Mehmed Emîn Tokadî hazretlerinin talebelerinden, âlim ve velî. İsmi, Süleymân Sa’deddîn Efendi’dir. Babası, Muhammed Müstekim Efendi’nin oğlu müderris Muhammed Emîn Efendi’dir. Annesi ise Ümmü Gülsüm Hanım’dır. 1131 (m. 1719) senesinde İstanbul’da doğdu. Müstekîm-zâde nâmıyla anıldı. Ebü’l-Mevâhib künyesi verildi. İstanbûlî, Ma’sûmî, Emînî lakablarını aldı. 1202 (m. 1787) senesinde vefât etti. İstanbul Zeyrek’te, Soğukkuyu Pîrî Paşa Medresesi kabristanında, hocası Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin ayağı ucuna defnedildi.
İlkönce babasından ilim tahsil etti. Daha sonra, Fâtih Câmii İmâmı Seyyid Yûsuf Efendi’den fıkıh bilgilerini ve Kur’ân-ı kerîmin kırâat şekillerini öğrendi. Pâdişâhın has doktorlarının başı olan Hayâti-zâde Mustafa Feyzî Efendi’den de ilim öğrenip, 1143 (m. 1730) senesinde icâzet aldı. Zamanın ileri gelen müderrislerinden Yemlihâ Hasen Efendi’den, Saray hocalarından Hâfız Mehmed Efendi’den, Babadağlı Süleymân Efendi’den ve Seyyid Mehmed Hâkim. Efendi’den çeşitli ilimleri, Şeyh Abbâs Resim Efendi’den Farsçayı öğrendi. Daha sonra Üsküdar’da Vâlide Câmii vâ’izi Îsâ-zâde Şeyh Mehmed Sâlih Efendi vasıtasıyla, Abdülganî Nablüsî Şâmî hazretlerinin hadîs-i şerîf ilmiyle ilgili anlattığı bilgileri öğrendi. Fındık-zâde İbrâhim Efendi, Eğrikapılı Mehmed Râsim Efendi ve Kâtib-zâde Mehmed Refi Efendi’den hat dersleri aldı. Zâhirî ilimlerde bu şekilde yetişirken, bâtını ilimlerde de Şeyh Mehmed Sâlih Sahâvî’ye talebe oldu.
Süleymân Sa’deddîn “Efendi, Şeyhülislâm Hâmid Efendi Medresesi’nde ilim tahsili ile meşgûl iken, birgün ders esnasında dershâneye nûr yüzlü bir zât girdi. Herkesin tanıdığı, fakat Süleymân Sa’deddîn Efendi’nin şahsen tanıyıp ismen bilmediği bu nûr yüzlü zât, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinden başkası değildi. Medresenin hocası, eskiden beri Mehmed Emîn Tokâdî’ye (r.aleyh) hürmet edip muhabbet besleyen bir zât idi. O mübârek zâtın dershâneyi şereflendirdiğini görünce, ona hürmeten dersin te’hîrini emretti. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri sohbete başladılar. Süleymân Sa’deddîn Efendi, ilk defa bulunduğu bu mübârek zâtın sohbetini can kulağı ile dinlerken, kendini tutamayıp ağlamaya başladı. Mehmed Emîn Efendi, sohbetini bitirince medreseden ayrıldı. Süleymân Sa’deddîn Efendi, hayran olduğu bu mübârek zâtın ismini sorup öğrendi. Onun tasavvufta yüksek derecelerin sahibi olduğunu anladı. Mehmed Emîn Efendi de, medresenin yakınında olan dergâhında sohbeti kesip hazır bulunanlara; “Hayli zamandır ortalıkta dolaşan bir av vardır. Onu saadet tuzağına düşürmek niyetindeyiz” buyurarak oraya gelmişti. Orada bulunan talebeler de, asıl “Av” olan Süleymân Sa’deddîn Efendi vesîlesiyle sohbete kavuşmuşlardı. Süleymân Sa’deddîn Efendi, daha fazla dayanamadı. Bir seher vakti adını ve yerini öğrendiği Mehmed Emîn Efendi’nin hâne-i saadetine doğru yola çıktı. Daha kapıyı çalmadan, Müstekîm-zâde’yi bekleyen o mübârek zât tarafından kapıda karşılanıp içeri alındı. 1149 (m. 1736) senesinde Rebî’ül-evvel ayının bir Pazar gününde vukû’a gelen bu ilk ziyâretinde, Süleymân Sa’deddîn Efendi çok ikram ve iltifât gördü. Birçok ni’metlere kavuştu. Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerine talebe olarak ondan ilim öğrenip, kusurlarını düzeltmekle meşgûl oldu. Bir sene sonra, hocası ona Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin yolunun âdabını öğretmeye, tasavvufun inceliklerini anlatmaya başladı. Zâhirî ilimleri öğretti. Altı sene zarfında hadîs ilminden çeşitli kitapları okuttu. Buhârî-i şerîfi okutup, Mekke-i mükerreme âlimlerinden Ahmed Nahlî’den aldığı icâzete müsteniden icâzet verip duâ eyledi. Mehmed Emîn Tokâdî (r.aleyh), Ahmed-i Yekdest hazretlerinin, o da Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî hazretlerinin halîfesi idi. Müstekîm-zâde Süleymân Sa’deddîn Efendi de, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin sohbetleriyle yetişip kemâle geldi. Nefsini tasfiye ve kalbini tezkiye eyledi. Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin talebeliği ile şereflendi.
Hocasının ve yirmi gün sonra da annesinin 1158 (m. 1745) senesinde vefâtları üzerine çok üzülen Süleymân Sa’deddîn Efendi, Bursa taraflarına bir seyahatte bulunup, o beldelerde bulunan evliyâullahın kabr-i şerîflerini ziyâret eyledi. Geri dönüp İstanbul’da ilim ve ibâdetle meşgûl oldu. İlmî çalışmalar yapıp, ibâdet etmekle meşgûl oldu. Yazı yazarak maişetini te’min etti. Kendisine her nekadar müderrislik teklif edildi ise de kabûl buyurmadı. Fâkr-u zarûret içinde de olsa, pek kıymetli eserler yazıp, gelenlere birşeyler anlatmakla iktifa etti. Ömrünün sonuna doğru felç oldu. Yine de durup dinlenmeden kitap yazıp talebe yetiştirdi. 1202 (m. 1787) senesi Şevval ayının yirmiikisinde Pazar günü vefât eyledi. Akrabasından Eyyûb Sultan Câmii vâ’izi Yahyâ-zâde Şeyh Mehmed Sa’deddîn Efendi’nin imametinde, Fâtih Câmii’nde kalabalık bir cemâat tarafından cenâze namazı kılındı. Daha sonra hocası Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin Zeyrek Soğukkuyu Câmii mezarlığındaki kabrinin ayak ucuna defnedildi. Hayâtında o büyük zâta talebe olmakla şereflenen Süleymân Sa’deddîn Efendi, vefâtında da o mübârek zâta yakın olmakla şereflendi.
Müstekîm-zâde Süleymân Sa’deddîn Efendi resmî vazîfe ile meşgûl olmamasının da verdiği rahatlıkla çok kitap yazdı. İstanbul kütüphânelerinde Müstekîm-zâde’ye âit, büyüklü küçüklü 136 kitap vardır. Yangın ve benzeri sebeplerle, eserlerinin bir kısmının da kaybolmuş olması mümkündür.
Süleymân Sa’deddîn Efendi, eserlerini çeşitli ilim dallarında ve değişik mevzûlarda yazdı. Ba’zı kıymetli eserleri Türkçeye tercüme etti. Hocası Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin sık sık nakiller yapıp, bahsettiği, fakat bir türlü elde edip talebesinin istifâdesine sunamadığı İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üç cildlik “Mektûbât’ını Türkçeye tercüme etti. Ayrıca Muhammed Ma’sûm hazretlerinin üç cildlik “Mektûbât’ını da Türkçeye tercüme etti. Diğer eserlerinden ba’zıları şunlardır:
Şerh-i Dîvân-ı Hazreti Ali, Devhat-ül-meşâyıh, Tuhfe-i hattâtin, Tercüme-i Fıkh-ı ekber, Risâle-i tâc, Risâle-i ebeveyn, Risâle-i salât-ü-vüstâ, Risâle-i âdâb-i ulil-elbâb, Menâkıb-ı Eshâb-ı Bedr, Menâkıb-ı İmâm-ı a’zam, Akîdet-üs-sûfiyye, Şifâ-üs-sudûr lin-nesl-in-nur, Tenvîr-ül-emâne, Mir’ât-üs-safâ fî nuhbet-i esmâ-il-Mustafâ, El-İrâdet-ül-ılliyye fil-irâdet-il-cüz’iyyet-il-külliyye, El-Makâlet-in-nizâfe, Teşnîf-ül-ezher bi-ta’rîf-il-ahmer, Şerh-i evrâd-ı İmâm Süheylî, Cihâz-ül-ma’cûn fî halâs-üt-tâ’ûn, Mürşid-ül-müteehhilîn tercümesi, Tercüme-i Risâle-i “Men arafe”, Ahîdnâme, Hilye-i Nebeviyye ve hulefâ-yı erba’zı, Ma’kûlât-ı devriyye, Sürûr-üt-tâlibîn, El-Ukûd-ül-lü’lüiyye fî tarîk-is-saâdet-il-Mevleviyye, Hakîkat-il-yakîn ve zülfet-it-temkîn, Nüzhat-ül-evliyâ, Hülâsat-ül-hediyye, Risâle-i Melâmiyye-i Bayrâmiyye-i Settâriyye, İddet-ül-bedûr fî aded-is-sinîn veş-şehûr, Mecellet-ün-nisâb fin-neseb vel-künâ vel-elkâb, Zeyl-i Dâsıtân-ı Âl-i Osman, Bâb-ül-âdâb li-ülil-elbâb, Düstûr-i amel-i şahâne, Tarsus fî fevâid-il-bergûs, Kânûn-ül-edeb tercümesi, Şerh-i müntehâbât-ı fütuhat. Kitaplarından bir kısmı çeşitli zamanlarda yayınlandı. Çok kimsenin istifâdesi te’min edildi. Allahü teâlânın rızâsı için yazılan bu kıymetli eserler, insanların gönlüne sürûr verip, aşk-ı ilâhî ile doldurdu. Bilhassa yazdığı terâcim-i ahvâl (biyografi) kitaplarında, evliyâ ve âlimleri, hattâtları ve diğer büyüklerin hayatlarını anlatarak onların hâtıralarının yâd edilmesine vesile oldu.
Müstekîm-zâde’nin (r.aleyh) pek nefis bir üslupla yazdığı şiirlerinden bir kıt’ası şöyledir:
Yâ Rab! Kalemim mûy-i fenâdan sakla,
Tahrîrimi ta’n-ı süfehâdan sakla,
Tevfîkin idüp kande gidersem rehber,
Şehrâh-ı şerîatte hatâdan sakla!
Müstekîm-zâde Süleymân Sa’deddîn Efendi, hocası Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinden sık sık, İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî hazretleri ve yüksek oğulları Muhammed Ma’sûm hazretlerinin “Mektûbât” adlı eserlerinin methini işitirdi. O mübârek zât, sohbetlerinde hep “Mektûbât” tan anlatırdı. Zamanın baskı imkânı, Hindistan’ın uzak olması ve nüshalarının azlığı sebebiyle bu çok kıymetli eserleri talebelerine gösterme saadetine erememişti. Bir sohbetlerinde, talebelerinden Yahyâ Efendi’ye; “Mekke-i mükerremede iken birkaç ay okuyup mütâlâa ederek hoş vakit geçirdiğim bu altı ciltlik “Mektûbât’tan bir nüshasının (şehrimizdeki) Şeyh Muhammed Murâd hazretlerinin kütüphânesinde mevcût olduğunu işittim. Fakat elde edemedim. İnşâallah sen bir nüshasını bulup tercümesine vesile olursun” buyurmuştu. Yahyâ Efendi, daha sonra bir vesile ile elde ettiği her iki “Mektûbât’ı da, Müstekîm-zâde’ye verip Türkçeye tercüme etmesine vesile oldu. Bu eserlerden ilki olan İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin “Mektûbât”ından ba’zı kısımlar aşağıdadır:
“Allahü teâlâ, bizi ve sizi taassubdan ya’nî başkasını çekememekten ve doğru yoldan ayrılmaktan korusun ve insanların en üstünü o temiz Peygamberi hürmetine (s.a.v.) pişman olacak, üzülecek şeyleri yapmaktan kurtarsın.
İnsanı Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşturacak işler; farzlar ve nafileler olmak üzere ikiye ayrılır. Farzların yanında nafilelerin hiç kıymeti yoktur. Bir farzı vaktinde yapmak, bin sene nafile ibâdet yapmaktan daha çok faydalıdır. Hangi nafile olursa olsun, ne kadar hâlis niyet edilirse edilsin, ister namaz, oruç, zikir, fikir olsun, ister başka nafileler olsun, hep böyledir. Hattâ, farzları yaparken bu farzın sünnetlerinden bir sünneti ve edeblerinden bir edebi gözetmek de, böyle çok faydalıdır. Öğrendiğimize göre Emîr-il-mü’minîn Ömer Fârûk hazretleri sabah namazını cemâatle kıldıktan sonra, cemâate baktı, eshâbından birini bulamadı. “Filân kimse cemâatte yoktur!” buyurdu. Orada bulunanlar; “O kimse gecenin geç saatlerinde uyumaz. Belki şimdi uykuya dalmıştır” dediler. Halîfe; “Eğer bütün gece uyuyup da sabah namazını cemâatle kılsaydı daha iyi olurdu” buyurdu. Bundan anlaşılıyor ki: Bir edebi gözetmek ve tenzihi olsa bile bir mekrûhtan sakınmak, zikirden, fikirden, murâkabeden ve teveccühden daha faydalıdır. Tahrîmî olan mekrûhtan sakınmanın faydasını artık düşünmelidir. Evet, bu nafile işler, farzları gözetmek ile ve haramlardan, mekrûhlardan sakınmak ile birlikte yapılırsa, elbette daha güzel, çok güzel olur. Fakat böyle olmazsa, pek zararlı olur. Meselâ, zekât olarak bir dank (ya’nî bir dirhemin dörtte birini ki, bir gram gümüş demektir) bir müslüman fakire vermek, nafile olarak dağlar kadar altın sadaka vermekten, hayrat, hasenat ve yardımlar yapmaktan kat kat daha iyidir, kat kat daha çok sevâbdır. Bu bir dank zekâtı verirken, bir edebi gözetmek, meselâ, akrabadan bir fakire vermek de, nafile iyiliklerden kat kat daha faydalıdır. Bundan anlaşılıyor ki, yatsı namazını gece yarısından sonra kılmak ve böylece gece namazı sevâbını da kazanmayı düşünmek, çok yanlıştır. Çünkü Hanefî mezhebindeki imamlara göre (r.aleyhim) yatsı namazını gece yarısından sonra kılmak mekrûhtur. Sözlerinden de, “Kerâhet-i tahrîmiyye” olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü; “Yatsı namazını gece yarısına kadar kılmak mübâhdır” demişlerdir. “Gece yarısından sonra kılmak mekrûh olur” buyurmuşlardır. Mübahın karşılığı olan mekrûh ise, tahrimen mekrûhtur. Şafiî mezhebinde, gece yarısından sonra yatsıyı kılmak caiz değildir. Bunun içindir ki, gece namazı kılmış olmak için ve bu vakitte zevk ve cem’iyyet elde etmek için, yatsıyı gece yarısından sonraya bırakmak çok çirkindir. Böyle düşünen bir kimsenin, yalnız vitir namazını gece yarısından sonraya bırakması yetişir. Vitir namazını gece yarısından sonra kılmak müstehâbdır. Böylece hem vitir namazı müstehâb olan vaktinde kılınmış olur, hem de gece namazı kılmak ve seher vaktinde uyanık bulunmak ni’metlerine kavuşulmuş olur. O hâlde bu işten vaz geçmek ve geçmiş namazları kaza etmek lâzımdır. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe Kufî hazretleri, namaz abdestinin edeblerinden bir edebi terk ettiği için, kırk senelik namazı kaza etmiştir.
Şunu da söyliyeyim ki, abdestsizliği gidermek için veya sevâb kazanmak için abdest almakta kullanılmış olan suya, “Müsta’mel su” denir. Bu suyun içilmesi için kimseye izin vermeyiniz! Çünkü, İmâm-ı a’zama göre müsta’mel su, kaba necistir. Fıkıh âlimleri bu suyun içilmesini yasak etmişlerdir. Bu suyu içmenin mekrûh olduğunu bildirmişlerdir. Evet, abdest aldıktan sonra ibrikte kalan kullanılmamış sudan içmek şifâ olur demişlerdir.
Eğer böyle olduğuna inanan bir kimse isterse, bu kullanılmamış sudan veririz. Bu fakir, Dehlî şehrine son gittiğim zaman bu iş başıma gelmişti. Sevdiklerimizden birkaçının rü’yâda, bu fakirin abdestte kullandığı müsta’mel sudan içmelerinin lâzım olduğu, içmezlerse büyük zarar görecekleri bildirilmiş. “Böyle şey olmaz” diye çok karşı geldi isem de faydası olmadı. Fıkıh kitaplarına baktım. Kurtuluş yolunu şöyle buldum ki, üç kerre yıkadıktan sonra, “Kurbet” ya’nî sevâb kazanmak niyet etmeden, dördüncü yıkamak ile kullanılan su, müsta’mel olmuyor. Bu sevdiklerimizin yalvarması üzerine, niyet etmeden dördüncü yıkamakta kullanılan suyu içmek için kendilerine verdim.
Şunu da bildirelim ki, güvenilir birkaç kimsenin bildirdiklerine göre, halîfelerinizden birkaçına mürîdleri secde ediyorlarmış. Yeri öpmekle kalmıyarak kendilerine karşı secde yapıyorlarmış. Bu işin kötülüğü güneşten daha çok meydandadır. Bu işi yasak ediniz! Hem de çok sıkı yasak ediniz! Böyle işlerden herkesin sakınması lâzımdır. Hele başkalarına önderlik eden bir kimsenin böyle işlerden sakınması daha çok lâzımdır. Çünkü, onun yolunda bulunanlar, onun yaptıklarını yaparlar ve bu belâya düşerler.
Şunu da bildirelim ki, tasavvuf yolunda ilerleyenlerin bilgileri, hâl ile kavuşulan bilgilerdir. Hâller de, amellerden hâsıl olur. Amelleri dürüst olan ve ibâdetleri hakkı ile yapan kimselerde hâller hâsıl olur. Bu hâller, birçok şeyleri öğrenmelerine sebep olur. Amellerin, ibâdetlerin düzgün olabilmesi için bunları tanımak, herbirinin nasıl yapılacağını bilmek lâzımdır. Bu bilgiler, İslâmiyetin ahkâmını ya’nî emirlerini ve yasaklarını, meselâ, namazın, orucun ve bunlardan başka farzların ve alış-verişlerin ve nikâh, talâk gibi, muamelâtın bilgileridir. Kısaca, Allahü teâlânın insana emrettiği şeylerin bilgileridir. Bu bilgiler, öğrenilmekle elde edilir. Bunları öğrenmek, her müslümana elbette lâzımdır. Herşeyi öğrenmeden önce ve öğrendikten sonra birer cihâd vardır Birincisi, ilmi aramak, bulmak ve elde etmek için çalışmak cihâddır. İkincisi, ilmi elde ettikten sonra yerinde kullanabilmek için yapılan cihâddır. Bunun için, kıymetli toplantılarınızda, tasavvuf kitapları okunulduğu gibi, fıkıh kitahlarının da okunulması ve öğrenilmesi lâzımdır. Fârisî dilinde yazılmış fıkıh kitapları çoktur. “Mecmû’a-i Hânı”, “Umdet-ül-İslâm” ve “Kenz-i Fârisî” fıkıh kitapları çok kıymetlidir. Hattâ tasavvuf kitapları okunmasa da, zararı olmaz. Çünkü tasavvuf bilgileri hâl ile, zevk ile, tadını tadarak elde edilir. Okumakla, dinlemekle anlaşılamaz. Fıkıh kitablarını okumamak ise zararlı olabilir. Bundan çok yazarsak, sıkıntı verebilir. Az yazmak, çok şeyleri gösterir. Fârisî beyt tercümesi:
Az söyledim, dikkat ettim kalbini
kırmamağa,
Bilirim üzülürsün, yoksa sözüm çoktur sana,
Allahü teâlâ bizi ve sizi sevgili Peygamberine (aleyhi ve alâ alihissalâtü vesselâm) tam olarak uymakla şereflendirsin Âmîn.” (1. cild, 29. mektûp.)
“İki kere buraya kadar yoruldunuz, ikisinde de çabuk kalktınız. Sohbetin haklarından birkaçını yerine getirmeğe vakit olmadı. Müslümanların bir araya gelmesi, ya istifâde etmek veya fayda vermek içindir. Bu ikisinden biri bulunmıyan topluluğun hiç kıymeti yoktur. Din büyüklerinin yanına boş gelmelidir ki, dolmuş olarak dönülebilsin. Onların acıması, ihsânda bulunması için, boş olduğunu bildirmek lâzımdır. Böylece feyz, ihsân yolu açılır. Dolu gelmek daha doldurarak dönmek iyi olmaz. Çok dolmak, doyduktan sonra, daha almak, hastalıktan başka birşey yapmaz. İhtiyâçsızlık, azgınlığa sebeb olur. Hâce Nakşibend (r.aleyh) hazretleri buyurdu ki: “Önce hastanın yalvarması lâzımdır. Sonra, gönlü kırık olan, ona teveccüh eder.” Görülüyor ki, teveccühe, ihsâna kavuşmak için, yalvarmak lâzımdır. Böyle olmakla beraber, ilm öğrenmekte olan bir tâlib gelip, size göndermek için mektûp isteyince, onun böyle gelmesini, bir hak sayarak, bu hakkı ödemek lâzım olduğunu düşündüm. Geçmişteki haklarınızı ve şimdiki hakkı karşılamak için, vakit ve hâle göre, birkaç kelime yazarak gönderiyorum. Herşeyin doğrusunu, Allahü teâlâ bildirir. Herkesi doğru yola kavuşturan ancak O’dur.
Ey Mes’ûd kardeşim! Bize ve size herşeyden önce lâzım olan, i’tikâdı, Kitaba ve sünnete uygun olarak düzeltmektir. Doğru yolun âlimlerinin (r.aleyh), Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden anladıklarına ve bildirdiklerine uygun olarak i’tikâd etmek lâzımdır. Çünkü, Kitâbdan ve sünnetten bizim ve sizin anladıklarımızın hiç kıymeti yoktur. Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıklarına uymak lâzımdır. Bizim anladıklarımız, Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıklarına uymuyor ise, hiç kıymeti olmaz. Çünkü, her bid’at sahibi ve doğru yoldan kayarak dalâlete düşenler, sapık bilgilerini ve bozuk işlerini, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden anladıklarını ve bu iki kaynaktan çıkardıklarını söylemektedirler. Bu sözleri çok yanlış ve haksızdır.
İkinci olarak hepimize lâzım olan şey, ahkâm-ı şer’iyyeyi öğrenmektir. Ya’nî helâli, haramı, farzı, vacibi öğrenmektir.
Üçüncü olarak hepimize lâzım olan şey, bütün işlerimizi, öğrendiklerimize uygun yapmaktır.
Dördüncüsü, kalbin tasfiyesi ve nefsin tezkiyesidir ki, bu ikisi tasavvuf büyüklerine mahsûstur.
İ’tikâdı düzeltmeden önce, ahkâm-i şer’iyyeyi öğrenmenin hiç faydası olmaz. Bu ikisi birlikte düzelmedikçe de, ibâdetlerin faydası olmaz. Bu üçü birlikte yapılmadıkça, tezkiye ve tasfiye hiç yapılamaz. Bu dört temel vazîfe, yardımcıları ve tamamlayıcıları ile birlikte yapılmalıdır. Meselâ, farzlar, sünnetleri ile birlikte yapılmalıdır. Farzların yardımcısı ve tamamlayıcısı, sünnetlerdir. Bunlardan biri yapılmadıkça, geriye kalan herşey lüzumsuzdur ve faydasızdır. Böyle lüzumsuz şeylere “Mâlâya’nî” denir, Hadîs-i şerîfde; “Bir kimsenin müslümanlığının güzelliği, malaya’nîden kaçması ve lüzumlu şeyleri yapması ile anlaşılır” buyuruldu. Doğru yolda olanlara ve Muhammed Mustafâ’nın (s.a.v.) izinde yürüyenlere selâm olsun!” (1. cild, 157. mektûp)
“Allahü teâlâ sizi, İslâmiyetin doğru yolunda bulundursun! En iyi kimse, kalbi dünyâya bağlı olmayan ve Allah sevgisi ile çarpandır. Dünyâ muhabbeti, günahların başıdır. Dünyâyı sevmekten kurtulmak da, ibâdetlerin başıdır. Çünkü Allahü teâlâ, dünyâyı sevmez. Onu, yarattığı zamandan beri, hiç sevmemiştir. Dünyâ ve dünyâya düşkün olanlar, Allahü teâlânın merhametinden uzaktırlar. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: “Dünyâ mel’ûndur ve dünyâda, Allah için yapılmayan herşey de mel’ûndur.” Çünkü Allahü teâlâyı hatırlayanlar, hattâ onların her zerresi, Allahü teâlâyı zikretmektedir. Bunun için, Allahü teâlâyı zikredenler, ya’nî kalbinde hatırlayanlar mel’ûn değildir. Bunlara, dünyâ adamı denilmez. Çünkü dünyâ demek, kalbi Allahü teâlâdan gâfil eden, O’nu unutturan, kalbe Allahtan başkalarını getiren şeyler demektir. Allahü teâlâyı unutturan mallar, sebepler, mevkiler, şerefler hep dünyâ olur. “Bizi düşünmeyenlerden, bizden yüz çevirenlerden, sen de yüzünü çevir. Onları sevme!” meâlindeki Necm sûresi 29. âyet-i kerîmesi böyle olduğunu açıkça göstermektedir. İşte bu dünyâ, insanın can düşmanıdır. Bu dünyânın düşkünleri, hiç toparlanamaz, kendilerine gelemezler. Âhırette de, pişman olacaklar, çok acılarla karşılaşacaklardır.
Dünyâyı terk etmek demek, ona düşkün olmamak, kıymet vermemek demektir. Ona düşkün olmamak da, varlığı ile yokluğu müsavî olmaktır. İnsanın böyle olabilmesi için, Allah adamlarının yanında yetişmesi lâzımdır. Bu büyüklerden biri ele geçerse, kıymetini bilmeli, onların emirlerini yapmağa, canla başla sarılmalıdır.” (1. cild, 197. mektûp)
“Yavrum! Dünyânın tadına ve güzelliğine sakın aldanma! Onun yalancı gösterişlerine kapılma! Çünkü hepsi geçici ve kıymetsizdir.
Bugün, böyle olduğuna belki inanmazsınız. Fakat yarın, ölünce, doğru olduğu anlaşılacaktır. O zaman inanmanın fâidesi olmayacaktır. Fârisî beyt tercümesi:
İncîlerin ağırlığı, sağır etmiş kulağını,
Ne yapayım duymaz olmuş ağlamamı sızlamamı.
Kalbin temizlenmesi için olan vazîfenizin kıymetini biliniz! Bunları yapmağa, canla, başla çalışınız! Beş vakit namazı seve seve cemâatle kılınız! Malınızın kırkta bir zekâtını, müslüman fakirlere, yalvara yalvara veriniz! Haramlardan ve şüphelilerden kaçınınız! Herkesle iyi geçinip, hep acıyınız! Kurtuluş yolu budur. Vesselâm!” (1. cild, 189. mektûp)
“Allahü teâlâ, bir kimseyi hayırlı işlerde kullanırsa, ona müjdeler olsun! Allahü teâlâ, dünyâyı âhıretin tarlası yaptı. Tohumunun hepsini yiyen ve toprak gibi olan, yaratılışındaki elverişli hâline ekemeyen ve bir taneden yediyüz tane yapmağı elden kaçırana yazıklar olsun! Kardeşin kardeşten ve ananın yavrusundan kaçtığı o gün için, birşey saklamayan, dünyâda da, âhırette de ziyan etti. Eli boş kaldı. Dünyâda da âhırette de pişman olacak, âh edecektir. Aklı olan, talihli bir kimse, dünyânın birkaç yıllık hayatını fırsat bilir, ni’met bilir. Bu kısa zamanda, dünyânın çabuk tükenen ve hepsinin sonu sıkıntı ve azâb olan, geçici zevklerine, tadına aldanmaz. Bunlarla vakti kaçırmaz. Bu kısa zamanda tohumunu eker. Bir tane iyi iş yaparak, sayısız meyveler elde eder. Bekâra sûresi, 261. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allahü teâlâ dilediğine kat kat verir” buyuruluyor. Bunun içindir ki, birkaç günlük iyi işe karşılık, sonsuz ni’metler verecektir. Allahü teâlâ, çok ihsân sahibidir.” (1. cild, 214. mektûp)
“Bizlere doğru yolu gösteren Allahü teâlâya hamd olsun! O, bize doğru yolu göstermeseydi, biz kurtuluş yolunu bulamazdık. Allahü teâlânın peygamberlerine inandık. Sonsuz saadete ve hakîkî kurtuluşa kavuşmak için, peygamberlere uymak lâzımdır. Bir kimse, bin sene ibâdet etse, sıkıntılı riyâzetler çekse ve sıkı mücâhede yapsa, eğer bir peygamber-i zî-şâna uymamış ise, bütün bu çalışmalarının bir arpa kadar kıymeti olmaz. Çölde görülen serâb gibi, hiçbirşeye yaramaz. Hiçbir düşünce ve bir iş olmayan ya’nî birşeye yaramayan uyku bile, meselâ, gün ortasında bir parça uyumak, o büyüklerin emrine uyarak yapılınca, onlara uymadan yapılan, bin sene ibâdetten, mücâhededen kat kat daha kıymetli olur.
(Seyyid Abdülhakîm Efendi hazretleri, 1341 baskılı “Er-Riyâd-üt-tesavvufiyye” kitabı altmışbeşinci sahifesinde buyuruyor ki: “Mücâhede, Allahü teâlânın düşmanı olan nefsin istemediği, ona zor gelen, sıkıntı veren ağır şeyleri yapmak, nefsle çarpışmak demektir. Riyâzet, nefsin istediği, ona tatlı gelen şeyleri yapmamak demektir.”)
Allahü teâlânın ni’metlerinin en kıymetlisi, bütün emirlerinde kolaylık göstermesidir. İslâmiyetin bütün isteklerinde tam kolaylık gözetilmiştir. Meselâ yirmidört saat içinde, yalnız onyedi rek’at namaz kılmağı emir buyurmuştur. Bunun hepsi, bir saat sürmez. Bunu kılarken de en kolay olanı okumağı kabûl etmektedir. Ayakta kılamayanın, oturarak kılmasına izin vermiştir. Oturarak kılamayan, yatarak kılabilir. Rükû’ ve secdeleri yapamayan, îmâ ile, işâret ile kılabilir demiştir. Abdest almak için su kullanamayanın, toprak ile teyemmüm etmesine izin vermiştir. Zekât için de, malın yalnız kırkta birini fakirlere ayırmıştır. Bunu da yalnız ticâret eşyasından ve çayırda parasız otlayan, dört ayaklı hayvanlardan emretmiştir. Ömründe bir kerre hac etmeği farz etmiştir. Bu da, yalnız, yol parası olanlara ve yol tehlikesiz olduğu zaman farz olmaktadır. Sayılamayacak kadar çok şeyleri helâl etmiş, izin vermiştir. Yiyecek-içecek ve kumaşlardan çoğunu mübah etmiş, pek azını haram kılmıştır. Haram etmesi de, kullarının iyiliği için olmuştur. Acı, zararlı, kötü olan şarâbı yasak etti ise de, buna karşılık çeşit çeşit tatlı, güzel kokulu, fâideli şerbetleri mübah etmiştir. Meyve suları, tarçın, karanfil ve çiçek suları hep helâldir. Bunların hepsi fâidelidir. Acı, vâkıa, keskin ve aklı giderici ve çok tehlikeli olan birşey, o güzel kokulu şerbetlere benzeyebilir mi? Onun haram olması ve Allahü teâlânın beğenmemesi, bunların ise helâl olup, Allahü teâlânın râzı olması da ayrıca bir farktır. İpekli kumaşlardan bir kısmını erkeklere haram etmiş ise de, buna karşılık, süslü renkli sayısız kumaşları helâl eylemiştir. Yünlü kumaşların hepsi helâldir. Bunlar, ipekten kat kat daha fâidelidir. Bununla beraber, ipekli kumaşları kadınlara mübah eylemiştir. Bunun fâidesi de yine erkekleredir.
Altın ve gümüş gibi zînet eşyasını kadınlara mübah etmesi de böyle olup, fâideleri erkekleredir. İnsafsız, taş yürekli bir kimse, bu kadar çok kolaylığı, güç ve ağır yük görürse, kalbinin bozuk olduğunu göstermiş olur. Rûhunun hasta olduğu, kafadan sakat olduğu anlaşılır. Birçok işler vardır ki, sağlam, normal insanlar bunları kolay yaptığı hâlde, hasta kimselere güç gelir. Kalbin hasta, bozuk olması demek peygamberlerin (a.s.) getirdikleri bilgilere tam inanmaması demektir. İnanmaları, görünüştedir, içten inanmış değildir. Gönülden inanmanın alâmeti vardır. Bu alâmet, İslâmiyetin emirlerine sarılmaktır. İslâmiyeti beğenmeyenlerin, ona uymak istemeyenlerin müslüman olduklarını söylemelerine inanılmaz. Bunlara “Münâfık” denir. Şûra sûresi 13. âyetinde meâlen; “Müşrikleri (ya’nî Allahtan başkasına tapınanlan) îmâna, Allaha kulluğa çağırmaklığın, onlara ağır gelir. Bunun için sana düşman olurlar” buyuruldu. Allahü teâlâ, dilediğini kendine seçer. O’nu isteyenlere, kendine kavuşturan yolu gösterir. Doğru yolda olanlara ve Muhammed aleyhisselâmın izinde gidenlere selâm olsun!
Ey insan adını taşıyan varlık, Kendine gel, uyan gafletten artık! Se’âdet yolun, göremezsen nadan, Niye vermiş sana, bu aklı Yezdan?” (1. cild, 191. mektûp)
Allahü teâlâ, sizi ayıplardan kusurlardan korusun. Sizi lekeleyecek şeylerden, geçmiş ve gelecek bütün insanların en üstünü (s.a.v.) hürmetine muhafaza buyursun! Ey mes’ûd ve temiz kardeşim! insanın bedenine bir hastalık gelince ve uzvunda bozukluk olunca, o hastalığı gidermek için ve o bozukluğu düzeltmek için, o kadar uğraşır da, kalb hastalığı kendisini sonsuz ölüme ve bitmez tükenmez azâblara sürüklediği hâlde, bu korkunç hastalıktan kurtulmağı hiç düşünmemektedir. Onu gidermek için hiç kıpırdamamaktadır. Kalbin hasta olması demek, Allahü teâlâdan başka şeylere tutulmuş olmasıdır. Eğer, kalbin bu tutulmasını hastalık bilmezse, çok alçak kimsedir. Eğer bilir de, aldırış etmezse, çok pistir. Bu hastalığı anlamak için, “Akl-i mu’âd” lâzımdır. “Akl-i me’âş”, kısa görüşlü olduğundan, ancak görünüşe bakar. Akl-i me’aş, dünyânın geçici lezzetlerine bakarak, kalb âfetlerini hastalık bile saymadığı gibi, akl-i mu’âd da, âhırette verilecek sevâblara bakarak, bedendeki bozuklukları, hastalık saymaz. Akl-i me’âş, kısa görüşlü, akl-i mu’âd keskin görüşlüdür. Akl-i mu’âd, peygamberlerde (a.s.) ve evliyâda bulunur. Akl-i me’âşı, mala düşkün olanlar, dünyâya bağlı olanlar beğenir. Aradaki farkı düşünmelidir. Akl-i mu’âdı kuvvetlendiren şeyler, ölümü düşünmek, âhırette olacak şeyleri öğrenmek ve âhıret derdi ile şereflenmiş olanlarla birlikte bulunmaktır. Fârisî beyt tercümesi:
Aranılan hazînenin nişanını verdim sana,
Belki sen kavuşursun, biz varamadıksa da.
Bedenin hastalığı, ahkâm-ı şer’iyyenin yerine getirilmesini güçleştirdiği gibi, kalb hastalığı da, İslâmiyete uymağı güçleştirmektedir. Allahü teâlâ, Şûra sûresi, 13. âyetinde meâlen; “Müslüman olmalarını istemekliğin, kâfirlere çok güç gelmektedir” buyurdu. Bekâra sûresinin, 45. âyetinde meâlen; “Namaz kılmak, ibâdet etmek, yalnız mü’minlere güç gelmez” buyurdu. Görünen uzuvların kuvvetten düşmesi, ibâdeti güçleştirdiği gibi, kalbte îmânın zayıflaması da güçleştirmektedir. Yoksa, İslâmiyetin her emrinde kolaylık vardır. Bekâra sûresinin 185. âyetinde meâlen; “Allahü teâlâ, size kolaylık yapmak istiyor, güçlük çıkarmak istemiyor” ve Nisa sûresinin 27. âyetinde meâlen; “Allahü teâlâ, emirlerinin hafif olmasını diledi. Çünkü, insanlar zayıf yaratıldı” buyuruldu. Bu iki âyet-i kerîme de sözümüzü ishal etmektedir. Fârisî mısra’ tercümesi:
“Bir kimse kör ise, güneşin suçu ne?”
Bunun için, bu hastalığı gidermek çok lâzımdır. Bunun mütehassısı olan hakimlere sığınmak farz-ı ayrıdır.
Resûl ancak haber verir.” (1. cild, 219. mektûp)
“Tabibler diyor ki, hasta perhiz yapmalıdır. İyi olmadan önce ona gıda iyi gelmez. Yağlı kuş eti bile böyledir. Hattâ hastalığını arttırır. Fârisî mısra’ tercümesi:
“Hastanın yediği hastalığı arttırır!”
Bunun için, önce hastayı iyi etmeği düşünmek lâzımdır. Bundan sonra, uygun gıda vererek, eski kuvvetli hâline kavuşturulması düşünülür.
Bunun gibi; “Kalblerinde hastalık vardır” âyet-i kerîmesinde bildirilen kalb hastalığına yakalanmış olanların hiçbir ibâdeti ve tâati fâide vermez, belki zarar verir. “Çok Kur’ân-ı kerîm okuyanlar vardır ki, Kur’ân-ı kerîm bunlara la’net eder” hadîs-i şerîfi meşhûrdur. “Çok oruç tutanlar vardır ki, onun oruçtan kazancı, yalnız açlık ve susuzluktur” hadîs-i şerîfi de sahihtir. Kalb hastalıklarının mütehassısları olan tasavvuf büyükleri de, önce hastalığın giderilmesi için yapılacak şeyleri emir buyururlar. Kalbin hastalığı, Hak teâlâdan başkasına tutulması, bağlanmasıdır. Belki, kendisine bağlanmasıdır. Çünkü herkes, herşeyi kendi için ister. Çocuğunu sevmesi, kendini sevdiği içindir. Malı, mevkiyi, rütbeyi hep kendi için ister. Onun ma’bûdu, tapındığı şey, kendi nefsidir. Nefsinin istekleri arkasında koşmaktadır. Kalb, bu bağlılıklardan kurtulmadıkça, insanın kurtulması çok güç olur. Bundan anlaşılıyor ki, aklı başında olan ilim adamları ve kalbi uyanık olan fen adamları, herşeyden önce, bu hastalığın giderilmesini düşünmelidirler. Fârisî mısra’ tercümesi:
“İçerde kimse varsa, bir söz yetişir!”
(1. cild, 105. mektûp)
Allahü teâlâ, sizlere selâmet versin! insan çeşit çeşit şeylere bağlı kaldıkça kalbi temizlenemez. Pis kaldıkça saadetten mahrûmdur, uzaktır. “Hakîkat-i câmi’a” denilen kalbin, Allahü teâlâdan başka şeyleri sevmesi onu karartır, paslandırır. Bu pası temizlemek lâzımdır. Temizleyicilerin en iyisi, sünnet-i seniyye-i Mustafaviyye’ye (s.a.v.) tâbi olmaktır, uymaktır. Sünnet-i seniyyeye uymak, nefsin âdetlerini, kalbi karartan isteklerini yok eder.
Bu büyük ni’mete kavuşmakla şereflenenlere müjdeler olsun! Bu yüksek devletten mahrûm kalanlara yazıklar olsun! Allahü teâlâ, size ve doğru yola tâbi olanlara selâmet versin!
(Kalbi temizlemek için İslâmiyete uymak lâzımdır. İslâmiyete uymak da, emirleri yapmakla, yasak ve bid’atlerden sakınmakla olur.)” (1. cild, 42. mektûp)
“Allahü teâlâ, sizi bilinen ni’metlere ve bilinmeyen saadetlere kavuştursun! Bilinen ni’metler, zâhirin ya’nî bedenin, ahkâm-ı şer’iyyeyi yapmakla süslenmesidir. Görünmeyen, ma’nevî saadet de, bâtının ya’nî kalbin ve rûhun, Allahü teâlâdan başka şeylere bağlanmaktan kurtulmasıdır. Acaba hangi seçilmiş kimseyi bu iki ni’metle şereflendirirler? Fârisî mısra’ tercümesi:
“İş budur, bundan başkası hiçtir.”
Bundan çok yazarsam, başınızı ağrıtır. Vesselâm!” (1. cild, 49. mektûp)
“İnsanı gafletten kurtaran, Allahü teâlâya yaklaştıran yol, ikidir. Birincisi Ehl-i sünnet i’tikâdını ve fıkıh ilimlerini kitaplardan öğrenip, bunlara tam uymaktır. Bunu başarabilmek için senelerce çalışmak lâzımdır. İkincisi Resûlullah efendimizin (s.a.v.) mübârek kalbinden yayılan nûrlara, feyzlere kavuşmuş olan bir velîye talebe olmaktır. Burada talebe olmak kalbini onun kalbine bağlamak demektir. Hayatta olan bir velîye veya vefât etmiş olanın rûhuna bağlanan, onun ve üstâdlarının temiz kalblerine Resûlullahtan (s.a.v.) bol bol akmış olan feyzlere, ma’rifetlere kavuşur. Kendisi doğruca Resûlullaha (s.a.v.) bağlanabilirse, paslı kalbine sızabilenlere kavuşabilir.” (2. cild, 46. mektûp)
“Ey, kıymetli oğlum! Bugün, her istediğini kolayca yapabilecek bir hâldesin. Gençliğin, sıhhatin, gücün, kuvvetin, malın ve rahatlığın bir arada bulunduğu bir zamandasın. Saâdet-i ebediyyeye kavuşturacak sebeplere yapışmağı, yarar işleri yapmağı, niçin yarına bırakıyorsun? İnsan ömrünün en iyi zamanı olan, gençlik günlerinde, işlerin en iyisi ve fâidelisi olan, sahibin, yaratanın emirlerini yapmağa, O’na ibâdet etmeğe çalışmalı, İslâmiyetin yasak ettiği haramlardan, şüphelilerden sakınmalıdır. Beş vakit namazı cemâatle kılmağı elden kaçırmamalıdır. Nisâb miktarı malı olan müslümanların, zekât vermeleri emrolunmuştur. Bunların zekât vermesi, muhakkak lâzımdır. O hâlde, zekâtı seve seve ve hattâ fakirlere yalvara yalvara vermelidir. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu, kullarına çok acıdığı için, yirmidört saat içinde ibâdete, yalnız beş vakit ayırmış, ticâret eşyasından ve çayırda otlayan dört ayaklı hayvanlardan, tam veya yaklaşık olarak ancak, kırkta birini fakirlere vermeği emir buyurmuştur. Birkaç şeyi haram edip, çok şeyi mübah etmiş, izin vermiştir.
O hâlde, yirmidört saatte bir saat tutmayan bir zamanı, Allahü teâlânın emrini yapmak için ayırmamak ve zengin olup da, malın kırkta birini müslümanların fakirlerine vermemek ve sayılamayacak kadar çok olan mübâhlan bırakıp da, haram ve şüpheli olana uzanmak, ne büyük inat, ne derece insafsızlık olur.
Gençlik çağı, nefsin kaynadığı, şehvetlerin oynadığı, insan ve cin şeytanlarının saldırdığı bir zamandır. Böyle bir çağda yapılan az bir amele pekçok sevâb veriler. İhtiyârlıkta dünyâ şevkleri azalıp, güç kuvvet gidip, arzulara kavuşmak imkânı ve ümidleri kalmadığı zamanda pişmanlıktan, âh etmekten başka birşey olmaz. Çok kimselere bu pişmanlık zamanı da nasîb olmaz. Bu pişmanlık da, tövbe demektir ve yine büyük bir ni’mettir. Çokları bu günlere kavuşamaz.
Peygamberimizin (s.a.v.) haber verdiği sonsuz azâblar, çeşitli acılar elbette olacak, herkes cezasını bulacaktır. İnsan ve cin şeytanları, bugün, Allahü teâlânın affını, merhametini ileri sürerek aldatmakta, ibâdetleri yaptırmayıp günahlara sürüklemektedir. Hâlbuki, iyi bilmeli ki, bu dünyâ, imtihan yeridir. Bunun için, burada dostlarla düşmanları karıştırmışlar, hepsine merhamet etmişlerdir. Nitekim A’râf sûresi, 155. âyetinde meâlen; “Merhametim herşeyi içine almıştır” buyurulmuştur. Hâlbuki kıyâmette, düşmanları, dostlardan ayıracaklardır. Nitekim Yâsîn sûresinde meâlen; “Ey kâfirler, bugün, dostlarımdan ayrılınız!” âyet-i kerîmesi bunu haber vermektedir. O gün, yalnız dostlara merhamet olunacak, düşmanlara hiç acınmayacak, onlar, muhakkak mel’ûn olacaktır. Nitekim A’râf sûresinde meâlen; “O gün, merhametim, yalnız benden korkarak kâfir olmaktan ve günah işlemekten kaçınanlara, zekâtını verenlere, Kur’ân-ı kerîme ve Peygamberime (s.a.v.) inananlara mahsûstur” âyet-i kerîmesi, böyle olduğunu göstermektedir. O hâlde, o gün, Allahü teâlânın rahmeti, “Ebrâr”a ya’nî müslümanlardan iyi huylu ve yarar işli olanlara mahsûstur. Evet, müslümanların zerre kadar imânı olanların hepsi sonunda hattâ, çok zaman Cehennemde kaldıktan sonra bile merhamete kavuşacaktır. Fakat rahmete kavuşabilmek için, ölürken îmân ile gitmek şarttır. Hâlbuki, günahları işlemekle kalb kararınca ve Allahü teâlânın emirlerine ve haramlarına ehemmiyet verilmeyince, son nefeste, îmân nûru sönmeden nasıl geçebilir? Din büyükleri buyuruyor ki: “Küçük günaha devam, büyük günaha sebep olur. Büyük günaha devam da, insanı kâfir olmağa sürükler.” Böyle olmaktan Allahü teâlâya sığınınz! Fârisî beyt tercümesi:
Az söyledim, dikkat ettim kalbini
kırmamağa,
Bilirim üzülürsün; yoksa sözüm çoktur sana.
Allahü teâlâ hepinizi beğendiği işleri yapmağa kavuştursun! Sevgili peygamberi Muhammed aleyhisselâmın ve O’nun kıymetli Âli hürmeti için, duâmızı kabûl buyursun!” (1. cild, 96. mektûp)
“Merhum hazretin ölümü acısı, her ne kadar pek şiddetli ve çok çetin ise de, fakat kul için, sahibinin işinden râzı olmaktan başka çâre yoktur. İnsan, bu dünyâda kalmak için yaratılmadı. Dünyâda iş yapmak, çalışmak için yaratıldık. Çalışmalıyız! Çalışıp da, kazanıp da ölen bir kimse için korkacak birşey yoktur. Hattâ, böyle ölmek, bir devlet ele geçirmektir. Ölüm bir köprü gibidir. Sevgiliyi, sevgiliye kavuşturur. Ölmek, felâket değildir. Öldükten sonra, başına gelecekleri bilmemek felâkettir. Ölülere, duâ ile, istiğfar etmekle, onun için sadaka vermekle yardım etmek, imdâdlarına yetişmek lâzımdır. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki; “Ölünün mezardaki hâli, “İmdâd” diye bağıran, denize düşmüş kimseye benzer. Boğulmak üzere olan kimse, kendisini kurtaracak birini beklediği gibi, meyyit de, babasından, anasından, kardeşinden, arkadaşından gelecek bir duâyı gözler. Kendisine, bir duâ gelince, dünyânın hepsi kendisine verilmiş gibi sevinmekten daha çok sevinir. Allahü teâlâ, yaşayanların duâları sebebi ile, ölülere dağlar gibi çok rahmet verir. Dirilerin de, ölülere hediyesi, onlar için duâ ve istiğfar etmektir.” (1. cild, 104. mektûp.)
“İster hakîkat olarak, isterse mecaz olarak düşünülsün, mâlik ve sâhib yalnız Allahü teâlâdır. Hak teâlâ, kıyâmet günü; “Bugün, mülk kim içindir?” buyurur. Cevap olarak yine kendisi; “Kahhâr, galip olan bir Allah içindir” buyurur. O gün kullar için korkudan, sığınmaktan başka birşey yoktur. Pişmanlıktan, şaşkınlıktan başka birşey yapamazlar. Allahü teâlâ, o günün şiddetini, kulların sıkıntısının çokluğunu bildirmek için, Hac sûresinin 1. âyetinde meâlen; “O günün zelzelesi çok büyük şeydir. O gün kadınlar memedeki çocuklarını unuturlar. Hâmile hâtunlar çocuklarını düşürürler, insanlar sarhoş olmuşlar sanılır. Onlar sarhoş değildir. Fakat, Allahü teâlânın azâbı çok şiddetlidir” buyurdu. Fârisî iki beyt tercümesi:
Sorulur o gün, işlerden, sözlerden,
Kalbi titrer Nebilerin korkudan.
Enbiyânın şaşırdığı bir yerde,
Günahlara özür bulmak nerede?
Nasîhatların başı şudur ki, İslâmiyetin sahibine (s.a.v.) uymak lâzımdır. Resûlullaha uymayanlar, âhırette azâbtan kurtulamaz. Bundan sonra dünyânın süslerine düşkün olmamak, varlığına ve yokluğuna aldırış etmemek lâzımdır. Çünkü Allahü teâlâ dünyâyı sevmez, ona kıymet vermez. Bunun için, kulun dünyalığı olmaktansa, olmaması daha iyidir. Dünyânın kimseye fâide vermediğini ve elden çabuk çıktığını herkes bilmekte, hattâ görmektedir. Dünyânın malına mevkiine düşkün olanların, bunlara kavuşmak için uğraşıp da, ansızın hepsini bırakıp gidenlerin hâlini görerek ibret alınız! Allahü teâlâ, bizi ve sizi, peygamberlerin en üstününe (s.a.v.) uymakla şereflendirsin! Âmîn.” (1. cild, 74. mektûp)
Müstekîm-zâde Süleymân Sa’deddîn Efendi’nin tercüme ettiği “Mektûbât’ın ikinci cild altmışbirinci mektûbunda Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî (r.aleyh) buyurdu ki:
“Bu dünyâda en kıymetli ve en faydalı şey, Allahü teâlânın ma’rifetine kavuşmaktır. Ya’nî O’nu tanımaktır. Allahü teâlâyı tanımak iki türlü olur. Biri, Ehl-i sünnet âlimlerinin (rahimehümullahü teâlâ) bildirdikleri gibi tanımaktır. İkincisi, tasavvuf büyüklerini tanımalarıdır. Birinci tanımak, inceleme ve düşünme ile olur. İkincisi, kalbin keşf ve şühûdü ile olur. Birincisinde ilim vardır. İlim ise, akıl ve zekâdan doğar, ikincisinde hâl vardır. Hâl ise, asıldan, özden doğar. Birincisinde, âlimin varlığı aradadır. İkincisinde, ârifin varlığı aradan kalkar. Çünkü, birşeye ârif olmak, o şeyde yok olmak demektir. Nazm:
Yakın olmak, inip çıkmak değildir,
Hakka yaklaşmak, yok olmak demektir!
Birincisi, “İlm-i husûlî” iledir. İkincisi, “İlm-i hudûri” iledir. Birincisinde, nefs, azgınlığından vazgeçmemiştir. İkincisinde, nefs yok olmuş, hep Hak iledir. Birincisinde, îmân, îmânın sûretidir. İbâdetler, ibâdetlerin sûretidir. Çünkü, nefs, îmâna gelmemiştir. Hadîs-i kudsîde: “Nefsine düşmanlık et! O, bana düşmanlık etmektedir” buyuruldu. Buradaki kalbin îmânına, “Mecazî îmân” denilir. Bu îmân, gidebilir. İkincisinde, insanın varlığı kalmadığı için ve nefs de îmâna geldiği için, bu îmân, yok olmaktan korunmuştur. Buna “Hakîkî îmân” denir. Burada yapılan ibâdetler de, hakîkî olur. Mecaz yok olabilir. Hakîkat yok olmaz. Hadîs-i şerîfde; “Yâ Rabbî! Senden, sonu küfür olmayan îmân istiyorum” buyurulması ve Nisa sûresi 116. âyetinde meâlen; “Ey îmân sahipleri! Allaha ve Resûlüne îmân ediniz” emrolunması, bu hakîkî îmânı göstermektedir. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel (r.aleyh) bu ma’rifete kavuşabilmek için, ilim ve ictihâdda pek yüksek derecede olduğu hâlde, Bişr-i Hâfî’nin (r.aleyh) hizmetine koşmuştur. “Bişr-i Hâfî’nin yanından niçin ayrılmıyorsun?” dediklerinde; “Allahı benden daha iyi tanımaktadır” demiştir.”
Yine Muhammed Ma’sûm (r.aleyh), ikinci cildin yüzellisekizinci mektûbunda buyuruyor ki: “Se’âdetin başı, iki şeye kavuşmaktır. Birincisi, bâtının (ya’nî kalbin) mahlûklara düşkün olmaktan kurtulmasıdır. İkincisi, zâhirin (ya’nî bedenin) “Ahkâm-ı İslâmiye”ye sarılmakla süslenmesidir. Bu iki ni’mete kavuşmak, tasavvuf ehlinin sohbetinde kolay nasîb olur. Başka yoldan kavuşmak güçtür. İslâmiyete tam yapışabilmek, ibâdetleri kolay yapabilmek ve yasak olunanlardan sakınabilmek için, nefsin fâni olması (teslim olması) lâzımdır. Nefs, azgın, âsî ve kendini beğenici olarak yaratılmıştır. Bu kötülüklerden kurtulmadıkça İslâmiyetin hakîkati hâsıl olamaz. Teslimden, itminandan önce, İslâmiyetin sûreti, görünüşü vardır. Nefisin itminanından sonra, İslâmiyetin hakîkati hâsıl olur. Sûretle hakîkat arasındaki fark, yerle gök arasındaki fark gibidir. Sûret ehli, İslâmiyetin sûretine, hakîkat ehli de, İslâmiyetin hakîkatine kavuşur. Avamın (ya’nî câhillerin) îmânına, “Îmân-ı mecazî” denir. Bu îmân, bozulabilir ve yok olabilir. Havassın (ya’nî hakîkat ehlinin) îmânları zevalden ve halelden mahfûzdur. Nisa sûresinin 135. âyetinde; “Ey îmân edenler! Allaha ve O’nun Peygamberine îmân ediniz!” meâlindeki emr, bu hakîkî îmânı göstermektedir.”
Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî (r.aleyh) “Mektûbât’ının birinci cildi 83. mektûbunda buyuruyor ki:
“Cebriyye fırkasından olanlar; “İnsanda irâde ve ihtiyâr, ya’nî seçmek ve dilemek yoktur” dediler. “İnsan her işini yapmakta mecbûrdur. İnsan, rüzgârla sallanan ağaca benzer. İnsan bir işi yaptı demek doğru değildir. Her işi Hak teâlâ yapar” dediler. Bu sözleri küfürdür. Böyle inanan, kâfir olur. Bunlar; “İnsanın iyi işlerine sevâb verilir. Kötü işlerine azâb yapılmaz. Kâfirler ve günah işleyenler ma’zurdur. Suçlu sayılmazlar ve ceza görmezler. Çünkü bu kötülükleri, onlar yapmıyor. Allah yapıyor. İnsanlara zorla yaptırıyor” diyorlar. Bu sözleri de küfürdür. Allahü teâlâ, Sâffât sûresinin 124. âyetinde meâlen; “Onlar inanışlarından ve yaptıklarından sorulacaklardır” buyurdu. Hadîs-i şerîfde, Cebriyye arkasında olanlara, yetmiş peygamberin la’net ettiği bildirilmiştir. Bu sözlerin yanlış olduğunu aklı olan herkes kolayca anlar. Elin titremesi ile, eli istekle kaldırmak başka olduğu meydandadır. Elin titremesi, insanın dilemesi ile değildir. Eli yukarı kaldırmak ise, insanın istemesi ve dilemesi iledir. Cebriyye fırkasının yanlış yolda olduğu, âyet-i kerîmelerden açıkça anlaşılmaktadır. Allahü teâlâ, Ahkâf sûresinin 14. âyetinde meâlen; “Yapmış oldukları iyiliklerin karşılığını görürler” buyuruyor. Kehf sûresinin 29. âyetinde meâlen; “İsteyen inanır, isteyen inanmaz. Biz, zâlimler (ya’nî inanmayanlar) için ateş hazırladık” buyuruldu. Nahl sûresinin 33. âyetinde meâlen; “Allahü teâlâ onlara zulm etmedi. Onlar (küfr ederek ve günah işleyerek) kendilerine zulm ettiler” buyuruldu. İnsanlarda ihtiyâr etmek, seçmek kuvveti bulunmadaydı, Allahü teâlâ bu âyet-i kerîmede meâlen; “Onlar, kendilerine zulm eyledi” buyurmazdı. Çok kimseler Cebriyye fırkasına uyarak; “İnsanlar dilediğini yapamaz” diyor. Günah işlemeğe mecbûr olduklarını, zorla günah işlediklerini söylüyorlar. Kendilerini özürlü, suçsuz gösteriyorlar. Hâlbuki Allahü teâlâ, emirleri ve yasakları yapabilecek kadar insanlara ihtiyâr ve kuvvet vermiştir. Kalbin atması ile insanın yürümesi elbette başka başka harekettir. Kalbin atması insanın elinde değildir. Fakat insan, isterse yürür, istemezse yürümez. Allahü teâlâ, kerîm olduğu, merhameti çok olduğu için, güçleri yetişmeyen şeyleri insanlara emretmemiştir. Yapabilecekleri şeyleri istemiştir. Bekâra sûresinin son âyetinde meâlen; “Allahü teâlâ kullarına, yapabilecekleri şeyleri emretmiştir” buyuruldu. Cebriyye fırkasına çok şaşılır ki, kendilerini dinlemiyenlere, kendilerine sıkıntı verenlere güceniyorlar, onlara karşı koyuyorlar. Çocuklarını terbiye etmek, yetiştirmek için dövüyorlar. Yabancı erkekleri kendi kadınlarına, kızlarına yaklaştırmıyorlar. Böyle yapanların canını yakıyorlar. “Bunlar ma’zurdur, mecbûrdurlar” diyerek göz yummuyorlar. Fakat, âhıret işlerine gelince; “Bizim elimizde birşey yoktur, herşeyi Allah yapıyor” diyerek, İslâmiyetin yasak ettiği kötülükleri sıkılmadan yapıyorlar. Emîrleri, ibâdetleri yapmaktan kaçıyorlar.
“İnsanlarda dilemek, istemek yoktur” derken, her diledikleri kötülüğü yapıyorlar. Allahü teâlâ, Tûr sûresinin 7. âyetinde meâlen; “Allahü teâlânın azâb yapacağı gün elbette gelecektir. Onu kimse önleyemez” buyuruyor. Bir deliyi kendi evlerinde görseler veya bir günah işlediğini görseler; “Aklı yoktur, ihtiyârı yoktur” diyerek ses çıkarmazlar. Fakat aklı başında olan kimseler suç işleyince, cezasını verirler. Demek ki buna, ihtiyârı olduğu için, isteyerek yaptığı için, ceza veriyorlar. Cebriyye fırkası, “İnsanlarda ihtiyâr yoktur” dediği için ve Mu’tezile fırkası ise kaza ve kadere inanmadıkları için, doğru yoldan saptılar. Bid’at ehli oldular. Dalâlete düştüler. İkisinin arasında kalan doğru yolu bulmak, “Ehl-i sünnet” âlimlerine nasîb oldu. İşittiğimize göre, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretleri, İmâm-ı Ca’fer Sâdık’dan (r.a.) sordu ki: “Ey Resûlullahın torunu! Allahü teâlâ, işleri kulların arzularına bırakmış mıdır?” Cevâbında buyurdu ki: “Allahü teâlâ, Rab olmak, yaratıcı olmak sıfatını kullarına bırakmaz.” İmâm-ı a’zam yine sordu: “İşleri kullarına zorla mı yaptırır?” Cevâbında; “Zorla yaptırmaz. Kulların arzularına da bırakmaz, ikisi arasıdır” dedi. Allahü teâlâ, En’âm sûresi 148. âyetinde meâlen; “Müşrikler diyeceklerdir ki, eğer Allahü teâlâ dilese idi, biz ve babalarımız müşrik olmazdık, kendiliğimizden birşeyi haram etmezdik” buyurdu. Bu âyet-i kerîmede bildirildiği gibi, kâfirler ve müşrikler; “Allah, bizim küfür ve şirk yapmamızı dilemiş” diyorlar. Allahü teâlâ, onların bu sözlerini, bahânelerini kabûl etmeyecektir. Böyle sözleri, câhil ve ahmak olduklarını göstermektedir.
Suâl: “Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiğine göre, hayır ve şer, herşey Allahü teâlânın takdîri ve dilemesi iledir. Buna göre, kâfirlerin küfrü de, Hak teâlânın dilemesi ile olmuyor mu? Bunların özürleri, haklı değil mi? Bu sözleri niçin kabûl edilmiyor?”
Cevap: Kâfirler, bu kötü hâle zorla düşmüş olduklarını, ma’zur olduklarını söylemiyorlar. Bunlar, küfrü ve günahları suç bilmiyorlar. Bunların kötülüğünü kabûl etmiyorlar. “Allahü teâlâ, dilediği herşeyi sever, beğenir, eğer sevmeseydi dilemezdi” diyorlar. “Bizim şirkimizi, küfrümüzü ve yaptıklarımızı kendisi dilemekte ve yaptırmaktadır. Onun için hepsini beğenir, sever. Bunları yapanlara azâb etmez” diyorlar. Allahü teâlâ, yukarıdaki âyet-i kerîmenin sonunda meâlen; “Bu kâfirler sana inanmadıkları gibi, daha önce gelmiş olanlar da, peygamberlerine inanmadılar. Bunun için azâbımızı tattılar. Onlara söyle ki, yanınızda kitap ve sened gibi sağlam bilginiz varsa, onu bize gösteriniz. Fakat siz, uyduruyor, yalan söylüyorsunuz” buyurdu. Hak teâlâ Kur’ân-ı kerîmde ve bütün peygamberlerin kitablarında, küfrün çirkin olduğunu, rahmetine kavuşamayacaklarını ve sonsuz azâb çekeceklerini haber veriyor. Bu sözlerinin cahillik olduğunu bildiriyor. Çünkü birşeyi yapmak istemek, o şeyi sevmek olduğunu göstermeyebilir. Küfrü ve günahları elbette Allahü teâlâ dilemektedir. Çünkü, O’nun dilemediği bir şeyi kimse yapamaz. Bunları dilemekte ise de, râzı değildir, beğenmez. Böyle olduğunu, Kur’ân-ı kerîm açıkça bildirmektedir. Kâfirlerin bu sözleri, Cebriyye fırkasının inanışına uygundur. İhtiyârları, ya’nî seçip yapma hakları olmadığını söylemişlerdir. Allahü teâlâ da, bu sözlerini reddetmiş, yüzlerine çarpmıştır. Böyle inanmanın yanlış olduğu yukarıda bildirildi.
Kâfirlerin bu sözleri, belki de alay etmek içindir. İnançlarını bildirmek için değildir. Çünkü kendi işlerini kötü bilmiyorlar. İyi birşey yaptıklarına inanıyorlar.” Bu işleri, Hak teâlâ beğeniyor, seviyor” diyorlar.
Suâl: “İnsanların her işi, Hak teâlânın dilemesi ile olmaktadır. Hayır ve şer ezelde takdîr edilmiş, yazılmıştır. Böyle olunca, insanın ihtiyârı, seçme hakkı kalır mı? Herkesin, ezelde takdîr edilmiş olan iyi ve kötü şeyleri yapması lâzım gelmez mi?”
Cevap: “Ezeldeki, ya’nî sonsuz öncelerdeki takdîr: “Filân kimse, kendi isteği ile filân işi yapacaktır” şeklindedir. Görülüyor ki, ezeldeki takdîr, insanda ihtiyâr, ya’nî seçmek hakkı bulunmadığını değil, ihtiyârın bulunduğunu göstermektedir. Ezeldeki takdir, insanlarda ihtiyâr bulunmadığını gösterseydi, Hak teâlânın da, her gün yarattıklarında, yaptıklarında ihtiyârsız olması, mecbûr olması lâzım gelirdi. Çünkü Allahü teâlâ da, herşeyi, ezeldeki takdîre uygun olarak yaratmaktadır. Allahü teâlâ muhtârdır. Diler, seçer, dilediğini ve seçtiğini yaratır.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 168
2) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 405
3) Sefînet-ül-evliyâ cild-2, sh. 47
4) Tuhfe-i hattâtîn sh. 3
5) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1078
6) Rehber Ansiklopedisi clid-16, sh. 300
7) Esâmi (Muallim Nâci) İstanbul 1308 sh. 296
8) Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî
9) Mektûbât-ı Muhammed Ma’sûm-ı Farûkî