Çin, Hindistan, İran ve Anadolu’da İslâmiyet’in yayılmasında büyük hizmeti geçen âlim ve mücâhid evliya. İsmi, İbrahim bin Şehriyâr’dır. Ebû İshâk künyesidir. Annesinin adı Bâneveyh binti Mehdî’dir. 963 (H. 352) yılının Ramazan ayında Şirâz civarındaki Kâzerûn kasabasında doğdu. Dünyâya geldiği gece, doğduğu evde göğe doğru yükselen sütun gibi bir nur görüldü. Ve bu nur sütununun bir takım dalları vardı. Bu dallardan da ışık saçılıyordu. Annesi süt verdi, içmedi. Zîrâ Ramazân-ı şerîf ayı idi. Üç erkek ve iki kız kardeş idiler. Birisi Muhammed olup, hâfız-ı Kur’ân ve sâlih bir kimse idi. Hicaz yolunda vefat etti. Diğeri Hasen olup, Kâzerûnî’den önce vefat etti. Kız kardeşleri, Meykûr ve Hadîce idi. Kâzerûnî, 1034 (H. 426) senesinde Zilkade ayında Kâzerûn’da namazda iken vefat etti. Kabr-i şerîfi Kâzerûn’dadır.
Mecûsî bir aileye mensûb olan Ebû İshâk Kâzerûnî’nin babası, sonradan ihtida edip, müslümanlıkla şereflendi, Kâzerûnî, küçük yaşta ilim tahsiline başladı ve zamanının büyük âlimlerinden Ebû Ali bin Hüseyn Fîrûzâbâdî el-Akkar, Ebü’l-Hasen Ali bin Cehdim Hemedânî ve başkalarından okudu. Hadîs âlimlerinden birçoğu ile görüştü. Şîrâz, Basra, Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevveredeki âlimlerden hadîs-i şerîf rivayetinde bulundu.
Kendisi anlatır: “İlk tahsîl zamanlarımda büyük bir âlim bulup ondan feyz almayı arzu etmeme rağmen, hocalarımdan hangisini tercih edeceğime karar veremiyordum. Çâre olarak iki rek’at istihare namazı kılıp başımı secdeye koydum ve; “Yâ Rabbî! Üç büyük zât hakkında bana doğru karar vermeyi nasîb et!” dedim. Bu üç zât; Ebû Abdullah Hafîf, Haris Muhâsibî ve Ebû Amr bin Ali idiler. Sonra yatıp uyudum. Rüyada kitap yüklü bir merkep ile yanında bir adam gördüm.
Adam bana; “Bu kitapları Ebû Abdullah Hafîf gönderdi. Kitaplar da merkep de senindir” dedi. Uyandığım zaman, ona gitmem lâzım geldiğini anladım.”
Kâzerûnî hazretleri, zahir ve bâtın (kalb) ilimlerinde çok yüksek mertebeye ulaştı ve zamanının bir tanesi oldu. Verâ ve takvada eşsiz, ince din bilgilerini çözmekte ve büyük âlimlerin eserlerini anlayıp îzâh etmekte emsalsiz; mücâhede ve müşahedede çok üstün idi. Şefkat ve merhamet deryası, güzel ahlâk ve keremde (cömertlikte) son derece olgun idi. Zamanın sultanları ve hükümdarları onu çok sever ve sayarlardı. Sultân-ül-evliyâ ve Kutb-ül-Aktâb ünvanı ile tanındı. Kendisine hakaret edenlere, inkarcılık yapanlara elinden geldiğince hep tatlı söz, güler yüz gösterir, onlara hayır dua ederdi. Güneş gibi ışıklarını iyi-kötü herkese yaydı, iyilik ve ihsanlarını kimseden esirgemezdi. Zayıf, güçsüz, yetim ve fakirlere elinden geldiğince yardım eder ve sığınak olur görüp gözetirdi. Mübarek nefeslerinin bereketi bütün âlemi kuşattığından, Mekke-i mükerremeden Kirman’a kadar pek çok garib, seyyid ve derviş, dergâhına koşmuştu. Ebû İshâk Kâzerûnî (r. aleyh) her haliyle örnek bir müslümandı. Derdi, üzüntüsü olan onu görünce neş’eyle dolar, gam ve kederi silinir, zâlim zulmünü terkederdi. Günahkârların pek çoğu onu bir defa görmekle tövbe-i nâsûh ederlerdi. Gayet sâde giyinir, halk içinde hep Hak teâlâ ile olurdu.
Ebû İshâk Kazerûnî, Kâzerûn’da dîn-i islâm’a hizmet yolunda ve Ehl-i sünnet îtikâdının yayılmasında pek çok gayret sarf etti. O devirde Kâzerûn ve civarı, putperest ve ateşperest sapık müşriklerle doluydu. Müslümanlar azınlıkta idiler. Onun irşâd faaliyetleri netîcesinde Kâzerûn ve etraf memleketlerde îmân nuru parlayıp müslümanlar çoğaldı. Her tarafta bir çok vakıf müesseseleri yapıldı. Kâzerûnî’nin sohbetinde yetişen talebeleri, İslâm dîninin güzel ahlâkını yaymak için seferber oldular. Cihâd niyetiyle civar beldelere dağıldılar. Kâzerûnî (r. aleyh), talebelerinden ve sevdiklerinden bir ordu hazırladı. Kendisi de bir çok gazalara bizzat katılıp, i’lây-ı kelîmetullah (Allahü teâlânın dîninin yayılması) yolunda, insanları küfür karanlıkları ve ebedî Cehennem azabından kurtarmak için, ilim ve kılıç ile cihâd etti. Az zaman sonra hidâyet nuruna kavuşanlar çoğaldı. Binlerce putperest, grup grup Kâzerûnî’nin (r. aleyh) huzurunda îmân etti. Kendisi de Cum’a günleri toplanan orduya vâz ve nasîhatlerde bulunurdu. Onlara cihâd ve gazanın fazîletini anlatıp cihâda teşvik ederdi. Mücâhidler, bu vâzları sayesinde aşka gelip, ihlâs ile kâfirler üzerine yürüyüp zaferler kazandılar. Bir çok ganîmetler elde ettiler. Kâzerûnî (r. aleyh), her yıl mücâhidleri bizzat teftiş ederek onların silahlandırılması, giyim-kuşamı ile yakından meşgul olurdu. Ordusu sefere gittiğinde kendisi ordusunun manevî başkumandanı olarak onlara devamlı dua ederdi. Mücâhid ordusu, Hindistan ve Çin’e kadar gitti. Bir kısmı da Anadolu’ya gelerek, Rurtilâr’la cihâd etti. Böylece Anadolu’da islâmiyet’in yayılmasına çalıştılar. Mücâhidler bir defasında Rumlar’la yapılan bir harpte zor durumda kalmışlardı. Hemen hocaları Şeyh Ebû İshâk Kâzerûnî’rün rühâniyetinden yardım istediler. O sırada Kâzerûnî (r. aleyh) mescidde idi. Aniden kalkıp asasını eline alarak dışarı çıktı. Askerin gittiği tarafa yönelip kayboldu. Tam bu esnada mücâhidler, heybetli bir süvarinin düşman saflarını darmadağın ettiğini gördüler. Bu hâl, müslümanların kalblerine kuvvet verdi: Nihayet hocalarının yardımıyla düşman kuşatmasından kurtuldular.
Kâzerûnî tekrar mescide döndüğünde, mescidde bulunanlar; “Efendim bu hâl nedir? Bir an mescidden çıkıp kayboldunuz” diye sordular. “O saatte İslâm ordusu Rum diyarında esir düşmek üzere idi. Kendilerine yardım etmem istenince, yardıma gittim” buyurdu. Mescidde bulunanlar bu vak’anın olduğu gün ve saati kaydettiler. Daha sonra İslâm ordusu kâfirlerle cihâddan dönünde bu hâli sordular. Onlar da; “Kâfirlerle savaşa başladığımızda biz az, düşman çok kalabalık idi. Çok kahramanlık ve cengâverlik göstermemize rağmen, bir yiğide yüz kâfir düşüyordu. Bir anda topluca hücûma geçip bizi çepeçevre kuşattılar. O anda hatırımıza hocamız geldi ve ondan yardım istedik. Hemen heybetli bir süvarinin düşman saflarını darmadağın ettiğini “gördük. Kâfir ordusu kırılarak hezîmete uğradı. Böylece gâlib geldik. Ondan sonra o süvari geldiği gibi kayboldu” dediler. Söyledikleri saat Kâzerûnî’nin kaybolduğu saat idi.
Mevlânâ İhtiyârüddîn Hakîm diyor ki: “Bir gün Mevlânâ Reşîdüddîn Ahmed bin Nusayr’ın (r. aleyh) hizmetinde bulundum. Kâzerûnî’nin dergâhında her Cum’a gecesi üç defa nevbet çalıvordu. Birinci nevbet tertibli, düzenli ve yavaştı, ikincisi birinciden daha tertibsiz idi. Üçüncüde ise tertib ve yavaşlık yoktu. Mevlânâ Reşîdüddîn’e; “Bu son nevbetler niçin hızlı ve karışık?” diye sordum. Mevlânâ buyurdu ki: “Bu üç nevbetin bir adı ve hikâyesi vardır, ilk nevbete, kudüm (geliş) ve gülbank denilir. İkincisine sügrâ ve sultanî; üçüncüsüne ise feth ve beşaret (fetih ve müjde) denilir.
Şeyh Ebû İshâk Kâzerûnî, her sene kâfirlerle cihâd için ordu gönderirdi. Vefatından sonra Kâzerûn halkı şeyhin yolunu tuttu ve nevbet çalarak her senö gazaya asker gönderdi. Yine bir sene ordu düzenleyip kâfir şehirlerinden birine gönderdiler. Bağdâd halîfesi de ordu düzenleyip göndermişti. İki ordu yolda karşılaşıp birleştiler. Kâfir şehirlerinden birini muhasara ettiler. Kalesurları muhkem olduğundan bir şey yapamadılar. Üstelik müslümanlar ne yaparsa kâfirler de aynı şekilde karşılık veriyorlardı. Meselâ, mancınık atışı yapsalar mancınıkla cevab veriyorlar, toplu hücûm edince topluca karşı koyuyorlar, hiç açık vermiyorlardı. Halîfe bu durumdan üzüntüye ve ümidsizliğe düştü. Geri dönmek istedi. Hatîb ve Kâzerûnlular ile meşveret etti. Hatîb; “Ne yapmak lâzım geldiğini, bu gece hocam Kâzerûnî’nin rûhâniyetinden sorar öğrenirim. Ertesi günü ona göre davranırız” dedi. Hatîb o gece ibâdetle meşgul oldu ve gönlüne Kâzerûnî’nin rûhâniyeti, ne yapmak lâzım geldiğini bâtınî yoldan öğretti. Ertesi gün Hatîb, halîfeye giderek, çâreyi söyledi. Buna göre; herkes önüne bir kab alacak ve gürültü yapacak, ses çıkaracak. Kısaca, ses çıkartacak her şeyi önlerine koyacak. Ateş yakılmayacak, yüksek sesle konuşulmayacak, silâhlar yanlarında bulunacak, Kâzerûnlular davul ve def gibi şeylerle ses çıkarınca diğerleri de ses çıkaracak, onlar susunca onlar da susacak ve hep birden hücûm edilecekti. Akşam, kararlaştırıldığı gibi, konuşulmadı ve ateş yakılmadı. Seher vaktinde Kâzerûnlular ses çıkarmaya, davul, def gibi şeyleri çalmaya başladılar. Diğerleri de aynı şekilde davranınca, gök gürültüsü gibi bir ses çıkmaya başladı. Sanki kıyamet kopmuş, dağlar büyük gürültülerle şehrin üzerine düşmüştü. Kâfirler bu sesten şaşırmışlar, ne yapacaklarını bilmez bir hâle gelmişlerdi. Sonra hücûm eden ordu şehri fethetti. Malları, mülkleri, zilâhları müslümanların eline geçti. Ganîmetler taksim edildi. Müslümanlar kalenin fethine çok sevindiler. Müjde nevbeti çalarak şehirlerine geri döndüler. Bundan sonra Kâzerûnlular gazaya gittiklerinde ve düşman kale ve şehrine ulaştıklarında kudüm nevbeti, düşman safları ile karşılaşıp savaştıklarında sügrâ nevbeti; kafirleri hezimete uğrattıklarında ise müjde nevbeti çalarlardı. İşte bu üç nevbet o zamandan kalmadır.
Ebû İshâk Kâzerûnî’nin (r. aleyh) tâlim ve terbiyesinde yetişip cihâd için her tarafa dağılan mücâhidler, gittikleri yerlerde, limanlarda, dergâhlar ve ilim yuvaları inşâ ettiler. Bu faaliyet ve gayret; Kâzerûniyye yolu adı ile meşhûr oldu. Ebû İshâk Kâzerûnî ve talebeleri bilhassa vakfiyelerin inşâ ve inkişâfında (yapılıp yayılmasında) rehber oldular.
Ebû İshâk Kâzerûnî (r. aleyh), zengin müslümanları hayra teşvik edip, vakıfların yapılmasını sağladı. Çeşitli beldelerde yüzlerce dergâh, ribât, hânekâh yaptırdı. Buralarda muhtaçlara yemekler dağıtıldı. Bu ribât ve vakfiyelerde ilim ve edep öğretildi, cihâd ruhu aşılandı. Müslüman hükümdarlar, Kâzerûniyye yolunu teşvik edip, çeşitli vakıflaryaptılar. Bilhassa; Bursa, Konya, Erzurum ve Şam gibi beldelerde zaviyeler çoğaldı. Sultan Yıldırım Bâyezîd Hân da, Bursa’da Kale altı (yahut Tahtakale) denilen yer arkasında Ebû İshâk alemdarlarına mahsûs bir Zâviye-i âlî tahsîs etti. Vakfiyesinde; “Bunu Şeyh Ebû İshâk Kâzerûnî eshâbına âdet olduğu veçhile, gelen misafirlerin, mukîmlerin mümkün olduğu derecede îzâz ve ikramları hizmetlerinin ifâsı için vakfetti” denilmektedir.
Ebû İshâk Kâzerûnî’nin (r. aleyh) vefatlarına yakın buyurdukları nasihatlerden bâzıları şöyledir:
“Ey kardeşlerim! Size dört nasîhatım vardır. Mutlaka tutunuz. Yerime kimi vekil kıldı isem ona hürmetkar olup, itaat ediniz. Kur’ân-ı kerîm öğrenip, okumaya devam ederek emir ve yasaklarını gözetiniz. Bir misafir geldiğinde evinizde ağırlayıp, hemen ne var ise hazırlayıp ikram ve hizmet ediniz. Bir birinizle dost olunuz. Birbirinizle muhabbeti! olunuz. Sakın düşmanlık edip nifaka sürüklenmeyiniz. Birbirinizden uzak düşer parçalanırsınız.”
“Bu iki parmağımın yanyana durması gibi îmân ve muhabbet birliktedir. Allahü teâlânın rızâsı için her ikisi de mutlaka lâzımdır. Muhabbetin şartlarına son derece dikkat ediniz. Din kardeşlerinizi seviniz. Yakında iken de, gıyabında da seviniz, sevişiniz.”
“Allahü teâlânın emirlerini yerine getirip yasaklarından sakınmayı ganîmet biliniz.”
“Şu üç grup insan asla iflah olmaz, salâh ve seâdete kavuşamaz: Allahü teâlânın kendisine bahşettiği nîmetleri onun lâyık kullarından esirgeyip cimrilik yapanlar. Hak teâlâya ibâdet edip de sonra bundan şikâyet edenler. Bunlar; “Eğer benim ibâdetimin Hak teâlâ indinde değeri olsaydı ve kabul görseydi, ben de bu dünyâda berhudar olur, muradıma ererdim” diye düşünüp üzülenler ve bu yüzden mahrum kalanlardır. Üçüncüsü ise, tembellik ve gevşeklikleri yüzünden ibâdet, hizmet ve tâatten zevk alamazlar, bu sebeble bunları tam yapamaz, yerine getiremezler.”
“Hiç bir farzı kaçırma, geciktirme. Zulümden uzak dur, zâlimleri sevme!”
“Her kim nefs kuşunun etini severse yâni nefsine düşkün olursa, onun gönlü gayb âlemi fezalarına asla yükselemez ve yüce âlemlerde uçmaktan mahrum kalır.”
“Faydalı veya zararlı olan altın veya gümüş değil, bunların kullanış ve sarf ediliş şekilleridir. Helâl kazanıp helâl yere sarfediniz.”
“İki tane lirayı gözlerinize koyun, gözleriniz dışarıyı göremez olur. Peki ya binlerce lira ve parayı kalbine koyan, bunlara muhabbet edenin hâli nice olur.”
Kâzerûnî, Firdevs-ül-mürşidiyye adlı menâkıbnâmesinde yer alan vasıyyetnâmesinde özetle şöyle demektedir:
“Kıymetli yavrum, birinci vasiyetim, din ilimlerini ve ilmihâlini öğrenip, dâima arttırmandır. Zîrâ din bilgilerini öğrenmek sebebiyle insanın derecesi artar.
Helâl lokma, helâl kazanç talebetmelidir. Yediğin-içtiğin, giydiğin, kullandığın her şey mutlaka helâlden olmalıdır.
Kanaatkar olmalı. Allahü teâlânın ihsan ettiğine kanâat etmelidir.
Allahü teâlânın sevgili kullarıyla, sâlihlerle ve sâdıklarla sohbet edip beraber bulunmalıdır.
Devlet adamlarından, zâlimlerden ve bunlara yakın olanlardan mümkün mertebe uzak dur.
Bid’at sahiplerinin sohbetinden, onlar ile bulunmaktan sakın. Onlarla oturup mücâdele ve münâkaşa etme.
Her hâlinde iyi huy, rıfk, tevazu ve tahammül senin mayan olsun. Affedici, cömerd, kerem sahibi olmalısın.
Din kardeşlerine kolaylık göster, onlara yardımcı ol.
Din kardeşlerine, arkadaşlarına yedirip-içirirken sakın israfa kaçma. Seni muhtaç bırakacak masrafa girme.
Dostlara hizmeti canına minnet bil. Çünkü hizmet, peygamberlerin sünnetidir. Hizmet et, fakat kendine hizmet ettirme.
Bu vasiyyetimi yerine getir. Muvaffakiyet Allahü teâlâdandır.
Yâ Rabbî! Bize hizmetinin edeblerini, evliyana, dostlarına ve takva sahihlerine hizmet etmenin edeblerini öğret, bizi bunlar ile rızıklandır.”
Şeyh Ebû İshâk Kâzerûnî’nin çok’ kerametleri vardır. Bunlardan birisi: Kâzerûnî (r. aleyh) henüz hayâtta iken bir grup müslüman ziyaretine gelip; “Efendim! Emir buyursamz da şu şehrin etrafını sur ile çevirseler. Böylece şehir, emniyet ve himaye altına alınır” dediler. Kâzerûnî (r. aleyh) cevaben; “Bu şehrin surları vardır. Fakat görünmez, öyle sağlamdır ki, âfet, belâ ve musîbet bu şehre zarar vermez. Ahâli de himayededir” buyurdu. Ziyaretçiler bir şey anlamayıp dönüp gittiler. Kâzerûnî’nin kerameti vefatından tam yetmiş iki sene sonra zurtür etti. On iki bin kadar müşrik kâfir, şehri ele geçirmek için (Kâzerûn’a) yöneldiler. Yaklaştıklarında düşmanlar gözlerini açıp, şehre bakmaya bile güçleri olmayıp büyük bir kargaşalığa düştüler. İçlerine korku düşüp, adetâ hezîmete uğramış bir ordu gibi şaşırmış hâlde geri çekildiler. Allahü teâlâ, Kâzerûnî’nin (r. aleyh) hürmetine şehri muhafaza buyurdu.
Ebû İshâk hazretleri, çok cömertti. Kendisini ziyarete gelen her misafiri ağırlamak isterdi. Bir gün babası ona; “Sen fakir bir kişisin ve hergelen misafiri ağırlama imkânına sahip değilsin” diye nasihat vermek istemişti. Derken mübarek Ramazan ayında misafir olarak kalabalık bir cemâat geldi. Evinde ise yiyecek nâmına hiç bir şey yoktu!
İftar vakti yaklaşmıştı. Aniden bir kişi içeri girerek bir yük ekmek, muz ve incir getirdi. Bunlar misafirlere ikram edildi. Babası vaziyeti görünce oğlunu daha iyi tanıdı ve artık işlerine karışmaz oldu. Gönlü rahatlayan baba, oğluna; “Gücün yettiği kadar insanlara hizmet et. Görüyorum ki, Allahü teâlâ seni yalnız bırakmayacaktır” dedi.
Ebû İshâk hazretleri buyurdu ki: “Giydiğîm şeyleri Allah rızâsı için ihtiyâç mikdârı kadar giyiyorum.”
Bir arayahûdînin biri gelip kendisine misafir olmuştu. Yahûdî, mescidde bir sütunun arkasına oturup kendini gizliyordu. Ebû İshâk hazretleri her gün ona yemek gönderiyordu. Bir müddet sonra yahûdî gitmek için müsâade istedi. Ona; “Ey yahûdî! Niçin buradan gitmek istiyorsun, yoksa yerinden memnun değil misin?” dedi. Yahûdî mahcub oldu ve; “Madem benim yahûdî olduğumu biliyordun. Niçin bana bu kadar çok ikramda bulundun?” diye sordu. Bu suâle; “Gayr-i müslim de olsa misafire ikram edilir” cevâbını verdi.
Ebû İshâk Kâzerûnî (r. aleyh) şöyle dua ederdi: “Allah’ım! Bu toprakları zikrinle, velî ve sâlih kullarınla kıyamete kadar ma’mûr kıl, rızkımızı helâlden ve ummadığımız yerden günlük olarak ver.
Allah’ım! Peygamberin Muhammed aleyhisselâm hürmetine bizleri senin uğrunda birbirini seven, sayan veziyâret eden kullarından eyle!” (Âmîn).
Günlerden bir gün Ebû lshâk hazretlerinin yanına âlim bir kimse gelmişti. Ziyaretten sonra kalkıp giderken âlim, Ebû İshâk hazretlerinin ellerine, ayaklarına kapandı. Ebû İshâk hazretleri adama sordu: “Sana ne oldu da böyle hareket etmek ihtiyâcını duydun?” Âlim anlattı: “Siz mecliste konuşurken benim içimden şöyle bir fikir geçti:
Benim ilmim onunkinden ziyâdedir, buna rağmen ben rızkımı çalışıp çabalayarak kazanıyorum, bir lokmayı zahmet ile elde ediyorum. Bu ise bunca nüfuz ve itibâra sahip, elinden hadsiz hesapsız mal geçmektedir. Acaba bundaki hikmet nedir diye düşünüyordum. Tam ben böyle düşünüyorken, siz yağ kandiline bakıp şöyle bir izahatta bulundunuz.
Kandildeki su ile yağ bir biri ile öğünme yarışına girerler. (Bilindiği gibi su ile yağ birbiri ile karışmazlar, yağ hafif olduğundan suyun üstünde durur.) Su, yağa der ki: “Ben senden daha aziz ve daha faziletliyim. Senin ve bütün canlıların hayâtı benim sâyemdedir. Hâl böyle iken sen niçin benim üzerimde bulunuyorsun?” Yağ, suya şu cevâbı verir: “Çünkü ben çok eziyet çektim. Beni kırdılar, hasad ettiler, dövdüler, saçtılar, cenderelerde sıktılar.
Sen böylesine meşakkatlara mâruz kalmış değilsin. Bütün bu saydıklarım yetişmemiş gibi bir de yanıyor ve etrafı aydınlatıyorum. Sen ise istediğin yerlerde akıp duruyorsun. Üzerine bir şey atacak olsalar feryadı basıyor ve ortalığı karıştırıyorsun, işte bundan dolayıdır ki tepene çıkıp oturuyorum.” Bunu dinleyince kalblerden geçenleri bilen bir zât olduğunuzu anladım.”