VEZİR

Devlet başkanının vekîli, yardımcısı. Kelime mânâsı yardımcı demektir. Vezir, yük mânâsına da geldiği için devlet yükünü taşıyan anlamındadır ve pâdişâhı temsil eden çadırın direği mesabesinde görülür. Bu direğin; doğruluk, yücelik, sebat ve tahammül olmak üzere dört hususiyeti vardır. Vezir; devlet başkanı adına işleri sevk ve idare eden en yüksek devlet vazifelisidir. Görüşleriyle de pâdişâha yardımcı olur.

Bilindiği kadarıyla, ilk defa hazret-i Mûsâ, vezir yâni yardımcı olarak Harun aleyhisselâmı Allahü teâlâdan dilemiştir. İslâmiyet’in başlangıcında Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, bilhassa hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer’le meşveret eder, onların görüşlerini alırdı. Onlar, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin iki husûsî vezîri, yardımcısı durumundaydılar. Resûlullah sallallahü aleyhi, ve sellemden sonra hazret-i Ömer, hazret-i Ebû Bekr’in vezîri, hazret-i Osman ve hazret-i Ali de, hazret-i Ömer’in vezîri oldular.

Vezirlik müessesesi resmî bir ünvan olarak Abbasîler zamanında ortaya çıktı. Kaynaklardan anlaşıldığına göre halîfe, daha önce tesbit ettiği kimseler hakkında güvendiği, îtimâd ettiği şahıslarla istişare ettikten sonra, birisini vezir tâyin ederdi. Vezirler, sabah erken gelirler, yardımcılarına gerekli emirleri verir, önceden hazırlanan işleri kontrol ederlerdi. Vezirlerin özel elbiseleri vardı. Bâzı kaynaklara göre hicrî üçüncü asrın sonlarında vezirler, sabah namazından sonra ziyaretçilerini kabul eder, buradan atla halîfenin sarayına gider, halîfeye yapılan işleri arz eder, sonra evine gelir, yemeğini yer ve sünnet-i şerîfe uygun olarak kısa bir müddet uyurdu. Sonra mâlî ve başka işlerle meşgul olurdu. Sübkî’nin Tabakât’ında bildirdiğine göre; on birinci asırda vezir, sabahleyin güneş doğarken makamına gider, saat onda evine döner, öğleye kadar yalnız kalıp, öğleden sonra da muhtelif işlerle meşgul olurdu.

Şam ve Endülüs Emevîlerinde başlangıçta bu vazifeyi hâcib (teşrifatçı, mâbeynci) adı verilen kimseler yapardı. Sonra bu makama vezâret denmiştir.

İslâm târihinde vezir ünvanı ile ilk vazife yapan Abbasîler devrinde Ebû Seleme Hafs bin Süleyman’dır.

Abbasîler devrinde vezirlik, Vezâret-i tefviz: Tam yetkili vezirlik; ve Vezâret-i tenfiz: icra (yürütme) vezirliği olmak üzere iki kısımdı.

1-Vezâret-i tefvîz: Tam yetkili vezir olup, devlet işlerinin yürütülmesinde serbestçe hareket edebilirdi. Onun için, bu vezir, keskin görüşlü ve müctehid bir âlimdeki şartları hâiz olmalıdır. Halîfelikde aranan şartlardan başka, harb ve haraç ile ilgili mevzûâtda da mütehassıs olması lâzımdır.

Şâirlerden biri, Abbasî vezirlerinden birisini medh eder ve bu vasıflarını belirtirken; “Bâzı işler, insanlara kapalı ve karışık geldiğinde onları hemen hâlleder. Bir gün müşavir ve müşirler yorulsalar, o yorulmaz, azmini kaybetmez. Kalbler, sıkıntıdan daraldığında o, bu sıkıntıları geniş bir kalb ile karşılar” şeklinde özetler.

Bu vasıflar bir idarecide bulunursa iyilik umûmî, onun re’yi ve fikri ile olan işler kusursuz olur. Eğer bulunmazsa, iyilik ve işler de o nisbette bozulur.

2-Vezâret-i tenfîz (İcra, yürütme vezirliği): Yetki bakımından, vezâret-i tefvîzden aşağıdadır. Şartları daha azdır.

Bu vezirlik, devlet başkanı ile halk ara sında vâsıtadır. Devlet başkanının emirlerini yerine getirir ve onları kaydeder.

Mühim ve yeni hâdiseleri devlet başkanına haber verir. Birincisi gibi müstakil değildir. Bu vezirde sekiz vasıf aranır.

1-Emânet: Emânet edilen şeylerde ve işlerde hıyanet etmemeli, hîleye sapmamalı.

2-Doğruluk: Sözünde güvenilir olmalı.

3-Tamahkâr olmamalı: Gördüğü işlerde rüşvet almamalı.

4-İnsanlar ile arasında düşmanlık ve kin olmamalı: Kin ve düşmanlık, insaflı ve adaletli hareket etmeye mâni olur.

5-Hafızası kuvvetli olmalı: Halîfeye arz ettiği ve ondan naklettiklerini iyi hatırlıyabilmeli.

6-Zekâ ve anlayış sahibi olmalı: Yoksa işleri birbirine karıştırır.

7-Ehl-i hevâ olmamalı: Nefsinin arzu ve isteklerine esir olan kötü yollara sürüklenir.

8-Tecrübe: Tecrübe; kişinin doğru düşünüp, karar vermesine ve ona göre tedbir almasına yardımcı olur.

Bağdâd’da ikinci asrın başlarında vezirin; Âlemüddîn, Sa’düddevle, Emîn-üd-Devle, Şeref-ül-mülk lakablarını kullandığı görülür. Yine bu sırada Bağdâd’da ve sonra Mısır’da vezîr-ül-vüzerâ tâbiri de kullanılmıştır.

Sâmânîler, Gazneliler ve Karahanlılar devrinde vezirlik, Abbâsîlerdeki gibi idi. Vezire Hâcei Büzürg de denirdi.

Selçuklularda vezirlik, sultandan sonra en yüksek makam idi. Vezire; Sâhib, Hâce, İçi ve Lala denilmiş ise de daha çok vezir tâbiri kullanılmıştır. Vezir, menşûr-i vezâret denilen bir fermanla tâyin edilirdi. Vezirlik alâmeti olarak altın divit, kılıç ve tâc verilir ve ayrıca hil’at giydirilirdi. Divit, vezirin sivil idarenin en yüksek me’mûru olduğunu gösteren bir alâmet idi. Bu diviti hazırlayıp vezirin önüne koyan ve onu muhafaza eden devâtdâr denilen husûsî bir me’mûr vardı. Vezire verilen kılıç da onun asker? mevzularda söz sahibi olduğunu ifâde ederdi. Vezîrin çalıştığı binaya Dâr-ul-vezâre, Dergâh-ı vezâre ve Saray denirdi. Vezir, resmî merasimlerde hükümdardan sonra gelirdi. Ayrıca Büyük Selçuklularda, memleketin muhtelif vilâyetlerinde vazife yapan şehzadelerin yanında da vezirler vardı. Vezir, sivil ve askerî me’mûrların başı idi. Dâima merkezde kalır, yalnız; vazife îcâbı merkezden ayrılırdı. Vezirin bilgili, fazîletli ve devlet işlerine vâkıf olması gerekirdi. Dîvâna başkanlık eder, me’mûrların tâyin ve azilleri ile doğrudan ilgilenirdi. Onunla halîfe arasındaki irtibatı, hükümdarın husûsî (özel) kalem müdürü olan hâcib te’min ederdi. Vezirin hükümdarın tahta çıkış merasimlerinde teşrifat işlerini gördüğü de olurdu.

Büyük Selçuklulardan sonra, Türkiye Selçuklularımda da tek vezir vardı. Vezirin yazılı emirlerine misâl denirdi. Vezirin devlet işlerini birlikte yürüttüğü kalabalık bir maiyyeti vardı.

Harezmşâhlarda vezir, Selçuklulardaki gibi ve aynı salâhiyetlere sâhib idi. Nizâm-ül-mülk lakabını hâiz olan vezir, hükümdarla birlikte bulunabilir ve onunla yemek yiyebilirdi. Vezirin maiyyetinde, dîvân-ı arz ve dîvân-ı inşâ gibi muhtelif dîvânlar vardı.

İlhanlılarda, vezir ile sâhib-i dîvân, devletin bütün işlerinden mes’ûldü. Bâzı kaynaklarda vezir ile sâhib-i dîvânın aynı kimse olduğu kaydedilmiştir.

İlhanlılardan sonra, Karakoyunlu ve Akkoyunlu devletlerinde vezire sâhib-dîvân deniyordu. Ayrıca şehzadelerin de vezirleri vardı.

Tîmûrlularda ise; Dîvân-ı büzurg-ı emaret ve Dîvân-ı mal olmak üzere iki dîvân vardı. Birincisi genelkurmay mâhiyetinde idi. Fakat bu dîvândakilere vezir yerine Bahşiyân veya Nüvisândegân-ı Türk denirdi. Dîvân-ı mal’da çalışanlara vezir denirdi.

Anadolu beyliklerinde de devleti idare için kurulan dîvânın başında bir vezir bulunurdu.

Osmanlılarda başlangıçta vezir tek idi. Daha sonra ihtiyaç sebebiyle çoğaldı. Birinci derecedeki vezire Vezir-i âzam denildi. Kanunî Sultan Süleyman Hân’dan sonra Vezir-i âzam yerine sadr-ı âzam ünvanı kullanıldı.

TECRÜBELİ VEZÎR

Halîle Me’mûn, vezir olabilecek kimseyi şöyle tarif eder: “İffet ve doğruluk sahibi ve diğer güzel hasletleri kendisinde toplamış, edeblerle süslenmiş, tecrübelerle pişmiş olacak. Sırlarım hususunda kendisine güvenebileceğim, mühim işlerin altından kalkabilecek, kızılacak hâllerde hilmi onu susturabilecek, ilim ile konuşabilecek. Ona manâlı bir bakış, maksadı anlatmakda kâfi gelecek. Kendisinde komutanların heybeti, hikmet ehlinin yüksek anlayışı, âlimlerin kavrayışı ve tevazuu bulunacak, iyilik edildiğinde teşekkür, kötülüğe karşı sabredecek. Yarın mahrum kalacak şekilde, bugünün nasibini satmayacak; yumuşak dil ve tatlı sözleriyle insanların kalblerini kazanabilecek”