MUTEZİLE

Hicrî ikinci asırda Vâsrl bin Ata tarafından kurulan ve aklı nakilden önde tutan bir bid’at fırkası. “Kul, kendi fiillerini kendi yaratır” diyerek kaderi inkâr ve; “Büyük günâh işleyen kimse ne kâfirdir, ne de mü’mindir. O kimse iki menzile arasında bir menzilededir” diyerek Ehl-i sünnetten ayrıldılar.

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin Medîne-i münevvereye hicreti ile temeli atılan İslâm devletinin sınırları günden güne genişledi. Yeni müslüman olan milletler, eski inanışlarında bulunan bâzı fikir ve görüşlerle ilgili yeni sorular ortaya attılar. İslâmiyet’in yayılmasından endişe eden İslâm düşmanları da, insanları şüpheye düşürücü bir takım dînî sorular sorarak müslümanların zihinlerini bulandırdılar. Lâtince ve diğer dillerden felsefecilerin kitapları Arabcaya tercüme edildi. Bu kitapları okuyanlardan eski filozofların fikirlerine kapılıp, onların te’siri altında kalan kimseler ortaya çıktı.

Bütün bu sebepler sonucunda dînî, fikrî ve siyâsî bir çok sapık fırkalar doğdu. Hicrî birinci asrın sonları ve ikinci asrın başlarında çıkan yeni sorulara, Kur’ân-ı kerîm ve Peygamber efendimizin sünnetini kendi akıl ve görüşlerine göre açıklamak suretiyle cevaplar veren kimseler ortaya çıktı. Böylece müslümanların doğru yoldan ayrılmalarına sebeb oldular. Bunlara Ehl-i sünnetten ayrılanlar mânâsına mu’tezile denildi.

Kaderi inkâr ederek, insanların kendi fiillerini kendilerinin irâde edip, yarattığını söyleyen bu fırkanın kurucusu Vâsıl bin Atâ’dır. Vâsıl bin Ata, zamanın önemli ilim merkezlerinden olan Basra’da aklî ve naklî ilimleri öğretip, talebe yetişti ren ve Tabiînin ileri gelenlerinden olan Hasen-ül-Basrî’nin (r. aleyh) talebesi idi. Bir gün Hasen-ül-Basrî’nin ilim meclisinde; “Büyük günâh işleyen kimsenin durumu nedir?” diye bir suâl soruldu. Orada bulunan Vâsıl bin Ata, hocasından önce söze başlıyarak; “Büyük günah işleyen kimse ne mü’min, ne de kâfirdir. Onun yeri “El-menziletü beyn-el-menzilete” yâni îmân ile küfür arasındadır. Eğer tövbe etmeden ölürse ebedî olarak Cehennem’de kalır” dedi. Hocası Hasen-ül-Basrî ise, büyük günah işleyen kimsenin fâsık olduğunu, bu kimsenin ebedî olarak Cehennem’de kalmıyacağını bildirdi. Hasen-ül-Basrî’nin bu sözlerine muhalefet eden Vâsıl bin Ata; onun ders halkasını terk etti. Hasen-ül-Basrî (r. aleyh); “Kadi’tezile annâ el-Vâsılü” yâni “Vâsıl bizden ayrıldı” buyurdu. Bundan sonra Vâsıl bin Atâ’ya tâbi olup, onun sapık fikirlerini benimseyenlere ayrılanlar mânâsına mu’tezile denildi.

718 ilâ 728 (H. 100-110)senelerinde Basra’da ortaya çıkan mu’tezile mensupları, eski Yunan ve Hint felsefesinde yer alan fikir ve görüşleri benimseyerek müdâfaa etmeye başladılar. Emevîler zamanında takibata uğrayan mu’tezilîler, insanın fiilleri üzerinde hiç bir etkisi olmadığını ve onun, kader karşısında, rüzgâr önündeki bir yaprağa benzediğini ileri süren cebriyye’nin karşısında; insanın kendi fiillerini irâde ettiğini ve yarattığını ileri sürdüler. İnsanın “kaderi üzerinde mutlak te’siri olduğunu kabul etmelerinden dolayı da kaderiyye adını aldılar. Ortaya attıkları suâllere, naklî yâni Kur’ân-ı kerîm ve Peygamber efendimizin sünnetini bir kenara bırakarak kısır akıllarıyla cevap vererek insanların hak yoldan ayrılmalarına sebeb oldular. Abbasîler zamanında nüfuz sahibi olup, Kuzey Afrika, Horasan, Yemen, Cezîre ve Küfe taraflarına giderek sapık fikirlerini yaymağa çalıştılar. Bu ülkelerde pek çok kimse mu’tezilenin fikirlerini kabul ederek hak yoldan ayrıldı. Mu’tezilenin görüşlerinin etkisinde kalan Halîfe Me’mûn devrinde mu’tezilenin ileri gelenlerinden Ebü’l-Huzeyl el-Allâf, Nazzâm, Câhız ve Cübbâî gibi kimseler yetişti. Kendi aralarında önemli görüş ayrılıklarına düşüp kollara ayrıldılar. Devletin önemli mevkilerine gelen mu’tezilîler kendileri gibi düşünmeyen Ehl-i sünnet müslümanlara karşı baskı ve şiddete başvurdular.

847 (H. 232) senesinde halîfe olan el-Mütevekkil zamanında mu’tezilenin ileri gelenleri takibata uğrayıp haps edildiler. Yine mu’tezilî iken Ehl-i sünnet akaidinin önde gelen savunucularından olan Ebü’l-Hasen el-Eş’arî, mu’tezilenin sapık fikir ve görüşlerini sert bir şekilde tenkîd etti. Ehl-i sünnetin îtikâddaki iki imâmı olan İmâm-ı Eş’arî’nin ve Orta Asya ve Mâverâünnehr ülkelerinde İmâm-ı a’zam’ın bildirdiği îtikâd bilgilerini toplayan ve yayan İmâm-ı Mâturîdî’nin mezheblerinin yayılması karşısında iyice zayıflayan ve muhaliflerine cevâb veremeyen mu’tezilîler, toplu hâlde görülmez oldular. 932-1055 (H. 320-447) seneleri arasında iktidarı elde bulunduran Büveyhîler zamanında kayb ettikleri itibârı bir dereceye kadar kurtardılar. Büveyhîlerin merkezi olan Rey şehri, aynı zamanda mu’tezilîlerin merkezi oldu. Büveyhîlerin yıkılmasından sonra Selçuklular ve Gazneliler tarafından tekrar takibata uğrayan mu’tezilîler, Horasan’a sürüldüler. Bundan sonra fırka olarak devam etmeyen mu’tezile, şahıslarla devam etti. Mu’tezilî olarak yetişen son ilim sahibi kimse ez-Zemahşerî’dir.

Daha sonraki asırlarda da çeşitli sapık fırkalar arasına girip fikirlerini o fırka mensuplarına telkine devam eden mu’tezilîlerin fikirleri bugün, Yemen’deki Zeydîler tarafından benimsenmektedir. Şîa, îtikâdda mu’tezile mezhebini kabul eder.

Zaman zaman değişik fikirler ileri sürerek birbirleriyle mücâdele eden ve biri diğerini küfürle itham eden mu’tezilîler, bir çok kollara ayrıldılar: Vâsılıyye, amraviyye, huzeyliyye, nazzâmiyye, evsâriyye, muammeriyye, iskâfiyye, câferiyye, bişriyye, murdariyye, hişâmiyye, sumâmiyye, câhiziyye, habîtiyye, himâriyye, hayyâtiyye, mersiyye, şehhâmiyye, ka’biyye, cübbâiyye, behşemiyye kolları bunlardandır.

Mu’tezilenin temel fikir ve görüşleri şunlardır:

1-Allahü teâlânın sıfatlarını inkâr ederler. Allahü teâlâ ufak-tefek şeyleri bilmez derler. Kur’ân-ı kerîmin mahlûk (yaratılmış) olduğunu kabul edip, Allahü teâlânın Cennet’te mü’minler tarafından görülebileceğini reddederler.

2-“İnsan bütün işlerinde hürdür. Fiillerini kendileri yaratır. Allah, kulları kendi fiillerini yaratacak kudrette yaratmıştır. Takat yâni gücü yetme, fiilden öncedir. Kişi, yapacağı bir işe sarfettiği kuvveti önceden hazır bulur. Ceza ve mükâfat da bunun için vardır” diyerek kaderi yâni ezelî takdîri inkâr ederler. “Allahü teâlâ kulları için en iyi olanı yaratmak zorundadır. Hüsn (iyilik), kubh (kötülük) Allahü teâlânın bildirmesiyle değil, akıl ile bilinir” derler.

3-“Büyük günah işleyen kimse, ne mü’mindir ne de kâfirdir, îmân ile küfür arasında bir derecededir. Amel îmândan cüzdür, yâni bir parçadır, îmân alken vâcibdir. Nakil (Vahy) olmasa da insanların Allah’a inanması ve emirlerine uyması gerekir. Büyük günahlar iyi amelleri de yok eder” derler.

4-“Allahü teâlâ iyi amelde bulunan kimseye sevâb vermek mecburiyetindedir. Çünkü sevâb vereceğini vâd etmiştir, söz vermiştir. Büyük günah işleyen kimse de tövbe etmeden ölmüşse, onu cezalandırmak, Cehennem’e atmak zorundadır. Çünkü böyle bildirmiş vaîd yâni tehdîd etmiştir. Aksi takdirde sözünde durmamış olur” derler.

5-“Emr-i bil-ma’rûf nehy-i anilmünker yâni iyiliği emr etme ve kötülükten sakındırma işi kuvvetle, yâni kılıç ve silâh kullanarak yapılmalıdır” derler. Bu yüzden târihde mu’tezilî olanlar kendi görüşlerinde olmayanlara çok şiddetli baskı uygulamış, işkence yapmış, ölüme kadar varan cezalar vermişlerdir.

Hareket noktası akıl olan, akıl ile nakil karşılaştığı zaman, nakli te’vil eden ve felsefecilerin büyük etkisinde kalan mu’tezilîler, helâlin rızık, haramın ise rızık olmadığını kabul ederler. “Öldürülen kimse kendi eceliyle ölmemiştir” derler. Peygamber efendimizin Kur’ân-ı kerîmden başka mucizelerini inkâr ederler. Evliyanın kerametini kabul etmeyip, kabir ziyaretini, tevessülü ve duanın ölüye faydalı olacağını reddederler. “Sahabenin hepsi âdil değildir” derler. Amellerin tartılmasını imkânsız kabul ederek, mîzânı, sıratı, hesabı, kevserhavzını ve şefaati inkâr ederler. Kabir azabını, kabir suâlini kabul etmezler. “Cennet ve Cehennem şimdi yaratılmış hâlde değildir” derler. Mu’tezilîlerin bâzı kolları mi’râcı inkâr ederler. Cinlerin varlığını kabul etmezler.