Babası.................... :
Ahmed Han-IIl
Annesi.................... : Râbia Şermi Sultan
Doğumu.................. :
20 Mart 1725
Vefâtı..................... : 7 Nisan 1789
Tahta Geçişi............ : 21 Ocak 1774
Saltanat Müddeti..... : 15 sene
Halîfelik Sırası......... : 92
Osmanlı pâdişâhlarının yirmi
yedincisi ve İslâm halîfelerinin doksan ikincisi. Sultan üçüncü Ahmed’in oğlu,
sultan dördüncü Mustafa’nın babasıdır. 20 Mart 1725 yılında Topkapı Sarayı’nda
dünyâya gelmiştir. Annesi Râbia Şermi Sultan’dır. Küçük yaşından îtibâren,
zamanın büyük âlimleri tarafından ilim öğretildi. Zamanlarını namaz kılarak,
cenâb-ı Hakk’ı zikr ile geçirir, elinden Kur’ân-ı kerîmi düşürmez, halk
arasında kerâmetlerinden bahsedilirdi. Her yaptığını Allah için yapardı.
Günlerini sarayda geçirir, târih üzerine derinlemesine bilgi edinirdi.
Şehzâdeliği sırasında ne öğrenmiş ise, pâdişâhlığında o bilgiler ışığında
hareket edecek, üç kıt’ada toprakları olan büyük bir devleti idare edecekti. Bu
güç iş, büyük bir bilgi ve tecrübe yığını ile mümkün olabilirdi. Tecrübe
dışında, bilgi sahibi olmak için bütün şartlar mevcûd idi. Akıllı, zekî, ileri
görüşlü, kültürlü, gayretli bir şehzâde olan ve iyi bir din eğitimi gören
şehzâde Abdülhamîd, ağabeyi sultan üçüncü Mustafa Han’ın 21 Ocak 1774 târihinde
vefâtıyla Osmanlı tahtına oturdu. Henüz kırk dokuz yaşında idi ve Osmanlı
Devleti’ne eski gücünü kazandırmak azmiyle doluydu. Fakat Osmanlı Devleti’nin
en karanlık bir devresinde sultan olmuştu. Ruslar, Avusturyalılar, İranlılar
her taraftan topraklarımıza saldırıyordu. Ayrıca tecrübeli sadrâzam ve devlet
adamlarının yokluğu vardı...
Tahta
çıktığı günlerde, devlet erkanı ve onlara katılan büyük bir kalabalıkla Eyyûb
Sultan’a ziyarete gelen sultan birinci Abdülhamîd Han, mihmandâr-ı Resûlillah
Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb-el-Ensârî’nin (radıyallahü anh) huzurunda, dînine,
vatanına ve milletine hizmet edebilmesi, müslümanların rahatı için uzun uzun
duâ etti. Allahü teâlâya yalvardı, gözyaşı döktü. Cenâb-ı Hak’dan, en çok
sevdiği Peygamberinin, Eshâb-i kiramın, Ehl-i beytin hatırı için istedi...
Birinci
Abdülhamîd Han, sultan olduğu sırada kuzeyde daha önce başlayan Osmanlı-Rus
savaşı bütün şiddetiyle devam ediyordu. Ordularımız fazla bir varlık
gösteremiyor ve geri çekiliyordu. Çünkü yeniçeri teşkîlâtı iyice bozulmuş,
pâdişâh ve komutanlara eski itaati kalmamıştı. Rus çariçesi ikinci Katerina,
mareşal Peter Aleksandroiv Romanzov başkomutanlığındaki büyük bir orduyu Tuna
boyunda, her geçen gün arkadan taze kuvvet göndererek, çarpıştırıyordu.
Romanzov, düşmanının karşısında eski cesareti gösteremeyen yeniçerileri mağlûb
ede ede Şumnu’ya doğru ilerliyordu. Maksadı, Osmanlı ordusuyla, Varna
arasındaki yolu kesip ikmâl yollarını tıkamaktı. Başkumandan sadrâzam
Muhsinzâde Mehmed Paşa, yeniçeri ağası Yeğen Mehmed Paşa’ya; “Bre Paşa!
Romanzov keferesinin niyeti bizi kapana kıstırmaktır. Yanına lüzumu kadar asker
al, Kozluca’ya doğru yürü. Onları, biz gelene kadar oyala!..” dedi. Yeğen
Mehmed Paşa, düşman öncülerini karşılamak üzere Abdullah Paşa’yı
vazifelendirdi. Türk öncü kuvvetleri ihtiyatsız ilerliyorlardı. Bir derede
yürürlerken ansızın Ruslarla karşılaştılar. Abdullah Paşa’nın tedbirsiz
hareketi yüzünden bu birlik, adetâ imha edildi. Pek çoğu şehîd olmuştu.
Kurtulanlar Kozluca’ya doğru geri çekildi. Kozluca’da da tutunamayan Yeğen
Mehmed Paşa’nın kuvvetleri dağıldı. Böylece Romanzov, Varna ile sadrâzam
Muhsinzâde Mehmed Paşa arasına girmiş oluyordu. Sadrâzamın yanında sâdece on
İki bin kişilik bir kuvvet kalmıştı. Bununla, Rus ordusuna karşı durmak mümkün
değildi. Sadrâzam, çaresizlik içinde durum muhakemesi yaparken, Rus ordu
komutanından bir elçi geldi. Barış teklif ediyordu. Zîrâ, Rus ordusu da uzun
zamandan beri devam eden savaşlarda güç durumda kalmıştı. Fakat bu savaşın
galibi onlardı. Muhakkak ki, yapılacak andlaşma aleyhimize olacaktı.
Baş
murahhaslığa tâyin edilen sadâret kethüdası Resmî Ahmed Efendi, yardımcısı
Reisülküttâb İbrâhim Münib Efendi ile birlikte bir hey’et hâlinde Rus ordusunun
Küçük Kaynarca’daki karargâhına gittiler. İki gün süren görüşmeler 21 Temmuz
1774’de bitti. Yapılan andlaşmada Kırım, Osmanlı Devleti’nden ayrılıyor,
bağımsız oluyordu. Bir çok kaleler de Ruslara verilecekti. Osmanlı ülkesinde
yaşayan azınlıkların himâyesi de Ruslara âit olacaktı. Ayrıca Ruslara tazmînat
ödenecekti. (Bkz. Küçük Kaynarca Andlaşması). Tamâmiyle aleyhimize olan bu
andlaşmaya çok üzülen sadrâzam Muhsinzâde Mehmed Paşa hastalandı. On beş gün
sonra vefât etti.
Küçük
Kaynarca andlaşmasının ağırlığını arttıran en önemli madde, Rusların Türk
topraklarındaki Ortodoks hıristiyanlar üzerinde bir çeşit himaye hakkı
iddiasında bulunabilecek tarzda hazırlanmış olanıdır. Andlaşmadan hemen sonra
Avusturya, Osmanlı Devleti’nin zor durumundan faydalanarak Boğdan beyliğine
bağlı Bukovina’yı 1775’de işgal etti.
Saltanatının
başında böylesine üzücü bir durumu kabul ederek barışı sağlayabilen Abdülhamîd
Han, savaş zamanında devletin çeşitli bölgelerinde çıkan isyânları bastırmak ve
askerî sahada ıslâhatta bulunmak durumundaydı.
Abdülhamîd
Han, kapıkulunun bâzı ocaklarının ıslahı için Fransa’dan mühendisler getirtti.
Mühendishâne-i bahr-i hümâyûnu (Devlet Deniz Mühendishânesi’ni) kurdurdu.
Burada Baron de Tott ile İngiliz asıllı müslüman Kampel Mustafa ve bâzı
Fransızlar ders verdiler. Tophâne nâzırı Emîn Ağa zamanında Fransızların yardımıyle
sür’at topçuları ocağı geliştirildi. Metruk hâldeki İbrâhim Müteferrika
matbaasını tekrar açtırdı. 1784’de açılan istihkâm okulunda Fransız De
Diğer
taraftan Anadolu’da çeşitli karışıklıklar çıkmıştı. Her vilâyette bir eşkıya
hüküm sürüyordu. Hele kapısız levent denilen binlerce âsî, Anadolu’yu yakıp
yıkıyordu. İsyanları bastırmada kaptân-ı derya Cezâyirli Hasan Paşa ve ıslâhat
işlerinde sadrâzam Halil Hâmid Paşa, pâdişâha yardımcı oldular. Şam ve Mısır’da
isyânlar çıktı. Hicaz’da ayaklanmalar birbirini tâkib etti. İranlılar Osmanlı
topraklarına saldırarak çarpışmalara sebeb oldular. İranlıların bu tecâvüzleri
üzerine Musul vâlisi Hasan Paşa, aşîret beylerini de yanına alarak, 22 Nisan
1777 de, Osmanlı-İran hududundan 13 saat içeride bulunan Bâne hâkimi Salih
Han’ı Mağlûb etti. Üç saat süren muhârebede 10 top ele geçirdi. Kasabayı da
yağma ettikten sonra Sîne hâkimi Hüsrev Han kumandasındaki 20 bin kişilik İran
ordusuna karşı gönderdiği Çarhçı Mehmed Paşa 5 Mayıs 1777 de parlak bir zafer
kazandı. Sîne zaferi diye anılan bu savaşta iki bin İran askeri öldürülmüştür.
Küçük
Kaynarca andlaşmasıyla, Osmanlılarla Ruslar arasında tam bir sulh te’min
edilememişti. Yalnız bir çeşit mütâreke hâsıl olmuştu. Bu andlaşma her iki
tarafı da tatmin etmiyor, Osmanlılar olsun, Ruslar olsun Kırım üzerinde daha
çok hakka sâhib olmak istiyorlardı. Nitekim Kırım’da bağımsızlık ilân
edildiğinde, Ruslar, asker sevkedip kendi adamlarından Şahin Giray’ı han
seçtirdiler. Böylece Kırım hanının tâyininde çıkan anlaşmazlık iki devleti yeni
bir savaşa götürürken, Fransızların yardımıyla Haliç’teki Aynalıkavak Kasrı’nda
10 Mart 1779’da bir andlaşma imzalandı. Küçük Kaynarca andlaşmasının bâzı maddeleriyle
ilgili olan bu andlaşma, Aynalıkavak Tenkihnâmesi adıyla anılır.
Tenkihnâmeye göre, Kırım bağımsız kalacak ve Ruslar buradan askerlerini
çekecek; buna karşılık, Osmanlılar da Şâhin Giray’ın hanlığını kabul
edeceklerdi.
Kafkas
sınırındaki Rus faaliyetlerinin artmasını, Osmanlı Devleti için büyük tehlike
olarak gören birinci Abdülhamîd Han, Kafkasya’nın bâzı bölgelerini Türk nüfuzu
altına almayı tasarladı. Bu sebeple Soğucak ve Anapa kalelerini tahkim ettirdi.
Buradaki Çerkez kabîlelerini medenî bir hâle sokmaya çalıştı.
Şuursuz
olarak Rus taraftarlığı yapan Şâhin Giray aleyhinde Kırım’da isyân çıkınca,
Ruslar asker göndererek her tarafı yakıp yıktılar. Binlerce müslümanı
katlettikten sonra, Kırım’ı yine Şâhin Giray’a bırakarak geri çekildiler. Daha
sonra yeni bir bahaneyle tekrar Kırım’a girerek 1784’de memleketi Rusya’ya
bağladılar.
Bu
sırada Avrupa’da siyâsî dengeler değişmişti. Fransa, Rusya ve Avusturya
birbirlerine yanaşmış, Prusya ile İngiltere de Osmanlı tarafını tutmuşlardı.
Böylece Avrupa’da bir denge kurulmuştu.
Bu
durum Koca Yûsuf Paşa’nın sadârete getirilmesine kadar devam etti. Yeni
sadrâzam, Kırım’ın kaybı sebebiyle İstanbul’da duyulan heyecanı yatıştırmaya
çalışıyordu. Bu esnada aldıkları yerleri kâfi görmeyen Ruslar, Petersburg’da
Avusturya ile yaptıkları bir görüşme neticesinde Rum projesi adını verdikleri bir
anlaşma yaptılar. Buna göre aldıkları Osmanlı topraklarını aralarında
paylaşacaklardı. Eflak, Bulgaristan, Trakya ve İstanbul civarı Ruslara, Küçük
Eflak, Bosna-Hersek, Arnavutluk, Mora, Sırbistan tarafları da Avusturya’ya
bırakılacaktı.
Rusya,
Osmanlı Devleti’ne önce, Kafkas kabîleleri, Gürcistan, Eflak-Boğdan ve Tuna
civarındaki Kazakların durumu ile Karadeniz ticâretini yeniden görüşmeyi teklif
etti. Görüşmeler devam ederken, İskenderiye’deki Rus konsolosunun Çerkez
Kölemen beylerini Osmanlı Devleti aleyhine kışkırtması netîcesinde, 1787’de
Rusya’ya harb îlânına karar verildi. 27 Temmuz 1787’de İstanbul’daki Rus elçisi
çağrılarak bir nota verildi. 13 Ağustos 1787’de de Rusya’ya harb ilân edildi.
Donanma,
kaptân-ı derya Cezâyirli Gâzi Hasan Paşa kumandasında Karadeniz’e açıldı. Hasan
Paşa, emrindeki komutanlarına; “Güngörmüş gâzilerim! Din ve devlet nâmına can
verecek zamandır. Bu seferde, ya düşman hakkından gelir gâzi oluruz veya
şehâdete ereriz! Bunun için de ben, ev halkıma veda ettim ve borçlarımı
ödeyerek sefere çıktım. Eğer içinizde ölümden korkanlar varsa, şimdiden
kendilerine izin vereceğim. Yok eğer cenk sırasında gayretsizlik edip, emrimi
dinlemeyenler olursa, bunlar için emân yoktur. Gayreti görülenler, fazlasıyla
mükâfatlandırılacaktır!...” dedi. Leventler, büyük bir coşku ile; “Emrinden
ayrılmayız, Paşa Baba!” dediler. Nihayet Rusların idaresi altındaki kılburun
kalesine hücum ile 1787-1792 Osmanlı-Rus savaşı başlamış oldu.
Avusturyalılar
da savaş açmadan Belgrad ve Sırbistan’a taarruz ettilerse de bir sonuç
alamadılar. Bu vaziyet karşısında, Osmanlı Devleti İki düşmanla birden
savaşmaya mecbur kaldı.
Serdâr-ı
ekrem sadrâzam Koca Yûsuf Paşa, önce Avusturya derdini hâlletmek istiyordu.
Pâdişâh’ın emriyle orduyu Sofya üzerinden Bosna’ya doğru hareket ettirdi.
Lazarathâne isimli mevkide Avusturya ordusuyla karşılaşan Memiş Paşa’nın
süvarileri, şiddetli bir hücumla Avusturya ordusunu istihkâmlarından söktü. İki
yüz bin kişilik koca bir orduya sâhib olan Avusturya kralı ikinci Josef,
ordusunu Muhadiye boğazına doğru çekti. Muhadiye boğazı, çok sarp ve geçilmesi,
zapt edilmesi zor bir yerdi. Aynı zamanda Tameşvar eyâletinin kilit noktası
sayılırdı. Ortasından bir de nehir geçiyordu.
Serdâr-ı
ekrem sadrâzam Koca Yûsuf Paşa, serasker Cenaze Hasan Paşa ve diğer
komutanlarıyla hareket tarzını istişare ettikten sonra, evvelâ boğazın iki
tarafındaki tabyaların zaptına karar verdi... Üç gün süren çarpışmada Avusturya
ordusunun yarısından fazlası kılıçtan geçirildi. Muhadiye boğazında tutunamayan
ikinci Josef, Şebeş boğazına doğru perişan bir hâlde kaçtı. Bozguna uğrayan
ordusundan ancak seksen binini toparlayabilen Kral, Şebeş’de Osmanlı ordusuyla
tekrar çarpışmaya başladı. Fakat yenilmekten kurtulamadı ve kaçmak zorunda
kaldı. Uzun zamandır Avusturyalılar, böyle bir mağlûbiyete uğramamıştı. Bu
gazâda seksen top, elli bin esir ve pek çok mühimmat ele geçti. 21 Eylül
1788’de kazanılan zafer üzerine sultan Abdülhamîd Han’a “Gâzi” ünvânı verildi.
Bu zaferin hâtırasına türküler söylenip dilden dile günümüze kadar geldi.
Sadrâzam
Yûsuf Paşa ordusuyla Kırım’a doğru hareket etti. Bu sırada Ruslar, içinde ancak
yirmibeşbin kadar mücâhidin bulunduğu Özi kalesine saldırmışlardı. Özi’yi müdâfâ
eden kahraman gâziler, târihte ender rastlanan bir mücâdele veriyorlar, yüz
elli bin civarındaki Rus askerini kaleye sokmamaya çalışıyorlardı. Kaptân-ı
deryâ Hasan Paşa kumandasındaki Osmanlı donanması Özi yakınlarına gelmişti.
Fakat kale, Karadenize akan Özi suyu kenarında bulunuyordu. Büyük gemilerin
nehirde hareket edememesi, içeriye çekilen hafif Rus filosuna hücumu
zorlaştırıyordu. Karaya oturan üç gemiyi kurtarmaya çalışan leventler şiddetli
bir Rus taarruzuna tutuldular. On beş gemi harab olurken çok sayıda asker şehîd
oldu. Günlerce süren çarpışmalarda gerek Özi müdafileri, gerek karadan ve
denizden gönderilen imdat kuvvetlerimizde yiyecek bir şey kalmadı. Serdâr-ı
ekrem Koca Yûsuf Paşa, çaresiz kalmış İstanbul’dan zahire ve mühimmat
istemişti. Hava şartları elverişsiz olduğundan, donup ölenlerin haddi hesabı
yoktu. Buna rağmen Osmanlı yiğitleri Özi’yi vermemek için canla başla
çarpışıyor, İstanbul’dan gelecek yardımı ümid ile bekliyorlardı. Fakat Özi’de
bir Rus hayranı hâin, kalenin; “Su kapısı” tarafında askerlerin çok az
olduğunu, buradan şiddetli bir baskınla kaleye girebileceklerini gizlice
bildirdi. Bu haberi alan Rus komutanı Potemkin, askerinin büyük bir kısmını
buradan hücuma geçirdi. İki ateş arasında kalan müdâfîlerin büyük bir kısmı kanlarının
son damlasına kadar kahramanca çarpışarak şehîd oldular. Portemkin, üç gün
Özi’nin yağmalanmasını ve yaralı askerlerden, Özi’de yerleşmiş halktan kime
rastlarlarsa öldürülmesini emretti. Ruslar, bu katliam sırasında ihtiyar,
kadın, çocuk tanımamışlar, vahşice yakıp yıkmışlar, insanlığın yüz karası
olacak bir alçaklıkla, canlı-cansız her şeyi mahvetmişlerdi... Sultan
Abdülhamîd Han, aldığı haberlere çok üzülüyor, vatanından koparılan bir karış
toprak, yüreğinden de bir şeyler koparıyor içi kan ağlıyordu. 6 Nisan 1789 günü
sadrâzam Koca Yûsuf Paşa’dan bir mektup geldiğini öğrendi, Çok heyecanlandı.
Ayakta bekliyor, bir an önce açılıp okunmasını arzu ediyordu. Lala; “Destur
buyurursanız Hünkârım, sadâret kâimesini (raporunu) okumak dileriz!” dedi. “Tez
okuyasın Lala! Seni dinliyoruz...” diye emr etti. Lala, mektubu okumaya
başladı; “Bütün müslümanların merhametli halîfesi, yeryüzündeki bütün Türklerin
en büyük Sultânı! Es-Sultân İbn-üs-Sultân Gâzi Abdülhamîd Han hazretlerine!
Üzülerek arza cür’et eyleriz ki, Karadeniz’in kuzey ucundaki Özi kalemiz sükût
etmiş, düşmüştür... Potemkin nâm moskof prensi, kalede mevcûd yirmi beş bin
müslümânı bilâ istisna, katleylemiş, çocuk, yaşlı, hâmile, emzikli demeden
cümlesini şehîd eylemiştir!..” cümlesine gelindiğinde, vatanperver pâdişâhın
merhametli ve nâzik kalbi acıyla burkuldu. Sanki yerinden sökülüp alınmıştı.
“Bre nâmerdler!.. Bre mel’unlar!..” diyerek moskofa olan kinini belirtti. Lala,
okumaya devam ediyordu; “Katerina’dan emir alan bu kâfir insan kasabı, karşı koymaya
çalışan delikanlı ve oğlancıklarımızı diri diri ateşe atmış, can havliyle
kaçışanları dahi kızgın demirle şişletmiştir!..” cümleleri okunurken Pâdişâh,
bu acıya dayanamadı ve; “Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden
abdühü ve Resulün” diyerek Kelime-i şehâdet getirdiği esnada olduğu yere
yığılıp kaldı. Nüzül, felç olmuştu.
Acele
hekimbaşı Gevrekzâde Hasan Efendi’yi çağırdılar. Hekimbaşı, muayene etti.
Üzüntüye sebebiyet vermemek için nüzulü, nezle ile te’vil etmek suretiyle;
“Şevketlü Sultânım! Allahü teâlâya hamd olsun ki, fazla bir şeyiniz yok. Bir
parça nezle olmuşsunuz!..” diyerek teselli vermek istedi. Fakat çok zekî,
hassas ruhlu pâdişâh durumu anlamıştı. Derin bir yeis içinde hekimbaşının
yüzüne baktı ve tane tane; “Hasan Efendi! Bir hoşça bak!.. Bu, bana son
hizmetindir!.. Efendini elinden aldırdın!..” deyince, Hasan Efendi ağlamaya
başladı.
Çocuklarını
istedi. Onlarla vedâlaştı. On yaşlarında olan şehzâde Mustafa ve henüz dört
yaşlarında olan şehzâde Mahmûd’un gözlerinden öptükten sonra; “Yavrularım!
Sizi, cenâb-ı Hakk’a emânet ettim, iki cihânda yüzünüz ak ola!..” diyerek duâ
eyledi. Sanki bu ikisinin ilerde kendisi gibi sultan olacağına işaret
etmişti!..
Diğer
Osmanlı sultanları gibi kalbi merhamet ve şefkatle dolu olan birinci Abdülhamîd
Han, din kardeşlerine yapılan zulüm ve işkencelere dayanamadığından o gece sabaha
karşı vefât eyledi. Altmış dört yıllık hayâtında Allah için yaşamış, her
yaptığını Allah için yapmış ve Allah’a kavuşmak için sevinç içinde vefât,
etmişti... Kalbi İslâm için çarpardı. Peygamber efendimizi ve Ehl-i beytini çok
sever, onlara ve Hicaz bölgesinde yaşayanlara husûsî imtiyazlar verirdi.
Haremeyn-i şerîfeyne (Mekke ve Medîne’ye) hizmeti gâye edinmişti. Tebeasına
şefkatli, iyi bir baba idi. Annesi Râbia Sultân’ın ruhu için 1778’de
Beylerbeyi’nde bir câmi, muvakkıthâne, hamam ve sıbyan mektebi, Medîne-i
münevverede medrese, Emirgan’da câmi, Eminönü’nde bugünkü IV. Vakıf hanın
yerinde büyük bir imâret (aş evi) ve yanında çeşme, sebil, sıbyan mektebi,
medrese, türbe ve bir kütüphâne inşa ettirmiştir. Kütüphânedeki kitaplar
Süleymâniye Kütüphânesi’ne aktarılmıştır. Medrese de bugün borsa olarak
kullanılmaktadır. IV. Vakıf hanın inşâsında imârethâne ile Çeşme ortadan
kaldırılmış, sebil de Gülhâne parkı karşısındaki Zeyneb Sultan Câmii köşesine
nakledilmiştir. Beylerbeyi iskele meydanı, Havuzbaşı, Araba meydanı, Çınarönü
ve Çamlıca Kısıklı meydanlarına çeşme, Beylerbeyi (İstavroz) Câmii’ni tamir,
Emirgan’da Abdullah Paşa (Emîrgûreoğlu) yalısının çevresine bir câmi, çeşme,
hamam ve dükkanlar yaptırmıştır. Ayrıca hanımı Hümâşah Sultan ile oğlu Mehmed için
bir çeşme, İstinye Neslişah Câmii yanında bir çeşme (1783), Kabataş yakınında
bir çeşme yaptırmıştır.
Cenaze
namazı için bütün İstanbul halkı toplanmıştı. Büyük bir merasimle Eminönü
Bahçekapı’daki türbesine defnedildi. Türbesinde, sandukanın kuzey tarafındaki
duvar içindeki bir mermer üzerinde Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve
sellem, kadem-i şerifleri bulunmaktadır.
Birinci
Abdülhamîd Han’ın çeşitli zamanlarda zevcesi olan sultan hanımlar; Ayşe
Sineperver, Nevres, Şebisafâ, Mu’teber, Binnaz, Hümâşah, Mislinayab, Nakşidil,
Ruhşah Hadîce, Dilpezîr, Mehtâbe.
Erkek çocukları: Abdullah, Abdurrahman, Abdülazîz,
Ahmed, Âlemşah, Mahmûd (İkinci Mahmûd), Mehmed, Süleymân, Selim, Mustafa
(Dördüncü Mustafa), Murâd.
Kız çocukları: Ayşe Dürrüşehvâr, Hadîce, Esma,
Aynışah, Râbia, Melekşah, Râbia, Fatma, Alemşah, Sâliha Hibetullah, Emine.
Pâdişâhım! Olsun kılıcın keskin,
Görmedim cihânda vezirin dengin,
İşitsin Hünkârım, Irşova cengin,
“Mevlâm selâmet ver” der Yûsuf Paşa,
Gazâya ferman eyledi zıllullah,
Cümle hâzır oldu fî-sebîlillah,
Ulemâ çağrışır; “Nasrün minallah!”
“Vurun Gâzilerim!” der Yûsuf Paşa.
21 Temmuz 1774 : Rusya ile Küçük Kaynarca Andlaşması.
4 Ağustos 1774 :
Sadrâzam Muhsinzâde Mehmed Paşa’nın ölümü.
10 Ağustos 1774 : İzzet Mehmed Paşa’nın sadrâzam olması.
6 Temmuz 1775 :
Derviş Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
2 Mayıs 1776 :
İran’a savaş îlân edilmesi.
5 Ocak 1777 :
Dârendeli Cebecizâde Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
5 Mayıs 1777 :
Büyük Sîne zaferi.
1 Eylül 1778 :
Yeniçeri ağası Kalafat Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
21 Mart 1779 : Aynalıkavak tenkihnâmesinin imzalanması.
21 Ağustos 1779 : Kara Vezir ismiyle meşhur Seyyid Mehmed
Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
8 Eylül 1779 :
Şehzâde Mustafa’nın doğumu (dördüncü Mustafa).
20 Şubat 1781 : Kara Vezir Seyyid Mehmed Paşa’nın vefâtı ve Kalafat Mehmed
Paşa’nın ikinci defa sadrâzam olması.
25 Ağustos 1782 : Hacı Yeğen Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa
tâyini.
9 Temmuz 1783 :
Kırım Hanlığı’nın Rusya’ya bağlanması.
31 Mart 1785 : Şâhin Ali Paşa’nın sadrâzamlığa getirilmesi.
20 Temmuz 1785 : Şehzâde Mahmûd’un (İkinci Mahmûd) doğumu.
24 Ocak 1786 : Koca Yûsuf Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
13 Ağustos 1787 : Rusya’ya tekrar savaş îlânı.
9 Şubat 1787 :
Avusturya’nın Türkiye’ye, İsveç’in de Rusya’ya harb îlânı.
21 Eylül 1788 : Osmanlıların Avusturya’ya karşı kazandığı Büyük Şebeş zaferi.
17 Aralık 1788 : Özi kalesinin Ruslar tarafından işgali
ve 25 bin kişiyi alçakça katletmeleri.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Târihi Cevdet (İstanbul-1309); cild-2, sh.
2
2) Osmanlı Devleti Târihi (Yılmaz Öztuna,
İstanbul-1986); cild-1, sh. 453
3) Türkiye Târihi (Yılmaz Öztuna); cild-6 sh.
368
4) Osmanlı Târihi (İ. Hakkı Uzunçarşılı);
cild-4, kısım-1, sh. 420
5) Osmanlı Târihi Kronolojisi (İ. Hâmi
Danişmend); cild-4, sh. 57
6) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Zuhuri
Danışman); cild-11, sh. 63
7) Netâyic-ül-vukuât (Mustafa Nûri Paşa,
İstanbul-1327); cild-4, sh. 4
8) Şemdânîzâde, Fındıklı Süleymân Efendi
Târihi Mûrittevârih (Münir Aktepe, İstanbul-1978/1981); cild-2. B, sh. 116,
cild-3, sh. 4
9) Gülşen-i Meârif (Ferâizîzâde,
İstanbul-1252); cild-2, sh. 1670
10) Târih (Küçük
Çelebizâde Âsım, İstanbul-1282); sh. 340
11) Rehber
Ansiklopedisi; cild-1, sh. 29
12) Vak’a-i
Hamîdiyye (Zâimzâde Mehmed Sâdık, İstanbul-1289)
13) Osmanlı Devleti
Târihi, (Hammer); cild-16, sh. 251