İnsanlara doğru yolu gösterip, hakîkî saadete kavuşturan ve kendilerine silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi. Asıl ismi, Tayfur bin Îsâ bin Âdem bin Îsâ bin Ali’dir. Künyesi Ebû Yezid, lakabı Sultân-ül-ârifîn ve Bâyezîd’dir. 776 (H:160) veya 803 (H. 188) senesinde Bistam’da doğdu. Bistam, Irakcihetindeki Horasan’ın meşhûr nahiyelerinden Kûmise’ye bağlı bir beldedir. 846 (H. 231) veya 875 (H. 261) senesinde Şa’bân ayının on beşinci günü Bistam’da vefat etti. Kabr-i şerîfleri, Bistam’dadır. Hanefî mezhebinde idi.
Annesi; “Kendisine hâmile iken, ağzıma şüpheli bir yiyecek, içecek alacak olsam, onu geri atıncaya kadar karnıma vururdu” diye doğumdan evvelki hâlinden bahsetmiştir. Kendisi, pek çok âlimden ilim ve feyz almıştır. Tasavvufda, İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’ın rûhâniyetinden feyz alarak yetişmiş ve yüksek derecelere kavuşmuştur. Otuz üç sene Şam civarında bulunup, yüz on üç âlimden ilim öğrenmiştir.
Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri, aşk-ı ilâhîde ne kadar ileri ise ibâdette de o derece yüksekte idi. Namaz kılarken, Allah korkusundan ve islâmiyet’e saygısından, göğüs kemiklerinin gıcırdadığını yanında bulunanlar işitirlerdi. Son derece âlim, fâdıl ve edîb idi. Şiirleri meşhûrdur.
Bâyezîd-i Bistâmî, çocukken bir gün cami avlusunda oynuyordu. Oradan geçen Şakîk-i Belhî (r. aleyh) kendisini görüp; “Bu çocuk büyüyünce zamanının en büyük velîsi olacak” buyurdu. Küçük yaşta iken annesi, kendisini mektebe gönderdi. Bâyezîd (r. aleyh), büyük bir dikkatle derse devam ediyordu. Bir gün Kur’ân-ı kerîm okumak için gittiği mektebde, okuduğu bir âyet-i kerîmenin (Lokman sûresi-14) te’siri ile erkenden eve döndü. Annesi merak edip niçin erken döndüğünü sorunca; “Bir âyet-i kerîme gördüm. Allahü teâlâ o âyet-i kerîmede kendisine ve şans hizmet ve itaat etmemi emrediyor. Ya benim için Allahü teâlâya dua et, sana hizmet ve itaat etmem kolay olsun, veyahut da beni serbest bırak, hep Allahü teâlâya ibâdet ile meşgul olayım” diye cevap verdi. Annesi; “Seni Allahü teâlâya emânet ettim kendini O’na ver” dedi. Bundan sonra Bâyezîd (r. aleyh), kendini Allahü teâlâya verdi, emirlerinin hiç birisini yapmakta gevşeklik göstermedi, ayrıca annesinin hizmetini de ihmâl etmedi. Annesinin küçük bir arzusunu, büyük bir emir kabul edip, her durumda yerine getirmeye çalıştı. Çünkü, Allahü teâlânın emri de böyle idi.
Bir gün yakınları kendisine; “Efendim, filan yerde büyük bir zât var. Fazilet ve keramet sahibi bir velîdir” dediler ve daha başka sözlerle o zâtı çok medh ettiklerinde; Bâyezîd-i Bistâmî; “Madem öyledir. O halde o büyük zâtı ziyarete gitmemiz lâzım oldu” buyurdular. Talebelerinden bâzıları ile birlikte, o zâtın bulunduğu yere geldiler. Bâyezîd-i Bistâmî (r. aleyh) bildirilen zâtın, kıbleye karşı tükürdüğünü gördü. Görüşmekten vazgeçip derhal geri döndü. Sonra o kimse hakkında şöyle buyurdu: “Dînin hükümlerini yerine getirmekte, sünnet-i seniyyeye uymakta ve edebe riâyette zayıf olan birisine, nasıl olur da keramet sahibi denilir. Bunun, Allahü teâlânın evliyasından olması mümkün değildir.”
Bâyezîd-i Bistâmî’nin mecûsî olan bir komşusu ve süt emme çağında bir de çocuğu vardır. Bu mecûsî sefere çıktı. Evlerini aydınlatacak bir şeyi bulunmadığı için çocuk ağlıyordu. Bâyezîd (r. aleyh) her gün bir çıra alıp, komşusunun evine götürdü. Mecûsî seferden dönünce durumu haber alıp, kendisinde değişiklikler hissetti. Bâyezîd-i Bistâmî’ye (r. aleyh) karşı kalbinde bir sevgi hâsıl olduğu hâlde; “O zâtın ruhlara nur saçan aydınlığı varken bizim karanlıkta bulunmamız hiç uygun değildir” dedi ve hemen Bâyezîd-i Bistâmî’nin huzuruna gelip müslüman oldu.
Bâyezîd-i Bistâmî (r. aleyh) bir gün talebeleriyle giderken, delilerin bulunduğu bir tımarhanenin önünden geçiyorlardı. Talebelerinden birisi, orda, delilerin tedavileri için bir şeyler yapmaya çalışan baştabibe yaklaşıp; “Günah hastalığı ile hasta olanlar için bir ilâcınız var mıdır?” diye sordu. Baştabib cevap veremeyip susunca, ayağı zincirle bağlı delilerden biri, Bâyezîd’in (r. aleyh) teveccühü ile şöyle dedi: “O derdin ilâcı şöyledir: Tövbe kökünü istiğfar yaprağıyla karıştırıp, kalb havanına koyarak, tevhîd tokmağıyla iyice dövmeli. Sonra insaf eleğinden eleyip, gözyaşıyle hamur etmeli. Daha sonra aşkullah ateşinde pişirip, muhabbet-i Muhammediyye balından katarak, gecegündüz kanâat kaşığıyla yemelidir.”
Bâyezîd-i Bistâmî (r. aleyh) namaz kılmak için mescide gelince, kapıda bir mikdar durur ve ağlardı. Sebebini soranlara; “Camiyi, vücûdumla kirletmekten korkuyorum. Tövbe edip, Allahü teâlâya yalvarıyorum, ondan sonra giriyorum” derdi.
“Bulunduğunuz şu derecelere nasıl kavuştunuz?” diye kendisine sordular. Cevâbında; “Her yerde Allahü teâlânın gördüğünü ve bildiğini düşünüp, edebe riâyet etmekle” buyurdu.
Sâlihlerden bir zât şöyle anlatıyor: “Abdurrahmân bin Yahya’ya; “Tevekkül nedir?” diye sordum. “Elin, bileğine kadar ejderhânın ağzında olsa, Allahü teâlâyı düşünüp, başkasından korkmamandır” buyurdu. Aynı suâli hazret-i Bâyezîd’e sorayım, onun da cevâbını alayım düşüncesiyle kapısını çaldım. Kapıyı açmadan ve kim olduğumu sormadan; “Abdurrahmân’ın sözü sana kâfî gelmedi mi?” buyurdu. Kapıyı açmalarını istirham ettim. “İyi ama sen ziyaret için değil, suâl sormak için geldin ve kapının arkasında iken cevâbını aldın” buyurdu. Ben dönüp gittim. Bir sene sonra kendisini ziyaret etmek niyetiyle yanlarına geldim. “Hoş geldin. Şimdi bizi ziyarete gelmişsin” buyurdu. Yanında bir ay kaldım. Bu zaman içinde onun pek çok kerametini açıkça gördüm.
Bâyezîd (r. aleyh) vefatı ânında şöyle dua etti: “Yâ Rabbî! Senin için yaptığım bütün ibâdet, tâat ve zikirleri hep gaflet ile yaptım. Şimdi can veriyorum. Gaflet hâli devam ediyor. Allahım! Bana huzur ve zikir hâlini ihsan eyle.” Bundan sonra, zikir ve huzur hâli içinde ruhunu teslîm etti.
Kendisini sevenlerden Ebû Mûsâ ismindeki zât, Bâyezîd-i Bistâmî’nin (r. aleyh) vefatını duymamış ve yanında bulunamamıştı. Fakat o gece rüyada “Arşı, başı üzerine alıp taşıyordu.” Bu rüyaya çok hayret edip, hikmetini anlıyamadı ve bunu Bâyezîd-i Bistâmî’ye sormak için yola düştü. Yolda, vefat ettiğini haber aldı. Bistâm’a geldiğinde cenaze merasimi için, hesabı mümkün olmayan fevkalâde bir kalabalık gördü. Tabutunu taşımakla şereflenmek için yanaşmaya çalıştı. Fakat yanaşıp da tabutu taşımak mümkün olmuyordu. Diyor ki: “Gördüğüm rüyayı, unutmuş vaziyette, hazret-i Bâyezîd’in tabutunu taşımakla şereflenmek istiyçrdum. Bu mümkün olmayınca tabutu taşıyanlar arasından meşakkatle geçip tabutun altına girdim ve başımı tabuta dayayıp öylece gidiyordum. Birden tabutun içinden bana şöyle hitâb ettiğini duydum: “Ey Ebû Mûsâ! İşte şu bulunduğun hâl, akşamki gördüğün rüyanın tâbiridir.”
Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin tasavvufta derecesi çok yüksek idi. Tasavvuf ilminde sekr hâli (ilâhî aşk ile kendinden geçme) denilen bir hâlin kendisini kapladığı biran, içinde bulunduğu durumu, müşahede ettikleri şeyleri anlatmak için “Sübhânî” demiştir. Bu sözü bâzı kimseler anlıyamamış, Bâyezîd hazretlerinin sânına uygun olmayan sözler sarfetmişlerdir. Hâlbuki bu sözü büyük âlim İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mektubat’ının birinci cild, kırk üçüncü mektubunda şöyle açıklamaktadır: “Hallâc-ı Mansûr’un “Enelhâk” ve Bâyezîd-i Bistâmî’nin “Sübhânî” sözünü, tevhîd-i şühûdî bilmemiz lâzımdır. Bu suretle dîne uygun olurlar. Bu büyükler o hâl içinde, Allahü teâlâdan başka bir şey göremeyince, bu sözleri söylemiş, Allahü teâlâdan başka bir şey yoktur demek istemişlerdir. “Sübhânî” sözü, Hak teâlâyı tenzihtir. Kendini tenzih değildir. Çünkü kendi varlığını bilmemektedir. Bir şeye hüküm veremez.”
Böyle hâllerle ilgili olarak Hindistan’da yetişmiş büyük İslâm âlimi Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri, Merec-ül-Bahreyn adlı kitabında diyor ki: “Tasavvuf büyükleri, İslâmiyet’e uymayan sözleri söylerken, çok kızan ve çok sevinen insan gibidirler. Kızmak ve sevinmek, insanın aklını örter. İhtiyarını giderir. İlâhî aşk ile kendinden geçmiş bâzı tasavvuf erbabı da böyle şuursuz konuşmuşlardır. Bu hâllerinde onlar mazurdurlar. Yalnız böyle sözlerine uymak caiz değildir” buyurmaktadır.
Yine İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbât’ının üçüncü cild, yüz yirmi birinci mektubunda; “Esrarı ortaya dökmek olan böyle sözler, herkesin anladığı mânâ ile söylenmiş değildirler” buyurmaktadır.
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, bu söz için; “Allahü teâlânın büyüklüğünü, hiç kusurlu olmadığını en iyi şekilde bildirmektedir” dedi. “Tenzîhin tenzihidir” buyurdu.
Görülüyor ki, bu sözü ile, İslâmiyet’e uygun olan bir şeyi anlatmak istemiştir. Sekr hâlinde olduğundan, başka kelime bulamamış, ince bilgilerini, herkesin anlıyamayacağı kelimelerle bildirmiştir.
Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri buyurdu ki:
“Dilini, Allahü teâlânın ismini anlamaktan başka işlerle uğraşmaktan ve başka şeyler konuşmaktan koru. Nefsini hesaba çek. İlme yapış ve edebi muhâfaze et. Hak ve hukuka riâyet et. İbâdetten ayrılma Güzel ahlâklı, merhamet sahibi ve yumuşak ol. Allahü teâlâyı unutturacak her şeyden uzak dur ve onlara kapılma.”
“Gözlerini harama bakmaktan ve başkalarının ayıplarını görmekten koru.”
“Siz havada uçan birisini gördüğünüz zaman, hemen o kimsenin fazîletli, keramet sahibi birisi olduğuna hüküm vermeyin. Hatâ edebilirsiniz. O kimsenin hakîkaten fazîlet ve keramet sahibi olduğunu anlamak için, İslâmiyet’in emirlerine uymaktaki hassasiyetine, Peygamber efendimizin ahlâkı ile ahlâklanması ve sünnet-i seniyyeye uymasına, hakîkî İslâm âlimlerine olan muhabbet ve bağlılığına bakın. Bunlar tam ise, o kimse fazîlet ve keramet sahibidir. Bunlara uymakta en ufak bir gevşeklik ve zayıflık bulunursa, o kimse için fazîlet ve keramet sahibidir demek mümkün olmaz.”
“Bu kadar zahmet ve meşakkatlere katlanarak aradığımı, annemin rızâsını almakta buldum. Çok basit gibi gelen anne rızâsını almanın, bütün işlerin evvelinde lâzım olduğunu anladım.”
“İnsana zararı en şiddetli olan şeyin ne olduğunu bilmek istedim. Bunun, gaflet olduğunu anladım. Gafletin insana yaptığı zararı Cehennem ateşi yapamaz. Yâ Rabbî! Bizleri gaflet uykusundan uyandır. Lütuf ve keremin ile bu duayı kabul eyle.”
“Bir kimsenin, Allahü teâlâya olan muhabbetinin hakîkî olup olmadığının alâmeti, kendisinde deniz misâli cömertlik, güneş misâli şefkat ve toprak misâli tevazu gibi üç hasletin bulunmasıdır.”
“Allahü teâlânın nîmetleri, her an herkese, gelmektedir. O hâlde her zaman O’na şükretmek lâzımdır.”
Soğuk ve dondurucu bir kış gecesi idi. Annesi yattığı yerden oğluna seslenip su istedi. Bâyezîd-i Bistâmî (r. aleyh) hemen fırlayıp su testisini almaya gitti. Fakat testide su kalmadığından çeşmeden doldurup geldi. Buzlarla kaplı testi ile annesinin başına geldiğinde, tekrar uyuduğunu gördü. Uyandırmaya kıyamadı. O halde bekledi. Nihayet annesi uyandı ve “Su, su!” diye mırıldandı. Bâyezîd (r. aleyh) elinde testi bekliyordu. Şiddetli soğuk te’siri ile eli donmuş parmakları testiye yapışmış idi. Bu hâli gören annesi; “Yavrum, testiyi niçin yere koymuyorsun da elinde bekletiyorsun?” dedi. Bâyezid-i Bistâmî; “Anneciğim uyandığınız zaman, suyu hemen verebilmek için elimde bekletiyorum” dedi. Bunun üzerine annesi; “Yâ Rabbi! Ben oğlumdan razıyım. Sen de razı ol!” diye cânü gönülden dua etti. Belki de annesinin bu duası sebebiyle, Allahü teâlâ ona evliyalığın çok yüksek mertebelerine kavuşmağı ihsan etti. İstanbul’a geldiği, papazların bir toplantısında bulunduğu ve aralarından yüzlercesinin imânla şereflenmesine vesîle olduğu rivayet edilmektedir.