Hindistan’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi Şâh Raûf Ahmed bin Ahmed bin Muhammed Şeref bin Radıyyüddîn bin Zeynel’âbidîn bin Muhammed Yahyâ bin İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî olup, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin küçük oğlu Muhammed Yahyâ’nın neslindendir. 1201 (m. 1786) senesi Muharrem ayının ondördüncü günü Hindistan’ın Mustafaâbâd beldesinde doğdu. 1253 (m. 1837) senesinde hacca giderken, Yemen’de denizde şehîd oldu.
Mevlânâ Şâh Raûf Ahmed, Hindistan’da yetişen İslâm âlimlerinin büyüklerinden, Abdullah-ı Dehlevî’nin (r.aleyh) önde gelen talebelerinden idi. Ebû Sa’îd Müceddidî’nin (r.aleyh) teyzesinin oğludur.
Şâh Raûf Ahmed, önceleri Şeyh Dergâhî’nin talebeleri arasına girdi. “Daha sonra Ebû Sa’îd Müceddidî’nin ma’nevî işâreti ile, Abdullah-ı Dehlevî’nin (r. aleyh) sohbetine kavuştu. Onun terbiye ve himâyesinde kemâle geldi. Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin icâzet ve işâretiyle Hindistan’ın Behûpal kasabasına giderek, insanlara doğru olarak dînimizi anlatmaya başladı. Orada ilim ve edeb öğretti. Yüzlerce talebesi oldu. Onun ma’nevî terbiyesinde çok kimseler evliyâlık makamına kavuştular. Hocası Abdullah-ı Dehlevî, bir mektûbunda Şâh Raûf Ahmed’e şöyle demektedir:
“Mektûbuma Rahmân ve Rahîm olan Allahü teâlânın mübârek ismi ile başlıyorum. Selâm ederim. İki mektûbunuzu ve gönderdiğiniz, içinde hep doğru yazılar bulunan risaleyi aldım. Çok memnun oldum. Allahü teâlâ size iyi karşılıklar versin. Allahü teâlâ bereketlerinizi ve güzel ahlâkı yaymadaki gayretinizi arttırsın, insanlar içinde Hak ile bulundursun ve kalbiniz Allahü teâlânın aşkıyla yanıp tutuşsun. Biz sizden çok memnunuz. Allahü teâlâ size dünyâda ve âhırette iyilikler versin. Ehl-i sünnet yolunun büyükleri de sizden hoşnut olsunlar. Ma’nevî üstünlüklerinizle çok kimselerin güzel ahlâka kavuşmasına sebep olursunuz. Hocanızı duâdan unutmayınız. Tefsîr, hadîs, Mektûbât-ı şerîfe, Avârif, Te’arruf, Nefehât-ül-üns ve fıkıh kitapları meclisinizde okunsun. Ba’zı zamanlar Allahü teâlânın sevgisinden secdeye kapanıp yalvarın, yakarın, ağlayın, inleyin. Yalnız olduğunuz zamanlar bizi hatırlayın ve hayır duâ edin. Risalenizi çok beğendim. Allahü teâlâ size ve talebelerinize en güzel iyilikler ihsân eylesin. Hakkı arayanları da kendi yoluna (dînine) kavuştursun. Baba ve dedelerinize ihsân ettiği iyilikleri size de versin. Size ve yanınızdakilere selâm ederim.”
Mevlânâ Şâh Raûf Ahmed, hocası Abdullah-ı Dehlevî’nin (r. aleyh) kıymetli sözlerini ve günlük sohbetlerini ihtivâ eden, “Dürr-ül-me’ârif’ isminde çok kıymeli bir eser yazdı. Bu eser Hakîkat Kitabevi tarafından neşredildi. Ayrıca tefsîr, hadîs ve fıkha dâir çok eserleri vardır. Hocasının mektûplarını toplayıp, “Mekâtib-i şerîfe” isminde bir kitap yaptı. Farsça ve Hindce şiirleri ihtivâ eden Dîvân-ı Raûf adında bir de dîvânı vardır.
Raûf Ahmed Müceddidî’nin (r. aleyh), hocası Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin günlük sohbetlerini ihtivâ eden “Dürr-ül-meârif” adlı eserinde buyuruldu ki:
Abdullah-ı Dehlevî hazretleri, birgün Kâfirûn sûresini tefsîr ediyorlardı. Bu esnada söz, Nâsih ve Mensûh (Allahü teâlânın gönderdiği ilâhî kitaplarda ameller ile ilgili hükümleri değiştirmesi, ba’zısını kaldırıp, yeni hükümler koyması) husûsuna gelince; müşriklerin ve İslâm düşmanlarının bu konuda ileri sürdükleri i’tirâz ve tereddütler söz konusu oldu. Bu tereddüt ve i’tirâzlara cevap olarak buyurdular ki: “Hak sübhânehü ve teâlâ hazretleri, hakîm-i mutlaktır. Her emri, yasağı ve fiili yerinde ve nice hikmetleri ihtivâ etmektedir. Âdemoğulları hasta gibidirler. Şeriat sahibi olan peygamberler de (a.s.) hastalıklara uygun reçeteyi bildirip ilâcını veren eczâa, tabîb gibidirler. Nitekim onlar, zamana, mevsime ve hastaların mîzâcına ve hastalıklarına göre reçete yazar, ilâcını verirler. Çünkü tabibin maksadı hastaların şifâ bulmasıdır. İşte Allahü teâlâ hazretleri de her asırda, o asra uygun hidâyet reçetelerini lütfedip, ülül’azm peygamberleri (a.s.) vasıtasıyla insanlara göndermiştir. Tâ bizim Peygamberimize (s.a.v.) gelinceye kadar bu böyle olmuş (inanılacak şeylerde değil de, yapılacak veya sakınılacak şeylerde yerine ve zamanına göre) nesh ya’nî değişiklik yapılmıştır. Böylece her devirde bütün insanların se’âdet-i ebediyyeye kavuşmaları için Allahü teâlâ kolaylık ihsân eylemiştir.
“İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî’yi (r.aleyh) anlamak, anlatmak, ta’rîf etmek mümkün değildir. Dereceleri, ma’rifet ve hâlleri çok yücedir. Bin yıl boyunca gelip göçen cümle evliyâya mukabil gibidirler. Onun mübârek vücûdu hepsi kıymetindedir. Nitekim bizzat kendi hocaları Hâce-i Pîr-i pîrân Bâkî-billah hazretleri (r.aleyh) onlar hakkında; “Şeyh Ahmed güneş gibidir. Bizim gibi binlerce yıldız onların yanında görünmez olur” buyurdular.
Yine buyurdular ki: “Şeyh Abdülhâk-ı Dehlevî hazretleri, son zamanlarında, Hâce Bâkî-billah hazretlerinin halîfesi olan Hâce Hüsâmeddîn Ahmed hazretlerine yazdığı mektûbunda, artık kalbinden perdenin kaldırıldığını, tamamen İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin muhabbeti ile dolduğunu ve böyle bir din büyüğünün çok az görüldüğünü, onlara karşı önceden yaptığı i’tirâzların insanlık îcâbı kusurlarından ve nefsâniyetle hâsıl olduğunu ifâde etmiş ve bu sözlerine tövbe ettiğini bildirmiştir.”
“İnsan öyle olmalıdır ki, her vakit Allahü teâlâya müteveccih bulunup, her an ve zamanda, her ibâdet ve işte kendisine gelen feyz ve nûrlar nedir? Nasıl bir berekete mazhardır? Meselâ; namaza durduğunda gelen envâr ve berekâtın nasıl olduğunu, kırâat ile beraber bu feyz ve berekâtın ne hâle döndüğünü, Allahü teâlâya hamd-ü senadaki feyzi, dil ile Kelime-i tevhîd söylemekteki bereketi, hadîs-i şerîfleri okurken ihsân buyurulan sırları incelemeli ve bu sûretle günahlardan hâsıl olan ma’nevî zararları gözleyip, anlamalıdır. Meselâ: haram ve şüpheli lokmadan kalbe nasıl bir zulmet geliyor ve gıybet etmek insanın bâtınına nasıl zarar veriyor, yalan söylemek kalbde nasıl bir leke bırakıyor anlaşılır. Böylece, bütün haram, mekrûh ve günahların zehir, zarar ve ziyan olduğu vicdanen bizzat anlaşılır. Ya’nî her hâlinde, her iş ve sözünü inceleyip, İslâmiyete uygun olup olmadığını dikkat ile ta’kib etmelidir. Eğer işi ve sözü İslâmiyete uygun ise, bunun şükrünü yerine getirmelidir. Eğer, Allahü teâlâ muhafaza buyursun, O’na aykırı ise, uymuyor ise hemen tövbe etmeli, istiğfarda bulunmalıdır. Aşikâre işlenen günahın tövbesi aşikâre yapılmalı, gizli günahınki ise gizli yapılmalıdır. Tövbeyi geciktirmemelidir. Çünkü kirâmen kâtibîn melekleri, işlenen günahı hemen yazmazlar, mü’minin tövbe etmesini beklerler. Tövbe edince bu günahı hiç yazmazlar.”
“Bir kimse büyük peygamberlerden (a.s.) veya velîlerden birbirinin rûhuna, Allah rızâsı için Fâtiha-i şerîfe okuduktan sonra, o mübareğin medfûn bulunduğu tarafa doğru bir müddet edeb ile yönelse, muhakkak ki feyzinden nasîb alır ve bereketlenir.”
“Din büyüklerinden birinin sohbetine gitmek isteyen kimse, abdest alıp iki rek’at namaz kılmalıdır. Sonra, yolculuğu boyunca kalbini tamâmiyle o büyüğe çevirmeli ve böylece huzûrlarına çıkmalıdır. Böylece o büyüğün feyzlerinden faydalanmış, nasîblenmiş olur. Huzûrda iken hep susmalı, sakin ve sessiz olarak oturmalıdır.”
Bir sohbetlerinde talebelerinden Mîr Kameruddîn Semerkandî (r.aleyh) Abdullah-ı Dehlevî (r.aleyh) hazretlerine; “Efendim! Hazreti Hasen ve Hazreti Hüseyn Sahâbe-i Kirâmdan mı, yoksa Tâbiîn’den midirler?” şeklinde bir suâl sordu. Cevâbında; “Onlar, Eshâb-ı Kirâmın (r.anhüm) yaşça küçük olanlarındandırlar. Meselâ Hazreti Hasen; “Şüpheli olmayan şeyi şüpheli olana tercih eyle” hadîs-i şerîfini Server-i âlem efendimizden (s.a.v.) bizzat rivâyet eylemişlerdir. Ayrıca, Şafiî mezhebine göre kunut duâsı olarak okunan duâyı rivâyet eden de yine onlardır. Böylece Hazreti Hasen’in hadîs-i şerîf rivâyet ettikleri sabit olmuştur. Hazreti Fâtımat-üz-Zehrâ’nın az hadîs-i şerîf rivâyet etmelerinin sebebi ise şu idi. Hazreti Fâtıma vâlidemiz, Server-i âlemin (s.a.v.) vefâtından sonra ancak altı ay yaşayabilmişlerdi. Nitekim hakîkat sırlarının kaynağı Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk efendimizin az rivâyet buyurmaları da aynı sebepledir. Resûlullahın (s.a.v.) vefâtından sonra ömürleri az olmuştur ki, bu, iki yıl iki ay kadardır.”
Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin bir sohbetlerinde İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî (r.aleyh) hazretlerinin Mektûbât’ı söz konusu olmuştu. Şanlarının yüceliğini beyân husûsunda buyurdular ki: “Mektûbât”taki bilgiler ve ma’rifetler çok, pekçok yücedir. Öyle ki, ârifler ve akıl sahipleri dahî, bu sözleri anlayamazlar. Beyân buyurduğu ince bilgileri hiçbir âlim ve velî yazmamış, söylememiştir.”
“Birgün odamda oturuyordum. Aniden öyle hoş bir koku duydum ki, ta’rîf edemem. Mest ve hayran kalmıştım. Oturduğum oda tamamen o koku ile dolmuştu. Kendime gelince gözlerimi açtım. Başımın üst tarafına bakınca, güneş gibi parlak, pırıl pırıl, güzel kokular saçan bir rûh gördüm. Her tarafa ışık ve feyz saçıyordu. Hayran kaldım. Kim olduğunu merak ettim. Fakat bunu bildirmediler. Sonra hatırıma geldi ki, bu mübârek rûh ya Server-i âlem efendimize (s.a.v.) veya gavs-i a’zam Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerine âittir.”
Bu menkıbeyi nakleden Raûf Ahmed Müceddidî diyor ki: “Bu güzel koku ve nûrâniyyet hâdisesi, hocamız Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin bulundukları yerde sık sık olurdu. Bulundukları mekân öyle güzel kokardı ki, orada bulunan herkes duyar, hattâ huzûrdan çıktıklarında, bu güzel koku ziyâretçilerin üzerlerinde kalırdı.
“Büyüklere hizmet sebebiyle ihsân olunan ilerleme, sıkı riyâzetlerle bile elde edilemez. Hattâ, riyâzet ile olan ilerleme, hizmet ile olan ilerlemenin yüzde biri kadar bile olamaz. Hizmet ile yılların semeresine bir anda ulaşır. Yine talebe, cezbe-i ilâhiyyeye hizmet ile kavuşur.”
“Ma’rifetullah hakkında yazılan kitapların hiçbiri Mektûbât gibi olamaz.”
“Kalbe gelen vesveseler dört türlüdür Şeytanî vesvese, melekî vesvese (meleğin ilhamı), nefsânî vesvese ve Hakkânî vesvese.
“Şeytanî olan kuruntu ve vesveseler, insana sol tarafından gelir. Melekî olan sağ tarafından gelir. Nefsânî olanlar da üst taraftan gelir. Ya’nî dimağdan gelir. Hakkânî olan düşünceler ise yukarılardan kalbe iner. Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki:
“Bu vesveseler imânının olgunluğundandır.” Allahü teâlânın inâyeti ve bu büyüklerin himmeti ile, talebelerin kalbine gelen vesveseler azalıp, yok olur. Husûsiyle İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin feyzi, her vesvese ve kuruntuyu silip süpürür.”
“Mübârek babam, Kâdiriyye yolunda idi. Vefâtları vakti gelince, bu fakire; “Şimdi Cenâb-ı gavs-i a’zam mahbûb-i sübhânî Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin rûhâniyeti teşrîf eylediler” dedi. Sonra mübârek eliyle işâret ederek; “İşte şurada oturuyorlar” dedi ve mübârek rûhunu teslim eyledi. Allahü teâlâ hazretleri mübârek kabirlerini münevver eylesin. Amîn!”
“Talebem Mevlevi Beşâretullah’dan mektûp geldi. Cevâbında şunları yazdım:
“Ömrünüzden geçene nadim olup dâima istiğfar ediniz. Gelecek olanlardan, ya’nî başınıza gelebilecek kusurlardan son derece sakınınız. Dâima zikrullah ile meşgûl olunuz.” O esnada bir şahıs; “Efendim bize de bir nasihat buyurunuz” deyince; “Allah de ve onları bırak! Oyalanıp dursunlar!” meâlindeki En’âm sûresi 91. âyet-i kerîmesini okudular ve bunu şöyle tefsîr ettiler “Küçük veya büyük, her işinizi Allahü teâlâya havale ediniz. Geçim derdini ve tedbiri düşünmeyiniz. Mâsivâ bağlantılarını kalbden çıkarınız. Her işinizi Allahü teâlâya bırakınız.”
“Peygamberlik, Muhammed aleyhisselâm ile sona ermiştir. Allahü teâlâ, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine peygamberlik makamı hâriç, beşer için elde edilmesi mümkün olan her kemâli ihsân buyurmuştur.”
Her letâfet ki nihân bûd pes perde-i gayb,
Heme der sûreti hûb-i tulyân sahte end.
Herçi ber safha-i endîşe keşed kilk-ı
hayâl,
Şekl-i matbû’i tu zîbâter ezan sahte end.
Ma’nâsı:
Gayb perdesi ardında bulunan güzellikler,
Senin eşsiz simanda hepsi zuhur ettiler.
Hayal kalemi gönül sayfasına ne çizse,
Senin düzgün şeklini, ondan güzel ettiler.
“Hak sübhânehü ve teâlâ hazretleri bize öyle bir idrâk ve anlayış ihsân buyurmuştur ki, cümle bedenimiz kalbimiz gibi olmuştur. Herhangi bir yönden bir şahıs bize doğru geliyor olsa, onu yüzyüze imiş gibi görür, kalb hâllerini, içinden geçenleri anlar, apaçık görürüz.”
“Birgün sohbetlerinde, Peygamberimizin (s.a.v.) mübârek Eshâbından (r.anhüm) bahsettiler ve buyurdular ki: “Bütün ümmetin en faziletlileri ve cümle mü’minlerin en şereflileri dört halîfedir (r.anhüm). Herbirinin hidâyeti dünyânın her tarafına yayılmıştır. Onlardan sonra Aşere-i mübeşşere, sonra Bedr gazâsında bulunan üçyüzonüç sahâbî, sonra bî’at-ür-rıdvân ehli, sonra Uhud harbi eshâbı ve nihâyet diğer bütün Sahâbe-i kirâmdır (Radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în). İmân ile Peygamberimizin mübârek sohbetinde bulunup, O’nu (s.a.v.) görmek saadetine kavuşan herkes, sahâbîdir. Hadîs-i şerîfde; “Eshâbım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidâyete kavuşursunuz” buyurulması, onların yüce şânım beyân etmektedir. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde, Hadîd sûresi 10. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allahü teâlâ muhakkak Eshâb-ı Kirâmın hepsine Cenneti va’d etti” buyurmaktadır.”
“Bir sohbetlerinde, Mektûbât-ı şerîf dersi veriyorlardı. Orada İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî hazretlerinin dünyâyı ve ehl-i dünyâyı kötülemeleri ile ilgili mektûb-i şerîfi okundu ve; “Dünyâya bulaşan, bağlanan herkesin âhirette hüsrana ve pişmanlığa uğrayacakları” zikredildi. Bunun îzâhında buyurdular ki: “Dünyâ demek, zarurî muhtaç olduğumuz şeylerden fazlasını istemektir” ve “Kalbi Allahü teâlâdan gâfil eden, O’nu unutturan her şey de dünyâ olur.” Hülâsa, gönlü Hak teâlâya meyleden kimsenin, dünyalık ve dünyâ ehli ile meşgûl olması, öldürücü zehirdir.”
“Birgün huzûrlarında, büyük bir âlime (mürşide) tâbi olmak sözkonusu oldu. Buyurdular ki: “Talebelerimden birisi bizden izinsiz şehzâde ile görüşmüş ve gönlü, rûhu kararmış, izinsiz iş yaptığını anlayamamış; “Acaba ben ne günah işledim?” diye tövbe-istigfâr etmiş ise de, gönlündeki karartıyı hiç giderememiş, sonunda; “Ben hocamdan izinsiz iş yaptım. Bu onun karartısıdır” deyip hemen tövbe edince, kalbindeki karartı gidip eski huzûruna kavuşmuştu. Demek ki mes’ele, rehber bir âlime tâbi olmaktır. Onun râzı olmadığını yapmak, ma’nevî kazançları yok eder, gönlü harâb eder.”
Kelime-i tevhîdin iki kısmı da ya’nî; “La ilahe illallah Muhammedün Resûlullah” Kur’ân-ı kerîmin âyetlerindendir. Böylece düşünüp zikredilince, apayrı bir feyz hâsıl olur. Fakat, bu ma’nâda olarak cünüb iken bunu söylemek, zikretmek haramdır. Diğer ma’nâda ya’nî; bunu söyleyince îmân hâsıl olur. Peygamber efendimiz (s.a.v.) dil ile söyleyip kalb ile tasdik etmemizi buyurdular düşüncesiyle zikretmek çok mübârektir. Bu şekilde, cünüp iken de abdestsiz iken de söylenmesi caizdir.”
“Hanefî mezhebinde olan bir âlimin İmâm-ı Muhammed Şeybânî hazretlerinin “Muvatta” adlı eserini yanında bulundurması zarurîdir. Çünkü o kitapta, kendi mezhebini kuvvetlendiren nice sarih haberleri ve sahih hadîsleri zikretmiştir.”
“Dört hak mezhebin ayrı ayrı dört husûsiyeti vardır ki, herbir mezheb diğerinden, bununla mümtaz olur. Meselâ, Hanefî mezhebinin husûsiyeti meşhûr “Hidâye” kitabıdır. Diğer mezheblerde böyle bir eser yazılmamıştır. Şafiî mezhebinin husûsiyeti, İmâm-ı Gazâlî hazretleridir ki, öyle muhakkik âlim gelmemiştir. Hanbelî mezhebinin husûsiyeti de Gavs-ı a’zam Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî (r.aleyh) ki o, mukarreb evliyânın önde gelenidir. Mâlikî mezhebinin husûsiyeti de, bizzat İmâm-ı Mâlik hazretleridir. Kendileri, Allahü teâlânın büyüklüğüne açık bir delîl idiler.”
Zamanımızın tarikat iddiacıları doğru yoldan ayrılmışlar, oyun, eğlence, çalgı ve türkü ile vakit geçiriyorlar. Hayâlî bir tevhîd uydurup şiar edinmişler; “Biz tevhîd ehliyiz” diyorlar. Kendilerini hakîkî büyükler gibi tevhîd ehlinden sayıyorlar. Onların mübârek sözlerini yanlış anlayarak sağda solda söylüyorlar. Böylece dinden çıkıp, zındık oluyorlar. Onların bu hâlinden bîzârım. Onlar bize, zâhir (görünüş) âlimi diyorlar. Hâlbuki, anlamıyorlar ki, sofiyye-i aliyyenin yolu, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) getirdiği İslâm dînine, Ehl-i sünnet mezhebi üzere tâbi olmaktır.”
“Hadîs-i şerîfde; “Akşamladığın zaman sabaha muntazır olma. Sabahladığın zaman da akşama muntazır olma” buyuruldu. Bunun ma’nâsı; “Bugünün ibâdet ve hizmetini yarına bırakma. Fırsatı ganîmet bil” demektir.
Birgün huzûrlarında evliyânın (r.aleyhim) tasarrufu söz konusu olmuştu. Buyurdular ki: “Bu büyüklerin, darda, sıkıntıda olanlara yardımı, muhlislere daimîdir. Onlar anlasa da anlamasa da yardım ederler. Evliyâdan birçoğu insanların müşkilâtını hâllederler de, onlar bunu hiç anlamazlar.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Makâmât-ı Mazhariyye sh. 177
2) Hadîkat-ül-evliyâ, Birinci kısım sh. 158
3) Dürr-ül-me’ârif, İstanbul 1394
4) Mekâtib-i şerîfe, İstanbul 1371
5) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1028