EBÛ LEHEB

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve selemin amcalarından. Müslümanların büyük düşmanı olup, asıl adı Abdül-Uzza, künyesi ise Ebü’l-Utbe’dir. Resûlullah efendimize çok eziyet edip, kin beslemesi ve O’nunla alay etmesi sebebiyfe alev babası, yâni cehennemlik mânâsına, Ebû Leheb lakabıyla meşhûr oldu. Bu lakabı, Kur’ân-ı kerîmde zikredildi. Resûlullah efendimiz, Kur’ân-ı kerîm okuyarak, insanları müslüman olmaya çağırırken, Ebû Leheb arkasından dolaşır; “Sakın O’na aldanmayınız, sözüne inanmayınız” deyip onların müslüman olmalarını engellemeye çalışırdı. Bedr muharebesine katılmadı. Müşriklerin Bedr’de yenilmelerine üzüldüğünden dolayı, Adese denilen çiçek hastalığına tutuldu. Yedi gün sonra kimse yanına yaklaşamayıp koktu. Çok fecî bir şekilde Mekke’de öldü.

Abdülmuttalib’in on iki oğlundan birisi olan Ebû Leheb’e, Resûlullah efendimizin dünyâya geldiğini, cariyesi Süveybe; “Kardeşin Abdullah’ın oğlu oldu” diyerek müjdeledi. Bu habere sevinen Ebûl Leheb; “O’na süt vermek şartıyla seni âzâd ettim” dedi. Böylece Resûlullah’ın ilk süt annesi Süveybe oldu. Bunun için Ebû Leheb’in azabı her mevlid gecesinde biraz hafiflemektedir. Mevlid gecesine sevinen, o geceye kıymet veren mü’minlere pek çok sevâb verileceği buradan anlaşılır.

İslâm’ın ve müslümanların büyük düşmanı olan Ebû Leheb, Peygamber efendimizin amcası olduğu hâlde müslüman olmamıştı. Resûlullah efendimizin akrabalarının da müslüman olmalarına manî olmaya çalıştığı gibi, Resûlullah efendimize ve müslümanlara çok eziyet ediyordu. (Bkz. Ebû Tâlib.)

Bi’setin dördüncü yılında, Hicr sûresinin; (Ey Habîbim!) Sana emrolunan şeyi (emir ve yasakları) açıkla, hak ile bâtılın arasını ayır. Müşriklerden yüz çevir (onların sözlerine iltifat etme) meâlindeki doksan dördüncü âyet-i kerîmesi nazil olunca, sevgili Peygamberimiz, Mekkelileri açıktan islâm’a davet etmeye başladı. Bir gün Safa tepesine çıkıp; “Yâ Sabâhah! Buraya geliniz, toplanınız. Size mühim bir haberim var” diye seslendi. Bu davet üzerine, kabîleler koşarak toplandılar. Hayret ve merak içinde beklemeye başladılar. Gelemeyenler de adamlarını göndererek niçin toplanıldığını öğrenmek istediler. Gelenlerden bir grup; “Ey Muhammed’ül-emîn! Bizi buraya niçin topladın, neyi haber vereceksin?” diye sormaya başladılar. Peygamber efendimiz; “Ey Kureyş kabileleri!” hitâbıyla konuşmaya başladı. Herkes dikkatle dinliyordu. “Benimle sizin hâliniz, düşmanı görünce, ailesine haber vermek üzere koşan ve düşmanın kendisinden önce ailesine ulaşıp zarar vermesinden korkarak, ya sabâhah (düşman tarafından kuşatıldık, sarıldık. Sabah vakti gelip çattı. Hemen çarpışmaya hazırlanın) diye haykıran bir kimsenin hâline benzer. Ey Kureyş topluluğu! Ben size, şu dağın ardında bir düşman ordusu var, üzerinize hücûm etmek üzeredir desem bana inanır mısınız?” buyurdu. “Evet inanırız. Çünkü senden şimdiye kadar doğruluktan başka şeye şâhid olmadık. Senin yalan söylediğini hiç görmedik” dediler. Bunun üzerine Peygamber efendimiz, bütün Kureyş kabilelerinin ismini sayarak; “Ben, size geleceği muhakkak olan şiddetli azabın bildiricisiyim. Allahü teâlâ bana en yakın akrabalarımı âhıret azabı ile korkutmamı emretti. Sizi, La ilahe illallahü vahdehû la şerîkeleh (Allah birdir. O’ndan başka ilâh yoktur) diyerek îmân etmeye davet ediyorum. Ben de O’nun kulu ve Resûlüyüm. Eğer buna îmân ederseniz, Cennet’e gideceksiniz. Siz; “La ilahe illallah” demedikçe, ben size ne dünyâda bir fayda, ne de âhırette bir nasîb sağlayabilirim” buyurdu. Dinleyenler arasında bulu’nan Ebû Leheb; “Tebben leke (yazıklar olsun, bizi bunun için mi topladın)” diyerek yerden aldığı taşı sevgili Peygamberimize fırlattı. Çevresindekilere de; “Eğer Muhammed’in dediği doğruysa, ben mal ve evlâdımı feda edip, O’nun dediği azâbdan kurtulurum” dedi. Diğerlerinden böyle bir muhalefet gelmedi. Aralarında konuşarak dağıldılar. Bu durum karşısında Peygamber efendimizin gönlü incindi. Allahü teâlâ, Resûlünün gönlüne gelen kederi gidermek ve O’nu teselli etmek için; “Ebû Leheb’in iki eli kurusun. Ebû Leheb’in nefsi helak oldu ve dünyâda işlediği ameli de helak oldu (bütün çalışmaları ve kurduğu hileleri zayi oldu, amelleri boşa gitti). Ona ne malı, ne kazandığı fayda vermedi. Yakında Ebû Leheb, alevli bir ateşe girecek. Odun taşıyıcısı olduğu hâlde, Ebû Leheb’in karısı da Cehennem,’e girecektir. O kadının boynunda hurma lifinden yapılmış ip vardır” meâlindeki Tebbet sûresini inzal buyurdu.

Ebû Leheb’in evi, Peygamber efendimizin evine yakın idi. Bunun için her fırsatta Peygamberimize eziyet ediyordu. Geceleri hayvan işkembelerini Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem kapısı önüne getirip atıyordu. Hattâ bununla da yetinmeyerek, komşusu Adiy’in evinden ona taş atarak eziyet ederdi. Karısı Ümmü Cemîl de ondan aşağı kalmıyor, topladığı dikenli ağaç dallarını Resûlullah’ın mübarek ayaklarına batması için geçeceği yollara döküyordu.

Peygamber efendimizin kızlarından hazret-i Ümmü Gülsüm, Ebû Leheb’in oğlu Uteybe, hazret-i Rukayye ise öteki oğlu Utbe ile nişanlı olup, henüz evlenmemişlerdi. Tebbet sûresi nazil olunca, kendisinin ve karısı Ümmü Cemil’in Cehennem’e gideceği bildirilen Ebû Leheb, oğulları Utbe ve Uteybe’ye; “O’nun kızlarını alıp, yükünü hafifletmeyiniz. Kızlarını boşayın ki, zahmete düşsün. Size Kureyşten istediğiniz kızı alalım” diye teklif etti. Onlar da; “Peki boşadık” dediler. Ebû Leheb’in oğullarından Uteybe daha sonra Peygamber efendimizin huzuruna gelip; “Ey Muhammed! Ben, seni ve dînini tanımıyorum. Kızını da boşadım. Artık ne sen beni sev, ne de ben seni! Ne sen bana gel, ne de ben sana gelirim” diyerek hakaret dolu sözler sarf etti. Peygamberimize saldırıp, yakasına yapıştı ve gömleğini yırttı. Bunun üzerine Peygamberimiz; “Yâ Rabbî! Buna canavarlarından birini musallat et” diye bedduada bulundu. Uteybe babasına gidip, olanları anlatınca, Ebû Leheb; “Muhammed’in oğlum hakkındaki duasından korkuyorum” dedi. Bir müddet sonra Uteybe Şam’a ticâret için gitti. Kafile Zerkâ denilen yerde yatmak üzere konaklamıştı. Bir aslan çevrede dolaşmaya başladı. Bunu gören Uteybe; “Eyvah! Yemîn ederim ki, Muhammed’in (aleyhisselâm) bedduası kabul oldu. Bu aslan beni yiyecek! Kendisi Mekke’de olsa da benim kâtilimdir” dedi. Aslan biraz sonra kayboldu. Uteybe’yi yüksekçe bir yere yatırdılar. Gece aslan tekrar geldi. Kâfiledekileri birer birer koklayarak Uteybe’nin yanına vardı. Üzerine sıçrayıp karnını yardı. Fecî bir şekilde parçalayarak öldürdü. Uteybe can verirken; “Ben size, Muhammed, insanların en doğru sözlüsüdür dememiş miydim?” diyordu. Bir aslan tarafından oğlunun parçalandığını duyan Ebû Leheb de; “Ben size Muhammed’in oğlum hakkındaki duasından korkuyorum dememiş miydim?” diyerek ağladı.

Amcası Ebû Leheb, Resûlullah’ı devamlı olarak tâkib ediyor, insanları, O’nu dinlemekten vazgeçirmeye, zihinlerinde şüphe meydana getirmeye çalışıyordu. Toplantı yerlerinde ve panayırlarda, Resûlullah efendimiz; “Ey insanlar! La ilahe illallah deyiniz ki, kurtulasınız” buyurdukça, Ebû Leheb arkasından yetişip; “Ey insanlar! Bu konuşan benim yeğenimdir. Sakın O’nun sözüne inanmayın. O’ndan uzak durun” diyordu.

Henüz müslüman olmamış olan ve Peygamber efendimizin halası olan Atîke, Bedr muharebesinden kısa bir müddet önce bir rüya gördü ve ondan korktu. Kardeşi Abbâs’ı çağırtarak; “Kardeşim! Vallahi geceleyin gördüğüm rüya beni çok sarstı. Kavmimin başına bir musibet ve belâ gelmesinden korkuyorum. Sana anlatacağım bu rüyayı gizli tut, kimseye söyleme” dedi ve rüyasını anlattı: “Gördüm ki, deveye binip gelmiş bir adam, Ebtah denilen yerde durduktan sonra yüksek sesle; “Ey vefasız cemâat! Üç güne kadar muharebe mahalline, vurulup düşeceğiniz yerlere yetişiniz” diyerek üç kerre bağırdı. Onu gören halk başına toplandılar. Sonra, o adam, Mescid-i Haram’a girdi. Halk da kendisini tâkib ediyordu. Halk etrafını sarmış olduğu hâlde devesi, Kabe’nin arkasında durunca, o, yine aynı şekilde yüksek sesle; “Ey vefasız cemâat! Üç güne kadar muharebe mahalline, vurulup düşeceğiniz yerlere yetişiniz!” diyerek üç kerre bağırdı. Sonra devesi Ebû Kubeys dağının başında durdu. Orada da aynı şekilde yüksek sesle; “Ey vefasız cemâat! Üç güne kadar muharebe mahalline, vurulup düşeceğiniz yerlere yetişiniz!” diyerek üç kerre bağırdı. Sonra da bir kaya alıp yuvarladı. Kaya, yukarıdan aşağıya doğru yuvarlanarak, dağın dibinde parçalandı. Mekke evlerinden o parçaların girip isabet etmediği bir ev kalmadı” dedi. Peygamber efendimizin amcası Abbâs; “Vallahi bu çok mühim bir rüyadır. Sen onu gizli tut, hiç kimseye anlatma” dedi. Abbâs da rüyayı arkadaşı Velîd bin Utbe’ye anlattı. Bu rüya kısa zamanda duyulup Kureyş’in toplantılarında konuşulmağa başlandı.

Bu sırada; “Müslümanlar, Şam’a ticâret için giden Kureyş kafilesine saldırdı” şeklinde bir haber Mekke’de duyuldu. Halk acele hazırlandı. Sefere bütün Kureyş erkekleri katıldı. İhtiyar ve hasta olup, sefere çıkamayanlar da yerlerine adam gönderdiler.

Kureyş eşrafından olup da Ebû Leheb’den başka hiç kimse geri kalmadı. O da kız kardeşi Atîke’nin rüyasının te’sirinde kalıp korktuğu için, hastalığını bahane ederek, iflâs etmiş tüccarlardan Âsi bin Hişâm’ı dört bin dirhem alacağına karşılık kiralayarak bedel gönderdi.

Ebû Leheb’in müslüman olmasından korkan Ebû Cehl, yanına vararak; “Kalk Utbe’nin babası! Vallahi biz senin ve atalarının dînine yapılana kızmaktan başka bir maksadla yola çıkıyor değiliz” dedi. Hiç bir cevap vermeyen Ebû Leheb, hastalığını bahane ederek sefere katılmadı. Müşriklerin Bedr’de hezimete uğrayıp, perişan bir vaziyette harb meydanından kaçmaları, Mekke’de büyük bir şaşkınlık meydana getirdi. Hiç beklemedikleri, hattâ hiç akıllarından geçmeyen bir netice ortaya çıkmıştı. Haberi ilk getirenin sözlerine, Ebû Leheb ve diğer müşrikler inanmadılar. Harp meydanından kaçan Ebû Süfyân, Mekke’ye geldiğinde, onu hemen yanlarına çağırdılar. Ebû Leheb ona; “Ey kardeşimin oğlu! Anlat bakalım, nasıl oldu?” diye sordu. Ebû Süfyân, orada bir yere oturdu. Bir çok kimse de ayakta dinliyorlardı. Ebû Süfyân şöyle anlattı: “Hiç sorma, müslümanlarla karşılaşınca, sanki elimiz kolumuz bağlı idi. İstedikleri gibi hareket ettiler. Bir kısmımızı öldürdüler, bir kısmımızı esir ettiler. Yemin ederim ki, ben, bizimkilerden kimseyi kınayıp, ayıplamıyorum. Çünkü, o sırada yer ile gök arasında kır atlar üzerinde beyazlara bürünmüş kimselerle karşılaştık. Onlara ne bir şey dayanabilir, ne de bir kimse karşı durabilirdi.” islâm’ın ilk zamanlarında müslüman olmasına rağmen, müşriklerin şerrinden çekindiği için, müslümanlığını açığa vurmayan Abbâs’ın (r. anh) kölesi Ebû Râfi’ (r. anh) orada idi. Sessizce onları dinlemekte iken, sevincinden her şeyi unuttu ve; “Vallahi onlar meleklerdir” deyiverdi. Ebû Leheb, ona şiddetli bir tokat vurdu ve kaldırıp yere çarptı. Bir hayli de dövdü. Bunun üzerine orada bulunan hazret-i Abbâs’ın hanımı Ümmü Fadl (r. anhâ) dayanamadı. Çünkü kendisi de önceden müslüman olmuştu. Ümmü Fadl, odadaki direklerden birini alıp; “Kimsesi yok diye onu güçsüz gördün değil mi?” diyerek, şiddetle Ebû Leheb’e vurdu. Ebû Leheb’in başı yarıldı. Kanlar akarak zelîl, hakîr ve horlanmış bir vaziyette dönüp gitti. Bütün ömrünü kin ve düşmanlık ile geçiren Ebû Leheb, bu hâdiseden yedi gün sonra, Adese denen çiçek hastalığına yakalandı ve bu hastalıktan öldü. Oğulları iki veya üç gece defnetmeden bıraktılar. Nihayet kokmaya başladı. Herkes, Ebû Leheb’in yakalandığı hastalıktan, tâ’ûndan kaçar gibi kaçıyor ve iğreniyordu. Bunun üzerine Kureyşten biri, Ebû Leheb’in oğullarına; “Yazık size, utanmıyor musunuz? Babanızı, kokuncaya kadar evde bıraktınız. Hiç olmazsa onu bir yere gömüp kaybedin” dedi. Oğulları o şahsa; “Biz ondaki hastalıktan korkuyoruz!” diye cevap verdiler. Bu defa adam onlara; “Siz gidiniz, gelip size yardım edeceğim” dedi.

Sonra üçü bir araya gelerek yüklenip ücra bir yere bıraktılar. Görünmeyinceye kadar üzerine taş attılar. Ebû Leheb, böylece ebediyyen azâb ve ateşler içerisinde kalacağı yurduna, karanlık bir Cehennem çukuru olan kabrine girdi.