Emevî Devleti’nin 750 senesinde yıkılmasından sonra, Emevî sülâlesinden Abdurrahmân bin Muâviye’nin bugünkü İspanya ve Portekiz’de kurduğu devlet. Ed-Dâhil yâni Muhacir lakabıyla bilinen Abdurrahmân’dan başlıyan ve Üçüncü Hişam’la sona eren bu devlet, 756 (H. 139)’dan 1031 (H. 422)’ye kadar iki yüz yetmiş beş sene hüküm sürdü. Üçüncü Abdurrahmân’a kadar Kurtuba Emirliği diye adlandırılan bu devlete, bu hükümdar zamanında Endülüs Emevî Hilâfeti nâmı verildi. Hükümdar, emîr-ül-mü’mînîn ünvanını aldı.
Devletin kurucusu olan Abdurrahmân, Şam’daki Emevî Devleti’nin yıkılması üzerine, Fırat ırmağını geçerek Filistin’e kaçtı. Âzâdlı kölesi Bedr, kız kardeşini ve servetini yanına kaçırdı. Daha sonra zorluklar içinde uzun süren bir yolculuktan sonra, Mısır yoluyla Fas’a geçti. Kuzey Afrika’da bir hayli dolaştıktan sonra Endülüs’e ulaştı. Kuzey Afrika valisi olan Abdurrahmân el-Fihrî, onu yakalatmak için çok sıkı tedbirler aldı ise de yakalıyamadı. Endülüs’e yerleşen Emevîlerle mektuplaşarak irtibatı sağlayan Abdurrahmân bin Muâviye, onları, etrafında toplanmaya çağırdı. Bu hususta âzâdlı kölesi Bedr yardımcı oluyordu. 755 (H. 138) senesinde Endülüs’e girmeye muvaffak oldu. Bir müddet sonra Yemen’den gelip Endülüs’e yerleşen kabileleri de toplamayı başardı.
Birinci Abdurrahmân, Endülüs valisi Yûsuf el-Fihrî ile yaptığı muharebeyi kazandı. Gayet sistemli ve plânlı bir şekilde, Endülüs’ü yavaş yavaş ele geçirdi. 756 (H. 139) senesinde Kurtuba şehrine girerek Yûsuf el-Fıhrî’nin idaresine son verdi ve Emevî emirliğini kurdu. Halîfelik ünvanını hiç kullanmadı.
Abdurrahmân bin Muâviye, emîrliğini îlân ettikten ve halkın bî’atından sonra, kurduğu yeni devleti sağlamlaştırmak için bölgesindeki müslümanları etrafında topladı. Kuvvetli bir ordu kurdu. Endülüs’ün Şam’a bağlılığını kopararak bağımsız oldu. Halka yumuşak ve adaletle muamele etti.
Birinci Abdurrahmân’ın idareye tamamen hâkim olması, dıştan ve içten kaynaklanan pek çok ayaklanmayı bastırdıktan sonra mümkün oldu. Bunların başında, Fıhrîlerin ayaklanması gelir. Fıhrîlerle Muşâra muharebesini yapan Abdurrahmân gâlib geldi. Ayrıca Abdurrahmân bin Habîb el-Fihrî ve Âlâ bin Mugis el-Yahsûbin’in isyanı Saragossa’da İbn-i Yahya’nın ve Frank kralı Şarlman ile irtibatlı olarak Süleyman bin Yakran el-Kelbî’nin Barselona’daki ayaklanması tamamen bastırıldı.
Bunlardan başka Endülüs’ün İşbiliyye, Tüleytula, Lebne ve Cezîret-ül-Hadrâ bölgelerinde çıkan isyanlar da bastırıldı. Abdurrahmân bin Muâviye’yi en çok meşgul eden, Şakyâ el-Berberî’nin Endülüs’te Fâtımîlerin desteğinde şiî bir devlet kurmak maksadıyla yaptığı ayaklanmadır. Bu ayaklanma on sene süren bir mücâdeleden sonra bastırıldı. Böylece Abdurrahmân bin Muâviye, otuz üç senelik meliklik devresinin büyük bir kısmını, çıkan isyanları bastırmakla geçirdi.
Abdurrahmân bin Muâviye’nin 788 (H. 172) senesinde vefatından sonra, yerine oğlu Hişâm geçti. Hişâm, önce iki kardeşi Abdullah ve Süleyman’ın ortaya çıkardığı karışıklığı bastırdı. Babasının Saragossa’da bastırdığı isyanda ölen isyancıların başı Hüseyn bin Yahya’nın oğlu Sa’îd, intikam almak için isyan etti. Hişâm, bölgeye Mûsâ bin Fortûn’un komutasında bir ordu gönderdi. Mûsâ bin Fortûn, Saragossa’daki isyanı bastırdı. Barselona ve Takoronna’da çıkan isyanların da kısa sürede önüne geçildi.
İç asayişi sağlayan Hişâm, 791 senesinde Ebû Osman kumandasında bir orduyu Alava bölgesine gönderdi. Ebû Osman büyük bir zafer kazanarak döndü. Aynı sene Narbone ve Celihiye üzerlerine seferler düzenlendi. Bu seferlerde zaferler kazanılarak çok ganîmet elde edildi. Hişâm, 796 (H. 180) senesinde otuz dokuz yaşında iken vefat etti. Yerine oğlu Hakem geçti.
Hakem zamanında da iç karışıklıklar baş gösterdi. İsyan eden amcaları Abdullah ve Süleyman ile dört sene mücâdele etti. İlk önce amcası Abdullah ile bir and laşma yaparak, ondan gelecek tehlikeyi ortadan kaldırdı. Daha sonra diğer amcası Süleyman ile uğraşmaya başladı. Yapılan muharebede amcasını yenilgiye uğrattı. Süleyman, Maride bölgesine kaçtı. Hakem, o bölgede bulunan Berberî kabilelerinin reisi Asbağ bin Valsus’dan, amcasını oraya sokmamasını istedi. Asbağ da Süleyman’ı yakalayarak, Hakem’e gönderdi. Hakem, amcasını öldürttü. Ayrıca er-Rabad, Tuleytula, Saragossa ve Maride’de çeşitli isyanlar çıktıysa da kısa sürede bastırıldı. Bu isyanların bastırılmasından sonra, kuzeydeki küçük İspanyol devletlerine seferler düzenlendi ve büyük başarılar kazanıldı. Hakem, 23 Mayıs 822 târihinde vefat edince, yerine oğlu Abdurrahmân geçti.
İkinci Abdurrahmân’ın sultanlık dönemi, Endülüs Emevî Devleti’nin en parlak devridir. Hattâ tarihçiler bu dönemden düğün günleri mânâsında Eyyâm-ül-arûs diyerek bahsetmişlerdir. Bu devirde gaza ve fetihler yapılmış, büyük ordularla çıkılan seferlerde düşmanlar ağır yenilgilere uğratılmıştır.
Maddî bir bolluğa, kültür ve ilimde yüksek bir seviyeye ulaşılan bu devirde, bir takım iç ayaklanmalar olmuşsa da, bunlar öncekilere göre çok azdır. Tamamen bastırılan isyanların bir kısmı da gayr-i müslimler tarafından çıkarılmıştır. Bunlardan biri 826 senesinde Takoronna şehrinde Turil adında bir berberînin liderliğinde çıkarılan isyandır. Bunlar üzerine İbn-i Ganîm komutasında gönderilen ordu, bu isyanı tamamen bastırdı. Bir diğer isyan, Mayorka adası halkının 848 senesinde çıkardığı isyandır. İkinci. Abdurrahmân bunlar üzerine deniz kuvvetlerinden üç yüz gemilik bir filoyu gönderdi. Bu kuvvet adayı feth edip isyancıları itaat altına alarak döndü. Abdurrahmân bin Hakem; Normandlara, isyan çıkaran hıristiyanlara ve İspanyollara karşı savaşlar yaptı. Normandların, Endülüs sahillerine saldırıları da onun zamanında durduruldu. İkinci Abdurrahmân 852 senesi Eylül ayının yirmi üçünde vefat edince verine oğlu Muhammed geçti.
Muhammpd bin Abdurrahmân tahta geçtikten sonra iç isyanlarla uğraştı. Tuleytula, Saragossa, Celikiye ve Maridî’de çeşitli isyanlar çıktı. Bunları bastırmak için babasından daha sert tedbirler aldı. Kara ve denizden olmak üzere Celikiye üzerine büyük bir sefer düzenledi. Oğlu Münzir kumandasındaki kara birlikleri Batalyos’u aldılar. Daha sonra İspanyollar üzerine seferler düzenlendi.
Otuz dört sene emirlik yapan Muhammed, 886 senesinde altmış beş yaşında vefat edince, yerine oğlu Münzir geçti. İlme meraklı ve âlimleri koruyan bu hükümdarın saltanatı kısa sürdü. Ufak-tefek iç isyanlar oldu ise de kısa sürede bastırıldı ve Münzir’in âdil idaresi sayesinde halk oldukça sakin bir devir geçirdi. 888 senesinde Münzir vefat edince, yerine kardeşi Abdullah geçti.
Abdullah tahta çıktıktan sonra, zayıflamış durumda olan devlet otoritesini güçlendirmek ve her tarafta hissedilir hâle getirmek için faaliyete geçti. Yarı bağımsız duruma gelen prenslikleri tekrar merkeze bağladı. İsyanları bastırdı. Daha sonra hıristiyanlara karşı sefere çıktı. Bir çok zaferler kazandı.
Abdullah 912 senesinde ölünce, vasiyeti üzerine yerine torunu Üçüncü Abdurrahmân bin Muhammed, yirmi üç yaşında iken sultan oldu.
Üçüncü Abdurrahmân’ın elli sene süren saltanatının ilk seneleri iç huzuru sağlamakla geçti. Bir süre sonra Fâtımîlere karşı halifeliğini îlân etti. 917 senesinde İşbiliyye ve Camona Prenslikleri Abdurrahmân’ı tanımak zorunda kaldılar. 920 senesinde Asturia kralı Ordonoa’yı Semurre’de hezimete uğrattı. Bundan sonra Muez, Osme, Sam, Esteban, Olunie ve Calahörra’yı ele geçirerek Pirenelere dayandı. 951 senesinde Leon kralının ölümünden sonra çıkan taht kavgası da Abdurrahmân’ın bu ülkeler üzerinde otorite kurmasına yardım etti. Saneho ve Navarra kraliçesi Totey, yardım isteği ile Kurtuba’ya kadar geldi. Bu siyâsî temas, Endülüs târihinde ilk defa vuku bulan bir hareket olup, büyük bir başarı idi. Leon kralı on kadar kaleyi Abdurrahmân’a bırakarak, karşılığında onun askerî ve siyâsî desteğini sağladı, Abdurrahmân en-Nâsır, donanmasını kuvvetlendirerek, 931 senesinde Sebte’yi aldı. Fas tarafına geçti. Fas’a yayılan bozuk îtikâdlı çeteleri ülkeden çıkartarak Nakur ve Mağraveler’i kendine bağladı. Uzun yıllar merkezin tam hâkimiyet prensibine dayalı bir politika tâkibetti.
Üçüncü Abdurrahmân yetmiş üç yaşında ölünce, yerine 961 senesinde oğlu İkinci Hakem geçti. Hakem, babasının kurduğu düzeni devam ettirdi. Fıkıh ve târih âlimi olan İkinci Hakem; ülkenin imârında ilim ve fikir hayâtının gelişmesinde, san’at ve mimarî eserlerinin yaptırılmasında büyük gayretler gösterdi. Yeni ilâveler yapılan Kurtuba Câmii’nin ve Kurtuba şehrinden beş kilometre uzaklıkta kurulan yazlık şehrin güzelliği, bahçeleri, dillere destan oldu. Buraya çiçek şehir mânâsına Medînet-uz-zehrâ denildi.
İkinci Hakem’in ölümünden sonra tahta on iki yaşındaki oğlu İkinci Hişam çıktı. Hişam’ın küçük yaşta olmasından dolayı Mansûr bin Ebî Âmir adlı naibi idareyi üzerine aldı. Manfsûr ve ondan sonra oğlu Abdülmelik ve Abdurrahmân tam bir diktatörlük kurdular. Abdurrahmân’ın Galicia’da seferde olmasından faydalanan muhalifler, İkinci Hişam’ı 1009 senesinde tahttan indirerek oğlu Muhammed el-Mehdî’yi sultan îlân ettiler. Kurtuba’ya dönen Abdurrahmân’ı da yakalayarak îdâm ettiler. Bu olayla barış devri kapanarak memleket anarşi ortamına girdi.
Kurtubalılar daha sonra Sultan Muhammed el-Mehdî’yi tahttan indirerek öldürdüler. Yerine 1010 senesinde İkinci Hişam’ı yeniden sultan îlân ettiler. Hişam, isyan eden Berberîlerle iyi geçinmek için gayret gösterdiyse de mümkün olmadı. 1013 senesinde tekrar tahttan indirildi. Yerine Süleyman bin Hakem tahta geçirildi. Bu da sükûneti sağlayamayınca, Septe valisi Ali bin Hammûd’u çağırdılar. 1017 senesinde tahta çıkan Ali bin Hammûd çok geçmeden öldürüldü. Yeniden kargaşalık baş gösterdi. 1018 senesinde Kasım bin Hammûd tahta çıktı ise de, merkezdeki kargaşalıklar yüzünden valiler kendi bölgelerinde bağımsızlıklarını îlân ettiler. Böylece Endülüs İslâm târihinde, Tavâif-i Mülûk devri başladı. İç çekişmeler devleti yıprattı. Endülüs Emevîlerini bir bayrak altında toplamak için son gayreti gösteren beşinci Abdurrahmân’ın oğlu Ümeyye, 1031 senesinde tekrar Kurtuba’ya girerken yakalandı ve öldürüldü. Parçalanan Emevî Devleti, bir süre sonra Cevherler tarafından tâbi beylik hâline getirildi. Hıristiyan devletler bu küçük beylikleri kısa zamanda yıktılar. Bunlardan sonra yalnız Benî Ahmer Devleti 1492 senesine kadar yaşıyabildi.
Endülüs Emevîleri son zamanlarında İslâm ahlâkını bırakıp, Ehl-i sünnet itikadından ayrıldıkları için, Pirene dağlarını aşamadılar, parçalandılar ve yıkıldılar. Endülüs Emevî Devleti yıkılmasaydı, belki İbn-i Rüşd ve İbn-i Hazım gibi sapıkların, İslâmiyet’e uymayan felsefeleri din ve îmân hâlini alıp, dünyâya yayılacaktı. Böylece, İslâmiyet’e çok büyük zarar verilecekti.
Başlangıçta dînin güzel emirlerine ve yasaklarına eksiksiz uyan Endülüs müslümanları, zamanla bozulup birlik ve dirliklerini kaybettiler, önceki kazandıkları zaferler, artık hayâl oldu. Müslüman memleketlerine giren hıristiyanlar, zalimlikte ellerinden geleni geri bırakmadılar. Papanın elçisinin de hazır bulunduğu Barsbastro kalesinin muhasarası ve işgali esnasında anlaşmayla teslim olmak mecburiyetinde kalan müslüman ahâliye yapılanlar, bu zulümlerin en bariz bir numûnesidir. Anlaşma îcâbı kadınları ve çocukları ile birlikte kaleyi terkeden erkekleri ayırıp, hunharca katleden hıristiyanlar, müslümanların kadınlarını da aralarında bölüştüler. Bu esir kadınlardan bin tanesini de papaya gönderdiler. Papa, bu mazlumların esir edilmesini tel’in edeceği yerde, zevk duydu. Zamanla Endülüs’ün tamâmına hâkim olan hıristiyanlar, kendi dinlerinden olmayan herkesi, hıristiyan olmaya mecbur tuttular. Kabul etmeyenleri öldürdüler. Bilhassa başpiskopos Juan Ximinez devrinde, İspanya her tarafa dehşet saçan bir taassup denizi hâline geldi. İslâm kültürüne ait her şey yok edilmeye çalışıldı. Müslüman olduğunu hissettirenler, bir kelime de olsa Arabça kullananlar, şiir söyleyenler, eski aile adlarını taşıyanlar, millî ve dînî kıyafetler giyenler, hattâ hamama gidenler, yakalandıkları gibi kürek, zindan, sürgün ve diri diri yakılmak gibi cezalara çarptırıldılar. Başpiskopos Ximinez, halk arasına hafiyeler saldı. Eşsiz bir hazîne şeklinde olan kütüphânelerdeki kitapları bir odun yığını gibi meydanlarda yaktı ve evlerde de bir tane kitap kalmamasına dikkat etti. Bir milyon ciltten fazla esertahrib edildi.
Kültür ve medeniyet: Abdurrahmân bin Muâviye’nin kurduğu Endülüs Emevî Devleti zamanında Endülüs, büyük bir kültür, medeniyet ve ilim merkezi oldu. Devletin merkezi olan Kurtuba, Avrupa’nın en kalabalık ve en geniş şehri hâline geldi. Vezir ve me’mûrların ikâmet ettikleri yerler dışında yüz on üç bin ev, altı yüz cami, üç yüz hamam (evlerdeki banyolar hâriç), elli hastahâne, seksen resmî mekteb, orta tahsîl için on yedi mekteb, yüksek seviyede tahsîl veren bir çok yer, bu mekteplerde dört bin talebe vardı. Zâten her cami bir mekteb hüviyetinde idi. Camide öğrenilen evde anlatılır, evler de mektep hüviyetini alırlardı. Kurtuba’da içinde yüz binlerce kitap bulunan yirmi tane devlet kütüphanesi vardı. Ayrıca vakıf kütübhâneleri de mevcuttu. Kenarlarını seksen bin dükkânın kapladığı Kurtuba caddeleri, boydan boya kaldırımlarla döşenmiş ve lambalarla ışıklandırılmıştı. Caddelerin çöpleri, günlük olarak kağnı arabalarına konup şehir dışına çıkarılırdı. Yaklaşık beş milyon kişinin yaşadığı Kurtuba şehrinde kanalizasyon şebekesi de kurulu idi. Caddelerin ve sokakların altına döşenen borularla lağım suları arzu edilen yerlere nakledilirdi. Şehrin her tarafı yeşilliklerle adetâ döşenmişti. Çevredeki tarlalar, açılan sulama kanallarından akıtılan sularla sulanıyor, toprak en verimli şekilde işleniyordu. İnsanlar, fen ve din ilimlerinin her çeşidi ile ilgileniyorlar, araştırmalar yapıyorlardı. Diğer ülkelerden getirilen tohumlar ekiliyor, hayvanlarda sun’î tohumlama yapılıyordu. Endülüs’ün köy ve şehirleri böylesine bakımlı, insanları böylesine kültürlü idi. İşte Avrupa’nın aydınlanması, fen ve teknolojide ilerlemesi, böyle bir kültür ve ilim merkezi olan Endülüs’den aldığı kültür ve ilim sayesinde gerçekleşti. İslâm dîni, Avrupa’ya İspanya’dan yayıldı. Fas, Kurtuba ve Gırnata üniversiteleri kurularak, batı, ilim ve fen ışıklarına kavuştu. Burada tahsil gören gençler, hıristiyan âlemini, gaflet ve cahillikten uyandırıp, fen ilimlerinde ilerlemelerini sağladılar.
İber yarımadasına gelen müslümanların tecrübeli gözleri, Endülüs topraklarına gösterilecek ciddî bir bakım ve îtinâ sayesinde kazanılacak hâzineleri hemen farketmişti. Derhal su kaynakları açıp yirmi-otuz metre çapında kuvvetli çarkları oralara yerleştirdiler. Suyu yükseltmek için geliştirdikleri bu âletlerin yardımıyla, suları büyük havuzlarda topladılar. Havuzlarda büyük yekûn teşkil eden suları, güzel bir sistemle tertiplenmiş su kanalları vasıtasıyla tarlalara dağıttılar. Bölge bölge kurdukları su te’sisleri ile suları memleketin her tarafına akıttılar. Böylece en kuru ve en verimsiz görünen tepeler ve dağ yamaçları taraslandı, set şeklindeki evleklerle sulandı. Plânlı bir şekilde işlendi. Bu gün İspanya ihraç mallarının büyük bir kısmını meydana getiren ve müslümanlar tarafından Endülüs’e getirilen nar, şeftali, badem, kayısı, portakal, kestane, muz, hurma, kavun ve kuşkonmaz gibi meyve ve nebatların yetiştirilmesi, ekim ve bakımları, muntazam kurslarla köylülere öğretildi. Nitekim şimdi bile İspanyolca’daki zirâat ve sulama tekniğine ait tâbirler, hâlâ Arabça olarak kullanılmaktadır. Yapılan bu çalışmalar sayesinde birbiriyle birleşen tarlalarda rüzgârın dalgalandırdığı bitkiler, fasılasız birbirini tâkib ediyordu. Topraktan yüksek verim almak için yapılan çalışmalar sayesinde, üçüncü Abdurrahmân zamanında aynı yerden senede üç-dört defa hububat elde edildi. Aynı çalışmalar, hayvancılığa da tatbik edilidi. Bu devirde yeni mâden ocakları açıldı. Bin yıldır kapalı olan Fenikelilerin açtıkları ocaklar, tekrar faaliyete geçirildi. Her yıl muazzam mikdarda demir, bakır ve civa çıkarıldı. Çok cepheli ve üstün kapasiteli bir endüstri gelişti. Refah seviyesi yükseldi. Bir yerden bir yere gidenler, artık yaya gitmiyorlar, binek hayvanıyla gidiyorlardı. Sebze ve meyve ucuz, işçi ücretleri yüksekti. Doğunun çiftçi, san’atkâr ve sanayicileri Endülüs’e akın ettiler. 950 yıllarında İspanya müslürnanlarının nüfûsu otuz milyona yükseldi. Kurtuba’nın etrafındaki fevkalâde mâmur, son derece verimli arazinin üzerine binlerce köy sıralanmıştı.
Endülüs Emevî Devleti’nde, ilme ve âlime çok değer verildiğinden ilim ve fende çok ileri gidildi. Saraylar ve devlet dâireleri birer ilim yuvası oldu. Her memleketten, ilim öğrenmek için tâlibler akın akın Kurtuba’ya toplandılar. Kurtuba’da büyük ve mükemmel bir tıb fakültesi kuruldu. Avrupa kralları ve devlet adamları tedâvî için Kurtuba’ya gelip, gördükleri güzel medeniyete, güzel ahlâka, misafirperverliğe hayran kaldılar. Kurtuba’da altı yüz bin kitap bulunan bir kütüphane yapıldı. Bilhassa tıb ve astronomi ilminde çok ileri gidildi. Muhyiddîn ibni Arabî, Kadı Ebû Bekr ibni Arabî, Nûreddîn Batrûcî, meşhûr müfessir Ebû Abdullah bin Muhammed Kurtubî, Kadı Iyâd Yahsûbî gibi pek çok âlim yetişti.
Dünyâ üzerindeki ilk üniversite, Fas’ın Fez şehrinde bulunan Kayravân Üniversitesi idi. Din ve fen ilimlerinde âlimler yetişmesini teşvik eden İkinci Abdurrahmân zamanında, Kurtuba’da da büyük bir üniversite kuruldu. Bu üniversite, o devirde dünyâ üniversiteleri arasında en meşhûru ve en gözdesi idi. Bu üniversitede, İspanya’nın her tarafından talebeler ilim öğrenmeye geldiği gibi, Avrupa’dan, Afrika’dan ve Asya’nın çeşitli bölgelerinden müslüman ve hıristiyan pek çok talebe tahsîl yapıyordu. Bu üniversite, Bağdâd’da kurulan Nizamiye medreselerinden daha önce kurulmuştu. Mısır’da şiîlik propaganda merkezi olarak kurulan Câmi-ül-Ezher de, bu üniversiteden yıllar sonra kuruldu. Eğitim ve ilmî teşvik İçin çeşitli vakıflar kuruldu. Neticede Endülüs’teki kültür yüksek bir seviyeye ulaştı. Okuma-yazma bilmeyen kalmadı. Kurtuba dışında Malağa, Valencia, Alrneria ve diğer büyük şehirlerde yerli ve yabancı talebelerin eğitim ve öğretim görmek için toplandıkları medreselerve üniverziteler de vardı. Müderrislerin ve talebenin kalacak yerleri ve yiyecekleri te’min edilir, ihtiyaçları eksiksiz karşılanırdı. Endülüs Emevî Devleti’nin, Avrupa’ya ilim ve irfan saçtığı zamanda, hıristiyan Avrupa’da okuma-yazma bilen son derece azdı. Bunlar da kiliseye mensuptu.
Fen ilimleri Endülüs’te ileri dereceye ulaşmıştı. Kimya alanında Abbâs bin Firnâs, cam yapma tekniğini geliştirdi ve tanıttı. Sülfirik, nitrik, nitro, hidroklorik asitleri keşfetti ve birçok kimyasal maddeyi ortaya çıkardı. Kimya alanında çalışmalar, yeni ilâçlar hazırlama konusunda faydalı oldu. Yine ilk defa ilâçlar hakkında bilgi veren kitaplar hazırlandı ve eczaneler kuruldu. Fizyoloji ve anatomi konularında uygulamalı tıp İlmi geliştirildi. İşbiliyeli Ebû Mervân Abdülmelik bin Zühr, mîde kanserini tarif eden İlk müslüman hekim oldu. Ayrıca siyatik tedavisinde oldukça başarılıydı.
Bundan başka Endülüs’te emsaline çok az rastlanan ince san’atlı camiler, saraylar, bahçeler yapıldı. Her yönü ile bir san’at şahikası olan ve Kurtuba’da yaptırılan Büyük Camii, 785 yılında Birinci Abdurrahmân devrinde inşâ edilmeye başlandı ve on senede tamamlandı. Fakat bundan sonra her sene bir parça ilâve edilerek son şeklini 990 (H. 380) senesinde aldı. Caminin içinde, her biri 10 metre yüksekliğinde 1419 sütun bulunuyordu ve 20 adet de kapısı vardı. Mermer sütunlar, minareler, minber ve diğer tezyînâtı, tek kelimeyle bir san’at âbidesi ve şaheseriydi. Hıristiyanlar 1492 senesinde Kurtuba’ya girince, ilk iş olarak, bu camiyi harâb ettiler. Sonra da içine kilise yaptılar. Bunlardan başka; Bib-Mardun Camii, Medînet-üz-zehrâ Camii, Ca’feriyye ve El-Hamra Sarayı, Endülüs’te yapılan diğer mîmârî eserlerden bâzılarıdır.
Sultanlar |
Tahta Çıkışı |
Abdurrahmân bin Muâviye |
756 (H. 138) |
Hişam bin Abdurrahmân |
787 (H. 170) |
Hakem bin Hişam |
796 (H. 180) |
İkinci Abdurrahmân |
821 (H. 206) |
Metımed bin Abdurrahmân |
852 (H. 239) |
Münzir bin Muhammed |
886 (H. 273) |
Abdullah bin Muhammed |
908 (H. 295) |
Üçüncü Abdurrahmân |
912 (H. 300) |
İkinci Hakem |
961 (H. 350) |
İkinci Hişam |
976 (H. 366) |
Muhammed Mehdî |
1009 (H. 399) |
İkinci Hişam (2. saltanatı) |
1009 (H. 399) |
Süleyman bin Hakem |
1013 (H. 403) |
Ali bin Hammûd |
1017 (H. 407) |
Kasım bin Hammûd |
1018 (H. 408) |
Müslümanların ilim ve fendeki ilerlemelerini, onların güzel ahlâkını yakından görüp öğrenmeleri üzerine, Avrupalı hıristiyanlar arasında müslümanlar gibi Arabca öğrenme, onlara benzeme yarışı başladı. Hıristiyanların bu hâline hayıflanan Kurtuba Piskopos’u; “Dindaşlarımdan pek çoğu Arabça şiir ve hikâyeleri okuyorlar. İslâm âlimlerinin eserlerinde yanlışlıklar bulmak için değil, bilakis Arabça’nın doğru, açık ve zarîf üslûbunu öğrenmek için inceliyorlar... Yazık ki, bütün hıristiyan gençleri, değerlerini gösterebilmek için sâdece Arab dili ve edebiyatını öğreniyorlar. Büyük bir gayretle Arabça kitaplar okuyorlar, bunlar üzerinde araştırmalar yapıyorlar. Yaptıkları ile de öğünüyorlar. Buna mukabil kendilerine hıristiyan kitaplarından bahsolununca, onların, kıymet vermeğe değer mâhiyette olmadıklarını, umursamaz bir şekilde cevaplandırmaktadırlar. Ne acı! Hıristiyanlar, bilhassa kendi dillerini unutuyorlar. Binlercesinin arasından bir kişi bile latince mektub yazmayı bilmezken, pek çoğu zarîf Arabça ile maksâdlarını ifâde etmekte ve bu dilde üstün bir san’atla şiirler yazmaktadırlar” şeklinde müslümanlara hayran olan dindaşlarından dert yanmaktadır.