Sıffîn muharebesinde hakem tâyinine razı olup, taraflar sulhu kabul ettiği için, hazret-i Ali’nin ordusundan ayrılarak; “Hâkim, ancak Allah’tır. Hazret-i Ali, iki hakemin hükmüne uyarak halîfeliği hazret-i Muâviye’ye bırakmakla büyük günah işledi” diyen ve kendileri gibi düşünmeyen Eshâb-ı kiram ile diğer müslümanları kâfir bilen sapık kimselerin tâbi olduğu fırka.
Haricîlerin ortaya çıkışları, Sıffîn muharebesinden sonra hakem tâyin edilmesine dayanmaktadır. Hazret-i Muâviye, Amr bin Âs’ı; hazret-i Ali ise Ebû Mûsâ el-Eş’arî’yi hakem tâyin edip, aralarında anlaşmayla ilgili bir mukavele yazdılar ve imzaladılar. Andlaşma şartları yazıldıktan sonra, hazret-i Muâviye ordusuyla birlikte Şam’a döndü. Hazret-i Ali’nin ordusunda; “Allah’tan başkasının hükmetme hakkı yoktu r” diyerek, hakem tâyinine karşı çıkanlar oldu. Sayıları on iki bin kadar olan bu grup, hazret-i Ali ile Kûfe’ye dönmeyip; “Ey Allah’ın düşmanları! Allah’ın emrinde gevşeklik edip, insanları hakem tâyin ettiniz” diyerek ayrıldılar ve Harûra mevkiine gittiler. Hazret-i Ali, onları ikna etmek için İbn-i Abbâs’ı gönderdi. Daha sonra da, kendisi giderek iknâya çalıştı. Fakat haricîler adı verilen bu grup, ilk başta kendilerinin hakem tâyinine razı olmakla küfre girdiklerini, bunun için Allah’a tövbe ettiklerini, kendileri gibi tövbe ettiği takdirde ona bî’at edeceklerini; aksi hâlde karşı çıkacaklarını söylediler. Ali’nin radıyallahü anh îzâhları üzerine Kûfe’ye döndüler. Bir müddet sonra, tâyin edilen hakemlerin karârı açıklanınca, haricîler tekrar karşı çıkıp, hakem tâyini mes’elesini kabul edenleri küfürle itham ettiler. Abdullah bin Vehb er-Râsib’in evinde toplanıp; “Halka; zâlim olan bu şehirden çıkın, sapıklıklarınızı bırakarak bize gelin” dediler. Abdullah bin Vehb’i reis tâyin edip, ona bî’at ettiler. Kûfe’den ayrılıp, Nehrevan’da toplandılar ve hazret-i Ali’ye karşı isyan ettiler. Onları nasîhat ile ikna edemeyen hazret-i Ali, 658 (H. 37)’de isyancılara savaş açtı ve onları mağlûb etti. Fakat haricîlerin bu muhalefetleri durmayıp, sonraki yıllarda küçük mahallî isyanlar şeklinde devam etti. Nihayet İbn-i Mülcem adlı bir haricî, hazret-i Ali’yi 660 (H. 40)’da şehîd etti. Emevîler devrinde de devam eden haricî isyanları pek çok müslüman kanının dökülmesine sebeb oldu. Emevîler tarafından kendilerine karşı sert tedbirler alınan haricîler grup grup dolaşıyor, müdafaasız şehirleri basıyor, kadın, çocuk demeden pek çok müslümanı şehîd ediyorlardı. Basra civarındaki Betâih ve Dicle kıyısındaki Cuha’yı merkez edindiler. Kısa zamanda kendi aralarında da anlaşmazlığa düşen haricîler, 684 (H. 65)’de dört ana fırkaya bölündüler. Son derece câhil, kaba ve medeniyetsiz insanlardan meydana gelen haricîler, kendilerine katılmayanların ve kendileri gibi inanmayanların kâfir olduklarını ileri sürdüler. Kur’ân-ı kerîmi bütün yönleriyle ve incelikleriyle kavrayabilecek özellikte olmayan haricîler, Kur’ân-ı kerîmin sâdece zahir mânâsına göre hüküm veriyorlardı. Abbasî halîfeleri zamanında da yer yer isyan eden bu taife, İran taraflarında ortadan kaldırılmışsa da, Arabistan ve Kuzey Afrika’da İbâdiyye adıyla tehlike teşkil etmiş, kendilerine has inanış ve yaşayışlarıyla bu güne kadar devam edegelmişlerdir. Samîmî ve ihlâslı görünmeye çalışan, her söylediklerinin ve yaptıklarının Kur’ân-ı kerîme uygun olduğunu iddia eden haricîlerin, ortak temel görüş ve düşünceleri şöyle özetlenebilir:
1-Hazret-i Osman ve hazret-i Ali’ye; Sıffîn muharebesi sonunda hakem tâyin edilen Amr bin As ile Ebû Mûsâel-Eş’arî’ye; Cemel vak’asına katılan hazret-i Âişe, Talha ve Zübeyr’e (radıyallahü anhümâ) ve hakemlerin hükmüne razı olan herkese kâfir derler.
2-”Büyük günah işleyen kâfirdir” diyerek, böylelerinin ebedî Cehennemlik olduğunu söylerler.
3-Zâlim imâma karşı çıkmayı vâcib sayarlar. Halîfe’nin, Kureyş dışından da hür seçimle seçilebileceğine inanırlar.
Haricîlerin dört ana kolu vardır. Bunlar da, pek çok küçük kollara ayrılır. Bunlar:
1-Ezrâkiyye: Çoğulu Ezârika’dır. Ebû Reşîd Nâfi’ bin el-Ezrâk’ın liderliğini kabul eden ve 685 (H. 65)’de Emevîlere baş kaldıran haricîlerdir. Daha katı düşünceli olan Ezrakîler, diğer haricîlerden farklı olarak önce hazret-i Ali’yi tekfir ederken, sonraları Osman, Talha, Zübeyr, Abdullah bin Abbâs ve Âişe’yi de (r. anhüm) küfürle itham ettiler. Bu taife; haricîlerin isyanlarına katılmayıp bir kenarda oturanları, kendi görüşlerinde olsalar bile, kâfir sayarlar. Kendileri gibi inanmayanların, kadın ve çocuklarının katli de mubahtır. Müşriklerin çocukları da babaları da Cehennem’de ebedî kalacaklardır. Takiyye yâni gizlenme caiz değildir.
2-Necdiyye: Çoğulu Necedât’dır. Emevîlere karşı 686 (H. 66)’da isyan edip, Nâfi’ bin el-Ezrâk’ın katı fikirlerin den dolayı ayrılarak Yemâme ve Bahreyn’i işgal edip, 689 (H. 69) yılında öldürülen Necdet bin Âmir’e uyanlardır. Ezrâkiyye’yi küfürle itham ederler.
Ezrâkiyye’ye göre daha mutedil görüşleri olan Necdiyye fırkası mensubları, sonraları kendi aralarında pek çok kısımlara ayrılıp, birbirlerini tekfîr ettiler. Haccac bin Yûsuf’un müdahalesiyle imha edildiler.
3-Sufriyye: bunlar, Ziyâd bin el-Asfar’a uyanlardır. Görüşleri ezârika’nın görüşleri gibidir. Günah işleyenler kâfirdir. Ancak muhaliflerinin çocukları ile kadınlarını öldürmeyi mubah kabul etmezler. Sufriyye’den bir kısmı, hakkında ceza bulunan fiilleri işleyen yâni zina eden, hırsızlık yapan, kasden adam öldüren kimselerin ne kâfir ne de müşrik olmadığını, ancak, namaz kılmamak, oruç tutmamak gibi hakkında belli ceza bulunmayan her türlü günahı işleyen kimsenin kâfir olduğunu söylerler.
4-İbâdiyye: Abdullah bin İbâd’a uyan ve zamanımıza kadar devam eden haricîlerdir. Bunlara, kendilerini Allah’a satanlar mânâsına Şurat adı da verilir.
Başlangıçta Basra’da sakin bir hayat süren ve mezheplerini yaymak için etrafa propagandacılar gönderen ibâdîler, Abbasîler zamanında Kuzey Afrika’daki, Kayravan, Libya ve Tunus’da geçici hükümetler kurdular. Arab yarım-adasında, Umman’da kurdukları idare ise günümüze kadar gelmiştir. 1921 (H. 1340)’da Libya’da kurmaya çalıştıkları “Trablus Cumhuriyeti” İtalyanlarca ortadan kaldırıldı. Bu gün Arab yarımadasının bâzı bölgelerinde; Umman, Libya, Madagaskar, Cerbe adası ile Kuzey Afrika ülkelerinde mensupları vardır.
Kur’ân-ı kerîmin lâfzına (zahirî mânâsına) sıkı sarıldıklarını söyleyen İbâdîler, hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer zamanlarını ve hazret-i Osman’ın ilk altı yıllık dönemini ve hazret-i Ali’nin tahkim’e (hakem tâyinine) kadar olan zamanlarında tatbik edilen şeklini benimserler. Bunların dışında kalan veya bu anlayışa ters düşen bütün tefsîr ve açıklamaları reddederler. Onlara göre îmân ile İslâm bir bütündür. Amel îmândan bir cüzdür. Bu sebeple günah işleyen kimse îmândan çıkar. Allahü teâlânın sıfatları hususunda mutezile ile aynı görüştedirler. Kur’ân-ı kerîm’in, mahlûk (yaratılmış) olduğunu söylerler. Peygamberlere inanırlar, fakat şefaati inkâr ederler. Allahü teâlânın dünyâda ve âhırette görülmeyeceğini ileri sürerler. Günah işleyen küfre girmiştir. Lâkin küfür, nîmet küfrü ve şirk küfrü olmak üzere ikiye ayrılır. Büyük günah işleyen nîmet küfrü içindedir. Ölmeden önce günahlarına tövbe eden kimse, Cehennem’de temelli kalmaz. Tövbe etmez ise, günahta ısrardan dolayı şirk küfrü işlemiş olacağından, temelli Cehennem’de kalır. Müslümanların işlerini yürütecek bir imâmın seçim yoluyla başa geçirilebileceğini ileri süren ibâdîler; “İmamlar, Kureyş’tendir” hükmüne karşı çıkarak, imamet için soyun önemli olmadığını söylerler. Allah’ın kitabından ayrılan ve halka zulm eden imâmın azl edilmesi zarurîdir. Ona isyan etmek vâcibdir derler ve bu hususta çok katı tutum içindedirler.
Acâride, Hâzımiyye, Şuaybiyye, Mâlûmiyye, Mechûliyye, Ashâb-ı Tâat, Saltıyye, Ahseniyye, Şebîbiyye, Şeybâniyye, Mâbediyye, Ruşeydiyye, Muhremiyye, Hamziyye, Şemrahıyye, İbrâhimiyye ve Vâkıfa adlı fırkalar da, hâriciyyenin bu dört kolundan ayrılmışlardır.
Başlangıçta “Emr-i bil mâruf ve Nehy-i anil münker” yapmak gibi dînî bir hüviyetle ortaya çıkan hâriciler, kısa zamanda siyâsî bir mâhiyete bürünmüşler, ortaya koydukları sapık fikir ve görüşlerden dolayı pek çok kimsenin Ehl-i sünnet yolundan ayrılmasına sebeb olmuşlardır. Haricî reislerinin hutbelerini ihtiva eden risaleler vücûde getirmişlerdir. Bu risalelerden zamanımıza kadar gelenler, hâricîlik hakkında oldukça geniş malûmat vermektedir.