Eshâb-ı kiramın ve İslâm kumandanlarının büyüklerinden. İsmi Hâlid, künyesi Ebü’l-Velid ve Ebû Süleyman’dır. Nesebi Hâlid bin Velîd bin Mugîre bin Abdullah bin Amr bin Mahzûn’dur. Resûlullah efendimizden; Seyfullah yâni Allah’ın kılıcı lakabını aldı. Ebû Cehl bin Hişâm ve Velîd bin Abd-i Şems ile kardeş Çocuklarıdır. Velîd bin Velid’in kardeşidir. Annesi Lübâbe, ümmül-mü’minîn hazret-i Meymûne’nin kardeşidir. Hazret-i Hâlid bin Velîd’in soyu, Mürre bin Kâb’da Peygamber efendimizirrki ile birleşir. Kureyş’in ileri gelenlerinden ve kumandanlarındandır. Bütün Arab kabileleri tarafından tanınır ve sevilirdi. 630 (H. 8) senesinde müslüman oldu. 642 (H. 21)’de Humus’ta vefat etti.
Bedr ve Uhud savaşlarında henüz müslüman olmadığından düşman birliklerinden birinin kumandanıydı. Hudeybiye’de de düşman tarafında bulundu. Hazret-i Hâlid bin Velîd’in kardeşi Velîd, Bedr’de esiredildi. Fidyekarşılığında serbest bırakılıp Mekke’ye dönünce îmâna geldi ve tekrar Medine’ye döndü. Oradan, hazret-i Hâlid bin Velîd’in müslüman olması için teşvîk edici mektuplar gönderdi. Peygamber efendimiz, Umre yapmak için Mekke’ye gidince, hazret-i Hâlid bin Velîd saklandı. Peygamber efendimize görünmedi. Hâlid bin Velîd’in kardeşi Velîd de (r. anhümâ), Peygamber efendimizin yanında bulunuyordu. Sevgili Peygamberimiz, ona; “Hâlid nerelerde? Onun gibi birinin islâmiyet’i tanımaması, bilmemesi olmaz. Keşke o, bütün gayret ve kahramanlıklarını müslümanların yanında müşriklere karşı gösterseydi ne kadar hayırlı olurdu. Kendisini sever, üstün tutardık” buyurdu. Hâlid bin Velîd, Peygamber efendimizin bu sözlerini haber alınca, İslâm’a meyli arttı. Sevgili Peygamberimizin yanına gitmek için hazırlandı. Bunu şöyle anlatır: “Allahü teâlâ bana doğruyu görmeyi ihsan etti. Kalbime İslâm’ın sevgisini yerleştirdi. Hayrı ve şerri ayıracak hâle getirdi. Kendi kendime, ben, Muhammed aleyhisselâma karşı hersavaşyerinde bulundum. Ama bulunduğum her savaş yerinden ayrılırken, bozuk ve yanlış bir hâl üzere olduğumu ve Resûlullah’ın bir gün mutlaka bize gâlib geleceğini biliyor, bunu sezerek ayrılıyordum. Resûlullah efendimiz, Hudeybiye’ye geldiği zaman, ben de düşman süvarilerinin başında idim. Usfan’da onlara yaklaşıp gözüktüm. Resûlullah efendimiz, bizden emîn bir şekilde, Eshâbına öğle namazı kıldırıyordu. Üzerlerine ani baskın yapmak istedik, ama mümkün olmadı. Böyle olması da hayırlı oldu. Muhammed aleyhisselâm, kalbimizden geçenleri anlamış olmalı ki, ikindi namazını temkinli kıldılar. Bu durum bana çok te’sir etti. “Bu zât her hâlde, Allah tarafından korunuyor olmalı” dedim. Birbirimizden ayrıldık. Ben, çeşitli düşünceler içinde iken Muhammed aleyhisselâm umre etmek için Mekke’ye gelince ondan gizlendim. Kardeşim Velîd de O’nunla beraber gelip beni bulamayınca, şöyle bir mektup yazıp bırakmıştı: “Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamd ü sena ve Resûlullah’a salât ü selâmdan sonra derim ki, hakîkaten ben, senin İslâmiyet’ten yüz çevirip gitmen kadar şaşılacak görüş bilmiyorum. Hâlbuki, gittiğin yolun yanlış olduğunu anlıyabilecek hâldesin, niye aklını kullanmıyorsun? İslâmiyet gibi bir dîni tanıyamamak, anlıyamamak, ne kadar tuhaf. Peygamber efendimiz, bana seni sordu. Senin, İslâmiyet’i tanıman, gayret ve kahramanlığını müslümanların arasında, müşriklere karşı kullanman, Peygamber efendimizin arzusudur. Ey kardeşim! Çok fırsatları kaçırdın, daha fazla gecikme!”
Kardeşimin mektubu bana ulaşınca, müslüman olma arzusu bende çok kuvvetlendi. Gitmek için acele ediyordum. Resûlullah’ın söylediklerine çok sevinmiştim. O gece uyurken, rüyamda sıkıntılı dar ve çöl gibi susuz yerlerden, yemyeşil geniş ve ferah bir yere çıkmıştım. Medîne’ye varınca bu rüyamı hazret-i Ebû Bekr’e anlatıp, tâbirini ondan sormaya karar verdim.
Ben, Resûlullah’a gitmek için toparlanırken; “Acaba oraya giderken bana kim arkadaş olabilir” diye düşünüyordum. Safvân bin Ümeyye’ye rastladım. Vaziyeti ona anlattım. O teklifimi reddetti. Daha sonra İkrime bin Ebî Cehl’e rastladım. O da aynı şekilde davetimi red edince evime gittim. Hayvanıma binip Osman bin Talhâ’nın yanına gittim. Ona da aynı şekilde müslüman olmak üzere, Peygamber efendimize gideceğimi ve bana arkadaş olmasını söyledim. Tereddütsüz kabul etti. Ertesi günü seher vakti yola çıktık. Hadde denilen yere vardığımızda, Amr bin As ile karşılaştık. O da aynı niyetle Medîne’ye gidiyordu. Hep beraber Medîne’ye vardık. Elbisemin en güzelini giyip, Resûlullah efendimizle görüşmeğe hazırlandım. O sırada kardeşim Velîd geldi ve; “Acele et. Çünkü Peygamberimize geldiğiniz haber verilince çok sevinmiş, sizi bekliyor” dedi. Ben de acele ile O yüce Peygamberin huzuruna vardım. Gülümsüyordu. Selâm verdim; “Allah’dan başka îlâh olmadığına ve senin de Allah’ın Peygamberi olduğuna şehâdet ediyorum” dedim. “Sana hidâyet eden, doğru yolu gösteren Allah’a hamd olsun” buyurdu. Sonra günahlarımın affı için Allahü teâlâyaduâ etmesini istedim. Benim için dua etti ve; “İslâmiyet, kendisinden önce işlenmiş olan günahları kesip atar” buyurdu. Diğer iki arkadaşım da müslüman oldular.
Peygamber efendimiz bana kendi evinin yanında bir yer verdi. Beni savaşta hep süvari birliklerinin başına kumandan tâyin etti. Daha sonra Mekke’de iken gördüğüm rüyayı hazret-i Ebû Bekr’e anlattım. O da; “Gördüğün o ferahlık yer, Allahü teâlânın, seni müşriklikten İslâmiyet’e erdirmesidir” buyurdu.”
Hazret-i Hâlid bin Velîd, müslüman olduktan sonra ilk olarak Mûte gazasında bulundu. İslâm askeri Mûte’ye hareket ederken Peygamber efendimiz; “Cihâda çıkacak olan şu insanlara Zeyd bin Hârise’yi kumandan tâyin ettim. Eğer o şehîd olursa yerine Ca’fer bin Ebî Tâlib geçsin. O da şehîd olursa yerine Abdullah bin Revâha geçsin. Eğer o da şehîd olursa, aranızda münâsib gördüğünüz birini seçip ona tâbi olursunuz” buyurdu. Mûte harbi başladı. Şiddetli çarpışma olurken; Zeyd bin Harise, Ca’fer ve Abdullah bin Revâha (r. anhüm) şehîd oldular. Sancak hazret-i Sabit bin Ekrem’e verildi. O, sancağı bir yere dikip mücâhidleri yanına çağırdı. Herkes toplanınca; “Aranızdan birini kendinize kumandan olarak seçiniz ve ona tâbi olunuz” dedi. “Biz seni kumandan seçtik” dediler. “Ben bu işi yapamam” dedi ve hazret-i Hâlid bin Velid’e dönerek; “Yâ Hâlid! Senin savaş tecrüben, askerî bilgin ve askeri heyecanlandırarak harekete geçirmen benden fazladır. Sancağı acele al. Savaş devam ederken bu işlerle oyalanmamız bizim aleyhimize oluyor” dedi. Müslümanlar arasına yeni katılan hazret-i Hâlid, edebinden mukaddes sancağı almak istemedi ve mübarek dudaklarından; “Ben bu sancağı senden alamam! Sen buna benden daha çok lâyıksın. Zîrâ daha yaşlısın ve Bedr gazasında Resûlullah’ın yanında çarpışmakla şereflenmişsin!” sözleri döküldü. Fakat zaman kıymetli idi. Etraflarındaki sahâbîler, düşmanla kıyasıya vuruşuyordu. Hazret-i Sabit, sözünü tekrarlayınca Hâlid bin Velîd, Âlemlerin efendisinin mübarek eliyle teslim ettiği sancağı büyük bir hürmet ve edeble alıp öptü. Atına atlayıp düşmana bütün haşmet ve heybeliyle saldırdı. Akşam vakti yaklaşmış idi. Güneş batıncaya kadar pek müthiş çarpıştı. Onun bu maharetine kâfirler bile şaşırdılar. Hâlid bin Velîd (r. anh) şaşılacak derecede askerî dehâya ve muhârebe tecrübelerine sahip bir kahramandı. Sabah olunca, İslâm askerinin, düzenini değiştirdi. Sağ taraftakiler! sol, sol taraftakileri sağ tarafa, öndekileri arkaya ve arkadakileri de öne aldı. Rum askerleri, önceden tanıdıkları kişilerle karşılaşmayınca şaşırdılar. “Demek ki, bunlara yardımcı kuvvetler gelmiş” zannıyla korkuya düştüler. Hazret-i Hâlid bin Velîd’in kumandasındaki mücâhidler, Rum askerlerinin moral bozukluğundan faydalanıp, hücûma geçtiler. Üç bin kişilik İslâm askeri, Herakliüs’ün yüz bin kişilik ordusunu bozguna uğrattı. Başkumandan Hâlid bin Velîd’in (r. anh) elinde, o gün dokuz kılıç parçalandı. Rumlar çok zayiat verdiler. Peygamber efendimiz, Hâlid bin Velîd’in bu fevkalâde başarısını öğrenince, onu; Seyfullah = Allah’ın kılıcı lakabı ile şereflendirdi.
Hazret-i Hâlid bin Velîd, Mekke’nin fethinde de orduda sağ kanadın kumandanı idi. Hissedilir bir mukavemetle karşılaşmadan, ilk önce Hâlid bin Velîd’in (r. anh) kumandanı olduğu birlik, daha sonra Zübeyr bin Avvâm, Muhacir süvarilerle Mekke’ye girdi.
Mekke fethedilince; Evtas, Sakîf ve Hevâzîn kabîleleri birleşerek müslümanlara karşı, ordular meydana getirdiler. Hâlid bin Velîd (r. anh), bu gazada süvari birliğine kumanda ediyor ve en önde çarpışıyordu. Çok büyük kahramanlık gösterdi. Bir ara yaralandı. Peygamber efendimiz, hazret-i Hâlid’in (r. anh) yanına geldi, yarasına baktı ve iyileşmesi için dua buyurdu. Huneyn muharebesinde bozguna uğrayan kâfirler, Tâif kalesine sığınıp, kapıları kapattılar. Peygamber efendimiz, hazret-i Hâlid’i bin kişilik bir kuvvetle, önden yola çıkardı. Hâlid bin Velîd, Tâif kalesini muhasara etti. Çarpışmak için er diledi. Kimse çıkıp çarpışmağa cesaret edemedi. Müşrikler, kaleyi çok iyi tahkîm edip bir yıllık yiyeceklerini depo ettiklerinden, dışarı çıkmıyorlar ve sıkıntı da çekmiyorlardı. Peygamber efendimiz, kalenin fethi için şimdilik izin verilmediğini buyurunca, ordu geri döndü.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Hâlid bin Velîd’i, Benî Huzeyme kabilesini İslâm’a davet için gönderdi, onlarla anlaşma yaptı. Hicretin onunucu senesinde, Haris bin Kâ’b oğullarına gönderdi ve ilk üç gün kılıç kullanılmamasını tenbih etti. Hazret-i Hâlid, tatlılıkla işi hâlletti ve onlar da İslâm’ı kabul ettiler. Hâlid bin Velîd (r. anh), bunun üzerine, Peygamber efendimize bir mektup gönderdi. Bu mektup şöyledir:
“Bismillâhirrahmânirrahîm.
Allahü teâlânın Resûlü, peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma Hâlid bin Velîd tarafından.
Esselâmü aleyke yâ Resûlallah!
Kendisinden başka ilâh olmayan Allahü teâlâya hamdederim. Yâ Resûlallah, beni, Haris bin Kâ’b kabîlesine gönderdiniz. Onlarla üç gün muharebe etmememi ve İslâm’a davette bulunmamı, müslüman oldukları takdirde aralarında kalmamı ve İslâm’ın esaslarını, Allahü teâlânın kitabını ve Resûlünün sünnetini öğretmemi; müslüman olmazlarsa muharebeye girmemi emir buyurmuştunuz.
Emr-i şerîfleriniz üzere hareket ederek, Haris bin Kâ’b oğullarına üç gün nasîhatedip, islâm’ı tebliğ ettim. Süvarilerim; “Ey Benî Harisler! Selâmete ermek isterseniz, müslüman olunuz!” diye onları İslâm’a davet edince müslüman oldular. Ben de onlara, Allahü teâlânın emirlerini, Resûl aleyhisselâmın sünnet-i şerîflerini öğrettim. Yâ Resûlallah! Bundan sonra, nasıl hareket etmem gerektiği hakkında ikinci bir emr-i şerîfiniz gelinceye kadar burada bekliyeceğim.
Esselâmü aleyke yâ Resûlallah!”
Peygamber efendimiz de, Hâlid bin Velîd’in mektubuna şöyle cevap yazdırdılar:
“Bismillâhirrahmûnirrahîm.
Allahü
teâlânın Resûlü Muhammed aleyhisselâmdan, Hâlid bin Velîd’e.
Esselâmü
aleyke yâ Hâlid! Allahü teâlâya hamdederim. Benî Haris bin Kâ’b’hların
kendileriyle çarpışmanıza ihtiyaç kalmadan müslüman olup, Allahü teâlânın
birliğine ve Muhammed’in, O’nun kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet ettiklerini ve
hidâyete kavuştuklarını haber veren mektubunu elçiniz getirdi.
Onları,
Allahü teâlânın ve Resûlünün emirlerine göre hareket ederlerse âhıret
nimetleriyle müjdele. Eğer aykırı hareket ederlerse âhıret azâblarıyla korkut.
Sonra buraya gel. Onların elçileri de seninle beraber gelsin.
Vesselâmü
aleyke ve Rahmetullâhi ve berekâtühü.”
Bundan sonra, Peygamber efendimiz hazret-i Ali’yi, bir müfreze ile Yemen’e, arkasından ona yardım için, Hâlid bin Velîd’i (r. anh) da bir müfreze ile gönderdi. Hazret-i Ali’ye ulaştıkları zaman, ona tâbi olmalarını tenbih etti. Oraya vardıklarında, Yemen halkı biraz karşı koydu ise de, az bir çarpışmadan sonra, İslâm’ı kabul ettiler.
Hâlid bin Velîd, Peygamber efendimizin vefatlarından sonra hazret-i Ebû Bekr devrinde, ortaya çıkan ve peygamberlik iddiasında bulunan kimseler üzerine yürüdü. Bunlardan Tuleyha ve avânesini öldürdü. Aynıye bin Husayn’ı yakalayıp Medine’ye getirdi. Yemâme’de Müseylemet-ül-Kezzâb’ın ordusunu dağıttı. Bu muharebede Müseyleme, hazret-i Vahşî tarafından öldürüldü ve yirmi bin askeri kılıçtan geçirildi. İslâm ordusunun zayiatı iki bin şehîd idi. Bundan sonra Hâlid bin Velîd (r. anh), mürted olanlarla ve zekât vermek istemeyenlerle uğraştı. Daha sonra, İslâm’ın yayılması için, Irak taraf ma gönderildi. Muzar muharebesinde otuz bin kişilik İran askerini darmadağın etti ve pek çoğunu nehre döktü. İranlı kumandan Hürmüz’le, müthiş çarpışmalar oldu. İran ordularına karşı hep zafer kazandı.
Hazret-i Hâlid, Keşker’de İran’ın büyük bir ordusunu ani gece baskınıyla bozup hezîmete uğrattı. İran kumandanı, kederinden öldü. Elis’te de İranlılarla yapılan savaşta, Hâlid bin Velîd gösterdiği kahramanlıklarla askerini coşturdu ve bu savaşta da gâlib geldi.
Hazret-i Hâlid, Hire üzerine yürüyerek kaleyi kuşattı. Abdülmesih bin Hayyâm bin Bukayle ile Hîre valisi, huzuruna geldiler. Hazret-i Hâlid onlara; “Sizi Allah’a ve İslâm’a davet ediyorum. Müslüman olursanız, müslümanlara ait olan haklara sahip olursunuz ve müslümanın yapacağı vazifeleri de yaparsınız. Bunu kabul etmezseniz cizye verirsiniz. Bunu da kabul etmezseniz, sizin yaşamaya karşı olan hırsınızdan daha fazla şehîd olmaya karşı hırslı olan bir orduyla geldim” dedi. Bunları söylerken Abdülmesih’in elinde bir şişe gördü. Şişedekinin ne olduğunu sordu. Abdülmesih şöyle cevap verdi: “Yâ Hâlid! Bu zehirdir. Eğer sen, bizim arzularımıza uygun bir anlaşma yaparsan ne âlâ. Milletimin arzularına uygun olmayan bir anlaşma ile gitmektense, bu zehiri içerek hayâtıma son vereceğim!” Hâlid bin Velîd (r. anh), zehiri Abdülmesih’in elinden aldı ve “Bismillâhillezi la yedurru ma’asmihî şey’ün fil erdi ve la fissemâi ve hüves-semî’ul-alîm” diyerek sonuna kadar içti. Abdülmesih ve Hîre valisi, Hâlid bin Velîd’in (r. anh) ölmesi için beklediler. Sonra Abdülmesih ve vali anlaşma şartlarını görüşmek üzere kaleye girdiler. Halk onları merakla bekliyordu. Abdülmesih onlara; “Ben, kendilerine zehir te’sir etmeyen bir kavmin yanından geliyorum” dedi. Kavmiyle istişare edip tekrar Hâlid bin Velîd’in (r. anh) yanına gelerek; “Biz, sizinle harb edemeyiz. Fakat dîninize de giremeyiz. Size cizye vermeğe hazırız” dedi. 90 bin dînâr üzerinden sulh anlaşması yaptılar. Hazret-i Hâlid, Hîrelilerle yaptığı sulhnâmeyi bitirince, İran hükümdarına ve erkânına bir mektup yazdı. Bu mektubu Hîrelilere, İran’a gönderilmek üzere teslim etti.
Hâlid bin Velîd (r. anh), buraları emniyet altına aldıktan sonra, Anbar kalesini muhasara etti ve şehri sulh yoluyla ele geçirdi. Bundan sonra, Mehran’ın, müslümanlarla savaşmak üzere Aynüttemr’de hazırlık yaptığını haber aldı. Üzerine giderek bu kaleyi de fethetti. Bu sırada, Dûmet-ül-Cendel’de, Ekîder ve etrafındaki kabîle reisleri ayaklandılar. Bunlar için Iyâd bin Ganem (r. anh) gönderilmişti, Iyâd bin Ganem, Hâlid bin Velîd’den yardım istedi. Hazret-i Hâlid gelip, Dûmet-ül-Cendel’i iki taraftan kuşattı. Reislerinden Cûdî’yi öldürdü. Az zaman sonra kale müslümanların eline geçti.
Hâlid bin Velîd (r. anh) bundan sonra Hîre’ye geri döndü. Bu sırada İranlılar, el-Cezîre’yi geri almak için hazırlanmışlardı. Hazret-i Hâlid, ani bir gece baskını ile İran ordusunu dağıttı ve bölgeye hâkim oldu. Yavaş yavaş Fırat tarafına ilerledi. Burası, asker sevkiyâtı için mühim bir mevki idi. Fırat nehri kenarında, gayr-i müslim Arablar, Rumlar ve İranlıların müşterek ordusu ile çetin bir muharebe yaptı. Bu zaferden sonra Irak’ın her tarafı müslümanların hâkimiyetine girdi. Arkasından Halîfe hazret-i Ebû Bekr, Hâlid bin Velîd’e Şam tarafına hareket etmesini emredince yola çıktı. Bir çok yerleri ele geçirerek Busra’ya ulaştı. Busra’da İslâm ordusunu gören düşman aman dileyince; cizye ve haraç vermek şartıyla sulh yapıldı. Böylece Busralılar can ve mallarını te’minat altına aldılar. Bu ordu Ecnadeyn’de yapılan savaşta da gâlib geldikten sonra Şam civarına ulaştı. Şehir üç taraftan muhasara edildi. Üç ay süren muhasarada bir netîce alınamadı. Şehirde, bir gün, patriklerden birinin bir oğlu olunca, halk her şeyi unutup, bayram yapmaya başladı. Hazret-i Hâlid bin Velîd geceleri uyumayıp vaziyeti araştırdı. Halkın bu zaafından istifâde edip, ordusuna hücûm emri verdi. Şehre giren ordu, Fahl mevkiinde yapılan savaşta, zafer kazandı. Şam’daki ikinci karşılaşmada Rum orduları yok edilinceye kadar savaş devam etti. Ard arda yenilen Rumlar, Anadolu’da papazlar vasıtasıyla köy köy dolaşarak asker topladılar. Büyük bir hıristiyan ordusu meydana çıktı. 240 bin Rum askeri Yermük’te toplandı. Buna karşılık, müslümanların 46 bin kişilik bir ordusu vardı. Başkumandan hazret-i Hâlid bin Velîd, ordusunu biner kişilik bölüklere ayırdı. Her bölüğe kumandanlar tâyin etti. Askerin maneviyâtını kuvvetlendiren nutuklar irâd ettikten sonra, düşmana hücûm emri verdi. Bu savaş târihde eşine ender rastlanan kahramanlıklara sahne oldu. Rum kumandanlarından Yorgi, Hâlid bin Velîd’e gelip müslüman oldu ve kâfirlere karşı çarpışarak şehîd oldu. Bu harpte İslâm kadınları da fevkalâde cenk ettiler. Allah’ın kılıcı hazret-i Hâlid, bütün gücü ile Haçlı ordusunun merkezine yüklendi. Merkezdeki kuvvetlerin dağılması ile Rum ordusu kaçmaya başladı. Böylece İran, Irak, Şam, Suriye, Filistin, Hâlid bin Velîd’in (r. anh) kumandanlığı ve fevkalâde güzel idaresi ile fethedildi.
Bütün Eshâb-ı kiram gibi, hazret-i Hâlid bin Velîd de, ömrünü İslâmiyet’in yayılması için harcamıştır. Peygamber efendimize olan hürmeti, muhabbeti ve bağlılığı son derece idi.
Peygamber efendimiz, Veda haccı’nda mübarek saçlarını tıraş ettiriyordu. Bütün Eshâb-ı kiram etrafında toplanmış, saçları yere düşürmemek için havada yakalıyorlardı. Mübarek alınlarındaki saçlarına sıra gelince, hazret-i Hâlid bin Velîd, “Anam, babam, canım sana feda olsun yâ Resûlallah! Ne olur, mübarek alnınızdaki saçları bana verseniz?” diyerek o kadar yalvardı ki, sevgili Peygamberimiz onu kıramadı. Tebessüm buyurdular. Mübarek saçları alan hazret-i Hâlid, öptü kokladı, yüzüne gözüne sürdü ve sarığının içine yerleştirdi. Bütün savaşlarda muzaffer ol masının sebebini sorduklarında, sarığını çıkarıp içindeki mübarek saçlar sayesinde olduğunu söylerdi. Yanında, Peygamber efendimizin ism-i şerîfinin, salâtü selâm ilâve edilmeden yalnız olarak söylenmesine müsâade etmezdi. Resûlullah efendimizden kendisine bir şey gelirse bundan, büyük şeref ve seâdet duyar, iftihar ederdi. Bütün Eshâb-ı kiram gibi, o da, sevgili Peygamberimizin rızâsını ve hoşnutluğunu kazanabilmek için çırpınırdı. Bunun için herşeyini feda eder, hiç bir şeyden çekinmezdi. Cesaret ve şecaatini ve askerlikteki tecrübelerin, İslâmiyet’in her tarafa yayılması için harcamış ve bunun için Peygamber efendimiz tarafından methedilmiştir. Peygamber efendimiz onun için; “Allah’ın iyi kullarından biridir” buyurmuştur.”
Hazret-i Hâlid bin Velid 642 (H. 21) yılında Humus’ta hastalandı. Yanında silâh arkadaşları vardı. Vefat edeceği sırada kılıcını istedi. Kabzasını tutarak şefkatle okşadı. Sonra: “Nice kılıçlar elimde parçalandı, işte bu benim ölümümü görecek olan son kılıcımdır. Beni en çok üzen, hayâtı hep savaş meydanlarında geçip, yatak yüzü görmemiş olan bu Hâlid’in yatakta ölmesidir. Resûlullah’ın hiç bir Eshâbı rahat yatağında ölmedi. Ya savaş meydanlarında veya uzak beldelerde dîn-i İslâm’ı yayarken garip olarak şehîd oldu. Ah... Hâlid!... Şehîd olamayan Hâlid! Harb, benim etimi çiğneyemedi. Şehîdlik mertebesi hâriç elde etmediğim makam kalmadı. Vücûdumda bir karış yer yoktur ki, ya kılıç yarası, ya bir ok yarası veya bir mızrak yarası olmasın. Ömrü, dîn-i islâm’ı yaymak için savaşlarda at koşturan kimsenin sonu, böyle yatak üzerinde mi olacak? Ölümü, harb meydanında, atımın üzerinde düşmana Allah için kılıç sallarken şehîd olarak beklerdim” dedi. Sonra Yermük savaşını hatırlayarak; “Ah... Yermük günü... İnsan kanlarının vadide sel gibi aktığı Yermük!... Şiddetli bir kırağının olduğu gece, gökten boşanan yağmura karşı kalkanımın altında gecelediğimi unutamıyorum. O gece Muhacirlerden kurulu akıncı birliğimle baskın yapmak için sabahı zor etmiştik. Ah... Yermük harbi... Üç bin yiğitle, yüz bin kâfire karşı zafer kazandığımız Mûte’yi bile unutturdun!... Ey yakınlarım! Cihâda sarılın. Bu topraklar ancak cihad etmekle korunabilir. Yermük, Rumlarla yaptığımız ilk büyük muharebedir. Bundan sonra, daha nice savaşlar birbirini tâkib edecektir. Sakın gaflete düşmeyin!.. Şimdi, kendimi at kişnemeleri arasında, Allah Allah nidalarıyla insanlara dar gelen Yermük Vâdisi’nde hissediyorum. Vallahi Rabbimden beni her gazada diriltmesini ve o savaşın hakkını vermeyi isterim....” dedi. Sonra “Vasiyetimi bildiriyorum, beni ayağa kaldırın...” deyince, ayağa kaldırdılar. “Beni bırakınız, şimdiye kadar hep taşıdığım kılıcım artık beni taşısın” diyerek kılıcına dayandı. “Ölümü, savaştaymışım gibi ayakta karşılayacağım. Öldüğüm zaman atımı muharebede tehlikelere dalabilen bir yiğide veriniz. Atım ve kılıcımdan başka bir şeye sâhib olmadan öleceğim. Mezarımı, bu kılıcımla kazınız. Kahramanlar kılıç şakırtısından zevk alır” dedi ve yatağına düşüp Kelime-i şehâdet getirerek vefat etti (r. anh).