HARAC

Gayr-i müslim vatandaşlardan alınan toprak vergisi. Toplandığında Beytülmâl’e konup, müslümanların umûmî menfâatlerine, kamu hizmetlerine sarf edilir (Bkz. Beytülmâl). Haraç, küçüklük, alçaklık ifâde eder. Ağır bir vergidir. Onda, ceza mânâsı vardır. Bu vergi, kâfir olmalarından dolayı gayr-i müslimlere konmuştur. Haracın alınması hazret-i Ömer’in içtihadı ve Eshâb-ı kiramın icmâ’ı ile sabittir. Haraç, harbten sonra veya anlaşma ile düşmandan zorla alındığı için feydir. Böyle topraklara da fey (haraç) denir. Nitekim Ebû Yûsuf (r. aleyh); “Fey, bize göre harâcdır” buyurmuştur. Bu sebeple cizye ve İslâm ülkesinde bulunan gayr-i müslim (harbî)lerden alman gümrük vergisi de feydir. Çünkü, bunlar gayr-i müslimlerden harbsiz (sulh ile) alınmaktadır.

Haraç alınan araziye haraçlı toprak denir. Bunlar şöyle sıralanabilir:

1-Harbte zorla alınıp, gayr-i müslim sahiplerinin elinde bırakılan topraklar. Hanefî mezhebine göre bunlar, sahiplerinin mülkü olup, satabilirler ve diledikleri gibi tasarrufta bulunabilirler. Irak, Suriye ve Mısır toprakları böyledir. Basra arazisi kıyâsa göre haraç toprağıdır. Fakat Eshâb-ı kiramın icmâ’ı ile öşür arazisi olmuştur. Mekke-i mükerremede harble alınmasına rağmen, Peygamber efendimiz oraya haraç koymamışlardır. Bu sebeble öşür arazisi sayılmıştır.

Hazret-i Ömer, daha önce hazret-i Ebû Bekr gibi ganîmetleri taksim ettiği hâlde Irak, Şam ve Mısır fethedildiğinde böyle yapmadı. Eshâb-ı kiram ile istişare edip, menkul malları gâzîler arasında taksim etti, araziyi de sahiplerinin elinde bırakarak gâzîlere taksim etmedi. Ganîmetlerin hepsinin taksimini istiyenlere Haşr sûresinin 7-10.âyet-i kerîmelerini delîl getirdi. O, şu iki husus üzerinde duruyordu: 1-Elde edilen toprakların yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet olmaması, 2-Sonra gelecek olanların da bundan istifâde etmesi. Bu ise, ancak toprakların taksim edilmeyip, eski sahiplerine bırakılarak, mahsûlünden haraç, kendilerinden cizye almakla mümkün idi. Hazret-i Ömer bu hususta şöyle buyurdu: “Allahü teâlâ, sonra gelecek olanları bu fey’e ortak etti. Eğer ben size taksim edersem, sizden sonra geleceklere bir şey kalmaz. Taksim edilmezse, harbe iştirak etmeyen San’a’daki çoban da bu fey’den nasibini mutlaka alır.”

İşte Irak fâtihi Sa’d bin Ebî Vakkâs, Şam fâtihi Ebû Ubeyde bin Cerrah ve Mısır fâtihi Amr bin As, bu ülkelerin arazi ve bağlık bahçelik yerlerinin durumlarını sorduklarında halîfe Ömer (r. anh), her üçüne aynı cevâbı vermiş: “Allah’ın sana nasîb ettiği şeylere baktım, Sorduğun hususlarda Allah’ın Resûlünün, Eshâbı ile müşavere ettim. Reyim, Allah’ın kitâbına tâbidir. Araziyi işleyicilerine bırak. Kıyamete kadar bütün müslümanların faydasına tâbi olarak kalsın. İnsanlara bu şekilde vakıflarda, atıyyelerde bulunulmazsa, medeniyetler, şehirler söner, gider.”

Bütün bunların yanında, şayet bu topraklar, gâzîler ve müslümanlar arasında taksim edilseydi, müslümanlar bu arazileri ekip biçmekten cihâda çıkmaya fırsat bulamayacaklar, cihâddan geri kalacaklardı. Başlangıçta taksimini istiyenler oldu ise de, bilâhere onlar da hazret-i Ömer’in dediğine geldiler. Bu hususta Eshâb-ı kiram arasında icmâ’ yâni söz birliği meydana geldi.

İmâm-ı Ebû Yûsuf, Kitâb-ul-Harâc isimli meşhûr eserinde; “Hazret-i Ömer’in, fethedilen arazileri, gazilere taksim etmemek hususundaki içtihadı, Allahü teâlânın ona bir lütfudur. Bu muamelesi ile ortaya çıkan fayda bütün müslümanlara şâmil olmuştur. Onun bu arazilerden vergi alması ve toplanan vergileri müslümanlar arasında taksim etmesi, cemiyete ait umûmî bir faydadır. Şayet, bu arazilerin gelirleri, atıyye (maaş) ve masraflarda kullanılmak üzere bütün müslümanlar için vakfedilmiş olmasaydı, kaleler korunamaz ve ordular cihâd için yola çıkamazdı. Bu arazilerden elde edilen gelirlerle ihtiyaçları karşılanan ordular bulunmasaydı, ehl-i küfrün, İslâm beldelerine tecâvüzleri önlenemezdi. Hayrın ve faydanın nerede olduğunu Allahü teâlâ bilir” buyurmaktadır.

Diğer üç mezhep imamına göre bu kısım araziler, rakabesi (mülkiyeti) Beytülmâl’e ait olmak üzere, müslümanlar için vakıftır. İşleme ve tasarruf hakkı üzerindekilere bırakılır. Böyle arazilere memleket arazisi veya fey arazisi denir. Osmanlı İmparatorluğundaki arazi de bu şekilde arâziyi memleket idi ki, mîrî toprak diye bilinirdi. Halkın mülkü değildi. Ariyet yoluyla ekip biçmek ile ve diğer istifâde yollarıyla tasarrufta bulunup haracını verirlerdi. Kimse, müdâhale, tecâvüz ve taarruz etmeyip, ölünceye kadar aynı şartlarla tasarrufta bulunurlardı. Vefat ettiklerinde oğulları kendilerinin yerine kâîm olup önceki şartlarla aynen tasarrufta bulunurlardı.

Ebüssü’ûd Efendi, pâdişâhın emri üzerine konu ile ilgili esasları tesbit ederken şöyle buyurmaktadır: “Öşür ve haraç arazisi olmayan topraklara, memleket arazisi denir. Aslı haraçlı topraklardır. Fakat (bu haraç arazileri) sahiplerine mülk olarak verildiğinde kalabalık olan mirasçıları arasında paylaştırılınca, her birine cüz’î parçalar düşmekte ve hisselerine göre haraç tâyin edilmekte, dolayısıyla bir takım zorluklar zuhur etmektedir. Bu sebeple, toprağın rakabesi (mülkiyeti) Beytülmâl’e bırakılıp halka ariyet yolu ile verilmiştir. Halktan da ekmek, biçmek ve bağ ve bahçe yapmak suretiyle yetiştirdiklerinden, harâc-ı mukasseme ve harâc-ı rhuvazzefe vermeleri emrolunmuştur. Sevâd-ı Irak arazisi (Irak toprağı) bâzı fukahâya göre bu nevî bir arazidir.”

Arazi verilen kimselerden birisi tasarruf unda olan üç yeri, üç sene boş bırakırsa ellerinden alınıp, başkalarına tapuya (kiraya) verilirdi.

2-Haraçlı toprakların ikinci kısmı fethedildiğinde asıl sahipleri sürülüp, yerlerine başka taraftan getirilerek yerleştirilen kimselere mülk olarak verilen topraklardır. Bu topraklar işleyenlerin tam mülküdür. İlk sahiplerinin sürülmeleri rastgele olmazdı. O toprakların sakinleri güçsüz oldukları için düşmanın tecâvüzü söz konusu ise veya müslümanların sırlarını düşmana bildirmelerinden korkulursa sürülürlerdi. Ancak kendilerine başka taraftan arazilerinin kıymeti mikdârında yer verilirdi.

3-Haraçlı toprakların üçüncü kısmı, sulh ile alınıp, haraç vergisi karşılığında rakabesi (mülkiyeti) sahiplerine bırakılan topraklardır.

4-Dördüncü kısmı, müslümanlarla beraber harbe iştirak ettiği veya harbte yol gösterdiği için devlet başkanı tarafından zımmîye (gayr-i müslim vatandaşa) ganîmetten verilen arazidir. Harbe iştirak ettiği için verilene radh, yol gösterdiği için verilene ücret denirdi.

5-Zımmînin müslüman hükümdarın izni ile ihya ettiği mevât (faydalanılmayan, sahipsiz boş) araziden de haraç alınırdı.

6-Bir zımmînin müslüman hüküm darın izni ile, ihya ettiği mevât arazi yakınındaki arazinin hükmünü alırdı. Haraç alınan araziye yakınsa, haraç, öşür alınan toprağa yakınsa, öşür alınır. Bu, İmâm-ı Ebû Yûsuf’a göredir. Fetva buna göre verilmiştir.

7-Zımmî, yâni gayr-i müslimin satın aldığı öşürlü bir toprak haraçlı olurdu. Çünkü kâfirden haraç alınır. Haraçlı toprak sahibi müslüman olsa veya bu toprağı vakfetse, yine haracı verilirdi.

Kâfir ölürse, vârisleri yine haraç verirdi. Vâris kalmazsa, beytülmâlın (mîrî toprak) olup, haraç sakıt olur, yâni verilmezdi. Hükümet bu mîrî toprağı satar veya vakfederse, haraç verilmez. Mahsûlden öşür verilirdi. Anadolu topraklarının çoğu bu yoldan öşürlü olmuştur. Hükümet beytülmâl toprağını kiraya verirse, her sene alınan kira, devlet reîsi hakkında haraç yerine geçer. Ayrıca öşür alınmaz. Çünkü haraç alınan yerden öşür alınmaz. Alınan kira, para ise muvazzaf haraç olur. Mahsûlün bir kısmı alınırsa mukâseme haracı olur. Arazîden alınan kira, kiracı hakkında ücret olur. Devlet, haracı toprağın sahibi müslümana bağışlarsa ve onun da beytülmâlden mal almaya hakkı varsa, kendi kullanır. Böyle bir hakka sahip değilse, hakkı olana verir. Devlet, öşrü bağışlarsa caiz olmaz. Hükümetin kaldırması ile öşür af olmaz. Toprak sahibinin öşrünü beytülmâlden hakkı olanlara vermesi lâzım olur.

Haraç arazisini sel alsa, yahut suyu kesilse veya yangın ve şiddetli soğuk gibi semavî bir âfet isabet etse, haraç alınmazdı.

Haraçlı arazideki bağ veya meyve fidanı, meyvesini vermeye başlayınca, o bağ ve bahçenin verimine göre haraç konur:

Haraç alınması iki kısımda mütâlâa edilirdi:

1-Mukâseme haracı: Mukâseme, bölüşmek demektir. Bu haraç, araziden elde edilen mahsûle göre, onda bir, beşte bir, dörtte bir, üçte bir ve mahsûlün yarısı arasında değişir. Toprağın verimli ve değerli oluşuna göre yarıya kadar alınabilir. Daha fazlası alınmaz. Yalnız senede kaç kere mahsûl alınırsa, her defasında haraç alınır.

2-Muvazzaf haraç: Muvazzaf, muayyen demektir. Her sene muayyen mikdârda alınır. Bunda, toprağın şahsın zimmetinde, mülkiyetinde olması esastır. Çiftçi, mülkiyetindeki arazîyi ekmese de haracını öder. Nitekim hazret-i Ömer, Irak topraklarından sulanan yerler ve muayyen mikdârdaki saha için muayyen mikdârda haraç koymuştur. Bununla beraber Irak’ın bâzı yerlerinde mukâseme usûlü ile de haraç toplandığı olmuştur.

Hazret-i Ömer, haraç me’mûrlarını yâni âmilleri çok sıkı murakabe ederdi. Onları vazife yerlerine göndermeden önce sâhib oldukları mallarını tesbit ettirir, vazifelerini bitirip döndüklerinde tekrar saydırırdı. Fazlalık görürse, tamâmına veya bir kısmına el koyar, hazîneye bırakırdı. Fakat bu artışın meşru yollardan olduğu ortaya çıkarsa, ona dokunmazdı. Onun zamanında Irak bölgesinde haraç geliri yüz yirmi sekiz milyon dirheme ulaşmıştı.

Emevîler devrinde haraç gelirleri daha da arttı. Vergilerin toplanmasında yine aynı titizlik gösterildi. Nitekim Abdülmelik bin Mervân zamanında haraç ve diğer gelirleri toplayan kimseler, vazife mahallerine gönderildiklerinde haklarında sıkı tahkikat yapılırdı. Vazifelerini daha iyi yapabilmeleri için Dâr-ul-ıstıhrâc denilen binalar yapılmıştı. Alınan haraçlar, gerekli yerlere sarf edilirdi. Emevî valilerinden Yûsuf bin Ömer, Sevad’dan topladığı 100 milyon dirhemi şöyle harcıyordu: Altmışyetmiş milyon dirhemi hilâfet merkezine gönderiyor, on altı milyon dirhemini emrindeki Şam askerinin masrafları için harcıyor, dört milyon dirhemini posta ve istihbarat teşkilâtına, iki milyon dirhemini tabiî musîbet ve âfetlere ayırıyor, bütün bunlar çıktıktan sonra kalan on milyon dirhemi de zabıta teşkilâtına ve diğer gereken yerlere harcamak üzere yanında bırakıyordu.

Emevîler devrinde, Irak’ın haraç varidatı yüz otuz, Mısır’ın otuz altı, Şam’ın yirmi milyon dirhem civarında olup, toplam yüz seksen altı milyon dirheme ulaşıyordu. Kayda geçirilmemiş olanlar bunun hâricinde idi.

Abbasîler devrinde de haraç vergisine ehemmiyet verilmiştir. Bilhassa Harun Reşîd zamanında bu husus daha da göze çarpar. Halîfe, asrın en büyük âlimlerinden İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin (r. aleyh) talebesi İmâm-ı Ebû Yûsuf’a (r. aleyh) haraç, öşür, zekât, cizye ve bunların toplanması hususunda, bilinip tatbik edilmesi için lâzım olan malûmatı ihtiva eden kaynak bir eser yazmasını emretti. İmâm-ı Ebû Yûsuf (r. aleyh), bu kıymetli eserinde Halîfe Harun Reşîd’e haraç toplama hususunda şu tavsiyelerde bulunuyordu: “Allahü teâlâ, mü’minlerin emîrine uzun ömürler versin. Vergi toplama işinde bana sorarsan; sâlih, dindar, güvenilir kimseler bulup, onları haraç emirliğine tâyin et. Bu vasıfları taşıyanlardan âmil yaptıkların; âlimlerle, re’y sahibi olanlarla istişare eden, iffetli, Allah yolunda, kınayanın kınamasından korkmayan, muhafaza ettiği bir hak, mahalline teslim ettiği bir emânete karşılık yalnız Cennet’i isteyen, eğer kötülük yaparsa öldükten sonra karşılaşacağı azâbdan korkan, şahitlik ettiğinde, şâhidliği kabul edilen, insanlar arasında ahlâksız tanınmayan, bir işte hâkimlik yaptığında haksızlık etmeyeceğinden emîn olunan kimseler olsun. Kötü bir âmil (me’mûr) topladığı vergilerden istediğini sana gönderir, istediği kadarını da kendisine ayırır. Bir vali veya âmil, güvenilir değilse devlet malları ona emânet edilmez.

Âmil ve vali tâyin ettiğin kimselerin, mâiyyetlerinde bulunanlara zulüm ve hakaret etmemeleri, fakat sertlik ile yumuşaklık arasında muamelede bulunmalarını, halka mükellef olmadıkları işleri yaptırmamalarını tavsiye et. Müslümanlara yumuşak, zâlimlere ve ahlâksızlara karşı sert olsunlar. Zımmîlere adaletle, mazluma insafla, haksız ve haddi aşanlara şiddetle muamele edip halka af ile davransınlar. Böyle yapmak halkı itaatli olmaya sevkeder. Onlardan resmî kayıtlarda gösterilen kadar vergi alsınlar.

Bu söylediklerimi, me’mûrlarına emreder, niyetinde sâdık olursan; milletin idaresine iyi kimseleri getirmek istediğini, iyileri kötülere tercih ettiğini bilen Allahü teâlânın seni muvaffak kılacağını umuyorum. Bütün bu tavsiyelerime riâyet ettiğin hâlde, onlardan birisi, vazifesinde kötülüğe sapar, emre muhalif işler yapar, halka zulmederse; Allahü teâlânın onu yakalayıp, senin nâmına cezalandırması, sana da niyet ve ihlâsına göre sevâb yazması muhakkaktır.

Adaletli ve mazluma insaflı olmak, zulümden kaçınmak, ecir ve sevabının yanında, haracın çoğalmasına, memleketin ma’mûr olmasına vesîle olur. Adaletin olduğu yerde feyz ve bereket bulunur. Zulüm ile bunlar yok olur. Zulüm ise haksızlıkla alınan haraç sebebiyle memleket harâb olur. Hazret-i Ömer, Sevâd halkından haracı insaf ve adaletle aldığı için milyonlarca dirhem haraç vergisi topladı.

Ey mü’minlerin emîri! Bir veya iki ay müddetle mezâlim meclisleri kurup, halka şikâyetlerini bildirme, haklarını müdâfaa etme imkânı vermiş ve bu şekilde Allahü teâlânın rızâsına yaklaşmış olursan ümîd ederim ki, milletin ihtiyâç ve derdlerini görme imkânını bulursun. Zâtıâlinizin bu işler yoluna girinceye kadar bir kaç defa böyle meclislerde hâzır bulunması kâfî gelecektir. Böylece, zâlimler, zulümleriyle senin huzuruna çıkmaktan korkacaklar, bir daha zulüm yapmaya cesaret edemiyeceklerdir. Zayıf kimseler de bu meclislerde bulunup, işlerine muttali olman sebebiyle ümidlenip kalbleri kuvvet bularak, hakkında hayır dualar edeceklerdir.

Fesat ve haksızlık üzerine yürüyen hiç bir şey asla devam edemez. Adalet ve doğruluk ile de hiç bir şey azalmaz. Helak olan milletler, ancak hakkı gasbetmeleri, kendilerine haraç ödeninceye kadar zulüm etmeleri sebebiyle helak olmuşlardır. Haraç mükelleflerine, ödemeye mecbur olmadıkları vergileri yüklemek helâl olmayıp, apaçık zulüm ve haksızlıktır.

Ömer bin Abdülazîz’in âmili Adiy bin Ertâd kendisine şöyle yazdı: “Burada bâzı kimseler, baskı yapmadan haraçlarını vermiyorlar...” Bunun üzerine Ömer bin Abdülazîz ona şöyle cevâb verdi: “Benim rızâ göstermem seni Allahü teâlânın azabından koruyabilecekmiş gibi insanlara azâb ve eziyet etmek hususunda benden izin istemenize son derece taaccüb ettim. Mektubum sana ulaşınca, vergilerini kolaylıkla verenlerden al. Zorluk gösterenlere sâdece yemin ver. Onların Allahü teâlânın huzuruna kendi suçları ile varmaları benim onlara azâb ederek Allahü teâlâya kavuşmamdan daha sevgilidir.”

Abbasîler, haraç toplamada şu usûlü tâkib etti: 1-Muhasebe usûlü: Haracın ya para, yahut mahsûl veya her ikisi şeklinde alınması. 2-Mukâseme usûlü: Halîfe Mansur’a kadar haraçlar eköeriyetle harâc-i muvazzaf usûlü ile toplandı. Onun zamanından îtibâren mukâseme usûlüne dönüldü. 3-Mukâtaa (iltizam) usûlü: Haraç ve diğer devlet gelirlerinin toplanmasının bâzı devlet ileri gelenlerine, meselâ kumandanlara tahsîs edilmesidir. Bu usûl, Abbasîler devrinde askerlik Türklerin eline geçince ortaya çıkmıştır. (Bkz. Iktâ). Haraç vergisinin ekseriyeti bu yolla toplanmıştır. Bu usûl, Selçuklu ve Osmanlılar zamanında da devam etmiş 1856 ıslahat fermanı ile kaldırılmıştır.