MAZHAR-I CÂN-I CANAN

Evliyanın büyüklerinden. İnsanları Hakk’a davet eden, doğru yolu göstererek hakîkî saadete kavuşturan ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen âlim ve velîlerin meşhûrlarından. İsmi, Şemseddîn Habîbullah’dır. Hazret-i Ali’nin neslinden olup, seyyiddir. Yirmi sekiz batında hazret-i Ali’ye ulaşır. Babası Mirza Çan’dır. Bu isme izafeten Cân-ı Canan denilmiştir. 1699 (H. 1111) veya 1701 (H. 1113) senesinde Ramazân-ı şerîfin on birinde Cum’a günü doğdu ve 1781 (H. 1195) senesinde yine bir Cum’a günü Delhi’de şehîd edildi. Kabri, Şah Cihan Camiî yakınındaki Dergâh Camiî’nde bulunan dört kabirden biridir. Talebesi Abdullah-ı Dehlevî de buradadır. Dedeleri, Bâbürlü sultanların kumandanlarından idiler. Bütün dedeleri, mürüvvet, adâlet, şecaat, el açıklığı ve dîne son derece bağlılıkları ile tanınmış olup; beğenilip, medhedilen bütün üstün vasıflara sâhib idiler. Ayrıca herbiri, devlet idaresinde mevkî ve makam sahibi idiler. Babası Mirza Can, mevkî ve makamı terkedip, fakirliği ve kanâati tercih etti. Servetini Allah için fakirlere dağıttı. Kızının nikâhı için yirmi beş bin rub’iyye altın ayırmıştır. Dostlarından birinin şiddetli sıkıntıda olduğunu öğrenince, hepsini hediye etti. Memleketinde; merhameti, güzel ahlâkı, insanî meziyetlerinin üstünlüğü ile tanınmış bir zât olan babası, zamanın mürşid-i kâmillerinden Şah Abdurrahrnân Kâdirî’nin sohbetinde kemâle gelmişti. Mazhar-ı Cân-ı Canan hazretten de, küçük yaşta ilim ve marifet öğrenmeye ve çeşitli maharetler kazanmağa başlamıştı. Kıymetli ömrünü çocukluğundan itibaren gayet iyi değerlendirdi. İlim ve marifetler yanında; çeşitü san’at ve fen ilimlerini de öğrendi.

Mazhar-ı Cân-ı Canan hazretleri on altı yaşında iken babası vefat etti. Vefatından önce kendisine vasiyette bulunup; “Oğlum! Bütün vaktini, kemâlâtı yâni olgunlukları ve üstün dereceleri elde etmek için harca! Kıymetli ömrünü boş şeyler ile geçirme!” dedi. Babasının vefatından sonra bu vasiyetine uyarak ilim öğrenmeye ve öğrendikleri ile amel etmeye başladı. Kendisini tasavvuf yolunda yetiştirmek için nerede büyük bir zâtın haberini alsa, hemen ziyaretine gider, sohbetine katılırdı. Keşîmullah Çeştî, Şah Muzaffer Kadirî, Şah Gusâm Muhammed Muvahhid, Mîr Hâşim Câliserî... gibi velîlerin yanında ve daha pek çok büyük zâtın sohbetinde bulunarak kendini yetiştirdi.

Mazhar-ı Cân-ı Canan hazretleri; tefsir ve hadis ilmini Hacı Muhammed Efdal Siyalkûtî’den; Kur’ân-ı kerîm ilmini, Hafız Abdürresûl Dehlevî’den ve Fârisî lisânını babasından tahsîl etti. Bu arada İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden feyz alan Şeyh-üş-Şüyûh Muhammed Âbid hazretlerinin feyz saçan huzurlu sohbetlerine kavuştu. Bir zaman hizmetinde bulundu. Ayrıca Kadiri, Çeştî ve Sühreverdî yollarında icazet aldı. Daha sonra Seyyid Nur Muhammed Bedevânî’nin sohbetlerine dört sene devam ederek, yirmi iki yaşında halîfesi ve vâris-i ekmeli oldu. Tasavvufda Müceddidiyye yolunda yüksek derecelere kavuştu ve otuz yıl irşâd faaliyetlerinde bulundu. Ders ve sohbetlerine; âlimler, âmirler, velîler ve halk devam edip, kendisinden çok feyz aldılar. Yetiştirdiği talebelerinin sayısı çoktur. Bunlardan ellisi, tasavvufta Makâmât-ı Ahmediyye denilen yüksek dereceye ulaşmıştır. Seyyid Abdullah-ı Dehlevî ve Muhammed Senâullah-i Osmânî Pânipütî Dehlevî talebelerinin meşhûrlarındandır. Abdullah-ı Dehlevî hocasından duyduklarını Makamât-ı Mazhariyyesinde toplamış, Senâullah-i Pânipütî de hocasının ismine nisbetle Tefsîr-i Mazharî adis bir tefsîr yazmıştır.

Mazhar-ı Cân-ı Canan hazretleri kemâl derecede zühd ve tevekkül sahibi idi. Dünyâdan ve dünyâya düşkün olanlardan son derece sakınırdı. Kendisine verilmek istenen hediyeleri kabul etmezdi. Zamanın pâdişâhı Muhammed Şah, vezîr’ı Kamerüddîn Hân ile Mirza Cân-ı Cânân’a haber gönderip, şöyle dedi; “Aiîahü teâlâ bize öyle bir mülk verdi ki, hatırlarından her ne geçerse hediye olarak göndeririz, yeter ki istesinler.” Mazhar-ı Cân-ı Canan hazretleri bu teklif üzerine; “Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “...Onlara şöyle de! Dünyânın metâı pek azdır...” (Nisa sûresi: 77) buyurarak dünyânın yedi iklimindeki mal ve mülkün azbirşey olduğunu bildirdi. Az bir şey olan bu yedi iklimden biri de Hindistan olup, o da senin elinde bulunmaktadır. Bunun kıymeti nedir ki? Büyüklerin himmetinin esâsı ise, ondan uzak durmaktır” cevâbını verdi. Yine o havalinin ümerâsından biri, Mazhar-ı Cân-ı Canan hazretleri için bir dergâh yaptırdı. Bütün dervişlerin ihtiyâcını karşılayacağını bildirerek kabûl etmelerini arzetti. Fakat kabul etmedi ve; “Bizim için her yer birdir. İnsanların rızkı Allahü teâlânın indinde takdir edilmiştir. Vakti gelince herkes ona kavuşur. Dervişlerin hazînesi sabır ve kanâattir ve bu kâfîdir” buyurdu.

Nevvâb Hân Fîrûzcenk, şiddetli bir kış gününde, onu, üzerinde eski bir elbiseyle görünce ağladı. Yanında bulunan adamlarından birine; “Biz ne bedbaht insanız ki büyüklerimizden bir zât hediye kabul etmiyor ve ona hizmet etmekle şereflenemiyoruz” dedi. Bu hâdise üzerine Mazhar-ı Cân-ı Canan hazretleri; “Biz, zenginlerden bir şey kabul etmemeğe, almamağa kararlıyız. Hayat güneşimiz batmaya yüz tuttu, ömür bitmek üzere. Şimdiye kadar kabul etmedik” buyurdu. Sonra Nevvâb Hân, otuz bin rub’iyye para hediye etmek istedi. Kabul buyurmadı ve; “Biz sizin servetinizin yiyicisi değiliz, onu fakirlere dağıtınız” dedi. Yine Afgan serdârlarından biri, eşrefî denilen üç yüz altın göndermişti. Bunu da kabul buyurmayıp; “Her ne kadar hediyeyi kabul etmek lâzsmsa da, mutlaka kabul etmek lâzım olduğuna dair bir emir yoktur. Biz, kendi talebelerimiz ihlâs ve ihtiyatla, haram karışmaması için dikkat ederek, hazırladıkları hediyeleri bile kabul etmiyoruz.

Ümerâ ve zenginlerin hediyelerini nasıl kabul edelim. Asıl onların hakkı bunlardadır. Kıyamet günü onun hesabını vermek zordur. İmâm-ı Tirmîzî’nin (r. aleyh), Ebû Berze’den naklettiği hadîs-i şerîfde Peygamberimiz buyurdu ki: “Kıyamet günü herkes, dört suâle cevâb vermedikçe hesaptan kurtulamayacaktır: Ömrünü nasıl geçirdi, ilmi ile nasıl amel etti. Malını nereden nasıl kazandı ve nerelere harcadı. Cismini, bedenini nerede yordu, hırpaladı.” Bunun için çok dikkat etmek lâzımdır” buyurdu.

Mazhar-ı Cân-ı Canan hazretleri hocalarına büyük bir muhabbet ve ihlâs ile bağlı idi. Bilhassa İmâm-ı Rabbânî hazretlerine derin bir muhabbeti vardı. “Her neye kavuştuysam, hocalarıma olan muhabbetim sebebiyle kavuştum. Kulun amelleri nedir ki, Allahü teâlânın rızâsına kavuştursun! Fakat Allahü teâlânın rızâsına kavuşmuş ve makbul kullarından olan zâtları sevmek, onlara muhabbet beslemek, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için en kuvvetli vâsıtadır” buyurdu.

Şehîdlik derecesine kavuşmayı çok arzu eden Mazhar-ı Cân-ı Canan hazretlerinin, ömrünün son günlerinde huzuruna gelip gidenler iyice artmıştı. 1781 (H. 1195) senesinin Muharrem ayının yedisinde Çarşamba gecesi kapısının önünde pek çok kimse toplanmıştı. Bunlar arasından üç kişi ısrarla içeri girmek istiyorlardı. Nihayet izin atıp içeri girdiler. Bunlar moğol ve mecûsî idiler. Huzuruna girince; “Mazhar-ı Cân-ı Canan sen misin?” dediler. Mazhar-ı Cân-ı Canan hazretleri de; “Evet benim” buyurdu. Meğer bunlar Mazhar-ı Cân-ı Canan hazretlerini kasdedip, öldürmek üzere gelmişlerdi. İçlerinden biri üzerine hücûm edip hançer vurmaya başladı. Vurulan hançer darbesi kalbine yakın bir yere isabet etmiş, ağır yaralanmış ve yere yıkılmıştı.

Mazhar-ı Cân-ı Canan hazretleri bu haliyle üç gün daha yaşadı. Yaralarından devamlı kan aktı. Üçüncü gün Cum’a günü idi. Öğle vakti ellerini açıp Fâtiha-i şerîfi okudu, ikindi vaktinde; “Günün bitmesine kaç saat vardır?” buyurdu. Dört saat vardır dediler. O gün hem Cum’a, hem de aşure günü idi. Akşam olunca üç defa derin nefes aldı ve şehîd olarak vefat etti.

Mazhar-ı Cân-ı Canan hazretleri buyurdu ki: “Kim dünyâya düşkün olanlar arasına karışırsa, sohbetin bereketlerine ve tasavvufun nurlarına kavuşamaz! Bir kimse dünyâya düşkün olanlar arasına ihtiyaç olduğu kadar karışır, hâlis niyetle ve bâtınî nisbetini muhafaza ederek aralarında bulunursa zararı yoktur.”

“Dünyâ mel’ûndur ve dünyâda olan şeylerden Allah için yapılmayanlar da mel’ûndur. Allahü teâlânın sevgisi ile dünyâ sevgisi bir araya gelmez. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için mâsivâyı yâni Allahü teâlâdan başka her şeyi ve bütün maksatları terketmek lâzımdır.”

Takvanın ve verânın yâni haramlardan ve şüpheli şeylerden sakınmanın yolu, Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme hakkıyla uymak ve onun bildirdiklerini candan kabul etmektir. Kendi hâlinizi, Kitab ve sünnette bildirilen hususlar ile karşılaştırınız. Eğer, Kitab ve sünnette bildirilen hususlara yâni dînin emirlerine uygun ise makbuldür. Uygun değilse merdûddur, reddedilecekdir. Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdı üzere olmak lâzımdır.”

ÖLÜM ANÎ GELİR

Mazhar-ı Cân-ı Canan hazretleri buyurdu ki; “Yenilen lokmalar insanı muvaffakiyete kavuşturmalı ve tâatın nurunu arttırmalıdır. Fakirliği zenginliğe tercih etmeli, sabır ve kanâati seçmeli. Teslimiyeti ve rızâyı seciye hâline getir-melidir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin; “Allahım!Âl-i Muhammed’in rız-kım kâfi gelecek kadar kıl!” duasına uygun bir şekilde insana lâzım olan şeyleri yetecek kadar istemelidir.

Eshâb-ı kiram da böyle dua ederdi. İsrafa düşürecek kadar zengin; sıkıntıya, borca düşürecek kadar da fakir olmamalıdır. İnsanların çoğu bu hâlden düşmüştür. Bu hâlde iken ölüm gelip yakalamaktadır. Kulluk vazifesini yerine getirip, ölüme hazır beklemeli, gönlü başka arzulara bağlamamalıdır. Ölüm, ilâhî bir hediyedir. Allahü teâlâya kavuşmak ve Resûlullah’ın dıdârını mübarek yüzünü görmektir.”

EVLİYAYA MUHABBET

Mazhar-ı Cân-ı Canan (r. aleyh), vefatının yaklaştığı günlerde, kavuştuğu nimetleri dile getirerek ve şükrederek, şöyle buyurdu: “Kalbimden her ne geçtiyse ve her ne mîmete kavuşmak istediysem, Allahü teâlâ hepsini ihsan etti. Beni, İslâm-ı hakîkî ile şereflendirdi ve çok ilim ihsan etti. Salih amel üzere istikâmet verdi. Büyüklerin tasavvuf yolunda bildirdiği şeylerin hepsini verip keşi, tasarruf ve keramet ihsan etti. Beni dünyâya düşkünlükten ve dünyâya düşkün olanlardan uzak eyledi. Yalnız Allahü teâlâya yaklaşmada, yüksek derece olan şehîdüğe kavuşamadım. Hocalarımın, mürşidlerimin çoğu şehîdlik şerbetini içmekle şereflendiler. Şu anda yaşlandım, vücûdum zayıf düştü. Cihad edecek ve böylece şehîdüğe kavuşacak gücüm, takatim kalmadı. Ölümü sevmeyen, istemi yenlere şaşılır. Ölüm, Allahü teâlâya kavuşmaya sebeptir. Ölüm; Resûlullah efendimizi ziyaret etmeye, evliyaya kavuşmaya, onların mübarek yüzlerini görerek mesrur olmaya sebeptir. Ölüm; Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Halilürrahmân İbrahim aleyhisselâm, Emîr-ül-mü’minîn Ebû Bekr-i Sıddîk, İmâm-ı Hasen, Cüneyd-i Bağdadî, Şâh-ı Nakşîbend Behâeddîn Buhârî ve İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânı (r. aleyh) ile görüşmeye, onlara kavuşmaya vesîledir. Kalbimde bu büyüklere karşı husûsî bir muhabbet vardır. Onlar zahirî ve bâtını şehâdete kavuştular, en yüksek mertebelere ulaştılar.”