Osmanlılar zamanında Anadolu’da yaşayan evliyânın büyüklerinden, insanların; i’tikâd, amel, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenmeleri ve yapmaları, böylece Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaları için onlara rehberlik edip, buna kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen İslâm âlimlerinin otuzikinçişidir. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin onbirinci torunu ve Tâhâ-i Hakkâri hazretlerinin kardeşidir. Molla Ahmed’in oğludur. İlmini ve feyzini Tâhâ-i Hakkâri’den alıp, tasavvufda yüksek derecelere kavuştu. Çok kimseye doğru yolu göstermiş, onların din ve dünyâ saadetine kavuşmalarına sebep olmuştur. 1281 (m. 1864) senesinde Nehri’de vefât etti. Kabri oradadır.
Seyyid Sâlih, küçük yaşta Kur’ân-ı kerîm okumayı öğrendi. Çok zekî idi. Kısa zamanda Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Medreseye giderek tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimlerle, zamanın fen ve edebiyat bilgilerini öğrenerek büyük bir âlim oldu. Tasavvufta da yetişerek, kalb ilimlerinde ma’rifet sahibi olmak için, ağabeyi Seyyid Tâhâ-i Hakkâri’nin sohbetiyle şereflendi. Senelerce ona hizmet etti. Mübârek teveccühlerine kavuştu. Vilâyet derecelerinde çok yükseldi. Hocası, ona icâzet vererek, talebe yetiştirmek üzere Berdesûr’a gönderdi. Seyyid Sâlih hazretleri orada talebe yetiştirmeye başladı. Hasta kalblere şifâ olan sohbetleri ile, âşıklarının kemâle gelmesine, Hakka yaklaşarak velî birer zât olmalarına vesile oldu.
Seyyid Sâlih hazretleri, muhabbet ve edeb sahibi idi. Vera’ı ve takvâsı çoktu. Haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli korkusuyla mübâhların fazlasını terkederdi. Ekseri günleri oruçlu geçerdi. Gecelerini ibâdetle ihyâ eder, uykusunu öğleye yakın kaylûle yaparak alır, hem de sünnet-i şerîfe uyardı. Çok merhametli olup, hiç kimseyi incitmezdi. İnsanların Cehennemde yanmamaları için elinden gelen gayreti gösterir, Allahü teâlânın emirlerini bildirir, yasaklarından kaçınmalarını sağlardı. Gayr-i müslimlere dahî iyilik yapardı. Bu sebeple herkes tarafından sevilirdi.
Seyyid Sâlih hazretlerinin mübârek alınlarından nûr fışkırırdı. Onu gören, Allahü teâlânın sevgili bir kulu olduğunu hemen anlar, hürmette kusur etmemeye çalışırlardı. Bir gece, hırsızın biri Seyyid Sâlih hazretlerinin evini soymaya karar verdi. O gece ay çıkmamıştı, zifiri karanlıktı. Hırsız bahçe duvarından içeri atladı. Fakat o anda bahçenin birdenbire gündüz gibi aydınlandığını gördü. Hayret etti. Görürler korkusuyla hemen dışarı çıktı. Ortalık yine karanlık oldu. “Herhalde bu defa aydınlık olmaz” düşüncesiyle tekrar bahçeye girdi. Ortalık bir anda yine aydınlandı. Yine çıktı, tekrar girdi. Nihâyet evin penceresine baktığında, Seyyid Sâlih hazretlerini gördü. Seyyid Sâlih, hırsıza; “Buyurun, her ne isterseniz vereyim. Birşey almaya geldiyseniz söyleyin” buyurdu. Hırsız onun güneş gibi parlayan mübârek yüzünü görüp, o cömertçe tatlı sözünü işitince, hayran kaldı. Bahçeye girince meydana gelen aydınlığın Seyyid Sâlih hazretlerinin nûru olduğunu anlayıp, yaptığına pişman oldu. Huzûruna varıp tövbe etti. Ondan sonraki günlerde onun derslerine giderek, ilim öğrenmeye başladı. Talebelerinden oldu.
Seyyid Tâhâ hazretlerinin oğlu Ubeydullah, babasının yerine geçen amcası Seyyid Sâlih hazretlerine talebe olmayıp diğer halifesi Seyyid Fehîm hazretlerine tâbi olmak istedi. Fehîm-i Arvâsî ise ona; “Muhterem babanız, yerine Seyyid Sâlih hazretlerini ta’yin ettiler. Bu sebeple siz de, biz de onun sohbetine gidip, ona tâbi olmamız lâzımdır” buyurdu. Buna rağmen Ubeydullah, buna i’tirâz eyledi. Bunun üzerine Fehîm-i Arvâsî; “Mübârek hocamızın kabr-i şerîfine gidelim ve soralım. Ne buyururlarsa yapacak mısın?” buyurdu. O da; “Yaparım” dedi. Gittiler. Kabristana girişte ayakkabılarını çıkarıp, kabrin yanına vardılar. Daha hiçbirşey söylememişlerdi ki, kabirden Tâhâ-i Hakkâri hazretlerinin; “Fehîm! Ubeydullah’ı, kardeşim Sâlih’e götür” buyurduğunu işittiler. Ubeydullah, babasının bu emrine uyarak, sür’atle amcasının huzûruna koştu. Amcası kendisine sarıldı ve sıktı. O anda Ubeydullah’a o kadar muhabbet geçti ki, Ubeydullah’da meydana gelen bu muhabbet ateşinden, amcası; “Ubeydullah bu sarılma ile kemiklerimi eritti” buyurdu.
Seyyid Sâlih, 1281 (m. 1864) senesinde hastalandı. Talebelerini toplayarak herbiriyle vedâlaştı, helâllaştı. Vasıyyetini bildirdi. Kabriyle ilgili olarak da; “Kabrimi ağabeyim Seyyid Tâhâ hazretlerinin kabr-i şerîfinin ayak ucuna kazınız. Edebi gözetip kabirde de mübârek ayakları başımın üstüne gelecek şekilde olmasını sağlayın. Bizden sonra Seyyid Fehîm’e tâbi olun” buyurdu. Sonra talebelerinin Kur’ân-ı kerîm tilâvetleri arasında vefât edip, sevdiklerine kavuştu. Vasıyyetini aynen yaptılar. Kabrini hocasının ayak ucuna kazdılar. Şimdi bu iki kabrin üç taşı vardır. Ya’nî Seyyid Tâhâ hazretlerinin kabrinin ayak ucundaki taş, Seyyid Sâlih hazretlerinin baş taşıdır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 842, 889, 1064, 1069, 1075
2) Eshâb-ı Kirâm sh. 401
3) Rehber Ansiklopedisi cild-15, sh. 186