ŞÛRA

Bir işin yürütülmesi için seçilen ve belli vasıfları taşıyan kişilerden meydana gelen meclis veya meclisin toplandığı yer, müessese. İslâm târihinde devlet ve millet işlerinin görüşüldüğü, halîfeye veya hükümdara yardımcı olan ve müslümanlar için en faydalı olanın, karara bağlandığı meclise verilen addır. Lügatte, danışmak, istişare ve meşverette bulunmak, istişarenin yapıldığı yer ve müessese mânâlarını ifâde eden, fert ve toplum hayâtının düzenli bir şekilde yürütülmesini sağlayan şûra (danışma); fert ve toplum hayâtında önemli bir yer tutar. Zâten istişare ve müşavere, yüce dînimizin en önemli emirleri arasında yer almaktadır. Mukaddes kitabımız Kur’ân-ı kerîmin Âl-i imrân sûresi 159. âyetinde meâlen; (O vakit) sen Allah’dan bir esirgeme sayesinde, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar etrafından her hâlde dağılıp gitmişlerdi bile. Artık onları bağışla, (Allah’dan da) günahlarının bağışlanmasını iste. İş hususunda onlarla müşavere et. Bir kerre de azmettin mi artık Allah’a güvenip dayan. Çünkü Allah kendine güvenip dayananları sever.” buyruldu.

Sevgili Peygamberimiz de sallallahü aleyhi ve sellem, Kur’ân-ı kerîmde bildirilmeyen bir çok işlerde yüce Eshâbının fikirlerine baş vurarak, istişarenin önemini işaret buyurmuştur.

Meselâ; Bedr günü Kureyş kervanının üzerine gidip gitmeme konusunda Eshâbı ile müşavere etmiş, onlarda; “Yâ Resûlallah! Sen bizden denizi geçmemizi istesen, muhakkak ki, seninle birlikte denizi geçeriz. Dünyânın öbür ucuna bizi yürütsen, seninle birlikte yürürüz. Biz Mûsâ’nın (aleyhisselâm) kavminin ona; “Sen ve Rabbin gidin, savaşın, biz burada oturucularız” dedikleri gibi demeyiz. Aksine biz; git, biz de seninle beraberiz, önündeyiz, sağında ve solundayız” demişlerdi.

Uhud muharebesinden önce de; Medîne’de kalarak mı, yoksa düşmana karşı şehir dışına çıkarak mı harb edilmesi hususunda Eshâb-ı kirâmıyla müşavere etmiş, kendisi Medîne’de kalarak muharebe etmeyi tercih ettiği hâlde, ekseriyet şehir dışına çıkmayı istediği için düşmana karşı çıkmıştı.

Hudeybiye günü müşriklerin üzerine yürüyüp, onlarla harb etme konusunda da Eshâb-ı kirâmıyla istişare etmiş, hazret-i Ebû Bekr’in; “Biz harb etmek için değil umre yapmak üzere çıktık” demesi üzerine onun re’yini tasvib buyurmuştu.

Buna benzer bir çok hususlarda Eshâb-ı kirâmıyla istişare eden Peygamber efendimiz, Allahü teâlânın emrine uyduğu gibi, kendisinden sonra, Eshâb-ı ve müslümanlara, hakkında kesin delîl bulunmayan hususlarda istişarede bulunmaları için örnek olmuştu. Ayrıca kurduğu İslâm Devleti’nin işlerini yürütmek için re’ylerine müracaat ettiği kimselerden meydana gelen bir Şûra meclisi de kurmuştu. Hattâ birdefâsında hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer’e; “Bir meşveret meclisinde bir araya geldiğimizde, ben ikinize muhalefet etmem, ikinizden ayrılmam” buyurmuştu.

Peygamber efendimiz devrinde ilk şûra üyeleri, tabiî olarak ilk Muhacirler olmuş, sonra Ensârın ileri gelenleri de katılmışlardı. Zamanla cihâd ve ilmî yönden temayüz eden Eshâb-ı kiram da şûra üyeleri arasında yer aldılar. Hattâ Bedr ehlinden olan sahâbe-i kiram, re’y ve fikirlerine müracaat edilen kimseler oldu. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem kendisi vazife isteyen ve ısrarla taleb eden kimselere vazife verilmemesini istedi. Buna göre; şûra üyelerinin müslümanlar tarafından seçilmesi veya onlar adına karar verecek bir hey’etin seçilmesi şeklinde bir yol tutuldu ve uygulama böyle oldu.

Peygamber efendimizin vefatından sonra Eshâb-ı kiram (r. anhüm), istişareye önem verdi. İlk halîfe hazret-i Ebû Bekr, şûra yoluyla seçildi ve Eshâb-ı kiramın hepsi bî’at etti. Hazret-i Ebû Bekr; Kur’ân-ı kerîm, Peygamber efendimiz zamanında toplanıp mushaf hâline getirilmediği hâlde, hazret-i Ömer’in teklifi ve diğer Eshâb-ı kiramın da aynı kanâatte olduklarını bildirmeleri üzerine, bir komisyon kurarak Kur’ân-ı kerîmin sûre ve âyetlerini toplayıp, mushaf hâline getirdi. Hazret-i Ebû Bekrvefâtına yakın sahâbe-i kiramla müşavere ettikten ve onların re’ylerini öğrendikten sonra, hazret-i Ömer’in yerine halîfe seçilmesini istedi. Bu uygulama da hazret-i Ebû Bekr’in müşavereye verdiği ehemmiyeti göstermektedir.

Şûra usûlüyle ve istihlâf yâni yerine halîfe tâyin etme yoluyla seçilen hazret-i Ömer de hilâfeti müddetince pek çok hususlarda Eshâb-ı kiramla müşaverede bulunup işleri adaletle yürüttü, istişare etmeden, çeşitli kimselerin görüşlerini almadan icraatta bulunmazdı. Onun, Muhacirler ve Ensârın ileri gelenlerinden ve Kureyş’in yaşlılarından meydana gelen bir istişare hey’eti yâni şûra meclisi vardı. Hazret-i Osman, hazret-i Ali, Abbâs bin Abdülmuttalib, Abdurrahmân bin Avf (r. anhüm) şûra üyelerinden bâzılarıydı. Ayrıca isteyen her müslümanın katıldığı bir de genel istişare kurulu vardı. Mescidde cemâatle namaz kılındıktan sonra, bir mes’ele cemâate anlatılır ve dileyen fikrini söylerdi. Bâzan özel şûraya bundan sonra danışılırdı. Ortaya çıkan umûmî kanâate, re’yi uymadığı takdirde hazret-i Ömer, kendi re’yini bırakıp, umûma tâbi olurdu. Hattâ; “Kim bende bir yanılma görürse, onu doğrultsun” buyurduğu meşhûrdur. İstişare kurulunda bulunanlar ondan önce fikirlerini açıklamakta serbest idiler. Bunlardan hiç bir kimse fikrini açıklamaktan men edilmezdi. Bir defasında ordusuyla birlikte Şam tarafına yolculukta iken, Şam’da taun salgını olduğu haberi gelince; Şam’a girip girmemek hususunda, yanındakilerle istişarede bulunmuş, ekseriyetin re’yine uyarak şehre girmekten vazgeçmiş ve geriye dönmüştü. Vefatına yakın bir zamanda, Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Sa’d bin Ebî Vakkâs ve Abdurrahmân bin Avf’dan (r. anhüm) meydana gelen şûranın içlerinden birini halîfe seçmelerini vasiyet etmişti. Nitekim hazret-i Osman şûra usûlüyle halîfe seçilmişti. O da hilâfeti müddetince yapacağı işleri istişare ederek yaptı. Birinci halîfe hazret-i Ebû Bekr zamanında toplanarak kitap hâline getirilen Kur’ân-ı kerîmin çoğaltılarak İslâm ülkesinin çeşitli merkezlerine gönderilmesi, şûrada alınan karar neticesinde gerçekleştirildi.

Hazret-i Osman’ın şehâdetinden sonra hazret-i Ali de şûra usûlüyle halîfe seçilmişti. Hazret-i Osman’ın katillerinin yakalanması ve cezalandırılması hususunda nasıl hareket edileceğine dâir hazret-i Âişe, Talha ve Zübeyr (r. anhüm) ile müşaverede bulunmuş, bir çok hususlarda Eshâb-ı kiramın re’ylerine başvurmuştu.

Peygamber efendimiz ve Hulefâ-i râşidîn devrinde hiç bir iş, şûra dışı bırakılmazdı. Şûra meclisi, Kitâb (Kur’ân-ı kerîm) ve Sünnetin delaletiyle sabit konularda bunları aynen kabul eder, aykırı karar alamazdı (Bkz. Kur’ân-ı kerîm, sünnet). Hakkında kesin ve açık delîl bulunmayan konular, şûranın karar vereceği hususları teşkil ederdi. Verilen kararlar tek veya çift taraflı olabilirdi. Bir hususta karar verilmişse ve ona muhalefet eden olmazsa icmâ’ hâsıl olurdu. Eğer bir konuda değişik re’y ve ictihâdlar ortaya çıkar, ekseriyet bunlardan birini tercih ederse bu karâra tâbi olunurdu.

Halîfe ile şûranın re’y ve ictihâdları karşılaşırsa; ya o konuda mütehassıs bir hey’etin tercîh ve hükmüne uyulur veya ekseriyetin re’yine tâbi olunur veya birinci derecede mes’ûliyet taşıdığı düşünülerek halîfenin re’yine uyulurdu. Her üç hususun da caiz olduğuna dâir Asr-ı seâdette uygulamalar mevcuttur.

Peygamber efendimizin ve dört halîfesinin zamanından sonraki devirlerde de, halîfeye veya hükümdarlara yardımcı olan ve onların devlet-millet işlerini danıştığı, belli vasıflara sâhib seçilmiş kimselerden teşekkül eden şûra meclisleri vardı. Bu meclise Ehl-üş-şûra ve Ehl-ül-Hall vel-Ahd tâbirleri kullanılmıştır. İlk Emevî halîfesi Muâviye (r. anh) da istişareye önem verir, günde beş defa idaresi altında bulunanların dertlerini dinlerdi. Daha sonra devlet, millet işlerini danışacağı husûsî şûra meclisini çağırır, mes’eleleri istişare ederdi. Diğer Emevî halîfelerinin de istişare meclisleri mevcuttu.

Abbasîler zamanında da, biri husûsî, diğeri umûmî olmak üzere iki çeşit şûra meclisi vardı. Birincisi, halîfe ve devlet ricalinin ileri gelenleri veya yanına gelen büyük kumandanlarından meydana gelen bir meclisdi. Diğerinde ise günlük işler görüşülüp karâra bağlanırdı.

Müslüman olmadan önce de danışmaya önem veren Türkler, İslâmiyet’in kabulü ile, islâm dîninin istişareye ve danışmaya verdiği öneme binâen Hân veya Hakana devlet işlerinde yardımcı, şûra meclisi hüviyetinde olan kurultay meclisi yerine dîvânlar kurdular. Karahanlılar, Gazneliler, Büyük Selçuklular ve Memlûklüler zamanında önemli vazifeler gören dîvânlar çeşitli adlarla anılmaktaydı. Bunların en önemlisi en bariz şekliyle Büyük Selçuklular zamanında görülen Dîvân-ı sultân adı verilen Büyük dîvân idi. İlk Büyük Selçuklu dîvânı, 1036 (H. 428)’de Nişâbûr’da Tuğrul Bey’in başkanlığında toplandı. Haftada iki defa Büyük dîvânı toplayan Tuğrul Bey; devlet ve millet işlerini görüşürdü. Dîvâna bâzan vezirlerde başkanlık ederlerdi. Büyük dîvân azaları, ayrıca kendi husûsî sahalarıyla ilgili bir dîvânın da başkanlığını yürütürlerdi. Bu dîvândan başka Memlûklüler zamanında ortaya çıkan hükümdarın haftada iki gün halkın dâva ve dertlerini dinleyip oradaki yetkili ve ilgili kimselerle birlikte şikâyetleri karâra bağlayan Dar’ül-adl veya Dîvân-ül-mezâlim adlı şûra meclisi vardı.

Türkiye Selçuklularında Dîvân-ı saltanat veya Dîvân-ı âlî adını alan yüksek meclis, hükümdarın danışma meclisi hüviyetindeydi. Bu dîvâna Sâhib-i âzam veya Sâhib denilen bir vezir başkanlık ederdi. Dîvân, sofa denilen salonda kurulur, vezir yerini aldıktan sonra sağına ve soluna münşîler (dîvân kâtipleri) ve tercümanlar otururdu. Dîvâna gelen mes’eleler görüşülüp karara bağlandıktan sonra münşîler tarafından yazılırdı. Defâtir-i dîvân-ı âlâ denilen dîvânda karâra bağlanan mes’elelerin yazıldığı defterler vardı. Büyük dîvânda, daha alt dîvânlarda görüşülüp karâra bağlanamayan hususlar görüşülür ve karâra bağlanırdı.

Bâbürlüler, Kara Koyunlular ve Ak Koyunlularda da Selçuklularda olduğu gibi önemli devlet işlerinin görüşüldüğü büyük dîvân ve çeşitli küçük dîvânlar mevcuttu.

Osmanlılar zamanında da devlet ve millet işlerinin görüşülüp istişare edildiği ve karâra bağlandığı Dîvân-ı âlî veya Dîvân-ı hümâyûn denilen şûra meclisi vardı. Dîvân-ı hümâyûnda, devlete âid; siyâsî, idarî, askerî, örfî, şer’î, adlî ve mâlî işler, şikâyet ve dâvalar görüşülüp ilgililer tarafından tedkîk edildikten sonra karara bağlanırdı. Dîvân, hangi din ve millete mensûb olursa olsun, hersınıf halka; kadın-erkek herkese açıktı. Mes’elelerini mahallinde hâlledemeyen kimseler, Dîvân-ı hümâyuna müracaat ederlerdi. Ayrıca harp ve sulh gibi kararlar dîvân tarafından verildiği gibi, bütün mühim devlet işleri de burada müzâkere edilir ve netîcelendirilirdi. Dîvânda karâra bağlanmayan ve pâdişâha arz edilmesi gerekmeyen işler pâdişâhın mutlak vekili vezîr-i âzamın, İkindi dîvânı’nda müzâkere edilip karâra bağlanırdı. Fâtih Sultan Mehmed Hân zamanına kadar dîvâna pâdişâhlar başkanlık ederdi. Haftanın belli günlerindeki dîvân toplantılarına, daha sonra, pâdişâh adına vezîr-i âzamlar başkanlık ettiler.

Osmanlı Devleti’nin son zamanlarına doğru dîvân toplantıları terk edilerek işlerin hâili sadr-ı âzam dîvânına bırakıldı. Ayrıca devlet işleri hakkında kararlar vermek, yapılan nizam ve kânunları tedkîk ve bir kısım me’mûrları muhakeme etmek üzere Şûrây-ı devlet denilen meclis kuruldu.

1867 (H. 1284) yılında kurulan ve bugün danıştay adını alan bu meclis, devletin sonuna kadar devam etti.

Osmanlılarda ayrıca harb îlânı, sulh akdi gibi fevkalâde hâdiseler hakkında büyük devlet adamlarıyla, ilim, irfan sahiplerinin görüşleri alınmak üzere pâdişâhların katılmasıyla toplanan Şûrây-ı saltanat adlı bir meclis de vardı. Bir çok defa toplanan bu meclis, en son olarak, son Osmanlı sultânı Vâhideddîn Hân’ın padişahlığı ve Dâmâd Ferit Paşa’nın Sadr-ı âzamlığı zamanında yapılmıştı.

Halîfeye ve hükümdara yol gösterecek olan bu şûra üyelerinin nasıl seçileceğine dâir değişmez kaideler Asr-ı seâdette açık olarak konulmamışsa bile, daha sonraki asırlarda yetişen müctehid âlimler, Asr-ı seâdette yapılan uygulamalara kıyâs yaparak bâzı değişmez kaideler ortaya koymuşlardır.

Buna göre şûra üyelerinde bulunması gereken şartlar şunlardır:

1-Adalet; şûra üyesi İslâm dîninin emirlerine uymak ve yasaklarından sakınmak hususunda çok dikkatli olmalı ve mükemmel bir ahlâka sâhib, doğru, sözüne güvenilir kimselerden olmalıdır.

2-İlim; şûra üyesi olan kişi, içinde yaşadığı cemiyetin bütün mes’elelerine vâkıf bulunmalı, bunları çözmek için naklî ve aklî ilimlerde yüksek derece sahibi olmalıdır.

3-Akl-ı selîm sahibi, zekî, çalışkan, ileri görüşlü ve firâset sahibi olmalıdır.