UHUD GAZASI

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin, şanlı Eshâbı ile 625 (H. 3) yılında, Mekkeli müşriklere karşı yaptığı savaş.

Bedr gazasında uğradıkları bozgundan ders almayan Mekkeli müşrikler, bunun acısını da bir türlü unutamıyorlardı. Kureyş, ileri gelenlerinden bir çoğunu bu savaşta kaybetmişti. Ayrıca, Şam ticâret yolunun, müslümanların kontrolüne geçmesi, çileden çıkmalarına sebeb oluyordu. Bu sebeble 700’ü zırhlı, 200’ü atlı olan 3000 kişilik büyük bir ordu hazırladılar. 3000 de develeri vardı. Çalgıcıların ve kadınların da iştirak ettiği bu kalabalık orduya Ebû Süfyân komuta ediyordu.

Bütün hazırlıklarını tamamlayan Kureyş ordusu, sancaklarını açarak, birini Talha bin Ebî Talha’ya, diğerini Ehâbiş’tan birine, ötekini de Üveyf oğlu Süfyân’a verdiler.

Mekke’de bulunan hazret-i Abbâs; müşriklerin yola çıkacaklarını haber veren teferruatlı bir mektubu, güvendiği bir kimseyle Medine’ye gönderdi.

Âlemlerin efendisi, derhâl hazırlığa başladı. Ayrıca anî bir baskına uğramamak için, Medine’nin çevresine nöbetçiler koyarak, tedbir aldı. Eshâb-ı kiram, kısa zamanda toparlanarak, hazırlıklarını bitirdi. Evde kalanlarla vedâlaşıp helâllaşarak, Sultân-ı Enbiyâ efendimizin etrafında toplandılar.

Resûl-i ekrem efendimiz, harbin nerede yapılması gerektiği hususunda Eshâb-ı kiramla istişare etmek istediler ve o gece gördükleri bir rüyayı anlattılar. Buyurdular ki: “Rüyamda, kendimi sağlam bir zırh içinde gördüm. Kılıcım Zülfihâr’ın ağzında bir gedik açıldığını, boğazlanmış bir sığırı, arkasından da bir koçun getirildiğini gördüm.” Eshâb-ı kiram; “Yâ Resûlallah! Bu rüyayı nasıl yordunuz?” diye sorduklarında ise; “Sağlam zırh giymek, Medine’ye, Medine’de kalmaya işarettir. Orada kalınız... Kılıcımın ağzında bir gedik açıldığını görmem, bir zarara uğrayacağıma işarettir. Boğazlanmış sığır, Esbabımdan bâzılarının şehîd düşeceğine işarettir. Onun arkasından bir koçun getirilmesine gelince; koç, askerî bir birliğe işarettir ki, inşâallah onları cenâb-ı Hak öldürecektir” buyurdu.

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, kendisine vahiyle bildirilmeyen hususlarda, Eshâbıyla istişare yapar, ona göre hareket ederdi. Düşmana karşı ne şekilde davranılacağı hususunda, Eshâbdan bâzıları, Medine’de kalınarak müdâfaada bulunmayı istediler. Bu teklif, Peygamber efendimizin arzularına da uygundu. Ebû Bekr, Ömer, Sa’d bin Mu’âz (r. anhüm) gibi Eshâbın büyükleri, Peygamber efendimiz gibi düşünüyorlardı.

Ancak Bedr gazasında bulunamayan kahraman ve genç sahâbîler, bu savaşa katılan sahâbîlerin kazandığı ecir ve sevabı, Bedrşehîdlerinin ulaştığı yüksek dereceleri Peygamber efendimizden işittikçe, o harpte bulunamadıklarına son derece üzüldüklerinden, düşmanla Medîne dışında karşılaşarak, göğüs göğüse çarpışmayı istiyorlardı.

Pek çok sahâbînin bu fikirde olduğunu gören sevgili Peygamberimiz, düşmanı Medîne dışında karşılamaya karar verdiler. Sonra; (Ey Eshâbım!) Sabır ve sebat ederseniz, bu sefer de cenâb-ı Hak, size yardımını ihsan eder. Bize düşen, azim ve gayret göstermektir” buyurdular.

Medine’de namaz kıldırmak üzere, Abdullah bin Ümmi Mektûm (r. anh) bırakıldı. Resûllerin sultânı, üç sancak bağladılar. Birini Habbâb bin Münzir’e, birini Üseyd bin Hudayr’a, diğerini de Mus’ab bin Ümeyr’e (r. ânhüm) verdiler. Bin kişi civarında olan orduda; iki atlı, yüz de zırhlı asker bulunuyordu.

Zırhlarını giyen Sa’d bin Ubâde ile Sa’d bin Mu’âz hazretleri önde, sağda Muhacirin, solda Ensâr olmak üzere yola çıkan sevgili Peygamberimiz, Cum’a günü ikindiden sonra; tekbir sesleri arasında Uhud’a doğru yola çıktılar.

Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi vesellem, Medîne ile Uhud arasındaki Şeyhayn mevkiine gelince, geceyi geçirmek üzere burada konakladılar. Fecirden sonra Âlemlerin efendisi, Eshâbını uyandırdı. Uhud dağına geldiler. Burada iki ordu birbirini görebiliyordu.

Bu sırada münafıkların başı Abdullah bin Übey; “Biz buraya kendimizi öldürtmeye mi geldik? Bunu baştan niye anlayamadık” diyerek, 300 münafıkla birlikte, Medine’ye döndü.

Sevgili Peygamberimizi, kanlarının son damlasına kadar korumak üzere söz veren, inanan, gönül birliği yapan, canlarını, başlarını bu yola koyan ve gözünü kırpmayan, şehâdet rütbesine ulaşmak için can atanların sayısı yedi yüz kadardı.

Peygamberlerin efendisi sallallahü aleyhi ve sellem, mücâhidleri nizâma soktu. Orduyu, arkası Uhud dağına, önleri Medine’ye gelecek şekilde yerleştirdi. Sağ kanada Ukâşe bin Mihsan’ı, sol kanada Ebû Seleme bin Abdülesed’i kumandan tâyin etti. Sa’d bin Ebî Vakkâs ile Ebû Ubeyde bin Cerrah önde, okçu birliklerinin başında yer aldılar. Zırhlı kuvvetlere Zübeyr bin Avvâm, öndeki zırhsız kuvvetlere de hazret-i Hamza komuta edecekti. Mikdâd bin Amr’a, arkadaki kuvvetlerin başında vazife verildi (r. ânhüm).

İslâm ordusunun sol tarafında bulunan Ayneyn tepesindeki dar bir geçide Abdullah bin Cübeyr (r. anh) kumandasında elli okçu koyan sevgili Peygamberimiz, onlara şu kesin emrini verdi: “Bizi arkamızdan koruyunuz. Yerinizde durunuz ve buradan hiç ayrılmayınız. Düşmanı yendiğimizi görseniz de size haber vermedikçe, adam göndermedikçe yerlerinizden asla ayrılmayınız. Düşmanın bizi öldüreceklerini görseniz de, gelip bize yardımcı olmayınız. Onlardan bizi korumaya çalışmayınız. Size yöneldikçe, düşman süvarilerini oka tutunuz. Çünkü süvariler atılan oklara karşı gelemezler. Allah’ım! Bunları onlara tebliğ ettiğime seni şâhid tutarım!” Bu emirlerini bir kaç defa tekrarlayan sevgili Peygamberimiz; “Kuşların, cesedlerimizi kapıştıklarını görseniz bile, yine ben size haber göndermedikçe kesinlikle yerinizden ayrılmayınız. Eğer bizim, kâfirleri kırıp, ayaklarımız altında çiğnediğimizi görseniz bile, yine ben size haber göndermedikçe, asla yerinizi terk etmeyiniz!...” buyurdular. Sonra ayrılarak, ordunun başına geçtiler.

Sancağı Mus’ab bin Ümeyr’e verdiler. Hazret-i Mus’ab, elinde sancağı ile Peygamber efendimizin önünde yerini aldı.

İki ordu arasındaki güç dengesi çok farklıydı. Kureyş ordusu; sayı, silâh ve teçhizat yönünden, İslâm ordusunun dört mislinden fazlaydı. İki ordu birbirlerine iyi yaklaştı. Önce teke tek yapılan karşılıklı çarpışmalarda ortaya çıkan müşriklerin hepsi öldürüldü. Daha fazla bekleyemeyen müşrik saflarından Hâlid bin Velîd, emrindeki kuvvetlerle hücûma kalktı. Yerinde duramıyan Eshâb-ı kirama, sevgili Peygamberimiz de hücûm emrini verdiler. Büyük bir hırsla gelen Hâlid bin Velîd’in kuvvetleri, derhâl geriye püskürtüldü. Hâlid bin Velîd, bu defa dağ geçidindeki yerden dolaşıp, arkadan vurmak üzere geniş bir kavis çizerek, Ayneyn tepesine vardı ise de, hazret-i Abdullah bin Cübeyr ve emrindeki elli yiğidin şiddetli ok atışıyla karşılaştı.

Artık savaş kızışmıştı. Her iki taraf, olanca güçleriyle çarpışıyordu. Sahabenin her biri, en az dört müşrik ile mücâdele ederek ilerliyordu. Tekbir sesleri ile ileri atılan hazret-i Hamza, en ön saflarda bulunuyordu. Mikdâd bin Esved, Zübeyr bin Avvâm, hazret-i Ali, hazret-i Ömer, Talha bin Ubeydullah, Mus’âb bin Ümeyr (r. anhüm) hepsi de geçilmez bir kale idiler. Peygamber efendimizin düşmana çok yakın çarpıştığını ve tekrar tekrar hücûm ettiğini gören şanlı Eshâb, büyük bir gayret içinde idi. Resûlullah’a bir zarar erişebilir düşüncesiyle, etrafına toplanıyorlar, zırhlara bürünmüş düşmana göz açtırmıyorlardı. Bu sırada Abdullah bin Amr hazretlerinin şehîd olduğu görüldü. Bu, Uhud’un ilk şehidiydi.

Savaşın başından beri, başta Âlemlerin efendisi sevgili Peygamberimiz olmak üzere, bütün Eshâb-ı kiram büyük bir mücâdele veriyorlardı. Şiddetli taarruzlar ile müşrik ordusunu geriye püskürttüler. Taştan, ağaçtan yapıp topladıkları ve “Lât, Uzzâ, Hübel!” adını verdikleri putlardan fayda ve yardım isteyen müşrik gürûhu, mücâhidlerin bu kahramanlıkları karşısında bozulup kaçmaya başladı. Onları harbe teşvik etmek için gelen kadınlar, feryatlar kopararak, kaçanlara yetişmek istiyorlardı.

Kureyşli müşrikler, yanlarında getirdikleri malları bırakarak harp meydanını terk edip Mekke’ye doğru kaçmaya başladılar. Sayı ve kuvvetçe kat kat üstünlüklerine rağmen müşrikler, müslümanlar karşısında perişan olmuşlardı. Birbirlerini çiğneyerek kaçıyor, şanlı Eshâb da kovalıyordu.

Müşriklerin kaçtığını gören Ayneyn geçidindeki okçuların bazıları, harbin bittiğini zannederek yerlerini terk ettiler. Kumandanları Abdullah bin Cübeyr ve on iki kişi yerlerinde kaldılar. Bunu fırsat bilen Kureyş okçu birlikleri kumandanı Hâlid bin Velîd, geçitteki mücâhidlerin azaldığını görünce, emrindeki süvarileri harekete geçirdi. İkrime bin Ebî Cehl’le birlikte bir anda Ayneyn geçidine geldi. Abdullah bin Cübeyr hazretleri ile vefakâr, sâdık arkadaşları şiddetli bir çarpışmadan sonra şehîd olunca, İslâm ordusunun arkasından saldırdılar. Eshâb-ı kiram, bir anda arkalarında, peyda olan düşmanı görünce, toparlanmaya fırsat bulamadı. Çünkü bir çoğu silâhlarını bile bırakmıştı. Her şey birden bire değişiverdi. Kaçan müşrikler, Hâlid bin Velîd’in arkadan hücûma geçtiğini görünce, geri döndüler. Artık Sahabe (r. anhüm), iki düşman arasında kalmış ve birbirleriyle irtibatları kesilmişti. Dağılmak mecburiyetinde kaldılar.

Düşman askerleri, Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin yanına kadar yaklaşmışlardı. Durum çok tehlikeliydi. Sevgili Peygamberimiz, tıpkı askerî bir birlik gibi sebâd ediyor, yerinden ayrılmıyordu. Bir tarafdan düşmanla çarpışıyor, diğer taraftan da dağılan Eshâbını toparlamaya çalışarak; “Ey filân, bana doğru gel! Ey filân, bana doğru gel! Ben Resûlullah’ım, bana dönüp gelene Cennet var” buyuruyordu. Hazret-i Ebû Bekr, Abdurrahmân bin Avf, Talha bin Ubeydullah, Ali bin Ebî Tâlib, Zübeyr bin Avvâm, Ebû Dücâne, Ebû Ubeyde bin Cerrah, Sa’d bin Mu’âz, Sa’d bin Ebî Vakkâs, Habbâb bin Münzir, Üseyd bin Hudayr, Sehl bin Hanîf, Asım bin Sabit, Haris bin Simme (r. anhüm) biranda sevgili Peygamberimizin etrafında halkalanıverdiler. Diğer Eshâb-ı kiram da, bu çok tehlikeli anda, Peygamber efendimizin etrafında yavaş yavaş toplanmaya başladılar. Müşrikler, sevgili Peygamberimizi ve O’na gövdelerini siper eden şanlı Eshâbını çembere aldılar. Her taraftan birlik hâlinde ilerleyerek çemberi daraltıyorlardı. Kureyşlilerdeh bir grubun ileri atıldığını gören Âlemlerin efendisi, yanında bulunan ve canını feda etmeye hazır olan hazret-i Ali’ye; “Onlara hücûm et!” buyurdular. Hazret-i Ali, hücûm edip, Amr bin Abdullah’ı öldürünce diğerleri kaçtı. Kılıcı kırılınca, Peygamber efendimiz, zülfikârı ona verdi. Başka bir grup gelirken, Peygamber efendimiz; “Yâ Ali! Bunların şerrini benden def eyle” buyurdular. Canını Resûlullah’a feda eden Allahü teâlânın Arslanı, derhâl hücûma geçti. Şeybe bin Mâlik’i öldürüp, diğerlerini geri püskürttü. O anda Cebrail aleyhisselâm gelip, Peygamber efendimize; “Yâ Resûlallah! Bu iş, Ali’den zuhur eden fevkalâde bir civan mertliktir” deyince, Resûlullah efendimiz; “O benden, ben de ondanım” buyurdular. Cebrail aleyhisselâm da; “Ben de ikinizdenim” dedi. O esnada bir ses; “Ali gibi yiğit, zülfikâr gibi kılıç bulunmaz” diyordu.

Müşrikler, sevgili Peygamberimizin yanına yaklaşamıyacaklarını anlayınca, ok atmaya başladılar. Atılan oklar, ya üzerinden geçiyor, ya önüne, ya sağına veya soluna düşüyordu. Düşmanı geriye püskürtmek için canlarını dişine takarak çarpışan Eshâb-ı kiram, bu hâli görür görmez, Alemlerin efendisinin etrafına toplanarak, gelen oklara mübarek vücûdlarını siper etmeye başladılar. Peygamber efendimiz Eshâbına okla mukabele etmelerini emir buyurunca, sahâbîler de düşmana ok atmaya başladılar. Sevgili Peygamberimiz, Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretlerini ön üne oturttular. Çok keskin nişancı olan hazret-i Sa’d, düşmana peş peşe ok yağdırmaya başladı. Sadağından yâni ok çantasından her ok çekişte; “Yâ Rabbî! Bu senin okundur. Onunla düşmanı vur!” diyor, Peygamber efendimiz de; “Allah’ım! Sa’d’ın duasını kabul et! Allah’ım! Sa’d’ın okunu doğrult!... Devam et, Sa’d! Anam-babam sana feda olsun!” buyuruyordu. Bu şekilde her ok atışta, Peygamber efendimiz aynı dualarını tekrarladılar. Hazret-i Sa’d’ın oku bitince, sevgili Peygamberimiz, kendi oklarını ona verip attırdı. Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretlerinin her oku, ya bir düşmana veya bindiği hayvana isabet ediyordu.

Uhud meydanının her tarafında amansız, müthiş bir çarpışma bütün şiddetiyle devam ediyor, bâzıları atlı, bâzıları yaya olarak îmân-küfür mücâdelesini sürdürüyorlardı. Eshâb-ı kiram daha toparlanamamıştı. Peygamber efendimizin etrafında ancak otuz kadar sahâbî pervane gibi dönüyor, gelen oklara, mızraklara, kılıçlara kendi vücûdlarını kalkan ediyorlardı. Tek arzuları, Peygamber efendimizin emrini yerine getirmek ve O’na gelecek her türlü zararı uzaklaştırmaktı. Baştan beri otuz bir müşrik öldüren yiğitlerin serdârı hazret-i Hamza, o hengâmede Peygamber efendimizden ayrı düşmüş, bir kalabalığın ortasında iki elinde iki kılıç ile çarpışıyordu. Ortasına düştüğü müşrik sürüsünü dağıttığı bir sırada, Sibâ’ bin Ümmü Enmâr; “Bana karşı koyabilecek bir yiğit var mı?” diyerek, hazret-i Hamza’ya meydan okudu. Hazret-i Hamza; “Yanıma gel, ey sünnetçi kadının oğlu! Demek sen, Allah’a ve Resûlüne meydan okuyorsun öyle mi?” deyip, onu göz açtırmadan bacaklarından tutup yere serdi. Başını kestikten sonra, karşı kayanın arkasında, Vahşî’nin elinde mızrak ile kendisine nişan aldığını gördü. Derhâl üzerine yürüdü, önüne sellerin açtığı çukur gelince, ayağı kaydı ve arkası üzere düştü. O anda karnından zırhı açılmıştı. Fırsatı yakalayan Vahşî, mızrağını fırlattı! Mızrak, uçarak hazret-i Hamza’nın mübarek vücûduna saplandı ve diğer taraftan çıktı. Kahramanların büyüğü; şehîd olmuş, özlediği makama kavuşmuştu...

Kureyşli müşriklerin hedefleri, Alemlerin efendisi idi. O’na yaklaşabilmek için bütün güçlerim harcıyorlardı. Fakat, etrafında pervane gibi dönen, bir zarar olur korkusu ile canlarını feda etmekten zerre kadar çekinmeyen şanlı, şerefli Eshâbı bir türlü geçemiyorlardı.

Müşriklerin iyice yaklaştıkları bir sırada, Peygamberimiz; “Şunları kim karşılar, kim durdurur?” buyurdu. Talha bin Ubeydullah hazretleri; “Ben! Yâ Resûlallah” deyip, ileri atılmak istedi. Peygamber efendimiz; “Senin gibi daha kim var?” buyurdular. Medîneli sahâbîlerden biri; “Yâ Resûlallah! Ben!” diyerek izin istedi. Sevgili Peygamberimiz; “Haydi, sen karşıla” buyurunca, ileri fırladı ve müşriklerin üzerine atıldı. Eşine rastlanmadık kahramanlıklar gösterdi. Bir kaç îmânsızı öldürdükten sonra şehâdet şerbetini içti. Resûl-i ekrem efendimiz, yine; “Şunlara kim karşı koyar?” buyurdular. Herkesten önce, yine Talha hazretleri çıktı. Peygamber efendimiz; “Senin gibi daha kim var?” diye sorunca, Ensârdan bir mübarek; “Ben karşılarım yâ Resûlallah!” dedi. Peygamberimiz; “Haydi onları sen karşıla” buyurdular. O da müşriklerle çarpışa çarpışa şehîd oldu. Bu şekilde Peygamber efendimizin o anda yanında bulunan bütün sahâbîler, vuruşa vuruşa şehâdete erdiler. Peygamberimizin yanında Talha bin Ubeydullah hazretlerinden başka kimse kalmamıştı. Hazret-i Talha, Resûlullah’a bir zarar erişir endişesi ile dört bir tarafa koşuyor, kâfirlerle kıyasıya çarpışıyordu. Onun bu kadar seri kılıç kullanması, bir anda Resûlullah’ın her tarafındaki düşmana karşılık vermesi, ok, mızrak ve kılıç darbelerine vücûdunu kalkan yapması eşine rastlanmayacak bir hâdiseydi. Hazret-i Talha, pervane gibi dönüyor, kendisine değen kılıçlara hiç aldırmıyordu. Dileği, Kâinatın sultânını korumak; bu uğurda diğer kardeşleri gibi şehîd olmaktı. Vücûdunda yara almayan yer kalmamıştı, elbisesinde kandan başka bir şey görünmez olmuştu. Fakat o buna rağmen dört tarafa birden yetişiyordu. O sırada hazret-i Ebû Bekr ve Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri, Resûl-i ekrem efendimizin yanına yetiştiler. Yiğitlerin efendisi hazret-i Talha da bu arada kan kaybından sıcak toprağa düşüp bayıldı. Her yeri kılıç, mızrak ve ok darbeleriyle delik deşikti. Sevgili Peygamberimiz, hazret-i Ebû Bekr”e, hemen hazret-i Talha’ya yardıma koşmasını emrettiler. Ebû Bekr-i Sıddîk (r. anh), hazret-i Talha’nın ayılması için mübarek yüzüne su serpti. Talha bin Ubeydullah hazretleri ayılır ayılmaz; “Yâ Ebâ Bekr! Resûlullah ne yapıyor?” diyerek, sevgi ve bağlılığın en güzelini gösterdi. Resûl-i ekremi sevmek, canını, O’nun mübarek vücûduna feda etmek ancak bu kadar olurdu. Hazret-i Ebû Bekr; “Resûlullah iyidir. Beni O gönderdi” deyince, Talha (r. anh) rahat bir nefes alıp; “Allahü teâlâya sonsuz şükürler olsun. O sağ olduktan sonra her musibet hiçtir” dedi. O sırada birkaç sahâbî daha yetişti. Alemlerin efendisi, Muhammed Mustafâ sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem, hazret-i Talha’nın yanını teşrîf ettiler. Yaralı mücâhid, Resûlullah’ı sağ olarak görünce, sevincinden ağladı. Peygamber efendimiz, onun vücûdunu mesh ettikten sonra, ellerini açıp; “Allah’ım! Ona şifâ ver, kuvvet ihsan eyle” diye dua buyurdular. Resûl-i ekrem efendimizin bir mucizesi olarak, hazret-i Talha ayağa kalktı ve tekrar düşmanla harbetmeye başladı. Sevgili Peygamberimiz onun için; “Uhud günü, yeryüzünde sağımda Cebrail’den, solumda da Talha bin Ubeydullah’dan başka bana yakın bir kimsenin bulunmadığını gördüm.” “Yeryüzünde gezen Cennet’lik bir kimseye bakmak isteyen. Talha bin Ubeydullah’a baksın” buyurdular.

Müşriklerden çok keskin bir nişancı ve her attığını vuran bir okçu olan Mâlik bin Züheyr, her yerde Peygamber efendimizi arıyor, bir fırsatını bulup ok ile vurmak istiyordu. Resûlullah efendimizin yakınlarına gelip, yayını gerdi ve sevgili Peygamberimizin mübarek başını hedef alarak okunu fırlattı. Göz açıp kapayıncaya kadar zaman yoktu. Hazret-i Talha ânında elini açarak hedef oldu. Ok, hazret-i Talha’nın avucuna saplandı ve elini parçaladı. Parmaklarının bütün sinirleri kesildi, elinin kemikleri kırıldı. Olanları Fahr-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz de görmüş ve; “Eğer (beni korumak için elini oka uzatırken) Bismillah deseydin, insanlar sana bakışırken, melekler seni göklere yükseltirdi” buyurmuşlardı.

Abdullah bin Kamîa, Ubey bin Halef, Utbe bin Ebî Vakkâs, Abdullah bin Şihâb-ı Zührî ismindeki dört müşrik, Resûl-i ekrem efendimizin hayâtına son vermek için anlaşıp, yemîn etmişlerdi. Bu sıkışık anda Resûlullah efendimiz, yanında bir kaç sahâbî olduğu hâlde düşmanla kıyasıya mücâdele ediyorlardı. Peygamber efendimizin önünde, sancakdâr Mus’âb bin Umeyr hazretleri vardı. Hazret-i Mus’âb, vücûduna giydiği zırhdan dolayı, sevgili Peygamberimize çok benziyordu. O da sağ elinde İslâm sancağı olduğu hâlde müşriklerle müthiş bir mücâdeleye girişmişti. Bu sırada zırhlara bürünmüş olan İbn-i Kamîa, atlı olarak yaklaştı. Avazı çıktığı kadar; “Bana Muhammed’i gösteriniz. O kurtulursa ben kurtulmayayım!” diye bağırarak, Peygamber efendimize doğru atını mahmuzladı. Hazret-i Mus’âb ile Nesîbe Hâtûn karşı koyup, vücûdlarını Peygamber efendimize siper yaparak çarpışmaya başladılar. Bu kâfire ne kadar kılıç vurdularsa, zırhından dolayı te’sir etmedi. İbn-i Kamîa, Nesîbe Hâtun’a bir kılıç vurarak omuzunu parçaladı. Sonra Mus’âb’ın sancak tutan sağ eline kılıcını indirdi. Sağ eli kesilen Mus’âb bin Umeyr, canından üstün tuttuğu mübarek İslâm sancağını yere düşürmeden sol eline aldı. O esnada; “Muhammed (aleyhisselâm) Resûldür. O’ndan önce de Resûller gelmiştir” meâlindeki (Al-i İmrân sûresi: 144) âyet-i kerîmeyi okuyordu. İbn-i Kamîa, bu defa kılıcını hazret-i Mus’âb’ın sol eline indirdi. Sol eli de kesilen şanlı sancakdâr, islâm sancağını yere düşürmüyordu. Kahraman sahâbî, sancağı kolları ile tutup gövdesine bastırarak dalgalandırmaya devam etti. İbn-i Kamîa, bu defa mızrağını şanlı sahâbînin vücûduna saplattı. O da, diğer arkadaşları gibi şehîd olarak âhirete göçmüştü (r. anh).

Hazret-i Mus’âb yere düşerken, şanlı İslâm sancağı yere düşürülmemiş, onu hemen Mus’âb’ın suretine giren bir melek kapmıştı. Sevgili peygamberimiz; “İleri yâ Mus’âb! İleri!” buyurduğunda, sancağı tutan melek; “Ben Mus’âb değilim” dedi. O zaman, Kâinatın sultânı efendimiz onun melek olduğunu anlayıp, sancağı hazret-i Ali’ye verdi.

Eshâb-ı kiramın pek çoğu dağılmış, bir kısmı da şehâdete ermişti. Onların bu dağınıklığından istifâde eden müşrikler, Resûl-i ekrem efendimizin etrafına toplanmışlardı. Taşla, kılıçla iki cihanın sultânını şehîd etmeye çalışıyorlardı. Üzerinde iki zırhı olduğu için, darbeler te’sir etmiyordu. Utbe bin Ebî Vakkâs’ın attığı taşlar, sevgili Peygamberimizin mübarek yüzüne değdi ve alt dudağı yaralandı. Alt çenesindeki mübarek sağ rebâiyye yâni kesici dişi kırıldı. O sırada İbn-i Kamîa denilen müşrik de geldi ve kılıcını Alemlerin efendisinin mübarek başına vurdu. Sevgili Peygamberimizin miğferi parçalandı, iki halkası da mübarek şakaklarına battı. Yine İbn-i Kamîa’nın vurduğu bir kılıç ile mübarek omuzundan yaralandılar ve müslümanları düşürmek için Ebû Amir’in kazdığı derin çukura yanı üzere düştüler. Sevgili Peygamberimiz, hâin İbn-i Kamîa için; “Allahü teâlâ seni zelil ve perişan etsin” diye dua ettiler. İbn-i Kamîa pek ziyâde sevinip; “Muhammed’i öldürdüm! Muhammed’i öldürdüm!..” diye bağırarak, Ebû Süfyân’ın yanına gitti. Müşrikler hedeflerine ulaşmışlardı! Artık Peygamberimizle ilgilenmiyorlardı. Peygamber efendimizin bulunduğu çukurun etrafından çekilmişlar, Eshâb-ı kiram ile çarpışmaya koyulmuşlardı.

Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, çukura düştüğünde, mübarek yanakları kanıyordu. Mübarek ellerini yüzüne sürünce, ellerinin ve sakal-ı şerîfinin kana boyandığını gördüler. Bir damla yere düşmeden Cebrail aleyhisselâm yetişip, o mübarek kanı kaptı ve dedi ki: “Yâ Habîballah! Allahü teâlânın hakkı için, eğer bu kandan bir damla yere düşse, kıyamete kadar yerde ot bitmezdi.” Fahr-i âlem efendimiz de; “Eğer benden bir damla kan yere düşerse, gökten azâb nazil olur. Yâ Rabbî! Kavmimi affet! Çünkü onlar bilmiyorlar” buyurarak, kendisini öldürmeğe kalkan mübarek vücûduna kılıç vurup, mübarek dişlerini kıran ve mübarek yüzünü kana boyayan kimselerin hidâyete gelmesi için dua ediyorlardı.

Bu esnada, Ka’b bin Mâlik hazretleri; “Ey müslümanlar! Müjde! İşte Resûlullah burada!...” diye yüksek sesle bağırıyordu. Bu sesi işiten şanlı Eshâb yanına koşuştular. Hazret-i Ali ile Talha bin Ubeydullah (r. anh) çukurdan çıkardılar. Hazret-i Ebû Ubeyde bin Cerrah, sevgili Peygamberimizin mübarek şakaklarına batan miğferin halkalarını dişleriyle çekip çıkardı. Bu demir parçalarını çıkarırken iki ön dişi de çıktı.

Müşrikler, tekrar üstlerine gelmeye başladılar. Eshâb-ı kiram, Peygamber efendimize yeniden kavuşmanın sevinci ile bir anda Resûlullah efendimizin etrafında halka olup; hiç bir müşrik bırakmadılar. Peygamber efendimize artık bir şey yapamayacaklarını anlayan müşrikler, dağın tepesine çıkmaya başladılar. İki cihanın sultânı, yanında bulunan Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretlerine; “Onları geri çevir” buyurdu. Hazret-i Sa’d; “Yâ Resûlallah! Yanımda sâdece bir okum var. Bununla nasıl geri çevireyim?” diye suâl eyleyince, Resûl-i ekrem efendimiz, tekrar aynı emri verdiler. Bunun üzerine okçuların pîri Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri, elini çantasına götürüp, okunu attı. Hedefini bulan ok bir müşrik devirdi. Elini tekrar ok çantasına uzattığında, bir ok daha olduğunu gördü. Dikkat etti, bu ok, biraz önceki oktu. Bir müşrik daha öldü. Bu hâl, defalarca sürdü. Sevgili Peygamberimizin bir mucizesi olarak, hazret-i Sa’d, her defasında ok çantasında bir evvelki attığı oku bulmuştu. Peşpeşe adamlarının öldürüldüğünü gören Kureyşliler, dağa çıkmaktan vazgeçtiler. Aşağı inip geriye çekildiler.

Müşrikler, derlenip toplanan ve yeniden hücûma geçen Eshâb-ı kiram karşısında tutunamadılar. Yetmiş ölü vererek harp meydanını terk edip, Mekke’ye doğru yürümeye başladılar.

Müslümanlar da derlenip toparlandılar. Cihâd-ı fîsebîlillah yâni Allahü teâlânın dînini yaymak için geldikleri Uhud’da, târihin essiz bir gazası yapılmıştı. Eshâb-ı kiramın, gözlerin göremiyeceği, hayâllerin erişemiyeceği nice kahramanlıklarına şâhid olunmuş, küffâra bir ders daha verilmişti. Bu savaşta, 7’si Kureyş’ten, 67’si Ensâr’dan olmak üzere 74 mücâhid şehîd oldu. Başka rivayetler de vardır.

BURNUNU VE KULAKLARINI NE YAPTIN DERSE?

Uhud savaşının çok kızıştığı bir andı. Yiğitliğin sembolü hazret-i Abdullah bin Cahş ile okçuların pîri Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri karşılaştılar. Çeşitli yerlerinden yaralanmışlardı. Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri diyor ki: “Uhud’da, savaşın şiddetli bir ânıydı. Birdenbire Abdullah bin Cahş yanıma sokuldu, elimden tuttu ve beni bir kayanın dibine çekti. Bana; “Şimdi burada sen dua et, ben “âmin” diyeyim. Ben dua edeyim, sen de “âmin” de!” dedi. Ben de; “Peki” dedim. Ben şöyle dua ettim. “Allah’ım, bana çok kuvvetli ve çetin düşmanlar gönder. Onlarla kıyasıya vuruşayım. Hepsini öldüreyim. Gazi olarak, geri döneyim.” Benim yaptığım bu duaya bütün kalbiyle; “Âmin” dedi. Sonra kendisi dua etmeye başladı ve; “Allah’ım, bana zorlu düşmanlar gönder. Kıyasıya onlarla vuruşayım. Cihâdın hakkını vereyim. Hepsini öldüreyim. Sonunda biri beni şehîd etsin. Sonra dudaklarımı, burnumu, kulaklarımı kessin. Kanlar içinde senin huzuruna geleyim. Sen; “Abdullah! Dudaklarını, burnunu, kulaklarını ne yaptın?” diye sorduğunda; “Allah’ım, ben onlarla çok kusur işledim, yerinde kullanamadım. Huzuruna getirmeye utandım. Sevgili Peygamberimin bulunduğu bir savaşta, toza toprağa bulandım, öyle geldim” diyeyim” dedi. Gönlüm böyle bir duaya “âmin” demeyi arzu etmiyordu. Fakat o istediği ve önceden söz verdiğim için, istemeyerek; “âmin” dedim. Daha sonra, kılıçlarımızı çekerek, savaşa devam ettik. İkimiz de önümüze geleni öldürüyorduk. O, son derece bahâdırâne saldırıyor ve düşman saflarını darmadağın ediyordu. Düşmana tekrar tekrar vuruyor, şehîd olmak için tükenmez bir arzu ile yeniden saldırıyordu. “Alla hû ekber! Allahü ekber!” diye çarpışırken kılıcı kırıldı. O anda sevgili Peygamberimiz ona bir hurma dalı uzatarak, savaşa devam etmesini buyurdu. Bu dal bir mucize olarak kılıç oldu ve önüne gelenle vuruşmaya devam etti. Pek çok düşman öldürdü. Savaşın sonuna doğru, Ebü’l-Hakem isminde bir müşrikin attığı oklarla arzu ettiği şehâdete kavuştu. Şehîd olunca, kâfirler cesedine hücûm ederek, burnunu, dudaklarını ve kulaklarını kestiler. Her tarafı kana boyandı.”

O’NU MELEKLER KORUYORDU!..

Hazret-i Ali şöyle anlattı: “Aralarında İkrime bin Ebî Cehl’in de bulunduğu bir müşrik birliğinin ortasına daldım. Etrafımı saranların çoğunu kılıçtan geçirdim. Başka bir birliğin içine daldım. Onlardan da pek çoğunu saf dışı ettim. Ecelim gelmediği için bana bir şey olmamıştı. Bir ara Resûlullah’ı göremedim. Kendi kendime; “Yemîn ederim ki, O, harp meydanını bırakıp gidecek bir kimse değildir. Her hâlde Allahü teâlâ yaptığımız uygunsuz hareketlerden dolayı O’nu aramızdan çekip, kaldırmıştır! Artık benim için çarpışa çarpışa ölmekten başka yol yoktur” dedim ve kılıcımın kınını kırdım. Müşriklerin üzerine hücûm edip, onları dağıttığımda, Resûlullah’ın aralarında olduğunu gördüm ve Resûlullah’ı, Allahü teâlânın melekleriyle koruduğunu anladım.”