DÜRZÎLER (Derezîler)

Aslen Arab olup, şîanın ismâiliyye (bâtıniyye) kolundan ayrılarak ortaya çıkan. Fâtımî hükümdarı Hâkim bi-emrillah’ın ilâh olduğuna ve onun veziri Hamza’nın imamlığına (peygamberliğine) inananlara verilen ad. Doğrusu “Derezî” olup yanlış olarak “Dürzü” denilmektedir.

Eski bir kabile olan derezîler, Arabistan’dan gelerek Irak’a yerleştiler. Irak’taki Hîre Devleti’nin, İranlılartarafından yıkılmasından sonra, Mısır ve Sûriye taraflarına gittiler. İslâm dîninin yayıldığı ilk yıllarda müslüman olup, Şam fethi sırasında İslâm askerine yardım ettiler. Daha sonra Mısır’da iktidarı Fâtımîlerin ete geçirmesi üzerine, Mısır’da toplanarak onlara tâbi olan derezîler, doğru yoldan ayrıldılar. Fâtımîlerin sapık inançlarını kabul ettiler. Anuştekin edderezî isminde bir bâtınî dâîsinin Hâkim bi-emrillah’ın ilâh ve kendisinin imâm olduğunu iddia etmesi üzerine ona tâbi oldular. Ona uydukları için derezî (dürzî) diye meşhûr oldular. Bâtınîlerin baskıları sebebiyle ayrılıp, Suriye taraflarına gide rek Vâdiy-ut-Teym, Sayda, Beyrut ve Şam civarında yerleştiler. Haçlı seferleri sırasında Frenkler ile birlikte hareket ettiler. Zaman zaman hıristiyanlarla mücâdelede bulundular. Osmanlılar zamanında da değişik şekillerde hareket ettiler.

Fatımî hükümdarı Hâkim bi-emrillah, Dırâr isminde bir bâtınî dâîsinin sapık fikirlerinin etkisinde kalarak 30 Mayıs 1017 (H. 1 Muharrem 408) senesinde güneşin batışı sırasında; “Artık size hiç kimse zarar veremeyecek, şu anda artık dalâlete düşürülmeyeceğiniz için rahat ediniz. Mü’minlerin emîri sizin için bir nizâm olacak ve gelecek günlerde sizlere ilâhî hikmet yağacaktır” diyerek yeni bir devri başlattığını bildirdi ve tanrılığını îlân etti. Aynı gün akşama doğru Dırâr’ın talebesinden olup, Hâkim bi-emrillah’ın vezîri olan Hamza da bu hareketin imâmı (peygamberi) îlân edildi. İnsanları ilâhî davete çağıran Hamza, Allah’ın birliğinin hakîkî bilgisini öğretmeye başladığını bildirerek, ibâdetlere lüzum olmadığını; manevî ve zihnî bir yeniden doğuşun başladığını bildirdi. Bu sırada Anuştekin (Neştekin) edderezî (ed-Dürzî) adlı bir bâtınî dâîsi ortaya çıkarak, Hâkim bi-emrillah’ın, Hamza bin Ali’nin yerine kendini imâm tâyin etmesi için, el-Hâkim’in fikirlerini kendi lehine propaganda etmeye başladı. Hattâ kendisine Seyyid-ül-Hâdîn (yol gösterenlerin efendisi) lakabını verdi. İmamlığın kendi hakkı olduğunu iddia etti. Fatımî hükümdarı Hâkim bi-emrillah, Anuştekin’in kendisiyle ilgisi olmadığını söylediyse de onun etrafında pek çok kimse toplandı. Bu hareket, Anuştekin edderezî’nin adına nisbetle Dürüz (Derezîler) şeklinde meşhûr oldu. Hâkim bi-emrillah tarafından başlatılan ve vezîr Hamza tarafından devam ettirilen yeni harekete karşı halk tarafından tepki meydana geldiği için, Anuştekin’in propagandası yasaklandı. Aşırı fikirlerinden dolayı 1020 (H. 410) yılında Anuştekin edderezî öldürüldü. Onun ölümünden sonra vezîr Hamza tarafından yeniden propaganda edilmeye başlanan sapık fikirler, herhangi bir ibâdet mecburiyeti getirmediğinden ve birçok haramlar mubah kabul edildiğinden iki yıl içinde epeyce taraftar topladı. Ancak 1021 (H. 411) yılında Hâkim bi-emrillah’ın ölmesi (derezîlere göre el-Mukattam dağında kayb olması ve birdaha dönmemesi) üzerine yerine geçen Ali bin el-Hâkim, derezîlere karşı tavır alıp, onları tâkib ettirdi. Bir müddet gizli propaganda usûllerine baş vuran derezîler, Mısır’dan ayrılıp Suriye ve Lübnan taraflarına gitmek zorunda kaldılar. Vâdiy-üt-Teym, Sayda, Beyrut ve Şam dolaylarında yerleşerek, fikirlerini yayıp tarafdar topladılar. Kendi aralarında muhtelif gruplara ayrıldılar. Zaman zaman Nuseyrîlerle mücâdele eden derezîler, kuzeye doğru ilerleyip Kasravan ve Curd’de bulunan sünnî ahâliyi katl ettiler.

1293 (H. 693) senesinde Mısır’daki Memlûklü sultânı El-Eşref Selâhaddîn Hâlid, derezîler üzerine asker gönderdiyse de başarı elde edilemedi. Havran taraflarına kaçmak isteyen derezîlerin, 1305 (H. 705)’de ekserisi imha edildi. Bu mağlûbiyetten sonra, Memlûklülerin baskılarına mâruz kalan derezîler, Nusayrîler ve Mûtevâlilerle birlikte hareket ettiler. Hıristiyan Mârunîlerle mücâdeleye girip mağlûb oldular. Memlûklülerin derezîlere karşı hareketleri, Lübnan’daki hıristiyan unsurların fazlalaşmasına sebeb oldu. On dört ve on beşinci asırlarda sahil muhâfazasıyla vazifeli olan derezîler, sönük bir hayat yaşadılar.

Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı feth etmesi üzerine ona itaat eden derezîler, bir müddet Osmanlılara karşı itaat içinde bulundular. Üçüncü Murâd Hân zamanında isyan ettiler. Ganijeli Dâmâd İbrahim Paşa tarafından itaat altına alındılar. Daha sonraki devirlerde de Osmanlılara karşı isyan eden derezîler, Cebel-i Durûz bölgesinde toplanıp büyük karışıklıklar çıkardılar. On sekizinci yüz yılın ortalarından îtibâren hıristiyanlaşmaya başladılar. Güçlü oldukları bölgelerde müslümanlara zulüm yaptılar. Avrupalı hıristiyanlarla birleşerek çok taşkınlıkta bulundular: Zaman zaman parçalanıp, aralarında mücâdele ettiler.

Bir müddet sonra Osmanlılara karşı yaptıkları hatâyı anlayan derezîler, Osmanlılarla iyi geçinmeye çalıştılar. On dokuzuncu yüz yılın ikinci yarısından îtibâren, Osmanlı idaresi altında bütün derezî topluluklarına eşit ağırlık verilen bir idare kuruldu. Bu idare şekli diğer Avrupa devletleri tarafından da uygun görüldü. Bir müddet sonra da bu idarede hıristiyanların daha fazla ağırlık kazanması yeni huzursuzluklara sebeb oldu. Birinci Dünyâ Harbi sırasında Osmanlılara karşı uysal davranan derezîler, 1918 (H. 1337)’de İngiliz ve Fransız orduları Şam’ı işgali ile düşmanla bir olup, Osmanlı Devleti’ni arkadan vurdular. Derezîlerin bir kısmı İngiliz, bir kısmı Fransız idaresinde kalmayı istediler. Yapılan plebisitte (İngiliz veya Fransız mandasını seçme tercihi) çoğunluk, Fransa mandasını tercih etti. 1921 (H. 1340)’da Fransa, derezîlere, geniş otonomisi bulunan bir emirlik tanıdı. Salim el-Atraş, derezîlerin emîri ve devlet reisi îlân edildi. 1923 (H. 1342)’de Salim el-Atraş’ın ölümü üzerine, yerine geçmek isteyen derezî liderler arasında mücâdele başladı. Geçici olarak Fransızlar idareye el koyunca, derezîler hazırlık yaparak 1925 (H. 1344)’de ayaklandılarsa da, bunu General Gamelin bastırdı. Nihayet 1930 (H. 1349)’da îlân edilen teşkîlât kânununa göre; Cebel-i Dürûz emîrliği kaldırıldı. Suriye’yi meydana getiren dört hükümetten birini derezîler teşkil etti. Deniz kıyısında yaşayanlar ise, daha sonra kurulan Lübnan Cumhûriyeti’ne bağlandılar. Bugün Suriye, Lübnan, Filistin ve Ürdün’de beş yüz bin civarında derezî (dürzî) vardır. Ayrıca Lübnan ve Suriye’den göç edip Amerika, Avustralya ve Batı Afrika’ya da yerleşenler olmuştur. Hâlen Venezüella, Brezilya, Arjantin, Meksika, A.B.D. ve Kanada’da elli bin civarında derezî mevcûddur.

Orta doğuda siyâsî, ictimâî ve ekonomik yönden önemli rolü olan derezîler, bilhassa Suriye ve Lübnan’da fazla nüfuza sahiptirler. Bu sebeple Lübnan ve Suriye’nin siyâsî ve sosyal hayatlarında te’sirleri fazladır. Beyrut’ta, etrafında çeşitli sosyal te’sislerin yer aldığı bir derezî merkezi vardır. Bugün Lübnan’da 170.000, Suriye’de ise 260.000 civarında derezî bulunmaktadır. Ürdün’de ise üç bin civarında derezî (dürzî) olup, çok azdırlar. İsrail’de bulunan bir mikdar derezî de topraklarına bağlı olup, bütün baskı ve işkencelere rağmen burayı terk etmemişlerdir.

Derezîlerin manevî liderlerine Şeyhu’l-Akl adı verilir. Derezî cemâati Akıllılar (Ukkal) ve Câhiller (Cühhâl) diye iki kısma ayrılmıştır. Akıllılar, din işlerini bilen kişilerdir, özel kıyafetleri olup, inanış ve geleneklerine sıkıca bağlıdırlar. Câhiller ise, derezîlerin avam, halk tabakasını teşkil eder. Bunlara derezî risalelerinin sâdece şerhlerini okuyabildikleri için Eş-Şerrâhûn da denir, özel bir elbise giymelerine gerek yoktur, ibâdet için toplandıkları mâbedlerine halâvât denir. Camilere benzediği söylenen bu mâbedleri, sarp kayalıklarda bina edilmiştir. Bunların en meşhûru Halâvât-el-Biyâza olup Hasbeya’ya yarım saat mesafede bir kayalık üzerine bina edilmiştir. Derezîlerin senede Iyd-i sagîr ve Iyd-i kebîr isimleri verilen Ramazan ve Kurban Bayramına tesadüf eden iki bayramları vardır.

Devletinin inanç esasları şunlardır:

1-Hâkim bi-emrillah’ı ilâh bilmek.

2- Emri (imâmı) tanımak ki, bu da Hamza bin Ali’dir. İlk yaratılan odur. Kâinat, ondan zuhur etmiştir. O, Akl-ı küllidir. Yer, içer, görür ve el ile tutulur. Baba sı ve anası vardır. Karısı ve çocukları yoktur:

3-Hududu yâni Hamza bin Ali ile birlikte beş vezîri tanımak. En üstünleri Hamza bin Ali olan bu imamlar (vezirler), mahlûkâtın en değerlileri kabul edilir. Bunlar evlenmedikleri gibi günahlardan beri kimselerdir.

4-Derezîlerin yedi esâsını bilmek. Bunlar, bâtınîlikteki yedi akîde yâni kelime-i şehâdet, namaz, oruç, hac, zekât, cihâd ve velayet yerine konan yedi vasiyeti kabul etmek.

Bu yedi vasiyet şunlardır:

1-Sözde doğruluk, 2-îmân kardeşlerini koruma ve karşılıklı yardım. 3-önceki ibâdetlerin ve kendilerine göre bâtıl olan inançların tamâmını terk etmek. 4-İblîs’i ve bütün şer güçlerini tanımama, 5-Allah olarak Hâkim’in birliğine inanmak, 6-Ne olursa olsun fiillerine sâhib olma, 7-Açık ve gizli olarak Hâkim’in ilâhî irâdesine teslim olmak.

Bu yedi vasiyetten başka derezîlerin uyması gereken hususlardan bâzıları ise şunlardır: Avam tabakasından ve başka din ve mezheb sâliklerinden uzak durulmalıdır. Kur’ân-ı kerîmi kabul ederlerse de, bâzı âyet-i kerîmelere kendi görüş ve düşüncelerine göre mânâ verirler. Kendilerine âid kitablarını sâdece ükkal denilen seçilmiş kısım okuyup, cühhâl denilen avam kısmına gizlidir. “Gerçek ilâhî bilgiye kavuşan hakîkî mü’minlerin kendilerini ibâdetlere veya mecazî yorumlara bağlamaya ihtiyâcı yoktur. Tenasühe yâni ruhların bir bedenden bir bedene geçtiğine inanırlar. Peygamber efendimiz hakkında çirkin şeyler söylerler. Âhıret ve âhıretle ilgili Cennet, Cehennem arş, kürsî, hesâb, ceza, mükâfat gibi hususları inkâr edip, bunların dünyâda olduğunu söylerler. Çok evliliği kabul etmeyip, boşanan kadının kocasıyla tekrar evlenemiyeceğini söylerler. Boşanmaların mahkeme yoluyla olacağını, zina edenin evliliğinin son bulacağını, vasiyette herhangi bir sınırlamanın olmayacağını ve bir kimsenin dilediğine dilediği kadar mîrâs bırakabileceğini kabul ederler.

Şaraba, alkollü içkilere ve zinaya helâl diyen ve tanrılığın insandan insana geçtiğini kabul eden derezîler hakkında dört mezhebin âlimleri; “Bunlardan cizye alarak İslâm memleketlerinde oturmalarına izin vermek helâl olmaz. Bunlardan kız almak, kesdiklerini yemek caiz değildir” dediler. Bunlara; zındık, mühlid ve münafık denir. İnanışları bozuk olduğu için şehâdet kelimesini söylemekle müslüman sayılmazlar. İslâm dînine uymayan inanışlarından vaz geçmedikçe müslüman olmazlar.