ALİ RÂMÎTENÎ

İslâm âlimlerinin büyüklerinden. Hâce Azîzân ve Pîr-i Nessâc isimleri ile meşhûrdur. Mahmûd-i İncîrfagnevî’nin talebesidir. Buhârâ’ya on beş kilometre uzaklıkta bulunan Râmiten köyünde doğdu ve burada ilim tahsiline başladı. Çok kısa zamanda ilim yolunda mertebeler katetti. Devrin en büyük âlimi olan Hâce Mahmûd-i İncîrfagnevî’nin derslerine büyük bir aşkla devam etti. Hocasının iltifatlarına kavuştu. Manevî ve maddî ilimlerde kemâle erdi. Böylece zamânın en büyük âlimlerinden, yol göstericilerinden oldu. Öyle ki, şaşırmışların sığınağı, doğru yoldan ayrılanların rehberi oldu. İnsanları hakka davet eden, onlara doğru yolu gösterip, hakîkî seâdete kavuşturan ve kendilerine silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin on ikincisidir.

Helâl lokma kazanmak için dokumacılık yapardı. Yüksek makamlar, şaşılacak kerametler sahibi idi. 1321 (H. 721)’de veya 1328 (H. 728) yıllarında, yüz otuz yaşında Harezm şehrinde vefat etti. İhtiyaç sahipleri kabrini ziyaret ederek, mübarek rûhâniyetinden istifâde etmektedir.

Ali Râmîtenî hazretlerine, Azîzân denmesinin sebebi’şöyle anlatılır: Bir zaman Ali Râmîtenî’nin evinde iki-üç gün yiyecek bir şey bulunmadı. Evdekiler açlık sebebiyle çok üzülüyorlardı. Gelen misafire de ikram edecek bir şey yoktu. O sırada Ali Râmîtenî hazretlerinin talebelerinden yiyecek satan bir genç, pirinç doldurulmuş bir horoz hediye etti ve; “Bu yemeği, sizin ve yakınlarınız için hazırladım. Eğer hediyemizi kabul buyurursanız, bizi memnun edersiniz” diye yalvardı. Bu nâzik ve sıkıntılı anda gelen yemekten son derece hoşnûd olup, talebesine iltifatlarda bulundu. Bu yemeği, misafirine ikram ederek ağırladı. Misafir gittikten sonra o talebesini çağırtarak; “Getirdiğin bu yemek, sıkıntılı bir ânımızda imdada yetişti. Sen de bizden her ne muradın var ise iste. Çünkü hacet kapısı şu anda açıktır” buyurdu. Genç de; “Zahirde ve bâtında size benzemekten başka bir arzum yoktur. Beni bu hâle kavuşturmanızı istirham ediyorum efendim” dedi. Ali Râmîtenî hazretleri; “Çok zor ve yükü ağır bir iş arzu ettin. Bunu kaldıramazsın. Üzerimizdeki yük, senin omuzlarına çökecek olursa ezilirsin. İstersen başka bir arzuda bulun” buyurdu. Genç ise; “Dünyâda tek muradım, aynen sizin gibi olmaktır. Size benzemekten başka bir şey beni tesellî etmez. Buna rağmen, siz nasıl arzu buyurursanız, ona razıyım efendim” dedi. Bunun üzerine Ali Râmîtenî (r. aleyh); “Pek a’lâ” buyurup, elinden tutarak beraberce husûsî halvethânesine girdiler. Yüzyüze oturarak, o şahsa teveccüh etmeye başladı. O genç, bir müddet sonra zahir ve bâtında, Allahü teâlânın izniyle, Ali Râmîtenî’nin şekline girdi. Onun derecelerine kavuştu. Fakat aşktan sarhoş olup, kendinden geçti ve kırk gün sonra vefat etti. Ona bir anda kendi makamlarını verip, kendisi gibi yaptığı için, iki azîz mânâsında, hazret-i üstadın ismi Azîzân olarak kaldı.

Azîzân hazretleri, Seyyid Ata ismindeki zât ile görüşür, aralarında yazışmalar olurdu. Buna rağmen Seyyid Ata, Ali Râmîtenî’nin büyüklüğünü anlıyamamıştı. Bu sebeple kendisinde ona karşı, zahirde edebe uymaz gibi görünen bir hâl meydana geldi. O sıralarda Kıpçak sahrâsındaki Türklerden bir grup, Seyyid Atâ’nın bulunduğu havâi iyi yağmaladılar. Oğlunu da esir ettiler. Seyyid Ata, bu üzüntünün, Azîzân hazretlerini üzmenin cezası olduğunu anladı, yaptığına pişman oldu. Büyük bir ziyafet hazırladı, özür dilemek için Ali Râmîtenî’yi (r. aleyh) davet etti. Azîzân (r. aleyh), Seyyid’in maksadını anlayıp, ricasını kabul etti ve dâvetine geldi. Bu mecliste çok sayıda âlim ve evliya var idi. O gün Ali Râmîtenî’nin (r. aleyh) üzerinde büyük bir rahatlık görülüyordu. Sofralar kuruldu. Herkes buyur edildiğinde, Ali Râmîtenî; “Seyyid Atâ’nın oğlu gelmeyince, Ali bu sofradan ağzına tuz koymaz ve elini yemeklere uzatmaz” dedi. Sonra bir müddet sessiz beklediler. Orada bulunanlar, bu sözün ne demek olduğunu düşünürken, birden kapı çalındı, içeriye Seyyid Atâ’nın oğlu giriverdi. Bu hâli görünce, mecliste bir feryâd ü figândır koptu. Oradakiler şaşırıp donakaldılar. Gelen gençten, nasıl kurtulduğunu sordular. Genç; “Biraz önce bir bölük kimsenin elinde esir idim. Elim ayağım iplerle bağlı idi. Şimdi ise kendimi yanınızda görüyorum. Nasıl oldu, ellerim nasıl çözüldü, beni kim kurtararak on günlük yoldan yanınıza geldim, hiç bir şey bilmiyorum” dedi. Meclisdekiler, bunun, Azîzân hazretlerinin bir kerameti ve tasarrufu olduğunu anladılar.

Ali Râmîtenî (r. aleyh), Harezm şehrinde yerleşmek istedi. Yakınlarıyla birlikte Harezm’e gelip, sultâna iki talebesini gönderdi. Talebelerine; “Sultâna gidiniz. Fakir bir dokumacı şehrinize gelmiştir. Müsâade ederseniz burada kalacak, izin vermezseniz tekrar geri gidecektir deyiniz. İzin verirse, sultânın elinden mühürlü bir vesika alınız” buyurdu. Talebeleri gidip durumu arz ettiler. Sultan böyle bir isteği ilk defa duyduğu için, tuhaf karşıladı. Fakat gelen talebeleri de kırmayarak, mühürlü bir vesîka verdi. Bu vesikayı talebeler hocalarına getirdiler. Azîzân hazretleri, şehrin kenarında bir semte yerleşti. Her gün işçilerin toplandığı pazara gidip, içlerinden birkaç kişiyi alırdı. Onlara günlük yevmiyelerini sorduktan sonra; “Şimdi abdestlerinizi alıp, ikindi namazına kadar sohbetimize katılınız. İkindiden sonra da ücretlerinizi alıp evlerinize dönünüz” buyururdu. İşçiler, çalışmadan oturmak suretiyle, hem de ibâdetlerini yaparak hiç işitmedikleri şeyleri öğreniyorlar, akşama doğru da ücretlerini almayı ganîmet biliyorlardı. Ali Râmîtenî’nin (r. aleyh) sohbetine bir katılan kimse, sohbetin lezzetine doyamayıp, bir daha Azîzân hazretlerinden ayrılamıyordu. Bu durum, bütün şehre yayıldı. Herkes Ali Râmîtenî’nin (r. aleyh) talebesi olmak, cana can katan sözlerini işitmekle şereflenmek için kapısına koştular. Her gün evi dolup dolup boşaldı. Onun duasını almak için, herkes birbiriyle yarıştı. Nihayet bâzıları durumu sultâna şöyle anlattılar: “Şehirde bir hoca türedi, herkes akın akın ona koşuyor. Onun yolunda yürüyor, bir dediği iki edilmiyor. Her arzusunu, emir telakkî edip yerine getirmek için yarış ediyorlar. Bu gidişle şehirdekiler, onu başlarına sultan seçerler de saltanatınızdan olursunuz. Şimdiden çâresine bakmazsanız, sonu iyi olmaz. Yine de siz bilirsiniz...” Sultan, Ali Râmîtenî’nin şehirden çıkması için bir ferman yazdırıp, adamlarıyla gönderdi. O da gelen adamlara; “Biz, koynumuzda’şehre girebileceğimize ve orada yerleşebileceğimize dâir altı imzalanmış, mühürlenmiş bir ferman taşıyoruz. Sultan, eğer kendi imzasını mührünü ve müsâadelerini inkâr ediyorsa, biz çıkıp gitmeye razıyız” cevâbını verdi. Bu cevâbı sultâna bildirdiler. Sultan, verdiği müsâadeyi geri almak küçüklüğüne düşmedi. Ayrıca Ali Râmîtenî hazretlerini ziyaret edip sohbetine katıldı. Onun sohbetindeki lezzeti, nasîhatlerindeki inceliği hakkıyle anlıyan sultan, onun en önde gelen talebelerin, den oldu.

Ali Râmîtenî hazretleri anlatır: “Hocam Mahmûd İncîrfagnevî (r. aleyh) zamanında, talebelerden biri Hızır aleyhisselâmı gördü ve ona; “Bu zamanda kendisine uyulacak rehber, üstâd kimdir?” diye sordu. Hızır aleyhisselâm; “Şimdiki hâlde, bu dediğiniz vasıfları taşıyan Hâce Mahmûd İncîrfagnevî hazretleridir” diye cevap verdi.”

Azîzân hazretlerinin dört büyük halîfesi olup, hepsi de fazilet ve kemâl sahibi idiler ve rtepsinin de adları Muhammed’di. Her biri onun vefatından sonra, cenâb-ı Hakk’a kavuşmak isteyen talebeye, ders öğretmekle meşgul oldular. Bunların birincisi, Hâce Muhammed Külâhdûz’dur. Harezm’de medfûndur. İkincisi, Hâce Muhammed Hallâc-ı Belhî’dir. Belh şehrinde medfûndur. Üçüncüsü, Harezm’de medfûn olan Hâce Muhammed Bâverdî’dir. Dördüncüsü ve halîfelerinin en büyüğü, Hâce Muhammed Baba Semmâsî olup, vefatı yaklaştığında bütün talebelerini yetiştirmesi için vazifelendirdi ve yerine onu vekîl bıraktı.

Ali Rârrlîtenî buyurdu ki: “Allahü teâlâ, mü’min bir kulunun gönlüne bir gecede üç yüz altmış defa nazar eder” sözünün mânâsı şudur: “Kalbin, vücûda açılan üç yüz altmış penceresi vardır. Gönül, Allahü teâlânın zikriyle kaynayıp coşunca, Allahü teâlâ o kalbe nazar eder. Bu nazar ile kalbe doğan feyzlerve nurlar, bu üç yüz altmış koldan bütün vücûda yayılır. Böyle nurların ve feyzlerin yayıldığı bir uzuv, kendi hâline göre zevkle ibâdet eder, yapılan tâat ve ibâdetlerden lezzet alır.”

Yine; “Talebenin, maksadına kavuşması için çok çalışması, nefsini terbiye etmek için çok uğraşması lâzımdır. Fakat nefsi itmînâna kavuşturup, ruhu kısa zamanda yüksek derecelere erdi ren bir yol vardır. O da; Allahü teâlânın sevgili kullarından birinin gönlünü kazanmaktır. Zîrâ, onların kalbi, Allahü teâlânın nazar ettiği yerdir” buyurmuştur.

Rükneddîn Alâüddevle Semnânî (r. aleyh), Azîzân hazretleri ile muasır olup mektuplaşırlardı. Bir defasında Rükneddîn’in bir kimse gönderip, yazdığı suâllerinin cevâbını istediğini söyler. Suâllerinden birisi şöyle idi: “Biz, gelenlere her hizmeti yaptığımız hâlde, gelenler size gelir. Biz, mükellef sofralar, çeşit çeşit yemekler ikram ettiğimiz hâlde, sizde böyle bir şey yokken, gene de insanlar sizden razı ve bizden değillerdir. Bunun sebebi nedir?”

Cevap: “Minnet karşılığı yâni yaptığı iyiliği başa kakarak hizmet edenler çoktur. Hizmetini minnet yâni nîmet bilip şükreden azdır. Hizmetinizi minnet yâni nîmet bilerek çalışınız. O zaman şikâyetiniz olmaz.”

İkinci suâli: “Duyduğumuza göre, sizi Hızır aleyhisselâm terbiye etmiş; bu nasıl olmuştur?”

Cevap: “Allahü teâlânın zâtına âşık, öyle kulları vardır ki, Hızır da onlara âşıktır.”

Buyurdu ki: “Hallâc-ı Mensur zamanında, büyük mürşid Abdülhâlık Goncdüvânî (r. aleyh) hazretlerinin talebelerinden birisi bulunsaydı, ona imdâd eder, tasavvufun en yüksek makamlarına çıkarır ve o hâllere düşürülmesine mâni olurdu.”

Buyurdu ki: “Allahü teâlâya hiç isyan etmediğiniz bir dille dua ederseniz, duanız kabul olur.”

“Söz söylerken ve yemek yerken, kendinizi sakının.”

Halkı hakka davet eden kimse, canavar terbiyecisi gibi olmalıdır. Canavar terbiyecisi, nasıl, uğraştığı hayvanın huyunu ve istidadını bilip de ona göre davranırsa, o da öyle...”

Fârisî şiirlerinden bir kıt’a:

Birisiyle oturup kalbin toparlanmazsa,
Kalbindeki dünyâ derdini senden almazsa,
Onun ile sohbetten etmez isen teberrî,
Sana yardıma gelmez Azîzân’dan hiç biri.

İki oğlu olup, ikisi de maddî ve manevî ilimlerde söz sahibi idiler. Hâce Azîzân, vefatından sonra bulunduğu yerdeki talebelerle meşgul olmayı küçük oğlu İbrahim’e bıraktı. Büyük oğlu da maddî ve manevî ilimlerde büyük âlimdi. İnsanlara doğru yolu gösterme vazifesi, niye büyük oğluna verilmedi diye, tanıyanlarda bir düşünce hâsıl oldu. Büyük âlim Hâce Ali Râmîtenî, bu düşünceleri anlayıp buyurdu ki: “Büyük oğlum bizden sonra fazla yaşamaz. Kısa zamanda bize kavuşur.” Gerçekten onun vefatından on dokuz gün sonra büyük oğlu da babasına kavuştu.

Ali Râmîtenî hazretlerinin yazdığı, Süleymâniye Kütüphânesi’nin Tâhir Ağa kısmında 265/2 nolu risalede buyuruluyor ki: “Allahü teâlânın sevdiği kul olabilmenin on şartı vardır. Birincisi; temiz olmaktır. Temizlik de iki kısma ayrılır. 1-Zahirî temizlik: Diş görünüşün temiz olmasıdır ki, bütün insanların dikkat edeceği hususlardandı. Giyecek, yiyecek, içecek ve kullanılacak bütün eşyaların temiz olmasıdır. 2-Bâtın temizliği: Kalbin iyi huylarla dolu olmasıdır. Hased etmemek, başkaları hakkında kötülük düşünmemek, Allahü teâlânın düşmanlarından nefret ve dostlarına muhabbet etmek gibi cenâb-ı Hakk’ın beğendiği iyi huylardır. Kalb, Allahü teâlânın nazargâhıdır. Bu sebeple kalbe dünyâ sevgisi doldurmamalıdır. Haram olan yiyeceklerle beslenmemelidir. Nitekim hadîs-i şerîfde; “Uzak yoldan gelmiş, saçı sakalı dağılmış, yüzü-gözü toz içinde bir kimse, ellerini göğe doğru uzatıp dua ediyor. “Yâ Rabbi” diye yalvarıyor. Hâlbuki, yediği-içtiği haram, gıdası hep haram. Bunun duası nasıl kabul olur?” yâni haram yiyenin duası kabul olmaz buyruldu. Gönül yâni kalb temiz olmazsa ibâdetlerin lezzeti alınamaz, marifete, Allahü teâlâya âid bilgilere kavuşulamaz.

İkincisi; dilin temizliğidir. Dilin münasebetsiz ve uygun olmayan sözleri söylemeyip susması, Kur’ân-ı kerîm okuması, emr-i mâruf ve neyh-i münkerde bulunması, yâni Allahü teâlânın emirlerini yapmayı ve yasaklarından kaçınmayı bildirmesi, ilim öğretmesi gibi. Zîrâ Peygamber efendimiz; “Însanlar, dilleri yüzünden Cehenneme atılırlar” buyurdu.

Üçüncü şart; mümkün olduğu kadar insanlardan uzak durmağa çalışmalıdır. Bu sebeple, göz haramlara bakmaktan korunur. Zîrâ kalb, gözö tâbidir. Her harama bakış, kalb aynasını karartır. Nitekim Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Yabancı kadınların yüzlerine şehvet ile bakanların gözlerine, kıyamet günü ergimiş kızgın kurşun dökülecektir.” Yabancı kadınlara bakmak haramdır. Allahü teâlâ, Nur sûresinin otuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey Resûlüm! Müzminlere söyle, harama bakmasınlar ve avret yerlerini haramdan korusunlar! Îmânı olan kadınlara da söyle, harama bakmasınlar ve avret yerlerini haram işlemekten korusunlar!” buyurdu.

Dördüncü şart; oruç tutmaktır. İnsan oruç tutmak suretiyle meleklere benzemiş ve nefsini kahretmiş olur. Bununla ilgili hadîs-i kudsîde; “Oruç bana aittir. Orucun ecrini ben veririm. Sevabı nihayetsizdir. Muhakkak, sabrederek ölenlerin ecirleri hesapsızdır” buyrulmaktadır. Yine hadîs-i şerîfde; “Oruç, Cehennem’e kalkandır” buyruldu. Oruç tutarak gönlü huzura kavuşturmalı ve şeytanın yolunu kapatıp, siper hâsıl etmelidir. Yine hadîs-i şerîfde buyruldu ki: “Oruçlu için iki ferahlık (sevinç) vardır. Birincisi iftar ânında, ikincisi de Rabbine kavuştuğunda.” Oruç tutarak sıhhate kavuşulur. Bilhassa Receb, Zilka’de, Zilhicce ve Muharrem aylarında tutulan orucun faziletleri hakkında hadîs-i şerîfler pek çoktur.

Beşinci şart; Allahü teâlâyı çok hatırlamak, ismini çok söylemektir. En fazîletli olan zikr; La ilahe illallah demektir. La ilahe illallah diyen kimse ihlâs sahibi olur. İhlâs, bütün işlerini Allahü teâlânın rızâsı için yapmak, dünyâya âid mal ve makamlardan hevesini kesip, âhıreti taleb etmektir. İhlâslı kimse; “İlâhî! Benim maksûdum sensin, seni istiyorum” der. Nitekim Resûlullah efendimiz, La ilahe illallah kelimesinin çok faziletli olduğunu ve bu güzel kelimeyi çok söyleyenin günahlarının affedileceğini haber vermiştir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, Ahzâb sûresinin kırk birinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey îmân edenler! Allah’ı çok zikrediniz” buyurdu.

Nefsin arzu ve isteklerinden kurtulmak için devamlı zikretmelidir.

Altıncı şart; hâtıra yâni kalbe gelen düşüncelerdir, insanın kalbine gelen düşünceler; Rahmanî, melekânî, şeytanî, nefsânî olmak üzere dört kısımdır. Hâtır-ı rahmanî; gafletten uyanmak, kötü yoldan doğru yola kavuşmaktır. Hâtır-ı melekânî; ibâdete, tâate rağbet etmektir. Hâtır-ı şeytanî; günâhı süslemektir. Hâtır-ı nefsânî de, dünyâyı istemektir. Eğer insan buna güç yetiremiyorsa, şöyle dua etmelidir: “Allahümmeerinel hakka hakkan verzuknâ ittibâ’ahû ve erinel bâtıla batıları verzuknâ ictinâbehû bihürmeti Seyyidilbeşer sallallahü aleyhi ve sellem.”

Yedinci şart; Allahü teâlânın hükmüne rızâ göstermek, tevekkül ve tevfîz eylemek, yâni dünyâdaki şeylerden bir şeyi beğenmeyip, cenâb-ı Hakk’ın ihtiyar ve irâdesine teslim olmaktır. Havf ve recâ, korku ve ümîd arasında yaşamaktır. Zîrâ Allah’tan korkan kimse, günah işlemez. Ayrıca mü’min ümitsizliğe de düşmez. Allahü teâlâ, ümitsizliğe düşmemeyi emretmektedir.

Sekizinci şart; sâlihlerle sohbeti seçmektir. Sâlihlerle sohbet edildiği takdirde, günahlara perde çekilir, haramlar gözüne kötü görünür.

Dokuzuncu şart; iyi ve güzel hasletlerle bezenmektir. Bu da, her şeyi yaratan Allahü teâlânın ahlâkıyla ahlâklanmâktır. Çünkü Peygamber efendimiz; “Allahü teâlânın ahlâkıyla ahlâklanınız” buyurdu.

Onuncu şart; helâl ve temiz lokma yemektir. Bu da farzlardandır. Nitekim Allahü teâlâ Bekara sûresinin 168. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Yeryüzündekilerden helâl ve temiz olanını yiyiniz” Peygamber efendimiz de; “İbâdet on cüzdür. Dokuzu helâli taleb etmektir” buyurmaktadır. Geriye kalan bütün ibâdetler bir cüzdür. Helâl yemeyen kimse, Allahü teâlâya itaat etme gücünü kendisinde bulamaz. Helâl yiyen de, isyankâr olmaz. Helâl ve temiz yer, israf etmez. Nitekim Allahü teâlâ, A’râf sûresinin 31. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz” buyurmaktadır. Ayrıca, Besmelesiz kesilenleri de yememelidir. Zîrâ Allahü teâlâ, En’âm sûresinin 121. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Üzerlerine Allah’ın ismi zikredilmeyen (Besmele çekilmeyen) şeyden yemeyiniz” buyurmaktadır. Gafillerle beraber oturmamalıdır. Temiz ve Besmele ile yemek pişirenlerin yemeğini yemelidir. Çünkü, bu husus gaflet sebebidir. Allahü teâlânın dostları, uygunsuz kişilerin elinden gelen lokmayı yaradılışlarına lâyık görmeyerek, yememişlerdir. Allahü teâlâ, bizi ve bütün mü’minleri, helâl ve temiz rızıklarla rızıklandırsın.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

  1) Hadâik-ul-verdiyye; sh. 120

  2) Nefehât-ül-üns; sh. 413

  3) Reşehât; sh. 52

  4) Hadîkat-ül-evliyâ; sh. 28

  5) Reşehât (Arabi); sh. 37

  6) İrgâm-ül-merîd; sh. 54

  7) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 401, 985

  8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-10, sh. 7

  9) Behçet-üs-seniyye; sh. 12