SENÂULLAH-I PÂNİ-PÜTÎ

Tefsîr, hadîs ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi, tasavvuf mütehassısı. İsmi, Muhammed Senâullah olup, Şeyh Celâl-i Kebîr-i Çeştî’nin onüçüncü torunudur. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin en büyük talebelerinden olup, Hazreti Osman bin Affân’ın soyundandır. 1143 (m. 1730) senesinde Pâni-püt şehrinde doğdu. 1225 (m. 1810) senesinde Pâni-püt şehrinde vefât etti. Kabri, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin zevcesinin kabri yanındadır.

Senâullah-i Pâni-pütî, yedi yaşında Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Naklî ve aklî ilimlerde ihtisas kazandı. Delhi’ye giderek, Şah Veliyyullah-ı Dehlevî’den hadîs ilmini öğrenip, bu ilimde kemâle geldi. Önce Mevlânâ Muhammed Âbid-i Semâmî’nin, bunun vefâtından sonra, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin teveccühleriyle kemâle erdi. Sonra vatanına gidip, vefât edinceye kadar kadılık yaptı.

Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin halefi ve Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin hocası olan Abdullah-ı Dehlevî hazretleri, “Makâmât-ı Mazhariyye” adlı pek kıymetli eserinde buyurdu ki: “Senâullah-i Pâni-pütî, Rabbanî âlimlerin örneği ve Hak teâlânın sevgili kullarından biri idi. Aklî ve naklî ilimlerde uçsuz derya idi. Fıkıh ve usûl ilimlerinde mezhebde ictihâd derecesine yükselmişti. Fıkıh ilmine dâir büyük bir eser yazmış, bu eserinde kaynak ve delîlleriyle dört mezheb müctehidlerinin beyânlarını bildirmiştir. Kendi fetvâlarında kuvvetli olan husûsu ayrı bir risale hâlinde te’lîf etti. Usûl ilmine dâir olan kendi izahlarını da ayrıca yazdı. Tefsîrinde önceki müfessirlerin ifâde ve beyânlarını aldığı gibi, kendi te’villerine de yer verdi. Tefsîrinde ayrıca Ahrâriyye ve Müceddidiyye büyüklerinin îzâhlarına da genişçe yer verdi.

Tasavvufa ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin ma’rifetlerine dâir açıklayıcı risaleler te’lîf etti. Pırıl pırıl bir zihin, keskin görüş, güçlü fikir ve üstün akıl onun üstün vasıflarından ba’zılarıydı.

Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin hizmet ve sohbetine kavuşunca, onların son derece üstün ilgi ve tavsiyeleri ile, Makâmât-ı Ahmediyye’ye mazhar oldu. Kısa zamanda seyr ve sülûku tamamlayıp, tasavvuf hâllerinde nihâyete ulaştı. Uzun yıllar boyunca ilim ve ma’rifet tâliblerine feyz saçtı. Öyle ki, bizzat hocası Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, kendilerine, “Hidâyet sancağı” ünvanını vermişti. Bir defasında Gavs-üs-sakaleyn hazret-i Abdülkâdir-i Gelyânî’nin kabr-i şerîflerini ziyâret etti. Abdülkâdir-i Geylânî, kendisine kabirde taze hurma ikram eyledi. Yine bir defasında rü’yâsında hazret-i Ali’yi gördü ve büyük müjdelere kavuştu. Bizzat hocası Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri kendisi hakkında şöyle buyurmuştur. “Senâullah-i Pâni-püti’nin derecesi, yükseklikte benimki ile aynıdır. Bana gelen her feyze ortaktır. Zâhir ve batın kemâllerini toplamada mevcûdatın en azîzidir. Dînin kuvvetlendiricisi, yolumuzun nûrlandırıcısıdır. Melekler ona ta’zim ederler. Kıyâmet günü bana; “Ne getirdin?” denilince; “Senâullah-i Pâni-püti’yi getirdim” diyeceğim. Onu görünce kalbimde heybet duygusu hâsıl oluyor. O, sâlih, takvâ ve diyanette adetâ rûh-i mücessem gibidir. Melek huyludur. Melekler ona hürmet ederler.”

“Senâullah-i Pâni-pütî, otuzdan fazla eser yazmıştır. Yazdığı eserlerden ba’zıları şunlardır: 1- Tefsîr-i Mazharî: Çok kıymetli bir tefsîrdir. Arabîdir. 1384 (m. 1964) senesinde Delhi’de basılmıştır. On cilttir. 2-İrşâd-üt-tâlibîn: Tasavvufa dâir çok kıymetli bir eserdir. Fârisî olup matbûdur. 3- Gülşen-i vahdet (Mektûbât).

Tefsîr-i Mazharî’de rivâyet edilen hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: “Cebrâil aleyhisselâm, Kâ’be kapısı yanında, iki gün bana İmâm oldu. İkimiz, fecr doğarken sabah namazını, güneş tepeden ayrılırken öğleyi, herşeyin gölgesi kendi boyu olunca ikindiyi, güneş batarken (üst kenarı kaybolunca) akşamı ve şafak kararınca yatsıyı kıldık. İkinci günü de, sabah namazını, hava aydınlanınca; öğleyi, herşeyin gölgesi kendi boyunun iki katı olunca; ikindiyi, bundan hemen sonra; akşamı, oruç bozulduğu zaman, yatsıyı, gecenin üçte biri olunca kıldık. Sonra; “Yâ Muhammed! Senin ve geçmiş peygamberlerin namaz vakitleri budur. Ümmetin, beş vakit namazın herbirini, bu kıldığımız iki vaktin arasında kılsınlar” dedi.”

Tefsîr-i Mazharî’nin birinci ve üçüncü cildlerinde buyuruluyor ki: “En’âm suresindeki “Âzer” kelimesi, “Ebîhi” kelimesine atf-ı beyândır. Âzer’in, İbrâhim aleyhisselâmın babası değil, amcası olduğunu bildiren haberler daha doğrudur. Arabistan’da amcaya baba denilir. Kur’ân-ı kerîmde de, İsmâil aleyhisselâma, Ya’kûb aleyhisselâmın babası denilmiştir. Hâlbuki amcasıdır. Âzer’in asıl ismi “Nâhûr” idi. Nâhûr, dedelerinin hak dîninde idi. Nemrut’un veziri olunca, dînini dünyâya değişerek kâfir oldu. Fahreddîn-i Râzî ve selef-i sâlihînden çoğu da, Âzer’in amca olduğunu bildirdiler. Zerkânî, Mevâhib-i ledünniyye’yi şerh ederken, İbn-i Hacer-i Heytemî’nin; “Âzer’in amca olduğunu Ehl-i kitab ve tarihçiler sözbirliği ile bildirmişlerdir” sözünü vesîka olarak yazmıştır. İmâm-ı Suyuti”; “Âzer’in baba olmadığını, İbrâhim aleyhisselâmın babasının Târuh olduğunu İbn-i Abbâs (r.a.) bildirdi” diyor. İbn-i Abbâs’ın (r.a.) sözünü, Mücâhid, İbn-i Cerîr ve Süddî senedleri ile bildirmişlerdir. İbn-i Münzîr’in tefsîrinde de, Âzer’in amca olduğunun açıkça bildirildiğini yine Süyûtî haber vermektedir. Kâmûs’da, Azer kelimesini anlatırken; “İbrâhim aleyhisselâmın amcasının ismidir” diyor. İmâm-ı Süyûtî, Resûlullahın, Âdem aleyhisselâma kadar bütün dedelerinin müslüman olduklarını bildiren bir risale yazmıştır.”

“Senâullah-i Pâni-pütî, Talâk sûresinin üçüncü âyet-i kerîmesinin tefsîrinde buyuruyor ki: “İmâm-ı Rabbânî, din ve dünyâ zararlarından kurtulmak için, hergün beşyüz kerre; “La havle velâ kuvvete illâ billah” okurdu. Buna “Kelime-i temcîd” denir. Okumağa başlarken ve okuduktan sonra da yüzer kerre salevât okurdu. Hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlânın bir ni’met vermesini ve bunun devamlı olmasını istiyen; “Lâ havle velâ kuvvete illâ billah” çok okusun” buyuruldu. Sahîhayn’daki hadîs-i şerîfde; “Bu, Cennet hazînelerinden bir hazinedir!” buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfte de; “La havle velâ kuvvete” okumak, doksandokuz derde devadır. Bunların en hafifi, hemm’dir” buyuruldu. Hemm; gam, hüzün, sıkıntı demektir.”

Enbiyâ sûresinin 8. âyetinin tefsîrinde buyurdu ki: “Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Birinize dert ve belâ gelince, Yûnus peygamberin duâsını okusun! Allahü teâlâ onu muhakkak kurtarır. Duâ şudur: Lâ ilahe illâ ente sübhâneke innî kuntu minez-zâlimîn.”

İrşâd-üt-tâlibîn risalesinden ba’zı bölümler:

Evliyâya inanmayan var. “Evliyâ vardı, şimdi yok” diyen var. “Evliyâ hiç günah işlemez, gaybleri bilirler, her diledikleri hemen olur, istemedikleri hemen yok olur” diyenler ve bunun için, evliyânın kabirlerinde dilekte bulunanlar var. Böyle sananlar, kendi zamanlarındaki evliyânın böyle olmadıklarını görünce, bunların evliyâ olduklarına inanmıyor. Bunların feyzlerinden mahrûm kalıyorlar. Müslüman ile kâfiri birbirinden ayıramayacak kadar câhil olanlar da, kendilerinin evliyâ olduklarını söylüyor. Böyle câhilleri evliyâ sanarak, bunlara bağlanan akılsızlar da var. Evliyânın sekr hâlinde iken, ya’nî Allah sevgisi kaplayıp kendilerini unuttukları zaman, bilmeyerek söylediklerini dillerine dolayarak, evliyâya kâfir diyenler de var. Evliyânın böyle sözlerinden kendilerine göre yanlış ma’nâ çıkararak, böyle yanlış inananlar, böylece Ehl-i sünnet âlimlerinin Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkarmış oldukları doğru bilgilere inanmayanlar, sapıtanlar var. Resûlullahın (s.a.v.) hepsini tebliğ etmeye me’mûr olduğu zâhir bilgilerini öğrenip, Resûlullahın (s.a.v.), Eshâbından dilediğine, dilediği kadar bildirmesi için izin verilen tasavvuf ma’rifetlerine inanmayanlar var. Evliyâya kıymet vermeyen, saygı göstermeyenler bulunduğu gibi, evliyâya tapınan, onlar için adak yapanlar, Kâ’be tavaf eder gibi kabirleri etrâfında dönenler var. Bunun için vilâyetin ya’nî evliyâlığın ne olduğunu din kardeşlerime bildirmek istedim ve Arabî dil ile, “İrşâd-üt-tâlibîn” kitabını yazdım. Bu kitap beş kısımdır. Birinci kısım, vilâyetin doğru olduğunu bildirmektedir. İkinci kısım, tasavvuf yolunda gözetilecek edeblerdir. Üçüncü kısım, rehberin gözeteceği edeblerdir. Dördüncü kısım, tasavvuf yolunda ilerlerken gözetilecek edeblerdir. Beşinci kısım, Allahü teâlâya yaklaşmayı ve yaklaştırmayı bildirmektedir.

Birinci kısım: İslâmiyette vilâyet ve tasavvuf ilmi vardır. İnsanda zâhirî olgunluklar, üstünlükler bulunduğu gibi, batınî üstünlükler de vardır. Zâhirî üstünlükler, Ehl-i sünnet âlimlerinin, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden anlayıp çıkardıkları bilgilere uygun olarak inanmak ve farzları vâcibleri, sünnetleri, müstehâbları yapmak ve haramlardan, mekrûhlardan, şüphelilerden, bid’atlerden sakınmaktır. Bâtınî üstünlükler insanın kalbinin, rûhunun yükselmesidir. Buhârî ve Müslim kitaplarında, Hazreti Ömer şöyle bildiriyor “Birgün, Resûlullahın (s.a.v.) yanında oturuyorduk. Tanımadığımız bir adam geldi. “İslâm ne demektir?” diye sordu. Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Kelime-i şehâdet söylemek, hergün beş kerre namaz kılmak, Ramazan ayında oruç tutmak, zekât vermek ve gücü yetince hacca gitmek” buyurdu. Soran kimse; “Doğru söyledin” dedi. Sormasına ve sonra, verilen cevapları tasdik etmesine biz dinleyiciler şaşırdık. Sonra; “Îmân ne demektir?” diye sordu. Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Îmân; Allaha, meleklere, kitaplara, peygamberlere, kıyâmet gününe ve hayrın ve şerrin Allahın takdîri ile, dilemesi ile olduklarına inanmaktır” buyurdu. Buna da; “Doğru söyledin” dedi. Sonra; “İhsan ne demektir?” diye sordu. Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Allahü teâlâya, O’nu görür gibi ibadet etmendir. Sen O’nu görmüyor isen de O seni hep görmektedir” buyurdu. Sonra; “Kıyâmet günü ne zaman olacaktır?” diye sorunca; “Bunu senden daha çok bilmem” buyurdu. Sonra; “Kıyâmetin alâmetleri nedir?” diye sordu. Resûlullah (s.a.v.) kıyâmet kopacağı zamanın alâmetlerini bildirdi. Sonra bize dönerek; “Bunları sorup giden Cebrâil aleyhisselâm idi. Size dîninizi bildirmek için gelmişti” buyurdu.

Bu hadîs-i Cibril’den anlaşılıyor ki: îmândan ve ibâdetlerden başka, “İhsân” denilen bir kemâl, bir üstünlük vardır ki, biz bu üstünlüğe “Vilâyet” diyoruz. Velîyi, Allahü teâlânın sevgisi kapladığı zaman, onun kalbi, sevgilisinin müşâhedesinde yok olur. Bu hâle “Fenâ-i kalb” denir. Bu müşâhede Allahü teâlâyı görmek değildir. Allahü teâlâ, bu dünyâda görülmez. Fakat velîde, Allahü teâlâyı görmüş gibi bir hâl olur. Bu hâl istemekle hâsıl olmaz. İşte Resûlullah (s.a.v.); “Allahü teâlâyı görüyormuş gibi ibâdet etmektir” buyurmakla, bu hâli haber vermiştir.

İkinci olarak deriz ki: Hadîs-i şerîfte; “İnsanda bir et parçası vardır. Bu salih olursa, bütün beden sâlih olur. Fâsid olursa, bütün beden fâsid olur. Bu et parçası, kalbdir” buyuruldu. Bedenin sâlih olması için, kalbin sâlih olmasına, tasavvufcular “Fenâ-i kalb” demektedir. Kalb, Allahü teâlânın sevgisinde fânî olunca, kalbin bu fenâsı, komşusu olan nefse de te’sîr eder. Nefs, emmâreliğinden kurtulmaya başlar. “Hubb-i fillah” ve “Buğd-ı fillah” kazanır. Ya’nî Allahü teâlânın beğendiği şeyleri sever, Allahü teâlânın beğenmediklerini sevmez. Bundan dolayı, bedenin hepsi İslâmın ahkâmına uymak ister.

“Kalbin sâlih olması için, îmândan ve amelden başka birşey var mıdır?” suâline şöyle cevap verir: Hadîs-i şerîfte; Kalb sâlih olunca, beden de sâlih olur” buyuruldu. Bedenin sâlih olması, İslâmın ahkâmına yapışması demektir. Çok kimse vardır ki, kalbinde îmân var iken, İslâmın ahkâmına uymuyor, îmânı olup da, sâlih işleri az, bozuk işleri çok olanların Cehennemde azâb görecekleri bildirildi. Demek ki, kalbde îmân bulunması, bedenin sâlih olmasına sebep olmamaktadır. O hâlde kalbin sâlih olması, îmânlı olması demek değildir. Kalbin sâlih olması, hem îmânlı olması hem de bedenin sâlih işler yapmasıdır da denilemez. Çünkü, bedenin sâlih olmasını, yine bedenin sâlih olmasına sebep göstermek mantıksız bir söz olur. Bundan anlaşılıyor ki, kalbin sâlih olması, imân ve ibâdetten başka birşeyin kalbde bulunmaması demektir. Bu da tasavvufcuların “Fenâ-i kalb” dedikleri hâldir.

Üçüncü olarak deriz ki: Eshâb-ı Kirâmın her birinin, Eshâb olmayan müslümanların hepsinden daha üstün oldukları söz birliği ile bildirilmiştir. Hâlbuki, kıyâmete kadar gelecek olan İslâm âlimleri arasında, ilimleri ve amelleri, Eshâb-ı Kirâmın ba’zılarının ilim ve amelleri kadar olanları çok vardır. Bundan başka, hadîs-i şerîfte; “Başkaları Allah rızâsı için Uhud dağı kadar altın sadaka verseler, Eshâbımın Allah yolunda verdiği yarım sa’ arpanın sevâbına kavuşamazlar” buyuruldu. Eshâb-ı Kirâmın ibâdetlerinin böyle kıymetli olması, Resûlullahın (s.a.v.) sohbetinde bulunmakla, kalblerinde hâsıl olan bâtınî kemâllerinden dolayıdır. Onların bâtınları ya’nî kalbleri, Resûlullahın mübârek bâtınından nûr aldı.

Bâtınları nûrlandı. Hazreti Ömer vefât edince, oğlu Abdullah; “İlmin onda dokuzu gitti” buyurdu. Orada bulunan gençlerin bu söze şaşırdıklarını görünce; “Sizin bildiğiniz fıkıh ve kelâm ilimlerini söylemiyorum. Resûlullahın (s.a.v.) mübârek kalbinden fışkırmış olan batın ilminin, ma’rifetin onda dokuzu gitti diyorum” dedi. Eshâb-ı Kirâmdan sonra gelen müslümanlar arasında bu batın nûruna kavuşanlar, hocalarının sohbetleriyle kavuştular. Onlar vasıtası ile, Resûlullahın mübârek kalbinden fışkıran nûrlara kavuştular. Bunların sohbetlerinde kavuşulan nûr, Resûlullahın sohbetinde kavuşulan kadar, elbet olamaz. Eshâb-ı Kirâmın üstünlükleri, işte buradan gelmektedir. Bundan anlaşılıyor ki, zâhirin kemâllerinden, ya’nî üstünlüklerinden başka, batının da kemâlleri vardır. Bu kemâllerin çeşitli dereceleri vardır. Böyle olduğunu şu hadîs-i kudsî de göstermektedir. Hadîs-i kudsîde, Allahü teâlâ buyurdu ki: “Kulum bana biraz yaklaşırsa, ben ona çok yaklaşırım. Kulum bana çok yaklaşırsa, ben ona daha çok yaklaşırım. Kulum çok nafile ibâdet de yapınca, bana öyle yaklaşır ki, onu çok severim. Onu sevince, duâlarını kabûl ederim. Onun görmesi, işitmesi ve gücü yetmesi benimle olur.” Allahü teâlânın böyle çok sevmesine sebep olan nafile ibâdetler, tasavvuf yolundaki çalışmalardır.

Dördüncü olarak deriz ki: Bin seneden daha çok bir zamanda, dünyânın üç büyük kıt’asından gelmiş olan milyonlarca müslüman, tasavvuf yolunda çalışarak ve sâlihlerin sohbetinde bulunarak, kalblerinde bir hâl hâsıl olduğunu söylemiş ve yazmışlardır. Yalan birşey için böyle dehşetli bir sözbirliği olabileceğini kimse düşünemez. Bu sözbirliğini yapanların çoğunun hâl tercümeleri kitaplarda vardır. Hepsinin ilim, takvâ sahibi, sâlih kimseler oldukları meydandadır. Böyle olgun, iyi kimselerin yalan söyleyecekleri, olacak şey değildir. İşte, böyle milyonlarca temiz, olgun insan sözbirliği ile bildiriyorlar ki, herbiri kendi rehberinin sohbetinde bulunmakla, kalbleri Resûlullahın sohbetinde yayılan nûrlara kavuşmuştur. Herbiri; “Sâlihlerden birinin sohbetinde bulunarak, kalblerimizde îmândan ve fıkıh bilgilerinden başka bir hâl hâsıl oldu, Kalblerimizde bu hâl hâsıl olunca, Allah sevgisi ve Allahın sevdiklerinin sevgisi ve Allahü teâlânın emrettiği şeylerin sevgisi, kalblerimizi doldurdu. İyi işleri, ibâdetleri yapmak tatlı oldu. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri doğru i’tikâdlar gönüllerimize yerleşti” demişlerdir. Kalblerde hâsıl olan bu hâl, elbet kemâldir, yüksekliktir. Kemâle sebep olan bir hâldir.

Beşinci olarak deriz ki: Evliyânın kerâmetleri olur. “Kerâmet” Allahü teâlânın, âdeti dışında, ya’nî fen ve tabiat bilgilerinin dışında yarattığı harikulade şeyler demektir. Fakat, bir insanda, fen kânunları dışında şeyler bulunması, o kimsenin elbet bir velî olduğunu göstermez. Allahü teâlânın sevmediği kimselerde, hattâ kâfirlerde de, böyle âdet dışında, şaşılacak şeyler hâsıl olabilir. Kâfirlerde hâsıl olan âdet dışı şeylere sihir denir. Evliyâda kerâmet ile birlikte takvâ da bulunur. Takvâ, Allahü teâlâdan korkmak, O’nun emirlerine ve yasaklarına uymaktır.

Vilâyet; Şimdi evliyâlığın ne demek olduğunu bildirelim. Evliyâlık, Allahü teâlâya yakın olmak demektir. Fakat, insanların Allahü teâlâya yakın olması, iki türlü olur. Birinci yakınlık, Allahü teâlânın her insana yakın olmasıdır. Allahü teâlâ Kâf sûresinin 16. âyetinde meâlen; “Biz ona, boynundaki şahdamarından daha yakınız!” ve Hadîd sûresinin 4. âyetinde meâlen; “Her nerede olursanız olunuz, Allahü teâlâ sizinle beraberdir” buyurdu. İkinci yakınlık; Allahü teâlânın, insanların yalnız üstün olanlarına ve meleklere olan yakınlığıdır. Alak sûresinin son âyetinde meâlen; “Secde et ve Allahü teâlâya yaklaş!” buyuruldu. Yukarıda bildirdiğimiz hadîs-i kudsîde; “Kulum bana, nafile ibâdetleri de yaparak öyle yaklaşır ki, onu çok severim...” buyuruldu. Bu âyet-i kerîmede ve hadîs-i kudsîde bildirilmiş olan yakınlık, yalnız seçilmiş üstün kimselerde hâsıl olur. Bu yakınlığa, “Vilâyet” ya’nî evliyâlık denir. Bu yakınlığa kavuşmak için, önce Ehl-i sünnet i’tikâdına uygun îmân etmek lâzımdır. İmrân sûresinin 68. âyetinde metilen; “Allahü teâlâ, imân edenleri sever” buyuruldu. Fakat, mü’minler arasında seçilmiş olanları daha çok sever. Her mü’mini sevmesine “Vilâyet-i âmme” denir. Seçilmiş mü’minleri çok sevmesine; “Vilâyet-i hâssa” denir. Yukarıda vazılı hadîs-i kudsîde bildirilmiş olan sevgi, işte bu sevgidir. Bu sevginin de dereceleri vardır. Şunu da bildirelim ki, Allahü teâlâ, insan aklı ile anlaşılamayacağı gibi, O’nun sıfatları da insanın aklı ile anlaşılamaz. Allahü teâlânın kendisi gibi ve sıfatlarının herhangi biri gibi, hiçbir şey yoktur. Bunun için, Allahü teâlânın insanlara olan her iki yakınlığı, insan aklı ile anlaşılamayan, bilinemeyen bir yakınlıktır. İki zamanın ve iki cismin birbirlerine yakın olmaları gibi değildir. Allahü teâlânın kullarına yakın olması, akıl ile düşünülen ve his organları ile anlaşılan yakınlıklar gibi değildir. Ancak ba’zı seçilmiş mü’minlere verdiği ma’rifet denilen ilim ile anlaşılabilir. Bu bilgiye “İlm-i huzûrî” denir. Bizim bilgilerimiz “İlm-i husûlî”dir.

Allahü teâlânın, kullarına olan bu iki yakınlığı, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler ile bildirilmiş olduğundan, her ikisine de inanmamız vâcibdir. Allahü teâlânın bizleri gördüğüne inanmamız lâzım olduğu gibi, bize olan bu iki yakınlığına da inanmamız lâzımdır. Allahü teâlânın görmesi, fizik kânunları ile îzâh edilen, ışığın yarısıması ile olan görmek olmadığı gibi, O’nun bu iki çeşit yakınlığı da ölçü ile, metre ile, angstron ile bildirilen yakınlık değildir. Ba’zı hadîs-i şerîflerde; arşın, metre, karış, arpa boyu gibi birimler bildirilmesi, ölçü bildirmek için değil, azlık, çokluk bildirmek içindir.

Vilâyet, Allahü teâlâ ile kul arasında olan, insanların anlayamayacağı bir hâl olduğuna göre, bunu niçin yakınlık sözü ile anlatmışlardır? sorusuna cevap verebilmek için, önce iki şeyi bildirmek lâzımdır:

1- Evliyâya hâsıl olan keşf ve herkesin gördüğü rü’yâlar, bir şeyin misâlinin, hayâl aynasında görünmesidir. Uykuda iken olursa, rü’yâ denir. Uyanık iken olunca, “Keşf denir. Hayâl aynası, ne kadar çok saf, temiz ise, keşf ve rü’yâ, o kadar doğru ve güvenilir olur. Bunun içindir ki, peygamberlerin “aleyhimüsselâm” rü’yâları, tam inanılacak ve güvenilecek “Vahy”dir.

Çünkü, peygamberlerin hepsi ma’sûmdurlar. Ya’nî hiç yanılmazlar. Hayâlleri çok saf, temizdir. Bâtınları, ya’nî kalbleri tertemizdir. Evliyânın rü’yâlarının çoğu da böyledir. Doğru olur. Çünkü Eshâb-ı Kirâmda olduğu gibi, doğrudan doğruya veya Eshâbdan sonra gelenlerde olduğu gibi, rehberleri vâsıtası ile, Resûlullahın sohbetinde kazanılan nûrlar ile ve O’nun emirlerine uymak ile, evliyânın hayâlleri temizlenmiş ve kalbleri cilâlanmıştır. Celâleddîn-i Rûmî, bu inceliği Mesnevî’sinde ne güzel anlatıyor. Beyt:

Evliyâyı avlayan hayâller bilir misin nedir?
Hüdâ bostanı güzellerinin görüntüleridir!”

Peygamberlere uymaları sayesinde, evliyânın bâtınları cilalanır, parlak ayna gibi olur. Ba’zan bâtınlarının eski zulmetleri, kara lekeler gibi meydana çıkıp, hayâl aynaları bulanır. Keşf ve rü’yâlarında yanlışlık olur. Bu bulanıklık, ba’zan haram veya şüpheli birşey yaparak veya haddi aşarak, ba’zan da câhillerden, sapıklardan bulaşarak hâsıl olur. Câhillerin, günah işleyenlerin rü’yâları çok kerre yanlış olur. Bâtınları zulmetli olduğundan çok yanılırlar.

2- Allahü teâlânın yarattığı şeylerin hepsine “Alem” denir. Üç türlü âlem vardır. “Âlem-i şehâdet”, bildiğimiz madde âlemidir. “Âlem-i ervah”, maddî olmayan, ölçüsüz olan rûh âlemidir. “Âlem-i misâl”de maddeli ve maddesiz hiçbir şey yoktur. Âlem-i misâlde, birinci ve ikinci âlemde bulunan herşeyin ve Allahü teâlânın hattâ düşüncelerin ve ma’nâların misâlleri vardır. Allahü teâlânın misli yoktur. Misâli vardır denildi. Bir şeyin kendisine ve sıfatlarına benzeyen başka bir şeye, birinci şeyin misli denir. Allahü teâlânın kendinin ve sıfatlarının misli yoktur, olamaz. Birşeyin kendine değil, yalnız sıfatlarına benzetilen başka şeye, birinci şeyin misâli denir. Meselâ, güneşe pâdişâh denir. Pâdişâh, güneşin misâli olur. Nûr sûresi 35. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allahü teâlânın mü’minin kalbindeki nûru, fener içindeki mum gibidir” buyurulmuştur. Bir hadîs-i şerîfde; “Öyle bir Hakimdir ki, bir ev yapmış, içini maddelerle doldurmuştur” buyurularak, Allahü teâlâya misâl bildirilmiştir. Yûsuf aleyhisselâm, kıtlık senelerini za’îf sığırlar gibi, bolluk senelerinde, semiz sığırlar ve buğday başakları gibi rü’yâda gördü. Buhârî kitabında bildirilen bir hadîs-i şerîfde; “Rü’yâda gördüm ki, çok kimseler yanıma geldi. Üzerlerinde gömlek vardı. Kiminin gömleği göğsüne kadar, kiminin daha aşağı idi. Ömer’i (r.a.) gördüm. Gömleği yerlere kadar uzundu” buyurdu. Ma’nâsını sordular. Gömlek, ilim demektir buyurdu. Bu âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler gösteriyor ki, misli olmayan ve madde olmayan şeylerin misâlleri rü’yâda ve keşf yolu ile görülebilir.

Yukarıdaki iki açıklama öğrenildikten sonra deriz ki, vilâyet denilen, bilinmeyen bir hâl vardır. Bu hâl keşf yolu ile âlem-i misâlde, iki cismin birbirlerine yakın olmaları gibi görünmektedir. Vilâyet hâli ilerledikçe, keşf de, Allahü teâlâya doğru yürümek gibi, yahut O’nun sıfatlarının birinden ötekine gitmek gibi görünmektedir. Evliyânın bilinmeyen hallerindeki değişmeler, Âlem-i misâlde böyle göründüğü için, bu hâllere, “Kurb-i ilâhî” ve değişmelerine de, “Seyr-i ilallah” ve “Seyr-i fillah” gibi isimler verilmiştir.

Tasavvuf yolunda “Fenâ” hâsıl olunca, geriye dönülmez. Geri dönenler fenâdan önce dönmüşlerdir. Bu fakîr (ya’nî Senâullah hazretleri) bunu, Bekâra sûresinin 143. âyet-i kerîmesinin meâli olan; “Allahü teâlâ îmânınızı gidermez. O, kullarına çok acıyıcıdır”dan anlamaktayım. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlâ, kullarının îmânlarını geri almaz. Fakat, âlimleri yok ederek ilmi giderir.” Bu hadîs-i şerîf de gösteriyor ki, Allahü teâlâ, hakîki îmânı ve bâtın ilmini geri almaz. (Bu âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf, Eshâb-ı Kirâmın hiçbirinin, sonradan mürted olmadığının şahididir. Çünkü, hepsinin îmânı, hakîki idi. Ehl-i sünnet düşmanları, bu inceliği bilselerdi, Eshâb-ı Kirâmın hiçbirine dil uzatamazlardı.)

Tam takvâ, ancak evliyâda hâsıl olur. Hased, kin beslemek, kibir, riya, şöhret ve benzeri nefsin kötülükleri büsbütün gitmedikçe, tam takvâ hâsıl olamaz. Bunların büsbütün gitmeleri için de, “Fenâ-i nefs” ya’nî nefsin fânî olması lâzımdır. Allahı sevmek, başka şeyleri sevmekten daha çok olmadıkça, hattâ kalbde Allahdan başka şeylerin sevgisi yok olmadıkça, kâmil îmân ve tam takvâ elde edilemez. Bu da, ancak “Fenâ-i kalb” ile hâsıl olur. Fenâ-i kalb için, hadîs-i şerîfde; “Kalbin sâlih olması” denildi. Buhârî ve Müsiim kitablarında bildirilen hadîs-i şerîfde; “Bir mü’min beni ana-babasından ve çocuklarından ve herkesten daha çok sevmedikçe, onan îmânı kâmil olmaz” buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde; “Üç kimse imânın tadını bulur: Allahı ve Resûlünü herşeyden daha çok sever. Yalnız Allahın sevdiği kimseleri sever, îmâna kavuştuktan sonra, kâfir olmaktan korkması, ateşte yanmak korkusundan daha çok olur” buyuruldu. Râbi’a hazretleri, bir elinde su dolu, öteki elinde ateş dolu bir kap götürüyordu. “Böyle nereye gidiyorsun?” dediklerinde; “Cehennem ateşini söndürmeğe ve Cenneti yakmağa gidiyorum. Böylece müslümanları Allahü teâlâya, Cehennem korkusu ve Cennete kavuşmak arzusu ile ibâdet etmekten kurtarmak istiyorum” dedi ki, evliyâlık da böyledir.

Resûlullah (s.a.v.); “Eshâbıma ikram ediniz!” buyurdu. Allahü teâlâ da, Hucurât sûresinde meâlen; “İkrama lâyık olanınız, ittikâsı çok olanınızdır” buyurdu. Bunun için, İslâm âlimleri sözbirliği ile bildiriyorlar ki, Eshâb-ı Kirâmın hepsi, bu ümmetin en üstünleri ve en müttekîleridir. Çünkü, Eshâb-ı Kirâmın hepsi, Allahın Resûlünün sohbetlerinde bulunmakla, vilâyet makamlarının en ilerisine vardılar. Allahü teâlâ, Tevbe sûresinin 101. âyetinde meâlen; “Îmânları ileride olanlar ve hicrette önde olanlar” buyurarak, Eshâb-ı Kirâmı övüyor. Vâkıa sûresinin 10. âyetinde meâlen; “Îmânları ileride olanlar, Allahü teâlâya yaklaşmakta ileride olanlardır. Bunların hepsi mukarreblerdir” buyurdu.

Batının kemâle kavuşması için, tasavvuf yolunda çalışmak vâcibdir. Allahü teâlâ, İmrân sûresinin 102. âyetinde meâlen; “Ey mü’minler! Allahü teâlânın yasak ettiği şeylerden tam olarak sakınınız!” buyurdu. Ya’nî zâhirdeki işlerde ve bâtındaki ahlâk ve akâidde, Allahü teâlânın beğenmediği hiçbir şey kalmasın! Bu âyet-i kerîmedeki emr, vâcib olduğunu göstermektedir. Tam takvâ, ancak vilâyet ile elde edilebilir. Nefsin, yukarda yazdığımız kötülükleri haramdır. Bu kötülükler temizlenmedikçe, tam takvâ elde edilemez. Bunlar da, nefsin fenâsı ile temizlenebilir. Takvâ, günahlardan sakınmak demektir. Buna hadîs-i şerîfde; “Bedenin sâlih olması” denildi. Bedenin sâlih olması için de, kalbin sâlih olması lâzımdır. Kalbin sâlih olmasına, tasavvufçular “Fenâ-i kalb” demişlerdir.

Vilâyet, kalbin ve nefsin fâni olmaları demek olduğunu bildirdik. Tasavvuf âlimleri buyuruyor ki, vilâyet yedi derecedir. Beşi, âlem-i emrden olan kalb, rûh, sır, hafi, ahfâ adındaki beş latifenin fâni olmalarıdır. Altıncısı nefsin fâni olmasıdır. Yedincisi, bedendeki maddelerin fâni olmasıdır. Beden maddelerin fâni olmasına “Bedenin sâlih olması” adı verildi.

Takvâ, yalnız nafile ibâdet yapmakla elde edilmez. Takvâ, farzları ve vâcibleri yapmak ve haramlardan sakınmak demektir. İhlâs ile yapılmayan farzların, vâciblerin hiç kıymeti yoktur. Allahü teâlâ, Zümer sûresinin 2. âyetinde meâlen; “Allaha ihlâs ile ibâdet et! İbâdet, ancak O’na yapılır” buyurdu. Haramlardan kaçınmak da, fenâ-i nefs olmadan hâsıl olamaz. Görülüyor ki, vilâyetin kemâllerine kavuşmak, farzları yapmakla olur. Fakat, vilâyete kavuşmak, Allahü teâlânın bir ihsânıdır. Dilediğine verir. Çalışmakla elde edilemez. Allahü teâlâ, insanlara güçleri yeten şeyleri emretmiştir. Tegâbün sûresinin 16. âyetinde meâlen; “Allahın yasak ettiği şeylerden, gücünüz yettiği kadar perhiz ediniz” buyuruldu. Görülüyor ki, elden geldiği kadar çalışmak lâzımdır.

Vilâyetin dereceleri sonsuzdur. Sa’dî Şîrâzî, Gülistan kitabında;

Onun güzelliği sonsuz, Sa’dî’nin sözü uçsuz,
Hasta içmekle doymaz, deryanın suyu azalmaz!

beyti ile bunu anlatmaktadır. Bunun gibi, takvâ dereceleri de sonsuzdur. Hadîs-i şerîfde; “Allahı en iyi tanıyanınız ve O’ndan en çok korkanınız benim” buyuruldu. Bir kimse, vilâyet derecelerinde yükseldikçe, Allahdan korkusu da artar. Hucurât sûresinin 13. âyetinde meâlen; “Allahü teâlâ indinde en yükseğiniz, O’ndan en çok korkanınızdır” buyuruldu. Takvâ dereceleri sonsuz olduğundan, vilâyet derecelerinde ilerlemek için, her zaman çalışmak vâcibdir. Batın ilminin artmasını istemek her vakit farzdır. “Sevgili peygamberim! Sen hep, yâ Rabbî benim ilmimi arttır duâsını söyle!” meâlindeki Tâhâ sûresi 114. âyet-i kerîmesi, böyle olduğunu bildirmektedir. Bir velînin, kavuştuğu derecede kalması, yükselmek istememesi haramdır. Muhammed Bâkî-billah hazretleri buyuruyor ki:

“Allah yolunda edeb lâzımdır edeb!
Ölünceye dek, taleb gerektir taleb,

Deniz dolusu ağzına dökseler de,
Hiç doymamak, hep su aramak gerek!”

Celâleddîn-i Rûmî de:

“Kardeşim, bu yolun yoktur sonu,
Çok gitsen de, yine yürümeli!” buyurdu.

Hâce Muhammed Bâkî-billah:

“Ne kadar çok içirsen de bana,
Ateşim artıyor senden yana!”

buyurdu.

Bâtında yükselmeğe çalışmak vâcib olduğu için, rehber aramak da vâcib olmaktadır. Çünkü, rehber arada olmaksızın Allahü teâlâya kavuşmak, çok az kimseye nasîb olmuştur. Bunun için, Celâleddîn-i Rûmî:

“Rehberden başka yoktur insanı çeken,
Bir rehber ara, ona sarıl pek muhkem!”

buyurdu. Fakat, yalancı rehberlere aldanmamalıdır.

Rehberin alâmeti, Ehl-i sünnet i’tikâdında olması ve İslâm ahkâmına tam uymasıdır. Sözleri, hareketleri İslâm ahkâmına uygun olmayan kimse, havada uçsa da, rehber olamaz. Kehf sûresinin 28. âyetinde meâlen; “Kalbi bizi zikr etmekten gâfil olan, nefsinin arzuları peşinde koşan ve hareketlerinde İslâmın dışına taşan kimseye itaat etme!” buyurdu. Bu âyet-i kerîmeden anlaşılıyor ki, nefse uymak, kalbin gâfil olmasını gösterir. Bedenin bozuk olması, ya’nî günah işlemek, kalbin bozuk olmasını göstermektedir. (Günah işleyenler ve ibâdet etmeyenler, müslümanları aldatmak için; “Sen kalbe bak, kalbimiz temizdir. Allah kalbe bakar” diyorlar. Onların böyle konuşmalarının yanlış ve bozuk olduğunu, bu âyet-i kerîme göstermektedir. Nitekim hadîs-i şerîfte; “Kalb bozuk olunca, bedenin işleri de hep bozuk olur” buyurulmuştur. Bu hadîs-i şerîf de, günah işleyenlerin bu gibi sözlerini yalanlamaktadır. “Allah dışınıza bakmaz. Kalbinize ve niyetinize bakar” hadîs-i şerîfi, ibâdet yapanlar, hayr işleyenler içindir. Ya’nî, ibâdetin kabûl olması için, Allah rızâsı için yapılması lâzımdır.) Rehberin ikinci alâmeti, hadîs-i şerîfde bildirilmiştir ki, onunla konuşmak ve onu görmek, Allahü teâlâyı hatırlamağa sebep olur. Allahdan başka herşey kalbe soğuk gelir. İmâm-ı Nevevî’nin bildirdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullahtan (s.a.v.) evliyânın alâmetleri sorulunca; “Onlar görülünce, Allah hatırlanır” buyurdu. Bu hadîs-i şerîfi İbn-i Mâce de bildirmektedir. İmâm-ı Begavî’nin haber verdiği hadîs-i şerîfde; “Allahü teâlâ buyurdu ki, ben zikr olunduğum zaman evliyâm hatırlanır. Onlar zikr olununca da, ben hatırlanırım” buyurulmuştur. Fakat, Allahı hatırlamak için velî ile bağlılık lâzımdır. Velîyi inkâr eden, velî olduğuna inanmayan, ona bağlı değildir. İnanmıyan, bu ni’mete kavuşamaz. Beyt:

Allahın nasîb etmediği kimse,
Feyz alamaz Peygamberi de görse!

Her velîde böyle te’sîr vardır. Ba’zısında daha kuvvetli te’sîrler olur ki, talebeyi çekerek tasavvuf yolunun yüksek derecelerine çıkarırlar. Bunlara “Kâmil ve mükemmil” denir.

Câhiller ve yalancılar, ilk görmekte ve birkaç görüşmekte velîyi tanıyamaz. Bunların, güvendikleri kimselerden sorup anlamaları lâzımdır. Allahü teâlâ, Nahl sûresinin 43. âyetinde ve Enbiyâ sûresinin 7. âyetinde meâlen; “Bilmediklerinizi bilenlerden sorup öğreniniz!” buyurdu. Hadîs-i şerîfde; “Cehâletten kurtulmanın yolu, bilenlerden sorup öğrenmektir” buyuruldu. Rehber olarak tanınan bir kimsenin yanında yıllarca bulunup da, kalbinde bir değişiklik hâsıl olmayan kimse, onun yanından ayrılmalıdır.

İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî buyuruyor ki: Resûlullah (s.a.v.) vefât edince, Eshâb-ı Kirâm sıra ile dört halîfeyi seçtiler. Halîfe seçmek, yalnız dünyâ işlerini düzene koymak için değildi. Bâtınlarını kemâle getirmek için de, seçmişlerdi.

Evliyâ ölünce, onun feyz vermesi kesilmez. “Feyz almak için hep diri olanı aramak lâzım mıdır?” sorusuna şöyle cevap veririz: Evliyâ ölünce, feyz vermesi bitmez. Hattâ artar. Fakat, nâkıs olanların, kendilerini kemâle erdirecek kadar, meyyitten feyz almaları pek az nasîb olur. Velîden, öldükten sonra alınan feyz, diri iken alınan kadar olsaydı, Medine’de yaşayan müslümanların, bu zamana gelinceye kadar, hepsinin Resûlullahdan feyz alarak, Eshâb-ı Kirâm derecesinde olmaları lâzım gelirdi. Kimsenin rehber aramasına lüzum kalmazdı. Çünkü rehberden feyz alabilmek için, feyz alan ile feyz veren arasında bağlılık lâzımdır. Rehber ölünce, bu bağlılık kalmaz. Evet, fenâ ve bekâya kavuştuktan sonra, bâtınları arasında bağlılık hâsıl olup, kabrden de, çok feyz alınabilir ise de, bu feyz de, diri iken alınan feyz kadar olamaz.

Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki: Hiçbir velî, gaybı bilmez. Allahü teâlâ keşf veya ilham ile bildirirse, ancak onu söyleyebilir. Evliyâ gaybı bilir diyen imansız olur. Evliyâ, yok olan şeyi var edemez. Var olanı yok edemez. Kimseye rızk veremez. Çocuk veremez. Hastalığı gideremez. A’râf sûresinin 188. âyetinde meâlen; “Ey sevgili Peygamberim! Onlara söyle ki, kendime fâide ve zarar vermeğe gücüm yetmez. Ancak Allahın dilediği olur” buyuruldu. Allahü teâlâdan başkasından yardım beklemek caiz değildir. Fâtiha sûresinde meâlen; “Ancak sana ibâdet eder, senden yardım bekleriz” dememizi emr etmektedir. “İyyâke” yalnız sana mahsûstur demektir. Bunun için, evliyâya adak yapmak caiz olmaz. Çünkü, nezr (adak) yapmak ibâdettir. Evliyâdan birine nezr yapan kimsenin, bu nezrini yerine getirmemesi lâzımdır. Çünkü, elden geldiği kadar, günahtan kaçınmak vâcibdir. Mezar etrâfında saygı için dönmek caiz değildir. Çünkü, Kâ’be etrâfında dönmeğe benzemektedir ki bu dönmek ya’nî, Ka’be’yi tavaf etmek namaz kalmak gibi ibâdettir.

Peygamberlerin ve velilerin dirilerine ve ölülerine duâ etmek, kendiliğinden birşey yapmasını istemek câiz değildir. Hadîs-i şerîfte, “Duâ ibâdettir” buyuruldu. Mü’min sûresinin 60. âyetinde meâlen; “Bana duâ ediniz! Duânızı kabûl ederim. Kibr edip bana ibâdet etmek istemeyenler, zelîl olarak Cehenneme gideceklerdir” buyuruldu. Câhiller; “Yâ Abdülkâdir-i Geylânî, yâ Şemseddîn Pâni-püti, (ya Tezveren Dede), Allah için bana şunu ver” diyorlar. Böyle söylemek şirktir, küfürdür. “Yâ Rabbî. Abdülkâdir-i Geylânî hürmeti için bana şunu ver! Seyyidet Nefise hürmetine hastama şifâ ver!” demelidir. Allahü teâlâya böyle duâ etmek caizdir ve fâidelidir. A’râf sûresinin 193. âyetinde meâlen; “Allahdan başka her kime duâ ederseniz, onlar da, sizin gibi kuldur. Kimseye yardım edecek güçleri yoktur.” buyuruldu.

“Bu âyet-i kerîme kâfirlerin putlarına tapınmalarının şirk olduğunu bildirmek için gelmiştir. Evliyâyı putlara benzetmek doğru mudur?” Sorusuna da şöyle cevap veririz: Âyet-i kerîmede, Allahdan başka buyuruldu. Allahdan başka herşey demektir. Evet, hadîs-i şerîfde; “Peygamberleri zikr etmek ibâdettir. Sâlihleri zikr etmek günahlara keffârettir. Ölümü zikr etmek sadaka vermek gibidir. Kabri zikr etmek, sizi Cennete yaklaştırır.” buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, Ebû Nasr Deylemî’nin “Müsned-ül-firdevs” kitabında yazılıdır. “Ali’yi zikr etmek ibâdettir” hadîs-i şerîfini de Deylemi bildirmektedir. Bu hadîs-i şerîflerdeki zikr etmek, onların yüksek mertebelerini, hâllerini, güzel huylarını hatırlamak, söylemek demektir. Böylece bunları sevmek, Allah sevgisindendir. Bunları işitenler, bunlar gibi olmağa çalışmalı. Yalnız ezanda ve ikâmette, Allahü teâlânın ismi yanında Muhammed aleyhisselâmın ismini de zikr etmek ibâdettir. İnşirah sûresi 4. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Senin için, senin zikrini yükselttik” buyuruldu. Bu yükseltmek, yalnız Muhammed alayhisselâm içindir. Bir kimse; “Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah” dedikten sonra, Ali veliyyullah” dese, bu kimse ta’zir olunur. Ya’nî cezâlandırılır. Muhammed aleyhisselâmın ismini zikr etmek de, yalnız dinimizin bildirdiği yerde farz olur. Meselâ; “Yâ Muhammed, yâ Muhammed!” diyerek tesbih çekmek câiz değildir.

İsmet, Peygamberlere mahsûstur. İsmet demek, bilerek ve bilmiyerek, büyük ve küçük hiçbir günah işlememek demektir. Evliyâda ismet vardır. Ya’nî günah işlemezler demek küfr olur.

Eshâb-ı Kirâmın hepsi, evliyânın hepsinden daha yüksektirler. Tâbiînin büyüklerinden olan Abdullah bin Mübârek hazretleri dedi ki, “Hazet-i Muâviye’nin, Resûlullah’ın yanında bindiği atın burnuna giren toz, Veysel Karânî’den ve Ömer bin Abdülazîz’den daha hayırlıdır.”

Evliyânın kabirlerini yüksek yapmak, onlara saygı için üzerlerine türbe yapmak, yanında ziyâfet vermek, kabirlerinde kandil, mum yakmak bid’attir. Kimisi haram, kimisi mekrûhtur. Resülullah (s.a.v.) hazret-i Ali’yi göndererek, kâfirlerin yüksek mezarlarını yıktırdı ve resimleri yok ettirdi. (Evliyâ öldükten sonra da, kendilerini sevmek, hürmet etmek lâzımdır. Böylece, rûhlarından feyz alınır, istifâde olunur, insanın kalbi temizlenir. Ziyârete gelenlerin, bir velî mezârı olduğunu anlayarak, saygı göstermeleri için ve ziyâret edenin soğuktan, sıcaktan, yağmurdan, yırtıcı hayvanlardan korunması için, evliyânın kabirleri üzerine türbe yapmak caiz hattâ lâzımdır. Türbe, velî için değil ziyârete gelen diriler için yapılmaktadır.)

Resûlullahın (s.a.v.) kabrini ziyâret etmek için sünnet şöyledir: Abdestli olmalı, Resûlullaha salevât getirmeli, önceden yapmış olduğu, namaz, sadaka, oruç, Kur’ân-ı kerîm okumak gibi hayırlı işlerin sevâbını O’na bağışlamalı, gönlü uyanık olmalı, O’nu sevmeği ve sünnetine uymağı, Allahü teâlâdan dilemelidir. Eğer, ziyâret ettiği kabir, mensûb olduğu velînin kabri ise kalbinden dünyâ düşüncelerini çıkarıp, ondan feyz almağı beklemelidir. Kabir başında Kur’ân-ı kerîm okumak caizdir.

Dünyalığa, mala, şöhrete kavuşmak, saygı toplamak için rehberlik yapanlar, şeytanın vekîlleridir. Müseylemet-ül-kezzâb gibidirler.

Evliyânın, Allahü teâlâdan kendilerine gelen ni’metleri haber vermeleri, bulundukları yüksek dereceleri talebelerine bildirmeleri caizdir. Hadîs-i şerîfde; “Allahü teâlânın verdiği ni’metleri bildirmek, bunlara şükretmek olur” buyuruldu. Öğünmek haramdır. Kendindeki iyilikleri, ni’metleri, kendinden bilirse, Allahü teâlânın verdiğini düşünmezse, öğünmek olur. Ya’nî “Tezkiye-i nefs” olur. Bu ni’metlerin Allahü teâlâdan geldiğini bilir. Kendinin kusurlu olduğunu düşünürse, şükr olur.

İnsanların Allahü teâlâya yaklaşması, ancak Allahü teâlânın çekmesi ile olur. Eğer, vasıtasız doğrudan doğruya çekerse, “İctibâ” denir. Vâsıta ile çekmesi, iki türlü olur ibâdet yapmak ve riyâzet çekmek vâsıtası ile çeker. (Tasavvuf yolundaki vazîfelerin te’sîrleri tecrübe edilmiş olduğu için, bu nafile ibâdetleri yapmak tercih edilmektedir.) Buna “Sülûk” denir. Yâhud bir rehberin sohbeti vâsıtası ile “Cezb” eder. Bütün bu çekişlerin asıl sebebi, insanın kendi kabiliyetidir. Bu kabiliyetleri, insana yaratılışta verilir. İnsanların kabiliyetleri, istidâtları başka başkadır. İnsanın Allaha yaklaşmasına en büyük mâni, nefsinin şehvetleri ile bedenin ihtiyâç ve kötülükleridir. İkinci mâni, “Âlem-i emr” latifelerinin kendilerinden ve Rablerinden gâfil olmalarıdır. İnsanı Allahü teâlâya yaklaştıran ibâdetleri, riyâzetleri de, bir rehberin göstermesi lâzımdır. Riyâzet ve ibâdet yapmakla, hem nefs ve beden tezkiye bulur. Ya’nî kötülüklerden temizlenirler. Hem de, Âlem-i emrden olan latifeler, beden maddelerinden ve nefsten bulaşmış olan zulmetlerden tasfiye olur. Gafletten kurtulurlar. Tasavvuf yollarının çoğunda, önce sülûk yapılır. Önce, iki mâni ortadan kaldırılır. Böylece, Âlem-i emrin beş latifesi saf olur ve nefs “Makâmât-i aşere” denilen güzel huylarla bezenir. Bundan sonra, rehber sâliki Allahü teâlâya cezb eder. Bu sâlike “Sâlik-i meczûb” denir. Böyle ilerlemesine “Seyr-i afakî” denir.

Çünkü, rehber sâlikin temizlenmesini Âlem-i misâlde görerek anlar. Bu seyr çok güçtür ve uzun sürer. Allahü teâlâ Behâüddîn-i Buhârî’ye sülûkten önce cezb yapmasını ilham eyledi. Önce teveccüh ederek, her latifede zikr yaptırırlar. Her latifede fânî olurlar. Buna “Seyr-i enfüsî” denir. Seyr-i afakînin çoğu da, bununla birlikte hâsıl olur. Sonra, nefsi ve bedeni temizlemek için riyâzet yaptırılır. Bu sâlike, “Meczûb-i sâlik” denir. Bu seyr kolay ve çabuk olur. Nâkısların, câhillerin kendiliklerinden yaptıkları ibâdetlerle, terakkileri pek az olur veya hiç olmaz. Çünkü, bunların ibâdetlerinin sevâbı pek azdır. Elli sene ibâdet ile vilâyetin en aşağı derecesine yetişebilirler. O hâlde, yalnız mücâhede ve riyâzet ile vilâyet elde edilemez, ibâdetlerin, riyâzetlerin ancak sünnete uygun olanları fâidelidir. Bunun için, bid’atlerden sakınmak şarttır. Hadîs-i şerîfde; “Amelsiz söz kabûl olmaz. Niyetsiz amel kabûl olmaz. Sünnete uygun olmazsa, hiçbiri kabûl olmaz” buyuruldu. Ya’nî, hiçbirine sevâb verilmez. İbâdetlerin, riyâzetlerin, güç ve sıkıntılı olması değil, sünnete uygun olmaları lâzımdır.

“Çok sıkıntılı riyâzetler çekenlerin çok ilerledikleri, hârikalar gösterdikleri görülüyor. Buna ne dersiniz?” suâline şöyle cevap veririz:

Riyâzet çekerek, çeşitli hârikalar göstererek, dünyâ işlerinde menfaat elde edilebilir. Eski Yunan filozofları ve Hind papazları böyle yaparlardı. Allah adamları, bunlara kıymet vermez. Nefsi kötülüklerden kurtarmak, şeytanı öldürmek, ancak sünnete uymakla mümkündür.

“Yukarıdaki cevâba göre, yalnız riyâzet yapılan tasavvuf yollarında kimsenin velî olmaması lâzım gelir. Buna ne dersiniz?” suâline de şöyle cevap veririz:

Tasavvuf yollarının hepsi sünnete uymaktadır. Ba’zılarına bid’at karışmış ise, başka işlerinde sünnete uymaları, bu bid’atin zararını giderebilir. Bunlara bid’at karışması, ictihâdlarında hatâ ettikleri içindir. Müctehidin hatâsı affolunur. Câhillerin, yalancıların hatâsı böyle değildir. Bunlar hep zarardadırlar.

Nâkıs ve kâmil herkes, daha kâmil olandan, daha çok feyz alabilir. Vilâyet ancak kâmilin sohbeti ile elde edilebilir. Nâkıslar, câhiller, “îctibâ” ile çekerek vilâyete kavuşduramaz. Çünkü, bunların Hak teâlâ ile münâsebetleri yoktur. Kâmil olan rehberin zâhirî halk ile, bâtını Hak ile olduğu için, Allahü teâlâdan aldığı feyzi, insanlara vererek, onları vilâyete kavuşdurur. İsrâ sûresinin 95. âyetinde meâlen; “Eğer yeryüzünde melekler olup yürüselerdi, onlara gökten peygamber olarak elbette melek gönderirdim” buyuruldu. Bunun içindir ki, Resûlullahın vefâtından sonra, görünüşde kendisi ile münâsebet kalmadığı için, herkes Kabr-i se’âdetten feyz alamaz oldu. Resûlullahın vârisleri olan âlimlerden, rehberlerden feyz alındı. Çünkü hadîs-i şerîfde; “Zâhir ve bâtın bilgilerinde âlim olanlar, peygamberlerin vârisleridirler” buyuruldu.

Kemâle yetişen, velî olan kimse, Allahü teâlâdan vasıtasız feyz alabilir, ibâdet yapmakla da yükselir. “Secde et ve Allaha yaklaş” meâlindeki âyet-i kerîme bunu bildirmektedir. Bu velî, Resûlullahın (s.a.v.) ve evliyânın kabirlerinden de feyz alabilir.

Peygamberlerin insandan gönderilmesi, sohbette hâsıl olan te’sîr içindir. Çünkü, i’tikâd ve fıkıh bilgileri meleklerden de öğrenilebilir. Cibril hadîsi bunu göstermektedir. Çünkü, Resülullah; “Bu gelen Cebrâil idi. Size dîninizi öğretmek için gelmişti” buyurdu. Sohbetin te’sîri için, yol göstericilerden feyz alabilmek için, arada tam münâsebet (tanımak ve sevmek) bulunması lâzımdır. Vilâyet elde etmek için de, bu te’sîr lâzımdır.

Az kimse vardır ki, istidâdları çok kuvvetli olup, Peygamberin veya bir velînin rûhundan feyz alarak, vilâyet mertebesine kavuşurlar. Bunlara “Üveysî” denir. Eshâb-ı Kirâmın sohbeti de, feyz verdi. Fakat bir sohbet yetişmezdi. Çok defa sohbet etmek lâzım idi. Sonra gelen evliyânın sohbetleri, ancak riyâzet çekmekle birlikte te’sîr etti.

Allahü teâlâ, insanlarda kendine yaklaşmak ve kendini tanımak istidâdını yarattı. Bu istidâdın miktarı herkeste başkadır.

Farzları, vâcibleri yaptıktan ve haramlardan, şüphelilerden kaçtıktan sonra, nafile ibâdetlerin en te’sîrlisi zikrdir. Her zaman Allahü teâlâyı zikretmelidir. Hadîs-i şerîfde: “Cennettekiler, ençok, dünyâda Allahü teâlâyı zikretmeden geçirdikleri zamanlar için üzülürler” buyuruldu. Fenâ-i nefs hâsıl olmadan önce, diğer nafile ibâdetleri yapmakla ve Kur’ân-ı kerîm okumakla Allahü teâlâya yaklaşılamaz. Bâtını temizlemedikçe, bunlarla terakki olmaz. Batını temizlemek, Allahı zikr etmekle olur. Hadîs-i şerîfde; “Zikrin en iyisi, Lâ ilahe illallah’tır” buyuruldu. Bunun için boş zamanlarda hep bu “Kelime-i tevhîd”i okumalıdır. Bundan sonra kalan zamanlarda, âhıret adamları ile, sâlihlerle görüşmeli, sohbet etmelidir. Sâlih kimse bulamazsa, mürtedlerle, bid’at sahibleri ile, fâsıklarla arkadaşlık etmemeli, bunlarla oturmamalıdır. Haram işleyenlere “Fâsık” denir. Sâlih kimselerin kitaplarını okumalıdır. Din câhilleri ile, dünyâya düşkün olanlarla ve mezhebsizlerle görüşmemelidir. Bunlarla görüşmek, insanın bâtınını (kalbini, rûhunu) harâb eder. Evliyânın sohbetinde bulunmak, zikrden ve diğer nafile ibâdetten daha fâidelidir. Eshâb-ı Kirâm, birbirlerini görünce; “Biraz benimle otur. İmânımı tâzeliyeyim” derlerdi. Celâleddîn-i Rûmî buyuruyor ki:

“Evliyâ yanında geçen az zaman, Faidelidir yüzyıllık takvâdan!

Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr buyuruyor ki:

“Kılınabilir her zaman nafile namaz, Bizim sohbetimiz bir daha bulunamaz!”

Birisine; “Bâyezîd’in sohbetinde bulun!” dediler. “Ben her ân Rabbimin sohbetindeyim” dedi. “Bâyezîd’in sohbeti sana daha fâidelidir” cevâbını verdiler. Ya’nî, cenâb-ı Hakdan, O’na bağlılığın ve istidâdın kadar feyz alabilirsin. Bâyezîd’in sohbetinde ise, onun yüksek derecesine uygun feyzlere kavuşursun demek istediler.

Kötü arkadaşlarla hiç görüşme, O, zehirli yılandan da fenâdır! Yılan alır insanın canını, O alır canını, îmânını!

Senâullah-i Pâni-püti hazretlerinin “Tefsîr-i Mazharî”sinin bazı kısımları şöyledir:

Müttekî, kendisine âhırette zarar verecek olan; şirk, günah ve mâlâya’nî (fâidesiz şeyler) ile meşgûl olmaktan alıkoyan herşeyden sakınan kimsedir. Mâlâya’nîden ve Allahü teâlânın zikrinden alıkoyacak şeylerden sakınmak, takvânın en yüksek derecesidir.

İbn-i Ömer buyurdu ki: “Takvâ, kendini hiçbir kimseden daha hayırlı görmemektir.”

Nu’man bin Beşîr’in rivâyet ettiği hadîs-i şerîfde Resûlullah (s.a.v.) buyurdu İd: “Dikkat ediniz! Bedende bir et parçası vardır. O sâlih (iyi) olunca bütün beden (a’zâlar) iyi olur. O bozuk olunca, bütün beden bozuk olur. Dikkat ediniz! O (et parçası), kalbdir.” Tasavvuf ehli, bu hadîs-i şerîfdeki kalbin salâhını (iyi olmasını) Fenâ-ül-kalb (kalbin fenâ bulması) ta’biri ile ifâde etmiştir. Kalb bu mertebeye gelince, iyi işler yapar, harama düşmek korkusu ile şüpheli şeylerden sakınır.

Şehr bin Havşeb (r.a.) şöyle buyurdu: “Müttekî; mahzurlu olan bir şeyi yapmamak için, mahzurlu olmayan şeyi bile terkeden kimsedir.” Harama düşmemek için şüpheli olan şeyleri terkeden kimse, namusuna ve dînine şüphe getirecek şeylerden kendisini muhafaza etmiş olur.

Şüphelilerin içine düşen kimse harama düşer. Onun durumu; yasak olan korunun kenarında sürülerini otlatan ve sürülerinin o yasak olan koruya girmesi pek yakın olan çobanın durumuna benzer.

Günah işlemekle kalbin kararması: Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Mü’min günah işlediği zaman, kalbinde siyah bir nokta meydana gelir. Eğer tövbe eder, o günahtan vaz geçer ve Allahü teâlâdan affını isterse, o siyah leke gider ve kalbi parlar. Eğer günah işlemeye devam ederse, siyah nokta büyür ve kalbini kaplar.” Nitekim Kur’ân-ı kerîmin, Mutaffifîn sûresinin 14. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Hayır (onların zannettikleri gibi değil)! Doğrusu onların kazandıkları günahlar, kalblerini kaplamıştır” buyuruldu.

Kalbin siyahlaşması, bu hadîs-i şerîfte bildirilen kalbin bozulmasıdır. Mü’minin işlediği günahın durumu böyle olursa, kâfirin inkârının onda neler yapacağı buradan kolayca anlaşılır.

Mü’minlerin imtihan edilmesi: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: “Ey mü’minler, (itaatkârı, âsî olandan ayırt etmek için) sizi biraz korku, biraz ocuk, biraz da mallardan, canlardan ve mahsûllerden yana eksiltme ile andolsun imtihan edeceğiz. Ey Habîbim! Sabredenlere (lütuf ve ihsânlarımı) müjdele.” (Bekâra-155) Ya’nî; Ey Muhammed’in (s.a.v.) ümmeti! Size verilen belâ ve musibetlere sabredip, benim kazama boyun eğip eğmediğinizi denemek için size (belâ ve musibet) veririz. Eğer siz, sabreder ve kazama râzı olursanız, size semâdan bereketler göndeririz. (Allahü teâlânın, böyle bir imtihanı, olmadan önce haber vermesi, onların, kendilerini böyle bir imtihana alıştırmaları, hazırlamaları içindir.)

Ebû Mûsel Eş’arî (r.a.) şöyle rivâyet etti: “Resûlullah. (s.a.v.) buyurdu ki: “Bir kimsenin oğlu vefât ettiği zaman, Allahü teâlâ meleklere; “Kulumun çocuğunu mu aldınız?”, buyurur. Melekler; “Evet” derler. Allahü teâlâ; “Gönlünün meyvesini mi aldınız?” buyurur. Melekler; “Evet” diye cevap verirler. Allahü teâlâ; “O (kulum) ne dedi?” diye sorduğunda da; “İnnâ lillah ve innâ ileyhi râci’ûn: Biz Allahü teâlânın kuluyuz ve yine O’na döneceğiz” diyerek sana hamdetti” derler. Bunun üzerine Allahü teâlâ; “O kuluma Cennette, “Hamd Evi” isminde bir ev yapınız” buyurur.” Bu hadîs-i şerîfi Tirmizî rivâyet etti ve hasen hadîs olduğunu bildirdi.

Ölümü temenni etmek: Günah işlemekten, ibâdet ve tâatlarda eksiklik olmasından korkmak sebebiyle ölümü temenni etmek kat’î olarak caizdir. Bundan başka ölümü temenni etmek, Allahü teâlâya kavuşma arzusuyla da olur. Bu şekildeki ölümü temenni etmek övülmüştür ve selef-i sâlihînde görülmüştür. Çünkü onlarda, Allahü teâlâya kavuşmaktan başka bir arzu kalmamıştır. Ubâde bin Sâmit’in bildirdiği bir hadîs-i şerîfde, Peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Kim Allahü teâlâya kavuşmayı isterse, Allahü teâlâ da ona kavuşmak ister. Kim Allahü teâlâya kavuşmayı istemezse, Allahü teâlâ da ona kavuşmak istemez.” Bunun üzerine Hazreti Âişe ve Resûlullahın ba’zı zevceleri; “Biz de ölümü istemeyiz” dediler. Peygamber efendimiz (s.a.v.); “Bu (sizin dediğinizden başkadır.) Mü’mine ölüm ânında Allahü teâlânın kendisinden râzı olduğu ve ona yapacağı ikramları müjdelenir. İşte o zaman, o mü’mine, önündeki bu ni’metlerden daha sevimli birşey olmaz. Bu müjdeyi alan mü’min bir an önce Allahü teâlâya kavuşmayı ister. Allahü teâlâ da ona kavuşmayı ister. Kâfir olan kimseye de vefâtı sırasında düçâr olacağı azâb bildirilir. O zaman kâfir ölümü istemez, o zaman ona önündekinden daha kötü birşey olmaz. Bundan dolayı Allahü teâlâya kavuşmayı istemez. Allahü teâlâ da ona kavuşmak istemez.” Evliyâya ölüm yaklaştığı zaman, Allahü teâlânın râzı olduğunun müjdelenmesi, ya keşf ile, ya gizliden birisinin sözü ile, yahut başka şekillerle, ya o sırada üzerlerine inen pekçok bereketi tatmakla, yahut da Melek-ül-mevt’i ve rahmet meleklerini görmek sûretiyle olur. Kâfirin azâb ile korkutulması, öleceği sırada Melek-ül-mevt’i ve azâb meleklerini (onları korkutacakları şekilde) görmek sûretiyle olur.

İbn-i Sa’d ve Şeyhayn (İmâm-ı Buhârî ve Müslim) rivâyet ettiler ki: “Hazreti Âişe (r.anhâ) buyurdu ki: “Her peygamber, dünyâ veya âhıreti seçme arasında muhayyer bırakılır. Sonra vefât eder” diye duyardım. Resûlullahın hastalıkları şiddetlendiği bir sırada Nisa sûresinin; “... Allahın kendilerine ni’met verdiği peygamberlerle, sıddîklarla, şehîdlerle ve iyi kimselerle beraberdirler” meâlindeki 69. âyet-i kerîmesini okuduğunu işittim. Bundan bende, Resûlullahın (s.a.v.) dünyâ ile âhıret arasında muhayyer bırakıldığı zannı meydana geldi.

Nesâî şöyle bildirdi: “Hazreti Âişe (r.anhâ) buyurdu ki: “Resûlullah (s.a.v.) kucağımda iken, rahatsızlığı ağırlaşmıştı. Ben: “Yâ Rabbî! Ondan bu rahatsızlığı gider!” diye duâ ediyordum. Bir müddet sonra elini elimden çekti ve “Allahü teâlâdan Refîk-i A’lâyı istiyorum” buyurdu.

Taberânî de şöyle bildirdi: “Melek-ül-mevt, İbrâhim aleyhisselâmın rûhunu almak için gelmişti. İbrâhim aleyhisselâm; “Ey Melek-ül-mevt! Hiç dost dostun canını alır mı?” deyince, Allahü teâlâ, İbrâhim aleyhisselâmın bu sözünü bilmekle beraber, Melek-ül-mevt bu sözü Allahü teâlâya arz etti. Allahü teâlâ, Melek-ül-mevt’e; “Sen de İbrâhim’e; “Hiç dost dosta kavuşmak istemez mi? de!” buyurdu. Melek-ül-mevt İbrâhim’in (a.s.) yanına gelince, İbrâhim aleyhisselâm; “Hemen rûhumu al” dedi.

Selef-i sâlihîn, sıhhat hâlinde iken ölümü istememişlerdir. Fakat günaha düşmekte ve ibâdetleri yapmakta eksiklik olmasından korktukları zaman ölümü istedikleri görülmüştür.

Buradan anlaşıldığı gibi, kişinin malına, vücûduna ve çoluk-çocuğuna gelen bir zarardan dolayı ölümü temenni etmesi ve bunun için duâ etmesi caiz değildir. Çünkü Resûlullah efendimiz (s.a.v.); “Sizden birisi, kendine gelen bir zarardan dolayı ölümü temenni etmesin. Muhakkak ölümü istiyorsa; “Allahım! Yaşamak hakkımda hayırlı ise beni yaşat. Ölüm hakkımda hayırlı ise benim canımı al” desin” buyurdu. Buhârî’deki bir başka hadîs-i şerîfde de; “Sizden birisi ölümü temenni etmesin. Ölüm gelmeden ölümü için duâ etmesin. Çünkü o öldüğü zaman ameli kesilir. Mü’minin yaşaması onun hayrının artmasına vesile olur.”

Ahmed bin Hanbel, Ebû Ümâme’den (r.a.) şöyle rivâyet etti: “Resûlullah efendimizin (s.a.v.) huzûr-u şerîflerinde oturuyorduk. Bize nasihatte bulundu. Peygamberimizin mübârek sözleri bize çok te’sîr etti, kalblerimiz inceldi. Orada bulunan Sa’d bin Ebî Vakkâs pekçok ağladı ve; “Keşke ölseydim” dedi. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz (s.a.v.) “Ey Sa’d! Benim yanımda mı böyle ölümü temenni ediyorsun?” buyurdu. Bu sözlerini üç defa tekrar ettikten sonra; “Ey Sa’d! Eğer Cennet için yaratılmış isen ömrünün uzun olup, âmelinin güzel olması senin için daha hayırlıdır” buyurdu. İşte malına, canına ve çoluk çocuğuna bir zarar gelen kimse, istiğfar (estağfurullah el-azîm) okuyarak, Allahü teâlâdan affını ve mağfiret olunmasını istemeli, sâlih ameller yapmak için gayret göstermeli ve günahlardan sakınmalıdır. Bundan dolayıdır ki, Resûlullah (s.a.v.), ölümü istemekten menetmiştir.

Allahü teâlânın evliyâsı: Yûnus sûresi 62. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Biliniz ki, Allahü teâlânın evliyâsı için azâb korkusu, ni’metlere kavuşmamak üzüntüsü yoktur” buyuruldu. Allahü teâlânın evliyâsı, Allahü teâlânın zikrine dalmış, gece gündüz onu tesbih edip hiç gevşeklik göstermeyen cenâb-ı Hakkın sevgisi ile dolup, sevdiğini sâdece O’nun için seven, sevmediğini de yine O’nun için buğzeden, verdiğini Allah için veren, vermediğini Allah için vermiyendir. İşte bunlar, Allah için sevişenlerdir. Tasavvuf büyükleri bu sıfata, “Fenâ-ül-kalb” ismini vermektedirler.

Böyle bir velî, zâhirini ve bâtınını süsleyebilmesi için, Allahü teâlânın beğenmediği amellerden şirk, hased, kin, kibir, nefsin arzu ve istekleri gibi kötü huylardan sakınır. Tasavvuf büyükleri; “Nefsinin isteklerini yapmayan, kötü huylardan sakınan, iyi amel ve ahlâk sahibi olanlara, şeytan zarar veremez” buyurdular.

Îmânın mahalli kalbdir. Kâmil îmân, kalbin Allahü teâlânın zikri ile mutmain olması, bir an için O’nu hatırlamaktan ve anmaktan gâfil olmaması, O’ndan başkasına meyl etmemesi, yönelmemesidir.

İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî hazretleri de şöyle buyurdu: “Kendisini herhangi bir kimseden hayırlı ve üstün gören kimse, ma’rifetullahtan mahrûm kalır.”

Ebû Dâvûd, Hazreti Ömer’den (r.a.) şöyle rivâyet etti: “Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlânın ba’zı kulları vardır ki, peygamber veya şehîd değildirler. Fakat peygamber ve şehîdler bile, kıyâmet gününde onların Allahü teâlâ katındaki derecelerine gıbta ederler.” Bunun üzerine Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm); “Yâ Resûlallah! Onların kimler olduğunu bize haber ver” dediler. Peyamber efendimiz (s.a.v.); “Onlar aralarında herhangi bir akrabalık bağı ve mal alışverişi olmadığı hâlde, birbirini sırf Allahü teâlânın rızâsı için seven kimselerdir. Onların yüzleri nurludur. İnsanlar korktuğu zaman onlar korkmazlar, insanlar mahzûn oldukları zaman onlar mahzûn olmazlar” buyurup, “Biliniz ki, Allahü teâlânın evliyâsı için azâb korkusu yoktur” meâlindeki Yûnus sûresinin 62. âyet-i kerîmesini okudular.

Allahü teâlânın velî kullarından olmak, vasıtasız yahut bir vâsıta veya birkaç vâsıta ile, Resûlullahdan (s.a.v.) istifâde etmek sûreti ile olur. Allahü teâlânın velî kullarından olabilmek, bu mertebeye kavuşabilmek için muhabbetle, ya Resûlullahın (s.a.v.) mübârek sohbetlerinde bulunmak, O’nun emirlerine itaat etmek, veya Resûlullah efendimizin vekîli, vârisi durumunda olan zâtın yanında böyle muhabbetle bulunmaktır. Kişi, bu iki yol ile Allahü teâlânın muhabbetini elde eder. Kalbi, kalıbı (bedeni) ve nefsini Resûlullahın (s.a.v.) mübârek ahlâkı ile ahlâklandırmış olur. Allahü teâlâyı, sünnet-i seniyye üzere pekçok zikreder. Sünnet-i seniyyeye uymak, Resûlullah efendimizden (s.a.v.) istifâdeyi arttırır. Zikr, kalbin cilâsıdır. Kalb cilalanınca da, Resûlullah efendimizden (s.a.v.) istifâde daha da çok olur. Nitekim Peygamberimiz; “Herşeyin bir cilâsı vardır. Kalbin cilâsı ise zikrdir (Allahü teâlâyı anmaktır)” buyurdu.

Mu’az bin Cebel (r.a.) şöyle rivâyet etti: Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Allahü teâlâ buyurdu ki: Benim için birbirini sevenlere, benim için bir araya gelip oturanlara, benim için birbirini ziyâret edenlere, benim için birbirine verenlere muhabbetim vâcibdir.”

İbn-i Mes’ûd buyurdu ki: Bir kişi Resûlullah efendimize (s.a.v.) geldi ve; “Yâ Resûlallah! Bir topluluğu sevip onlar gibi amel yapmayan bir kimse hakkında ne buyurursun?” diye sordu. Bunun üzerine Peygamber efendimiz (s.a.v.); “Kişi sevdiği ile beraberdir” buyurdu.

Ebû Zer (r.a.) şöyle rivâyet etti: Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Yâ Ebâ Zer! Seni, dünyâ ve âhıret iyiliklerine kavuşturacak şeyi bildireyim mi: Zikir ehlinin meclislerinden ayrılma. Yalnız olduğun zaman gücün yettiği kadar dilinle Allahü teâlâyı zikret (an), Allah için sev ve Allah için buğzet.”

Yine Ebû Zer (r.a.) şöyle rivâyet etti: Resûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Allahü teâlânın en râzı olduğu amel: Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.”

Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle rivâyet etti: Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlâ bir kulunu sevdiği zaman, Cebrâil’i çağırır ve; “Ben falancayı seviyorum (ondan râzıyım), onu sen de sev” buyurur. Cebrâil de o kimseyi sever. Sonra semâda şöyle nidâ eder: “Allahü teâlâ falancayı seviyor, onu siz de seviniz.” Semâdakiler de o kimseyi sever. Artık o kimse yeryüzünde herkes tarafından kabûl görür. Allahü teâlâ bir kuluna buğzettiği zaman, Cebrâil’i çağırır ve; “Ben falancaya buğz ediyorum, sen de ona buğzet” buyurur. Cebrâil, o kimseye buğzeder. Sonra; “Ey semâdakiler! Allahü teâlâ falancaya buğzediyor, siz de ona buğzediniz” der. Semâdakiler de o kimseye buğzeder. Artık o kimseye yeryüzündekiler buğz ederler.”

Evliyânın alâmeti: Begavî (r.a.) şöyle rivâyet etti: Resûlullaha (s.a.v.) Allahü teâlânın evliyâsının kimler olduğu suâl edilince buyurdu ki: “Görüldüklerinde Allahü teâlâ hatırlanır.” Bir hadîs-i şerîfde de; “Allahü teâlâ buyurdu ki: Benim velî kullarım o kimselerdir ki, ben anılınca onlar, onlar anılınca ben hatırlanırım” buyuruldu.

Bundan dolayı Allahü teâlânın velî kulları ile beraber olmak, Allahü teâlâ ile beraber olmak gibidir. Onları görmek, Allahü teâlâyı hatırlatır. Onların anılması, Allahü teâlânın anılmasına sebep olur. Allahü teâlâ, velî (sevdiği) kullarına feyz ve ma’rifetleri alma ve insanlara te’sîr etme kabiliyeti vermiştir.

Zannedildiği gibi evliyânın alâmeti, fevkalâde hâller göstermek ve kimsenin bilmediğini bilmek değildir. Çünkü çok velîde bu hâller bulunmaz. Hattâ velî olmayanlarda görülen böyle hâller, istidraçtır. Tasavvuf büyükleri; “Evliyânın kerâmetlerini gizlemeleri lâzımdır. Kerâmetle bir kimsenin diğerine üstünlüğü anlaşılmaz. Büyüklerin çoğu, kendilerinde çok kerâmetin görünmesini istemezlerdi” buyurdular.

Yûnus sûresinin 64. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Onlar (Allahü teâlânın velî kullan) için dünyâ hayâtında da (Kur’ân-ı kerîmin ve Peygamberin haberleriyle), âhırette de (Cennetle) müjdeler vardır. Allahü teâlânın kelimelerinde (verdiği sözlerde) asla bir değişme yoktur. İşte bu (Cennetle müjdelenme) en büyük kurtuluştur.” Allahü teâlânın velî kulları için dünyâdaki bu müjdeler, Resûlullahın vahiy yoluyla umûmî ve husûsî olarak haber verdikleri müjdelerdir. Nitekim Peygamber efendimiz (s.a.v.), daha dünyâda iken aşere-i mübeşşerenin tek tek isimlerini sayarak, Cennetlik olduklarını bildirmiştir. Bir hadîs-i şerîfde; “Sana gelince ey Ebû Bekr! Ümmetimden ilk önce sen Cennete gireceksin” buyuruldu. Eshâb-ı Kirâm için buyurulan ba’zı müjdeleyici hadîs-i şerîfler şöyledir: “Kıyâmet günü; yerinden (mezarından) ilk önce ben, sonra Ebû Bekr, sonra Ömer kalkacaktır.” “Her peygamberin bir refîki (arkadaşı) vardır. Benim Cennetteki refîkim Osman’dır.” Hazreti Ali için de; “Senin bana yakınlığın, Hârûn’un Mûsâ’ya olan yakınlığı gibidir. Ancak şu var ki, benden sonra peygamber gelmeyecektir” buyurdu. “Fâtıma benden bir parçadır. Onu gadablandıran beni gadablandırmış olur.” “Ensârı (Medîne-i münevverelileri) sâdece mü’minler sever. Münâfıklardan başkası onlara buğzetmez. Onları seveni Allahü teâlâ sever. Onlara buğz edene Allahü teâlâ buğz eder.” “Eshâbıma dil uzatmayınız. Çünkü sizden birisi Uhud dağı kadar altın infak etse, onlardan birisinin bir müd veya yarısı kadar olan infaklarına ulaşamaz.”

Ni’mete şükretmek: Hûd sûresi 9. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “İnsanoğluna, tarafımızdan bir rahmeti (sıhhat, emniyet ve zenginlik gibi bir ni’meti) tattırıp, sonra o ni’meti ondan çekip alıversek, şiddetli bir ümitsizliğe kapılır.” (Ya’nî, kendinden alınan o ni’metin benzerinin tekrar kendisine verilmesinden ve Allahü teâlânın geniş olan lütuf ve ihsânından ümidini keser. Çünkü insanoğlunun sabrı azdır. Allahü teâlâya i’timât etmez, O’nun kazasına teslim olmaz.) Aynı âyet-i kerîmenin devamında meâlen; (O) nankör bir kimse olur” buyuruluyor. Çünkü o, Allahü teâlânın daha önce verdiği ve hâlen içerisinde bulunduğu ni’meti unutur. Hâlbuki insan, her an Allahü teâlânın kendisine verdiği ni’metler içerisindedir. Âyet-i kerîmede; “Şayet ona dokunan bir sıkıntıdan sonra (hastalıktan sonra sıhhat, fakirlikten sonra zenginlik gibi) bir ni’meti tattırsak, andolsun; “Benden musibet gitti diyecektir.” (O muhabbetleri giderenin Allahü teâlâ olduğunu söylemeyecek, bu sebeple Allahü teâlâya şükretmeyecektir. Kendisinden musibetin gitmesini zamanın âdeti olarak kabûl edecek; “Zamanın îcâbı böyledir” diyecekdir.) Çünkü o, (o ni’met sebebiyle) şımarır” buyuruluyor. Ya’nî insan, kendisine ni’met geldiğinde, ben bu ni’mete lâyığım” zannına kapılır. Kendisini başkalarından üstün görür. Bu şımarıklık ve öğünmesi, onu, Allahü teâlâya şükretmekten alıkor. Yine âyet-i kerîmenin devamında meâlen; “Sıkıntılara sabredip, sâlih amel işleyenler böyle değil” buyuruluyor. Ya’nî, mü’minler, kendilerinden ni’met alındığı zaman ümitsizliğe kapılmazlar. Önceki ve içerisinde bulundukları ni’metleri unutup nankörlük yapmazlar. Bilâkis Allahü teâlânın lütuf ve ihsânını umarlar. Allahü teâlânın daha önce verdiği ve hâlen içerisinde bulunduğu ni’metlerine şükrederler. Cenâb-ı Hakkın lütfuna ve ihsânına kavuştukları zaman şımarmazlar, insanlara karşı övünmezler. Belki, verdiği ni’metten dolayı Allahü teâlâya şükrederler. Süheyb’in (r.a.) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfde Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Mü’minin işi ne kadar hayret vericidir. Çünkü onun işi hep hayrdır. Bu hâl sâdece mü’mine mahsûstur. Ona bir genişlik isâbet ederse, o bundan dolayı Allahü teâlâya şükreder. Bu onun için hayr olur. Ona bir zarar isâbet ederse, sabreder. Bu da onun için hayr olur.” Yukarıda geçen âyet-i kerîmenin devamında meâlen; “İşte o sabreden ve şükredenler için mağfiret ve büyük bir ecir vardır” buyuruluyor. Ya’nî, Allahü teâlâ onların günahlarını af ve mağfiret eder. Onlar için Allahü teâlânın rızâsı ve Cennet vardır.

Âhırette iyi amellerin karşılığını görememek: Hûd sûresi 15. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyuruldu: “Ameli ve iyiliği ile kim dünyâ hayâtını (dünyâda uzun müddet kalmayı ve sıhhati) ve zînetini (mal, çoluk-çocuk, hizmetçi v.s.) isterse, onlara dünyâda iken güzel amellerinin, karşılığını bol bol veririz. Ecirlerinden, hiçbir şey eksik bırakılmaz. (Fakat) onlar için âhırette karşılık olarak sâdece nâr (ateş) vardır. (Çünkü onlar, dünyâda iken iyi amellerinin karşılığını tam olarak aldılar. Geriye yalnız onlar için kötü amellerinin günahları kaldı). Âyet-i kerîmede; “Dünyâda iken yaptıkları iyilikler boşa gitmiştir” buyuruluyor. Ya’nî onlar için âhırette sevâb kalmamıştır. Veya onlar âhirette sevâbla karşılaşmazlar. Çünkü, onlar dünyâda iken yaptıkları amelleri Allah için yapmamışlardır ki, Allahü teâlâ onlara, yaptıkları böyle amellere ecir versin. Âyet-i kerîmede meâlen; “Zâten onların (dünyâda) yaptıkları (iyilikler) boşa gitmiştir” buyuruldu. Bu âyet-i kerîme kâfirler hakkındadır.

Hazreti Ömer anlattı: “Resûlullah efendimizin (s.a.v.) saâdethânelerinde (evlerinde), içerdeki eşyalara bir göz gezdirdim. Üç şeyden başka birşey göremedim. Bunun üzerine; “Ey Allahın Resûlü! Allahü teâlâya duâ et de, ümmetine genişlik versin. Çünkü Allahü teâlâ, Farslar (iranlılar) ve Rumlara genişlik, bol dünyalık verdi. Hâlbuki onlar Allahü teâlâya ibâdet etmiyorlar” dedim. Resûlullah efendimiz yaslanmışlardı. Doğrularak oturdular ve şöyle buyurdular: “Onlar dünyâdaki iyiliklerinin karşılığını peşin aldılar.”

Fakat mü’minlerin âhıreti istemesi dünyâyı istemesinden fazladır. Onlar, âhıreti dünyâya tercih ederler ve dünyâda yaptıkları iyiliklerin karşılığını görürler. Âhırette de ecir ve sevâba kavuşurlar. Kâfirler ise dünyâda yaptıkları iyiliklerin karşılığını dünyâda iken alırlar. Âhırete gittiklerinde, kendilerini kurtaracak hiçbir iyiliklerini bulamazlar. Yukarıda bildirilen; “Onlar için âhırette karşılık olarak sâdece nâr vardır” âyet-i kerîmesinin, riyakarlar için olduğu da söylenmiştir. Riya yapanlar hakkında Sa’îd bin Fudâle’nin (r.a.) bildirdiği bir hadîs-i şerîfde, Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki: “Allahü teâlâ kıyâmet gününde insanları topladığı zaman, bir münâdî şöyle seslenir: “Kim yaptığı bir işte Allahü teâlâya (başka) birisini ortak yapmış ise, o işin sevâbını cenâb-ı Haktan başkasından istesin.”

İstikâmet (Doğruluk): Hûd sûresinin 112. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Emrolunduğun gibi istikâmet üzere (dosdoğru) ol” buyuruldu. Buradaki istikâmet (doğruluk) i’tikâdda ve ameldeki doğruluktur. İbn-i Abdullah Sekafi şöyle anlattı: “Birgün Peygamber efendimize (s.a.v.); “Ey Allahın Resûlü! Bana İslâmiyetle alâkalı öyle birşey öğret ki, artık hiç kimseye birşey sormayayım” dedim. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.); “Allahü teâlâya îmân ettim de ve sonra da dosdoğru ol” buyurdu.

İstikâmetin ma’nâsı çok şümûllüdür. Ömer (r.a.) buyurdu ki: “İstikâmet, Allahü teâlânın emrettikleri ve yasaklardan nehyettikleri şeyler üzerine dosdoğru olmak, doğru yoldan sapmamak demektir.” Böyle olmak kolay değildir. Bu sebeple tasavvuf büyükleri; “İstikâmet, kerâmetin üstündedir” buyurmuşlardır. Begavî, İbn-i Abbâs’ın (r.a.) şöyle buyurduğunu nakletti: Asr-ı seâdette, Resûlullaha (s.a.v.) bu âyet-i kerîmeden daha şiddetlisi inmedi. Onun için bu âyet-i kerîmenin içerisinde bulunduğu Hûd sûresi için; “Hûd sûresi beni ihtiyârlattı” buyurdu. İbn-i Abbâs’ın bu sözü şuna delâlet etmektedir: Hûd sûresi Resûlullah efendimize pek şiddetli ve ağır gelmiştir. Bu sebeple; “Hûd sûresi beni ihtiyârlattı” buyurmuştur. Resûlullah efendimizin böyle buyurması, istikâmeti emreden âyet-i kerîme sebebiyledir. Gerçi Resûlullah (s.a.v.) yüksek bir ahlâk ve istikâmet üzere yaratılmış ise de, bu emir, ümmetine ağır geleceği için, ümmetine olan şefkatinden dolayı böyle buyurmuştur.

Bir de, bu sûrede geçmiş ümmetlerin helakini bildiren hâdiseler anlatılmıştı. Bu sebeple, ümmetinden zâlim olanların da helak olacağı tehdit edilmektedir. Aynı zamanda bu sûrede kıyâmet gününün dehşetli hâllerinden de bahsedilmektedir. Bunun için de Resûlullah efendimiz (s.a.v.); “Bu sûre benî ihtiyârlattı” buyurmuştur. Yoksa, istikâmet üzere olmak, Peygamberimize (s.a.v.) ağır geldiğinden böyle buyurmamışlardır.

Allahü teâlâyı anmak, O’ndan istemek: A’râf sûresi 55. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Rabbinize yalvararak ve gizlice duâ edin” buyuruyor. (Ya’nî Allahü teâlâyı anınız, O’na ibâdet ediniz, O’ndan hacetlerinizi isteyiniz.)

Gizlilik ihlâsın delîlidir. Riyadan pek uzaktır. Zikir, riya karışmadığı zaman, ister cehri olsun ister gizli olsun, mutlak olarak ibâdettir. Gizli zikir daha faziletlidir. Âlimler bunun üzerinde icmâ etmişlerdir.

Zikir üç çeşittir 1- Açıktan yapılan zikir: Ancak açıktan zikri îcâbettiren bir sebep varsa, o zaman açıktan zikir, gizli zikirden daha faziletli olabilir. Ezan, telbiye ve benzerleri böyledir. 2-Gizli olarak dil ile zikretmek: Resûlullah efendimizin (s.a.v.); “Dilin, devamlı Allahü teâlâyı zikretsin” buyurmasından muradı, gizli zikirdir. 3- Kalb, rûh ve nefs ve başkası ile zikir: Dil, bu zikre iştirâk etmez. Bu zikri hafaza melekleri bile duymazlar. Hazreti Âişe vâlidemiz, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) hafaza meleklerinin bile duymadığı bu zikrin mükâfâtının, kıyâmet gününde yetmiş kat olacağını, Allahü teâlânın, kıyâmet gününde mahlûklarını hesap vermeleri için toplayacağını, hafaza meleklerinin kullar hakkında yazdıktan ve tesbit ettikleri ile geleceklerini, cenâb-ı Hakkın, hafaza meleklerine; “O kulun başka birşeyi kaldı mı?” diye soracağını, Onlar da; “Bildiklerimizden ve yazdıklarımızdan onun hakkında hiçbirşey kalmadı” diye söyleyeceklerini, bunun üzerine Allahü teâlâ; “Onun sizin bilmediğiniz sevâbı var. O gizli zikirdir” buyuracağını bildirmiştir.

Duâ: A’râf sûresi 55. âyet-i kerîmesinin devamında meâlen; “Şüphesiz Allahü teâlâ bağırıp çağırarak haddi aşanları sevmez” buyuruyor. Burada, duâda; peygamberlerin derecelerini, semâya çıkmayı veya ölmeden önce Cennete girmeyi ve daha akla ve âdete aykırı olan şeyleri istemek, fâidesiz, boş şeyleri istemek duâda haddi aşmak olduğu bildirildi. Haddi aşmak dinin hududundan çıkmaktır. Buna göre âyet-i kerîmedeki haddi aşmaya yukardaki duâ şekilleri girdiği gibi, günah olan birşey için duâ etmek veya “Duâ ettim, kabûl olmadı” demek, İslâmiyette bildirilmeyen isimlerle duâ etmek ve buna benzer husûslar da girmektedir.

Secde sûresi onbirinci âyet-i kerîmesinde meâlen; (Ey Resûlüm, onlara) de ki: “Sizin canınızı almağa vekîl kılınan ölüm meleği (Azrail) canınızı alacak” buyuruluyor. Melek-ül-mevt, mü’mine en güzel sûrette, kâfirlere ise en çirkin sûrette görünür. İbn-i Abbâs (r.a.) şöyle rivâyet etti: “Allahü teâlâ, İbrâhim aleyhisselâmı kendisine halîl (dost) edinince, Melek-ül-mevt, bunu İbrâhim aleyhisselâma müjdelemek istedi. Allahü teâlâ da ona izin verdi. Bu izni alan Azrail aleyhisselâm, müjdeyi getirdi. Müjdeyi alan İbrâhim aleyhisselâm; “Elhamdülillah” diyerek cenâb-ı Hakka hamd ettikten sonra; “Ey Melek-ül-mevt! Kâfirlerin rûhlarını nasıl aldığını bana göster” dedi. O da; “Ey İbrâhim (a.s.)! Onu görmeğe gücün yetmez, tahammül edemezsin! diye arz etti. Sonra Melek-ül-mevt, İbrâhim’e (a.s.), ağzından ve vücûdundaki deliklerden Cehennem ateşi çıkan ve başı göğe değen simsiyah bir insan sûretinde göründü. İbrâhim aleyhisselâm; “Ey Melek-ül-mevt! Eğer, kâfirler seni bu hâlde görmekten başka bir belâ ve musibetle karşılaşmasa idi, sâdece bu onlar için kâfi gelirdi” dedi.

İbrâhim (a.s.) bu defa da mü’minlerin rûhlarını nasıl aldığını göstermesini istedi. Melek-ül-mevt, İbrâhim’e (a.s.), pek yakışıldı ve beyaz elbiseler içerisinde bir genç sûretinde göründü. Bunu gören İbrâhim (a.s.); “Ey Melek-ül-mevt! Mü’min vefât edeceği zaman, seni bu sûrette görmekden başka, sevinçli hâller ile karşılaşmasa bu mü’minler için kâfi gelirdi” dedi.

Ka’b’dan bildirildiğine göre: Melek-ül-mevt mü’minin rûhunu alırkenki olduğu sûreti, İbrâhim aleyhisselâma gösterdi. İbrâhim aleyhisselâm öyle bir nûr ve yüksek hâller gördüler ki, bunları Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. İbrâhim (a.s.), Melek-ül-mevt’in, kâfir ve fâcirlerin rûhunu alırkenki sûretini görünce, şiddetli bir şekilde ürperdi. Aynı âyet-i kerîmenin devamında meâlen; “Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz” buyuruluyor. Öldükten sonra, rahmet melekleri mü’minin rûhunu yedinci dünyâ semâsına kadar götürür. Kâfirlerin rûhunu da azâb melekleri alır ve birinci semânın kapısını çalarlar. Fakat açılmaz. Bunun üzerine kâfirin rûhu atılır. (Cehennemin dibine, Âlem-i siccîne indirilir.)

Bu âyet-i kerîmenin bir ma’nâsı da şöyledir: “Haşrdan sonra, diri olduğunuz hâlde hesap yerine döndürülürsünüz. Burada herkes yaptığının karşılığını görür.”

Allahü teâlâ, onların haşrdan sonraki hâlini şöyle beyân eyledi: (Ey Resûlüm! Kıyâmette) müşrikleri Rableri huzûrunda başlarını eğerek; “Ey Rabbimiz! Bize va’d ettiğini gördük, peygamberlerin doğruluğunu işittik. Şimdi bizi (dünyâya) geri çevir, sâlih bir amel işleyelim. Çünkü (inkâr ettiklerimize tamamen ve) yakînen inandık...” derlerken bir görsen!...”

Emr-i ma’rûf ve nehy-i anil-münker: Asr sûresinde cenâb-ı Hak meâlen; “Asra yemîn olsun ki” buyuruyor. İbn-i Keysânî “Asr” ile, murâd-ı ilâhînin, gece ve gündüz olduğunu söyledi. Hasen (r.a.); “Asr”, güneşin tam ortaya gelmesinden batışına kadar olan zamandır dedi. Mukâtil (r.a.) ise, ikindi namazıdır dedi.

“Muhakkak insan (büyük bir) hüsrandadır.” Çünkü insan, nefsini, ömrünü ve malını ebedî âhıret hayâtında fâidesi olmayacak şeylerde harcamakta, yok etmektedir. Âyet-i kerîmenin devamında meâlen; “Ancak, îmân edip, amel-i sâlih yapanlar, birbirlerine hakkı, sabrı tavsiye edenler müstesnadır” buyuruldu.

“İyiliği emredip, kötülükten men etmek” farzdır. Bunu terkedenler hüsranda olurlar. Ebû Sa’îd-i Hudrî’nin (r.a.) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfde, Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Bir kötülüğü gören, onu eli ile değiştirsin (ona mâni olsun). Buna gücü yetmezse, dili ile mâni olsun. Buna da gücü yetmezse, kalbiyle buğz etsin. Bu ise îmânın en zayıf derecesidir.” Bir hadîs-i şerîfde de; “Allahü teâlâ, umûma (herkese), ba’zı kimselerin yaptıkları sebebiyle azâb etmez. Ancak, kendi aralarında ortaya çıkan kötülüğe mâni olmaya güçleri yettiği hâlde mani olmazlarsa, onlar da bu kötülüğü yaparlarsa, Allahü teâlâ onların hepsine azâb eder” buyuruldu. Hazreti Ebû Bekr de şöyle buyurdu: “Aralarında günah işlenip ona mâni olmaya güçleri yettiği hâlde, ona mâni olmayan hiçbir kavim yoktur ki, Allahü teâlânın azâbına en kısa zamanda yakalanmasın.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Makâmât-ı Mazharî sh. 83

2) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1064

3) Kıyâmet ve Âhıret sh. 301, 317

4) İrşâd-üt-tâlibîn

5) Tefsîr-i Mazharî.