Ariflerin ışığı, velîlerin önderi, islâm’ın bekçisi, müslümanların baştâcı, müceddîd, müctehid ve İslâm âlimlerinin gözbebeği, insanların îtikâd, ibâdet ve ahlâk hususunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri bu bilgiler ile amel etmelerini sağlayan, insanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen İslâm âlimlerinin yirmi üçüncüsüdür. İsmi, Ahmed bin Abdülehad bin Zeynel’âbidîn’dir. Lakabı Bedreddîn, künyesi Ebü’l-Berekât’dır. 1563 (H. 971) sene sinde Hindistan’ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu. 1624 (H. 1034)’de Serhend’de 63 yaşında iken vefat etti. Türbesi oradadır. İmâm-ı Rabbânî ismiyle tanınmıştır. İmâm-ı Rabbânî, Rabbânî âlim demektir. Rabbânî âlim de; kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından kâmil olan âlim demektir. Hicrî ikinci bin yılının müceddidi olmasından dolayı Müceddîd-i elf-i sânî; ahkâm-ı İslâmiyye ile tasavvufu vasletmesinden, birleştirmesinden dolayı da, Sıla ismi verilmiştir. Hazret-i Ömer’in yirmi dokuzuncu torunu olduğu için; Fârûkî nisbesiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, Serhendî nisbet edilmiştir. Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, fmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendî’dir.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin memleketi olan Hindistan’ı ilk fetheden, kendi dedelerinin on beşincisi olan Ferruh Şâh’dır. Ferruh Şah, Kabil sultanlarının büyük vezirlerinden ve kumandanlarından olup, Gazne ve Kabil taraflarından gelip, Hindistan’a yerleşmiş idi. Serhend (Sihrind) şehrini de ilk kuran, Sultan Firûz Şâh’dır. Sihrind, siyah aslan demektir. Çünkü, bu şehrin yeri önce aslanlar ormanı idi. Yakınında şehir yoktu. Daha sonraları burası îmâr edilip, güzel bir şehir kuruldu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri doğduğunda, Serhend şehri, Hindistan’ın meşhûr bir şehri ve bulunduğu havalinin merkezi hâline gelmiş idi.
Babası Abdülehad, zahirî ve bâtınî ilimlerde yetişmiş, tasavvuf hâllerinde kemâl derecede büyük bir âlim ve mürşid-i kâmil idi. Gençliğinde ilmi yaymak, insanlara hizmet etmek, doğru yolu göstermek için seyahat ettiği sıralarda, Hindistan’ın meşhûr kasabalarından Skedere’ye gitmişti. O memleketin asîl bir ailesine mensûb sâliha bir hanım, firâsetiyle Abdülehad’ın mübarek bir zât olduğunu anlayıp, ona; “Kendi kucağımda terbiye edip büyüttüğüm, iffet ve ismet cevheri bir kız kardeşim vardır. Böyle sâliha bir kızın sizinle nikâhlanmasını arzu ediyorum. Ümid ederim ki, bu ricamı kabul edersiniz” diye haber göndermişti. Abdülehad bir müddet düşündükten sonra teklifi kabul edip, o kızla nikahlandı. Bu evliliklerinden İmâm-ı Rabbânî hazretleri doğdu.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri ilk tahsiline, babasından ders alarak başladı. Küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Arabçayı öğrendi. Güzel sesi ile Kur’ân-ı kerîmi pek güzel okurdu. İlminin çoğunu babasından, bir kısmını da zamanının meşhûr âlimlerinden öğrendi. Babasından ders aldığı sırada, çeşitli ilimlere ait küçük kitapları ezberledi. Ailesindeki bu dersleri tamamlayınca, Siyalkut şehrine gidip, orada zahirî ve bâtını ilimlerde, zamanın en meşhûr âlimi Mevlânâ Kemâleddîn Keşmîrî’den aklî ilimlerin bir kısmını mükemmel şekilde öğrendi. Mevlânâ Kemâleddîn (r. aleyh), meşhûr âlim Abdülhâkim-i Siyalkûtî’nin de hocası olup, zamanının en yüksek âlimi idi. Bâzı hadîs kitaplarını da Şeyh Ya’kûb-i Keşmîrî’den okudu. Âlim-i Rabbânî Kadı Behlûl-i Bedahşânî’den, hadîs, tefsîr ve bâzı usûl ilimlerinde icazet aldı. On yedi yaşında iken tahsîlini tamamlayıp, aklî ve naklî, fürû’ ve usûl ilimlerinin hepsinden icazet aldı. Tahsîl sırasında, Kadiri ve Çeştî büyüklerinin kalblerindeki feyz ve lezzeti babasından aldı. Daha babası hayatta iken, zahirî ve bâtınî ilimleri talebelere öğretmeye başladı. Bu sırada; Risâlet-üt-tehlîliyye, Redd-i revâfid, İsbât-ün-nübüvve adlı eserlerini yazdı. Edebiyata çok meraklı olup, fesahati ve belagatı, sür’at-i intikâli, zekâsının keskinliği herkesi hayrette bırakıyordu. Daha sonra Vahidî’nin; Besît, Vesît, Eshâb-ı nüzul gibi eserlerini, Kadı Beydâvî’nin; Envâr-üt-tenzîl, Minhâc-ül-vüsûl, Gâyet-ül-kusvâ ve diğer eserlerini, İmâm-ı Buhârî’nin: Câmi-us-sahîh, Sülâsiyyât, Edeb-ül-müfret, Erâl-ül-ibâd, Târih’ini ve diğer eserlerini, Tebrîzî’nin Mişkât-ül-mesâbih’ini, Tirmizî’nin Şemâil’ini, İmâm-ı Süyûtî’nin Câmi’us-sagîr’ini ve müselsel hadîs rivayeti icazetini Kadı Behlûl-i Bedahşânî’den aldı.
Bu kadar ilmi ve herkesin üstünde kemâli ile birlikte kalbi, Ahrâriyye büyüklerinin aşkı ile yanıyor, bu yolda yazılmış kitapları okuyordu. Babasının vefatından bir sene sonra, hacca gitmek üzere Serhend’den yola çıktı. Bu yolculuğunda Delhi’ye varınca, orada tanıdıklarından ve Muhammed Bâkî-billah’ın (r. aleyh) talebelerinden olan Mevlânâ Hasen Keşmîrî ile görüştü. Mevlânâ Hasen Keşmîrî, onu hocasının huzuruna götürüp, tanıştırmak istedi ve; “Bu gün Ahrâriyye yolunda bu ülkede başka böyle büyük bir zât yoktur. Tâlibler onun bir nazarıyla öyle şeylere kavuşuyorlar ki, günlerce çekilen çileler ve çeşitli riyazetlerle buna kavuşamazlar” dedi.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, daha önce babası Abdülehad’dan da, Ahrâriyye yolunun ve bu yolda bulgnanların sânını ve kıymetini duymuştu. Bu yolun büyüklerinin kitaplarını okuyup onların güzel hâllerini bildiği için; “Bu Hicaz yolunda, böyle büyük bir âlimden, bu büyükler yolunun zikir ve murakabesini almaktan daha iyi ne olur!” diyerek Muhammed Bâkî-billah’ın huzuruna gitti. Huzuruna girince kalbinde bir nur parladı. Mıknatısın iğneyi çektiği gibi çekildi. Şimdiye kadar duymadığı, bilmediği şeyler kalbine doldu. Hacdan sonra uğrayıp istifâde etmeği niyet etti ise de, kalbindeki sevgi ve arzu kendisini bırakmayıp, ertesi gün huzuruna gelip Ahrâriyye feyzine kavuşmak şevkini bildirerek hizmetine girdi. Tam bir edeb ve can kulağı ile sözlerine ve hâllerine bağlandı. Yâni Kabe’ye gitmekten vazgeçip, Kabe sahibini taleb etti. Yüksek kabili yeti ve bütün varlığı ile çalıştı. Bütün kemâlât kendisinde hâsıl oldu. Üstadının da lütfü ve himmeti ile iki ay içinde kimsede görülmeyen hâllere kavuştu.
Muhammed Bâkî-billah, İmâm-ı Rabbânî’nin daha bir kaç gün geçmeden yükselmeye başladığına vâkıf olup üzerindeki irşâd eserlerini görünce, husûsî odasında ona bir kaç sene önce şâhid olduğu hâdiseleri şöyle anlattı: “Yüksek üstadım Hâcegî Muhammed İmkenegî (kuddise sirruh) bana şöyle emretti: “Hindistan’a git, orada senin sayende, bu yüksek yola büyük rağbet olacak ve bu yol revaç bulacak.” Ben kendimi bu işe lâyık görmeyip özür diledim. İstihare etmemi emretti. Rüyada bir papağanın bir dal üzerinde oturduğunu gördüm. Kalbimden şöyle niyet ettim: “Eğer şu papağan o daldan iner, elime konarsa, bu seferde bize çok şeyler nasîb olacaktır.” Böyle düşünürken, o papağanın uçup, elime konduğunu gördüm ve ağzımın suyunu gagasına akıttım. Papağan da ağzı ma şeker verdi. O sabah, gördüğüm rüyayı Hâcegî Muhammed İmkenegî’ye arzettim. Buyurdu ki: “Papağan, Hindistan kuşlarındandır. Hemen Hindistan’a gidiniz. Orada sizin bereketli irşadınızla bir azîz yetişecek, bütün dünyâ onun nuruyla dolacak. Hattâ siz de ondan nasîbinizi alacaksınız.”
Muhammed Bâkî-billah (r. aleyh) diğer bir hâdiseyi de şöyle anlatmıştır: “Hocam İmkenegî’den (r. aleyh) icazet alıp Hindistan’a dönüyordum. Sizin de bulunduğunuz Serhend şehrine gelmiştim. Rüyada bana; “Sen bir kutbun civarındasın” dediler ve kutb olan zâtın şemâlini gösterdiler. İşteşiz, o zâtsınız.” “Yine Serhend’den geçerken, göklere kadar yükselen bir meş’alenin yandığını gördüm. Şarkdan, garba kadar bütün dünyâ, bu meş’alenin ışığından aydınlanıyordu. Sonra ziyasının gittikçe arttığını, pek çok insanın bundan kendi mumlarını yaktıklarını müşahede ettim. Bu rüyayı, sizin dünyâya geleceğinize bir müjdeci, bir işaret biliyorum.”
Hâce Muhammed Bâki-billah, zamanının âlimlerinin büyüklerinden bâzı ahbabına yazdığı mektuplardan birinde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden bahsederek buyurdu ki: “Serhend şehrinden bir genç geldi. İlmi pek çok. Her hareketi ilmine uygun. Bir kaç gün bu fakirin yanında bulundu. Ondan çok şeyler gördüm. Dünyâyı, nurla dolduracak bir güneş olacağını anlıyorum. Akrabası ve kardeşlerinin hepsi de pırlanta gibi, kıymetli ve âlim yiğitler! Onların da az zamanda, ne cevherler olduklarını anladım. Hele Ahmed’in oğulları da var ki, her biri, Allahü teâlânın birer hazinesidir.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Muhammed Bâkî-billah’ı tanıdıktan sonra, edeple ve can kulağı ile hocasının sözlerine ve hâllerine bağlandı. Yüksek kabiliyeti ve bütün varlığı ile çalışıp, hocasının da lütfu ve himmeti ile, iki ay içinde kimsede görülmeyen hâllere, kemâlâta ve üstünlüklere Kavuştu. Bir kaç ay sonra, hocası Muhammed Bâkî-billah ona icazet verdi. Böylece tasavvuf ilminde ve hâllerinde de yüksek dereceye kavuştuktan sonra, memleketi olan Serhend’e dönmesi emrolundu. Hocası, talebesinden çoğunun yetiştirilmesini ona bırakıp, bunları arkasından Serhend’e gönderdi ve şöyle buyurdu: “Kalblere deva, ruhlara şifâ olan bu tohumu, Semerkand ve Buhârâ’dan getirip Hindistan’ın bereketli toprağına ektim. Talihlerin yetişip kemâle gelmesi için uğraştım. O (İmâm-ı Rabbânî), her dereceyi aşıp, üstünlüklerin sonuna varınca, kendimi aradan çekip, talebeyi ona bıraktım.” Hocasından başka, zamanının âlimlerinin büyükleri de onu medhederek yaydığı marifet ışığı etrafında, pervane gibi toplanmışlardır.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, memleketine gelince zahirî ve bâtını ilim ve nurlarını dünyâya yaymağa, talihleri yetiştirmeğe ve yükseltmeğe başladı. Şöhreti her yere yayılıp, her taraftan âşıkları, onun ilminden ve feyzinden faydalanmaya geliyordu. Talebelerine Beydâvî tefsiri, Sahîh-i Buhârî, Mişkât-i Mesâbîh, Avârif-ül-Me’arif, Usûl-i Pezdevî, Hidâye ve Şerhi Mevâkıf gibi bâzı din kitaplarını ders olarak mükemmel bir şekilde okuturdu. Ömrünün son zamanlarında dahî talebelerine ilim tahsîlini sıkı sıkı emreder, buna çok önem verirdi. Herkesin kalbini ilim ve nur ile dolduruyor, Muhammed aleyhisselâmın dînini canlandırıyor ve kuvvetlendiriyordu. Zamanının pâdişâhlarını, vali, kumandan, âlim ve hâkimlerini, çokte’sirli mektupları ile, dîne, sünnet-i seniyyeye teşvik ediyor, çok âlim ve evliya yetiştiriyordu. Allahü teâlânın kendisine ihsan ettiği ilm-i bâtını cihâna yaydı. Hocası Bâkî-billah da huzuruna gelir, hürmetle otururdu. Hattâ bir gün geldiği zaman, İmâm-ı Rabbânî’yi kalbi ile meşgul görüp, odaya girmedi, hizmetçiye de; “Haber verip rahatsız etme!” dedi ve sessizce kapıda bekledi. Bir müddet sonra İmâm-ı Rabbânî hazretleri kalkıp; “Kapıda kim var?” deyince, üstadı; “Fakîr Muhammed Bakî” dedi. Bu ismi duyunca kapıya koşup, hocasını edeb ve tevazu ile karşıladı.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, asırlarda benzeri az yetişen, müstesna bir islâm âlimi ve büyük bir mürşid-i kâmil idi. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem vefatından bin sene sonra da İslâm düşmanları dîne, îmâna insafsızca saldırmışlardı. Allahü teâlâ kullarına acıyarak, İmâm-ı Rabbânî hazretleri gibi bir müceddîd yarattı. Ona derin ilimler ihsan eyledi. Onun vasıtasıyla din düşmanlarının korkunç saldırısını durdurdu. Hakkı bâtıldan ayırıp, bâtılı, çok kalblerden kaldırdı. Bu yüce İmâm’ın mektupları ve kitapları, insanları gafletten uyandırdı. Dünyâya ışık saldı. Yâni Allahü teâlâ onu Peygamber efendimizden bin sene sonra, dîn-i İslâmı yenilemek ve kuvvetlendirmek için göndermişti.
Müslümanların zayıf düştüğü, küfrün, sapıklığın, zulmetin, felsefecilerin ve sapık kimselerin her tarafı kapladığı zamanda, binlerce kâfir, çok sayıda fâsık ve fâcir, onun güzel hâllerini görüp, sohbetini işitip tövbe ederek sâlih müslüman oldu. Uzaktan yakından çok kimseler, rüyada ve uyanık iken onu görerek yanına koşmuş, huzuruna geldiklerinde gördüklerini aynen bulmuşlardır. Alim, sâlih, genç, ihtiyar binlerce kimse onu görüp, sohbetinde bulununca, feyz alarak kalbleri zikreder olmuştur. Huzurundaki bulunan çok sayıda talebeyi, hâllere, yüksek derecelere kavuşturmuştur. Her an kerametleri görülür feyz ve bereket yayardı. Kerametlerinin altı binden fazla olduğu bildirilmiştir.
Onun tasarruflarının bereketi ile islâm dîni, bilhassa Hindistan’da çok kuvvetlendi. Ekber Şah zamanında yıkılan, ihmâl edilen İslâm eserleri yenilendi. İnançsızlardan pek çok kimse onun elinde müslüman oldu. Binlerce fâsık tövbe etti. Muhlislerinden ve talebesinden olan Hân-ı Hânân ismi ile meşhûr Abdürrahîm Hân, Nüvâb Ferîd Mürtedâ Hân, Muhammed A’zam Hân gibi birçok kuvvetli, kudretli vali ve kumandanları, te’sirli mektupları ile İslâmiyet’i kuvvetlendirmeğe, yaymağa, Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdını beyân etmeğe teşvik ve muvaffak eyledi. Bunlar da hocalarının emr-i şerîflerine uyarak, bu yolda çok gayret sarfedip, dînin kuvvetlenmesine hizmet ettiler. Böylece; bid’at ve küfr zulmeti kalkıp, îmân ve sünnet nuru yayıldı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin tasavvufda gösterdiği yola Müceddidiyye denilmiştir.
Zamanının âlimleri, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine Sıla ismi ile hitâb ettiler. Sıla, birleştirici demektir. Çünkü o, tasavvufun İslâmiyet’ten ayrı olmadığını, İslâmiyet’e uygun olduğunu isbât ederek, ahkâm-ı İslâmiyye ile tasavvufu vasi etmiş, birleştirmiştir. Bir hadîs-i şerîfte; “Ümmetimden Sıla isminde biri gelir. Onun şefaati ile çok kimseler Cennet’e girer” buyurularak onun geleceği haber verilmiştir. Bu hadîs-i şerîf, İmâm-ı Süyûtî’nin Cem’ül-Cevâmi’ kitabında vardır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir mektubunda; “Beni iki derya arasında “Sıla” yapan Allahü teâlâya hamd olsun” diye dua etmiştir. Eshâbı, talebeleri ve sevenleri arasında “Sıla” ismiyle meşhûr olmuştur. Hadîs-i şerîfte müjdelenen “Sıla” ismini ondan evvel kimse almamıştır.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, müceddîd-i elf-i sânî’dir. Yâni hicrî ikinci bininin müceddîdidir. Eski ümmetler zamanında, her bin senede yeni din getiren bir Resûl gönderilirdi, yeni din önceki dîni değiştirir, bâzı hükümleri kaldırırdı. Her yüz senede de bir nebî gelir, din sahibi peygamberin dînini değiştir-mez, kuvvetlendirirdi. Hadîs-i şerîfde, bu ümmete ise, her yüz yıl başında İslâm dînini kuvvetlendiren bir âlim geleceği haber verilmektedir. Peygamber efendimizden sonra peygamber gelmeyeceğine göre, kendisinden bin sene sonra, islâm dînini her bakımdan ihya edecek, dîne sokulan bid’atleri temizleyip, asr-ı seâdetteki temiz hâline getirecek, zahirî ve bâtını ilimlerde tam vâris, âlim ve arif bir zâtın olması lâzımdı. Hadîs-i şerîfler bunu bildirmektedir. Bu mühim hizmeti İmâm-ı Rabbânî hazretleri yapmıştır.
Bütün İslâm âlimleri, bu zâtın İmâm-ı Rabbânî hazretleri olduğunda ittifak etmişlerdir. Peygamberimizden tam bin sene sonra ilim ve irşâd kürsüsüne mutlak olarak oturup, cihanı Resûlullah efendimizin nurları ile aydınlattı. Bid’atleri temizleyip İslâm dînini ihya etti. Onun zamanında Hindistan’da ve hattâ bütün İslâm âleminde baş gösteren sapık fikirler, bozuk inanışlar yayılmaya başlayıp, büyük fitneler çıkmıştı.
Hakkı bâtıldan ayırıp, Peygamberimizin hak ve doğru yol olduğunu haber verdiği Ehl-i sünnet îtikâdını her yere yaydı. Genç, ihtiyar herkes ve bir çok âlim onun etrafında toplandı. Kendisine ilk defa (Müceddîd-i elf-i sânî) ismini veren, zamanının en büyük âlimlerinden Abdülhakîm-i Siyalkûtî’dir. O zamanın diğer büyük âlimleri de onu medhetmiş, övmüştür.
Belh şehrinde bulunan Mîr Muhammed Mü’min Kübrevî, talebesinden birini İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) huzuruna gönderdi. İmâm-ı Rabbânî’nin huzuruna varınca; üstadından, Seyyid Mîrekşâh’dan, Hasen-i Kubâdânî ve Kâdfl-kudât Tulek’den selâm getirdi ve; “Üstadım Mîr Muhammed Mü’min buyurdu ki; “İhtiyarlığım mâni olmasaydı ve yerim yakın olsaydı, gidip dersinden istifâde eder, ölünceye kadar hizmetinde bulunurdum. Kimseye nasîb olmayan nurları ile kalbimi aydınlatmağa çalışırdım. Bedenim uzakta, gönlüm ise, onunla oradadır. Bu fakîri, huzurunda bulunan temiz talebesi gibi kabul buyurmasını ve feyz ve bereketlerini kalbime akıtmasını yalvarırım ve benim için de mübarek elini öp!” deyip İmâm’ın bir daha elini öptü. Veda edip ayrılırken de; “Belh şehrindeki azîzler, kendilerine, yüksek hakikatleri bildiren mektuplarınızdan göndermenizi istir-ham ettiler” dedi. Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî bir mektup yazıp, diğer bir kaç mektupla beraber verdi. Bir müddet sonra. Belh’den Hindistan’a gelen bâzı sâdıklar dedi ki: “İmâm’ın bu mektubu, Mîr Muhammed Mü’min’e ulaşınca, okurken zevkinden yerinde duramıyordu. “Sultân-ül-ârifîn Bâyezîd, Seyyid-üt-tâife Cüneyd ve bunlar gibi büyükler şimdi sağ olsalardı, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin önünde diz çökerler, hizmetinden ayrılmazlardı” dedi.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri vefatından sonra da sevilmiş, asırlar boyu medhedilmiş, eserleri okunup istifâde edilmiştir. Büyük velî Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, ince ruhunun terennümleri ile dolu olan Fârisî dîvânının doksan dördüncü sahifesindeki beytlerinde buyuruyor ki:
“Yâ Rabbî! O nihayetsiz yolun yolcusu, ilim sahiplerinin reîsi, bu göz ile görülmeyen, akıl ile varılmayan gizli sırların menba’ı, insanların anlıyamadığı, ancak senin bildiğin büyüklüğün sahibi, köpüren ve dalgalanan mânâlar deryası, maddesizlik ve mekânsızlık âleminin reîsi, nurları ile Hindistan’ı aydınlatan, Sihrind şehrini, Mûsâ aleyhisselâma Allahü teâlânın kelâmı geldiği şerefli vadi gibi yapan, Muhammed aleyhisselamın dîninin büyüklüğünün vesikası, keskin görüşlüler meclisinin ışığı, dîni bütün olanlar ordusunun kumandanı, düşünülemeyen yüksekliklere erişen, izinde gidenleri de oraya çeken Ahmed-i Fârûkî’nin (k. sirrûh) gözlerinin nuru hürmetine beni affet! Senin af ve merhamet denizinin sonsuzluğunu düşünerek, rahat ediyorum. Allah’ım! Yalnız senin ihsanına güveniyorum. Çünkü; “Ben aff ediciyim” buyuruyorsun!”
Bir gün İmâm-ı Rabbânî hazretleri murakabe halkasında (bir kırıklık ve amellerindeki kusurları görme hâlinde) iken; “Seni ve kıyamete kadar vasıtalı veya vasıtasız seni tevessül, vesîle edenleri, senin yolunda gidenleri ve sana muhabbet edenleri mağfiret eyledim” nidasını duydu. Ve; “Bunu herkese söyle” diye kendilerine emrettiler. Nitekim bunu Mebde’ ve Me’âd risalelerinde bildirmişlerdir.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: “Erkeklerden ve kadınlardan vasıtalı ve vasıtasız olarak bizim yolumuza girenleri ve girecekleri bana gösterdiler, isimlerini, soylarını, doğum zamanlarını ve memleketlerini de bildirdiler. İstersem hepsini tek tek sayabilirim. Hepsini bana bağışladılar.”
Vefatına yakın buyurdu ki: “Bir insana verilmesi mümkün olan bütün kemâlleri, olgunlukları bana ihsan eylediler. Peygamber efendimize mütâbe’at, tâbi olmak ve verasetle bu makama kavuşturdular.”
İmâm-ı Rabbânî (r. aleyh), yalnız namaz kıldığı zaman, rükû’daki ve secdedeki teşbihleri, hâle ve vakte göre; beş, yedi, dokuz veya on bir defa okurdu. Buyururdu ki: “Yalnız namaz kılan bir kimsenin kuvveti, kudreti olduğu hâlde, teşbihleri en az olarak söylemesi ne kadar ayıp olur.” Yine buyururdu ki: “Namazda, sünnetlere, müstehablara ve edeblere riâyet etmek, kalbin huzurda olmasına sebeb olur. Çünkü bütün bu riâyetler zikirdir ve Allahü teâlâyı hatırlamak ve O’na teveccühtür.” Yine buyururdu ki: “İnsanlar, riyazet ve mücâhedelere heves ederler, halbuki namazın edeblerine riâyet ve dikkat etmek, riyazet ve mücâhedelerden çok daha üstündür. Bilhassa, farz, vâcib ve sünnet namazlarında, buyrulduğu gibi namaz kılmak çok zor ele geçer. Bunun için Allahü teâlâ buyuruyor ki: “Namaz (nefsinize) ağır gelen bir yüktür. Ancak kalbinde huşu’ olanlara ağır gelmez.” (Bekara sûresi: 45).
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hayâtını, menkıbe ve kerametlerini anlatmak üzere yetmişden ziyâde kitap yazılmıştı.
Bunların en meşhûrlarından olan Hadarât-ül-Kuds kitabında meşhûr talebesi Bedreddîn Serhendî şöyle demiştir: “Ön yedi sene İmâm-ı Rabbânî hazretlerine hizmette bulundum. Eğer huzuruna kavuştuğum ilk günden îtibâren vâki olan keşf ve kerametlerini, yüksek hâllerini, makam ve derecelerini yazsaydım, sâdece benim gördüklerim hesaba gelmezdi. Çünkü, her saat, her an o hazretten kerametler zuhur ediyordu. Kaldı ki, her gün sâdece bir kerâmetini kaydetseydim, huzurunda bulunduğum müddet içinde altı bin kerametini yazıp, kayda geçirebilirdim.”
İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: “Bize amel ve işlerden ihsan olunan şeylerin hepsi, Muhammed aleyhisselâma tâbi olmak, uymak sebebi ile ihsan olundu, işimin esâsını Muhammed aleyhisselâma tâbi olmakta bilirim.” Yine buyurdu ki: “Allahü teâlâ, nihayetsiz ihsan ve kereminden bana öyle büyük ihsanlarda bulundu ki, bir kuru dala teveccüh ve himmet etsem bütün dünyâ ondan aydınlanır. Fakat, Allahü teâlânın rızâsı bu gibi işlerin zuhurunda değildir. Ben de böyle şeyleri yapmak istemem.”
İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh), 1624 (H. 1034) senesinde hastalandı. Muharrem-ül-harâm ayının on ikinci günü buyurdu ki: “Bana bu dünyâdan öbür dünyâya gitmeme kırk veya elli gün kaldığını bildirdiler. Mezarımı da gösterdiler.” Bu sözleri dinleyenler üzüldüler ve şaşa kaldılar. Altmış üç gün hasta yattılar. Safer ayının son günü Kelime-i şehâdet getirerek vefat ettiler.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin cenaze namazını, oğlu Hâce Muhammed Sa’îd kıldırdı. Vefatında 63 yaşında idi. Serhend’de evinin yanında defnedildi.
Eserleri: 1-Mektûbât: İslâm âleminde İmâm-ı Rabbânî’nin mektûbâtı kadar kıymetli bir kitap daha yazılmamıştır. Mektûbât, üç cild olup, beş yüz yirmi altı mektubunun toplanmasından meydana gelmiştir. Kelâm ve fıkıh bilgilerini, tasavvufun marifetlerini açıklayan uçsuz bir derya gibi eşsiz bir eserdir. Biricni cildi Hakikat Kitabevi tarafından Türkçe olarak yayınlanmıştır. 2-Redd-i revâfıd: Fârisî olup, Râfizîleri reddeden bu kitabın Türkçesi, (Hak Sözün Vesikaları) kitabında, bir bölüm olarak, Hakikat Kitabevi tarafından yayınlanmıştır. Arabçaya da tercüme edilmiştir. 3-İsbâtünnübüvve: “Peygamberlik nedir?” adı ile Türkçeye tercüme edilmiştir. Hak Sözün Vesikaları kitabı içinde bir bölüm olarak yayınlanmıştır. Ayrıca Arabça olan eser, İngilizce ve Fransızcaya da tercüme edilmiştir. 4-Mebde’ ve Me’ad, 5-Âdâb-ül-mürîdîn, 6-Ta’lîkât-ül-Avârif, 7-Risâle-i tehlîliyye, 8-Şerh-i Rubâ’iyyât-ı Abd-il-Bâkî, 9-Meârif-i ledünniyye, 10-Mükâşefât-ı gaybiyye, 11-Cezbe ve sülük risalesi.
Talebelerinin meşhûrlarından Bedreddîn Serhendî şöyle anlatmıştır: “Ben, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebesi olmadan önce, Cum’a namazı kılmak için bâzan onun mescidine giderdim. Mescidde onun namaz kıldığını görenler “Sanki o, Resûlullah efendimizin nasıl namaz kıldığını görerek namaz kılıyor” derlerdi. Ben âlimlerden ve şeyhlerden çok kimsenin namaz kılışını gördüm, fakat, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin namaz kılışı gibi hiç kimsede görmedim. Namazın âdabına ve erkânına öylesine uyardı ki, onun namaz kılması büyük bir hârika idi. Öylesine bir ta’zim, temkin, huşu’, vekâr ve inkısar gösterirdi ki, böyle namaz kılmak, ancak Resûlullah’a ittibâ yâni tam uymak ve râsih âlim olmakla ve bâtını kuvvetin nihayetine ulaşmakla mümkün idi. Benim ve pek çok kimsenin, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine talebe olması, onun namaz kılışına hayranlık sebebiyledir.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin eski talebelerinden seyyid bir zât şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin biraderi, Sürûnç beldesinde idi. Ona bir mektup yazıp huzuruna gelmesini istemişti. Bu mektubu götürmek için beni vazifelendirdi. Yola çıkarken selâmetle gitmem için dua edip Fatiha okudu ve bana buyurdu ki: “Yolda Kureyş sûresini çok oku ki tehlikelerden korunasın. Şayet yolda müşkil bir iş ile karşılaşırsan bizi hatırla!” Gitmek üzere yola çıktım. Yanımda iki kişi daha vardı. Sürûnç’a iki menzil yolumuz kalmıştı. Fakat önümüzde dehşetli bir çöl vardı Bu çölde iken bir ara, yanımdakilerden ayrılıp biraz uzağa gittim. Abdest tazeledim ve iki rek’at namaz kılmak üzere kıbleye yöneldim.
Birden bire karşıma korkunç bir aslan çıkıverdi. Bana doğru yaklaşıyordu. Hemen hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin; “Bir müşkil ile karşılaşırsan bizi hatırla” emri hatırıma geldi. Kendi kendime; “Ey hocam! Allahü teâlânın izniyle imdadıma yetiş, beni bu yırtıcı aslanın pençesinden kurtar!” dedim. Daha ben sözümü bitirmeden İmâm-ı Rabbânî hazretleri gözükü verdi. Bana saldırmak üzere olan aslana benden uzaklaşması için eliyle işaret etti. Aslan kaçarak uzaklaşıp gitti. O anda yanıma gelen arkadaşlarım da bu hâdiseyi gördü. Bana; “Böyle bir anda imdadına yetişen bu büyük zât kimdir?” dediler. Ben de; “İmâm-ı Rabbânî hazretleridir” dedim. Onlar da bu hâdise üzerine, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sevenlerinden oldular.”