606 : Kuyucu Murâd Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
4 Ocak 1610 :
Sultan Ahmed Câmii’nin temel atma merasimi.
29 Nisan 1610 : İran seferi.
22 Ağustos 1611 : Nasuh Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
27 Temmuz 1612 : Şehzâde Murâd’ın doğumu.
20 Kasım 1612 : Osmanlı-Safevî barışı.
17 Ocak 1614 : Kara Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
1 Temmuz 1614 :
Erdel mes’elesinin halli.
Ağustos 1614 : Kazakların Sinop baskını.
11 Eylül 1616 : Erivan kuşatması.
9 Haziran 1617 :
İnşâatı biten Sultan Ahmet Câmii’nin ibâdete açılması.
27 Eylül 1617 : Osmanlı-Lehistan andlaşması.
22 Kasım 1617 : Sultan birinci Ahmed’in vefâtı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Bahtî Dîvânı (Millet Kütüphânesi, Ali Emîrî
yazmaları)
2) Külliyât-ı Hazret-i Hüdâî (Mehmed Gülşen,
İstanbul-1338-1340); sh. 151
3) Silsilenâme-i Cevletiyye (İsmâil Hakkı
Bursevî, Üniversite Kütüphânesi, Türkçe yazmalar, No: 1896); Vr. 52a
4) Tıbyân-ı vesâil-il-hakâyık (Süleymâniye
Kütüphânesi, Hâfız İbrâhim Efendi kısmı, No: 430);Vr. 227b
5) Hadîkat-ül-cevâmi; cild-1, sh. 18
6) Târih-i Nâimâ; cild-1, sh. 357
7) Târih-i Peçevî (İstanbul tarihsiz); cild-2,
sh. 290
8) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 118,
cild-15, sh. 346
9) Hülefâ-i ızâm-ı Osmâniye hazarâtının
Haremeyn-i şerîfeyndeki âsâr-ı mebrûre ve meşkûre-i hümâyûnları
(İstanbul-1318); sh. 33
10) Tam İlmihâl
Seâdet-i Ebediyye
11) Şakâyık-ı
Nu’mâniyye zeyli (Atâî); sh. 522, 608
12) İslâm Âlimleri
Ansiklopedisi; cild-15, sh. 191
13) Osmanlı Târihi
(Uzunçarşılı); cild-3, kısım-1, sh. 99
14) Büyük Türkiye
Târihi; cild-5, sh. 74
15) Hammer; cild-8,
sh. 3
16) Îzâhlı Osmanlı
Târihi Kronolojisi cild-3, sh. 229
17) Kâmûs-ül-a’lâm;
cild-1, sh. 784
18)
Hulâsat-ül-eser; cild-1, sh. 284