CÂBİR BİN ABDULLAH (r. anhümâ)

Eshâb-ı kiramın büyüklerinden. Hicretten 21 sene önce (M. 601)’de Medine’de doğdu. Künyesi, Ebû Abdurrahmân’dır. Babasının ismi Abdullah (r. anh), annesininki Nesîbe Hâtûn’dur. Babası Abdullah, Selemoğullarının reisi idi ve ikinci Akabe bî’atında îmân etmiş, Medîne-i münevvereye döndüğünde, çocuklarının ve kabilesinin müslümanlıkla şereflenmelerine sebeb olmuştu.

Genç yaşta müslüman olmakla şereflenen hazret-i Câbir, Bedr ve Uhud gazası hâriç, Resûlullah efendimizin bütün gazalarına katıldı. Bizzat Peygamber efendimizden ilim öğrendi. Tefsîr ilminde, Eshâb-ı kiramın ileri gelenlerinden idi. İstanbul’u muhasara ederken 693 (H. 74)fde şehîd olup, Koca Mustafa Paşa’da bulunduğu sanılmakta ise de, kitaplar Medîne-i münevverede vefat ettiğini yazmaktadır. Bir rivayete göre cenaze namazını o zaman Medine valisi olan hazret-i Osman’ın oğlu Ebân (r. anh) kıldırmıştır.

Hazret-i Câbir’in babası Abdullah’ı (r. anh) İkinci Akabe bî’atında Peygamber efendimiz, onu, kabilesine nakîb tâyin etmişti. Dönüşte İslâmiyet’in yayılması için çok çalışmış, bu sebeple kabilesi ve çocukları hidâyete kavuşmuştu, Resûlullah efendimizin hicretiyle, hepsi de büyük bir sürûra (sevince) gark olmuşlar, O’nun etrafında pervane olup hizmetiyle şereflenmeye can atmışlardı. Hazret-i Abdullah, oğlu Câbir’i de (r. anh) yanına alarak sık sık Peygamber efendimizin sohbetlerine katılırlar, mübarek kalbinden fışkıran derya misâli feyz ve bereketlere kavuşurlardı. Bedr savaşında büyük Kahramanlıklar gösteren Abdullah (r. anh), Uhud Savaşı’nın ilk şehidi oldu.

Babasının nasıl şehîd düştüğünü hezret-i Câbir şöyle anlattı: “Babamın Uhud’da şehîd düştüğünü öğrendiğimiz zaman çok üzülmüştük. Kız kardeşlerim bir deve vererek; “Ey Câbîr! Uhud’a git. Babamızı bu deveye yükleyip getir de, kendi kabristanımıza buraya defnedelim” dediler. Ben de deveye binip harp meydanına gittim. Yanımda başkaları da vardı. Onlar da yakınlarını arıyorlardı. Bu sırada, geldiğimi Resûlullah efendimize haber vermişler. Beni huzûr-ı şerîflerine çağırdılar. Babamın şehîd düştüğü yere vardık. Üzerini örtmüşlerdi. Bakmak istediğimde, yakınlarım engel olmak istediler. Resûlullah efendimizin izni ile açtım. Mübarek burnunu kulağını kesmişler, yüzünü tanınmaz hâle getirmişlerdi. Yarasından kanlar akıyordu. Resûlullah efendimiz bana; “Nefsimi yed-i kudretinde bulunduran Allahü teâlâya yemin ederim ki, Abdullah da arkadaşları ile beraber defn edilecektir” buyurdular. Bu sırada ağlayan bir kadının sesi duyuldu. Peygamber efendimiz; “Bu kadın kimdir?” buyurdular. “Abdullah bin Amr’ın kızı veya kız kardeşidir” dediler. Resûl-i ekrem efendimiz; “Ne diye ağlıyorsun? O şehîd kaldırılıncaya kadar, melekler onu kanatları ile gölgelendirmekten geri durmadılar” buyurdular. Kahraman sahâbîlerden Amr bin Cemûh hazretleri de şehîd düşmüştü. Peygamber efendimiz; “Amr bin Cemûh ile Abdullah bin Amr bin Haram, dünyâda birbirlerini severlerdi, ikisini bir kabre koyunuz” buyurdular. Resûlullah bana; “Ey Câbir! Sana müjde vereyim mi?” buyurunca; “Anam-babam, canım sana feda olsun yâ Resûlallah! Veriniz” dedim. Buyurdu ki: “Uhud’da şehîd olan babanı Allahü teâlâ diriltip ona; “Ey Abdullah bin Amr! Sana ne yapmamı arzu edersin?” diye sordu. O da: “Ey Rabbim! Ben dünyâya döndürülmemi ve yine senin yolunda çarpışarak tekrar öldürülmemi dilerim” dedi. Allahü teâlâ; “Ben, şehîdler geri dönmeyecekler diye hükmettim” buyurdu. O da; “Öyle ise yâ Rab! Geride kalanlara bunu ulaştır” dedi. (Bunun üzerine Al-i İmrân sûresinin 169-170.âyet-i kerîmelerini okudular. Ayet-i kerîmelerde meâlen: “Allahü teâlâ yolunda şehîd olanları ölü sanmayınız! Onlar diridirler. Rableri katında rızıklanmaktadırlar. Onlar, Allahü teâlânın kendilerine ihsan ettiği nîmetden (şehîdlik rütbesinden) dolayı mutludurlar. Arkalarından kendilerine şehîdlik rütbesi ile katılamayan mücâhidler hakkında şunu müjdelemek isterler; “Onlara hiç bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.” buyruldu.

Uhud gazasından sonra Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz Medine’ye döndüler. Ertesi günü müşrikleri tâkib etmek üzere, Uhud gazasına katılan Esbabının yeniden hazırlanmasını emrettiler. Eshâb-ı kiram derhâl toparlanmıştı. Gazaya katılanların dışında kimse alınmıyordu. Câbir bin Abdullah, Resûlullah efendimizin huzûr-ı şerîflerine varıp; “Yâ Resûlallah! Dün, müşriklerle Uhud’da çarpışmaya katılanların dışında kimsenin düşman takibine çıkamayacağını bildirdiler. Hâlbuki ben, bu sefere en çok katılmak isteyenlerdenim. Babam, yedi tane kızkardeşim sebebiyle Uhud gazasından beni alıkoydu. “Ey oğlum! Şu kızları bırakabileceğimiz bir yakınımız yok. Resûlullah efendimizle cihâda seninle beraber çıkmak isterdim. Sen, kardeşlerine bakmak üzere burada kal” demişti. Ben de onlar için gazaya katılamamıştım. Canım sana feda olsun yâ Resûlallah! Ne olur müsâde buyurunuz, ben de sizinle gideyim” diye arz etti. Peygamber efendimiz, ona müsâde ettiler. Ondan başkasının gitmesine izin verilmedi. Böylece hazret-i Câbir, Uhud gazasının akabinde müşrikleri takibe gitmişti.

Zâtürrikâ gazvesinden dönüşte Câbir bin Abdullah’ın (r. anhümâ) devesi yorulmuş, kafilenin en arkasında kalmıştı. Sevgili Peygamberimiz, onun geride kaldığını görünce; “Ey Câbir! Sana ne oldu da geride kaldın?” buyurdular. O da; “Anam-babam sana feda olsun yâ Resûlallah! Geride kalmama sebep şu devemdir!” dedi. Resûlullah efendimiz ona; “Elindeki deyneği bana ver” buyurdular. Hazret-i Câbir’in deyneğini alan Efendimiz, deynekle dokunur dokunmaz deve, çok sür’atlendi. Câbir bin Abdullah hazretleri bunu; “Resûlullah’ı hak din ve kitapla gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, devem öyle sür’atlendi ki, Resûl-i ekrem efendimizin devesini geçmesin diye yularını geriye doğru çekiyor, edebe aykırı bir harekette bulunmamak için onu zor zaptediyordum” diye anlatmıştır.

Hicretin beşinci (M. 627) yılı idi. Müşrikler, on bin kişilik çok büyük bir ordu ile. Peygamber efendimizin mübarek vücûdlarını ortadan kaldırmak ve İslâmiyet’i yok etmek için Mekke’den Medine’ye doğru hareket etmişlerdi. Bunu işiten Server-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Eshâbını toplayarak istişare ettiler. Müşriklerle, Medine’de müdâfaa savaşı yapmak üzere karar aldılar. Bunun için de Medine’nin çevresine hendek kazılmasını uygun gördüler. Eshâb-ı kiram, bir an önce hendeği kazmak için canla başla çalışıyorlardı.

Câbir bin Abdullah (r. anh) şöyle anlatır: “Hendek kazmaya devam ediliyordu. Eshâb-ı kiram, bir ara çok sert bir yerle karşılaştılar. Kazmak mümkün olmuyordu. Resûl-i ekrem efendimize gelip, durumu bildirdiler. Teşrif buyurarak hendeğe indiler. Bir kapla su istediler. Bir yudum alıp, tekrar kaba boşalttılar. Sonra suyu sert yere serptiler. Balyozu alıp, o yeri bir vuruşta kum gibi dağıttılar. Orası kolayca kazılır olmuştu. Bu vuruş esnasında, sevgili Peygamberimizin mübarek karnı açılınca, hepimiz Efendimizin açlıktan midesi üzerine taş bağladığını gördük. Resûlullah efendimizin bu hâline çok acıdım. Hemen mübarek huzurlarına varıp; “Anam-babam sana feda olsun yâ Resûlallah! İzin verirseniz eve kadar bir gidip geleyim” diyerek müsâde istedim. İzin verilince eve gelip hanımıma; “Resûl aleyhisselâmda öyle bir açlık hâli gördüm ki, dayanılır gibi değil. Evde yiyecek bir şeyler var mı?” diye sordum. O da; “Şu oğlaktan ve bir kaç avuç arpadan başka bir şey yoktur” dedi. Hemen oğlağı kestim, zevcem de arpayı el değirmeninde öğütüp un hâline getirdi ve hamur yaptı. Eti çömleğe koyup, tandırda pişirmeye başladı. Bundan sonra Resûlullah efendimizin yanına vardım ve; “Yâ Resûlallah! Çok az bir yemeğim var. Yanınıza bir kaç kişi alıp bize yemeğe buyurun” dedim. Resûlullah; “Yemeğiniz ne kadardır?” buyurdular. Evde hazırlananları söyledim. Bunun üzerine “Hem çok, hem de güzel yemektir. Hanımına söyle, ben gelinceye kadar tandırdan ne et çömleğini ne de ekmeği çıkarsın” buyurdu. Sonra mücâhidlere dönüp; “Ey hendek halkı! Kalkınız! Câbir’in ziyafetine gideceğiz!” buyurdu. Bu emir üzerine Eshâb-ı kiram toplanarak Peygamberimizin arkasından yürümeye başladılar. Ben hemen eve dönüp olanları hanımıma anlattım ve; “Şimdi ne yapacağız?” deyince, bana; Resûl aleyhisselâm, yemeğin ne kadar olduğunu sormadı mı?” deyince; “Sordu ve söyledim” dedim. Hanımım; “Eshâb-ı kiramı sen mi, yoksa Resûlullah efendimiz mi davet etti?” diye sordu “Resûlullah davet etti” deyince; “Resûl aleyhisselâm daha iyi bilir” diyerek beni teselli eyledi. Biraz sonra, Peygamber efendimizin nurlu cemâli kapımızda göründü. Kalabalık olan sahâbîlere; “Birbirinizi sıkıştırmadan içeri giriniz” buyurdular... Sahâbî kardeşlerim, onar kişilik gruplar hâlinde oturdular. Âlemlerin efendisi, ekmeğin ve etin bereketlenmesi için dua buyurdu. Sonra, çömleği tandırdan çıkarmadan, kepçe ile içindekileri aldığı ekmeklerin üzerine koyarak, Eshâbına ikram ettiler. Bütün Eşhâb doyuncaya kadar, böyle devam ettiler. Yemîn ederim ki, yemek yiyen bin kişiden çok olduğu hâlde, ekmek ve et olduğu gibi duruyordu. Biz de yedikten sonra komşularımıza dağıttık.”

Câbir bin Abdullah hazretleri, Peygamber efendimizin âhırete irtihallerinden sonra İslâmiyet’i yaymak için çok çalıştı. Uzun süren ömründe Resûlullah efendimizden öğrendiği ilmi, dört bir taraftan gelenlere öğretmeye çalıştı, öyle ki; Yemen, Mısır, Basra, Küfe gibi uzak yerlerden dersini dinlemeye gelirlerdi. Hattâ Eshâb’ın büyüklerinden hazret-i Ebû Ubeyde, Talha bin Ubeydullah, Muâz bin-Cebel, Ammâr bin Yâsir (r. anhüm) gibi mübarek zâtlar ondan çok istifâde ettiklerini söylerlerdi.

Hazret-i Câbir, tefsîr ve fıkıh ilminde eshâbm en önde gelenlerinden idi. Daha Resûlullah efendimizin sağlığında sorulan suâllere cevaplar verir, müftîlik yaparlardı.

Pek çok hadîs-i şerîfin kitaplara geçmesine sebeb olmuşlardır. Kendisinden Ata bin Ebî Rebâh, Mücâhid bin Cebr, Talhâ bin Nâfi, Saîd bin Müseyyib, Vehb bin Keysân, Şa’bî, Ka’b bin Mâlik gibi Tabiînin büyükleri rivayette bulunmuşlardır. Rivayet ettiği hadîs-i şerîflerden 210 adedi Sahîh-i Buhârî ve Müslim’de yer almıştır. Bu da onun rivayetlerinin son derece sağlam ve ihtiyatlı olmasına en büyük delildir. Tabiînin her tabakası onun ilminden istifâde etmiştir.

Hazret-i Câbir’in, 693 (H. 74) senesinde Medîne’de vefat ettiği bildirilmektedir.

Câbir bin Abdullah, yakışıklı, sevimli, güzel ahlâklı, sünnet-i seniyyeye uymakta çok gayretli, merhametli, nâzik, gönül alıcı pek muhterem bir zâtdı. Evi, Mescid-i Nebî’den bir mil (2 kilometre) uzak olmasına rağmen, her namazı Peygamber efendimizle, Mescid-i Nebî’ye gelerek kılardı. Hakkı söylemede, adaletten ayrılmaz, emr-i mâruf ve nehy-i münkeri bildirmede çok gayret gösterirdi. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin nasıl namaz kıldığını görmek isteyen ona sorar, o da tarif ederdi.

Bizzat Peygamber efendimizden işiterek rivayet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzıları şunlardır.

Resûlullah efendimiz; “Birinin evi önünde nehir olsa, her gün beş kere bu nehirde yıkansa üzerinde kir kalır mı?” diye sordu. Eshâb-ı kiram; “Hayır yâ Resûlallah” dediler. Resûlullah; “İşte, beş vakit namazı kılanların da böyle küçük günahları affolur” buyurdular. Ayrıca buyurdular ki:

“Allahü teâlâ, benim ümmetime, Ramazân-ı şerîfde beş şey ihsan eder ki, bunları hiç bir peygambere vermemiştir:

1-Ramazanın birinci gecesi, Allahü teâlâ müzminlere rahmet eder. Rahmetle bakdığı kuluna hiç azâb etmez.

2-İftar zamanında, oruçlunun ağız kokusu, Allahü teâlâya, her kokudan daha güzel gelir.

3-Melekler, Ramazan’ın her gece ve gündüzünde, oruç tutanların afv olması için dua eder.

4-Allahü teâlâ, oruç tutanlara âhirette vermek için, Ramazân-ı şerîfde Cennet’de yer tâyin eder.

 5-Ramazân-ı şerîfin son günü, oruç tutan müzminlerin hepsini afv eder” buyurdu.

ÖDENEN BORÇ!

Uhud’dan sonraki günlerde, hazret-i Câbir’in evine alacaklılar sık sık gelmeye başladılar. Çünkü, babası Abdullah şehîd olduğunda, bir hayli borcu kalmıştı. Çoğu da yahûdîlere verilecek borçlardı. Bilhassa yahûdiler evine gelerek; “Babanın borcunu ver!...” diyerek sıkıştırıyorlardı. Fakat onların istediği kadar malı olmayan Câbir biri Abdullah (r. anhümâ) güç durumda kalıyordu. Alacaklılara, küçük bir hurma bahçesinden başka bir şeyinin olmadığını, borcunun bir kısmını gelecek seneye te’hir etmelerini istiyordu. Yahudiler, böyle güç durumda kalan hazret-i Câbir’e daha çok baskı yapıyorlar, sıkıştırdıkça sıkıştırıyorlardı. Zor durumda kalan hazret-i Câbir, dayanamayıp bir gün Resûlü Hah efendimizin huzuruna çıktı ve hâlini arz etti. Efendimiz, Eshâb-ı kiramın en küçük sıkıntılarında bile çok hassas davranır, hemen yardımlarına yetişirlerdi. Babanın evlâdına olan merhametinden binlerce kat daha merhametli olan sevgili Peygamberimiz, hazret-i Câbir’in de imdadına yetiştiler. Bahçeye gidip hurmaları toplamasını ve kendisine haber vermesini emrettiler. Câbir bin Abdullah (r. anhümâ), emri derhal yerine getirip, durumu arz ettiler. Resûl-i ekrem efendimiz saadetle hurma öbeğinin yanına geldiler. Dua buyurduktan sonra; “Alacaklıları çağırın!” buyurdular. Toplanan hurma çok azdı. Borçlarını vermeye yetişmez görünüyordu. Alacaklılar geldi. Her birine alacaklarını verdikleri hâlde hurmalarda bir eksilme görülmedi. Resûlullah efendimiz, hazret-i Câbir için gösterdikleri bu mucize ile, onu büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştı.