MEVLÂNÂ HÂLİD-İ BAĞDÂDÎ

Evliyânın en büyüklerinden. İslâm bilgilerinin mütehassısı, insanlara doğru yolu göstererek, hakîkî saadete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i aliyye” ismi verilen âlimler ve velîler zincirinin yirmidokuzuncusudur. Asrının müceddidi idi. İsmi, Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî Osmânî olup, lakabı Ziyâüddîn’dir. Hazret-i Osman bin Affân soyundandır. Annesinin soyu ise Hazret-i Ali’ye ulaşır. Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî, 1192 (m. 1778) senesinde, Bağdat’ın kuzeyinde bulunan Zûr şehrinde doğdu. 1242 (m. 1826) senesinde, Şevval ayının yirmialtıncı günü Şam’da vefât etti. Cenâze namazını, talebesi olmakla şereflenen ve; “Beş vakit namazda Ettehiyyâtü okurken Resûlullah efendimizi (s.a.v.) baş gözüyle görmezsem, o namazımı iade ederim” diyen, Hanefî mezhebinde büyük fıkıh âlimi Seyyid Muhammed Emîn İbn-i Âbidîn (r.aleyh) kıldırdı. Kasiyûn dağında bir tepeye getirilip, Cum’a günü defnedildi. Şimdi bu yere Sâlihiyye denir. Burada yediyüz peygamberin ve nice Eshâb-ı Kirâm ve evliyâ-yı kibârın medfûn olduğu rivâyet edilmiştir. Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri kabre konurken, mübârek na’şlarından çıkan güzel koku, her tarafa yayıldı ve bu kokuyu almayan kimse kalmadı. Ziyâret edenler, bu güzel kokunun şimdi de kabirlerinden hissedildiğini söylemektedirler. Tahsili: Mevlânâ Hâlid hazretleri, daha küçük yaşlardan i’tibâren, keskin zekâsı, kuvvetli hafızası, sağlam irâdesi ve çalışkanlığı ile, aklî ve naklî ilimlerde üstün bir dereceye yükseldi. Tefsîr, hadîs, fıkıh, tasavvuf, akâid, sarf, nahiv, beyân, me’ânî, bedî’, vad’, arûz, edebiyat, lügat, usûl, mantik, hikmet (fen), hey’et (astronomi), geometri, hesâb ve diğer ilimleri öğrenip, Fîrûzâbâdî’nin “Kâmûs”unu ezberledi. Bütün ilimlerde, din ve fen adamlarına hocalık yapacak derecede üstün bir bilgiye sahip oldu. Din ve fen ilimlerindeki kudretiyle, bu geniş bilgi ve derin görüşleriyle, zamanın bütün âlim ve velîlerinin takdîrlerini kazandı. Hangi ilimden ne sorulsa, derhal cevâbını verir, zekâ ve bilgisi karşısında akıllar hayrete düşerdi.

Hocaları: Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, zamanının en büyük âlimlerinden olan; Muhammed bin Âdem-i Kürdî, Sâlih-i Kürdî, Abdürrahmân-ı Kürdî, Abdürrahîm Berzenci ve onun kardeşi Abdülkerîm Berzencî, Abdullah-ı Harpânî ve daha pekçok âlimden ilim öğrendi. İcâzet (diploma) aldı.

İlimdeki üstünlüğü: Mevlânâ Hâlid hazretleri, zamanındaki Bağdat âlimlerinin ve tasavvuf ehlinin, belki asrındaki bütün âlimlerin en üstünü idi. Kur’ân-ı kerîmin esrârına vâkıf idi. Bütün ömrü zühd ve takvâ ile geçti. Onu gören, ismini işiten her âlim, yüksekliğini, üstünlüğünü anlatırdı. Her ilimden, her kitaptan sorulan suâllere rahatlıkla en uygun cevâbı verirdi. Bu hâli herkesi hayrette bırakırdı. Arabî ve Fârisî olarak yazdığı kaside ve manzûmeleri vardır. Çeşitli vesilelerle ve seyahatleri esnasında söylediği beytler, nâzik rûhunun terennümleridir. “Dîvân”ını görenler hayran olur.

Süleymâniye mutasarrıfı Abdürrahmân Paşa, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’den rica edip; “Efendim, Süleymâniye medreselerinden hangisi hoşunuza giderse, hangisinde rahat ederseniz, oranın müderrisi olunuz. Bu köleniz, bulunduğunuz medresenin her ihtiyâcını karşılayacak maddî yardımı yapmaya hazırım. Yeter ki bu ihtiyâçlar için sizi meşgul etmesinler” dedi. Mevlânâ Hâlid, dünyâ malının işe karıştığını görünce; “Bu hizmetin ehli değilim” buyurup teklifi kabûl etmedi.

1203 (m. 1788) senesinde, üstadı Seyyid Abdülkerîm Berzencî tâ’ûndan vefât edince, onun talebesi bos kalmasın diye ders vermeye başladı. Her taraftan âlimler dersine koştu. Her müşkili çözer her derde deva olurdu. Dünyâya ehemmiyet vermez, gece gündüz ibâdet ederdi. Böylece yirmibir yaşında iken, ulemâya ve talebeye üstâd olmuş, yedi sene ders okutmakla meşgûl olmuştur.

Peygamber efendimizin (s.a.v.) sevgisi, temiz kalbine aşk ateşi saldığından, dünyâ lezzet ve zevklerine bir defa olsun göz ucu ile bile bakmadı. Bütün düşüncesi. Allahü teâlânın sevgilisi olan Peygamberimizin (s.a.v.) ziyâretine gitmek idi. Herkesten yüz çevirmiş, her işini Allahü teâlâya ısmarlamıştı. Sözü te’sîrli, avâm ve havâs arasında sözü delîl olan şerefli bir zât idi.

1220 (m. 1805) senesinde hacca gitti. Yolda Şam âlimlerinden çok saygı gördü. Tevâzu’undan dolayı, Allâme Muhammed Kuzberî’den Kâdirî yolu icâzeti aldı.

Bir müddet Şam’da kaldıktan sonra, Hicaz’a gitmek için yola çıktı. Medîne-i münevvereye kavuştuğu zaman, kasîde-i Muhammediyye’yi Fârisî olarak yazdı. Bu kasidenin bir kısmı şöyledir:

“Gül, rûy-i Muhammed’e gıpta eder (s.a.v.).
Kokumu, O’nun terinden aldım der...”

Ey güzeller güzeli, beni sevdanla yaktın!
Görmüyor birşey gözüm, her an hülyanla aklım!

Sen “Kabe kavseyn” şahı, ben ise azgın köle,
Sana konuk olmağı, nasıl söyler bu şaşkın?

Acıyıp bir bakınca, ölü kalbler dirilttin,
Sonsuz merhametine sığınıp, kapın çaldım.

İyilik kaynağısın, dermanlar deryâsısın!
Bir damla lütf et bana, derde devasız kaldım!

Herkes gelir Mekke’ye, Kâ’be, Safa, Merve’ye,
Ben ise senin için, dağlar tepeler aştım.

Dün gece, bir rü’yâda, göklere değdi başım,
Kapındaki uşaklar, enseme bastı sandım.

Ey Câmî hazretleri, sevgilimin bülbülü!
Şi’rlerin arasından, şu beyti seçtim aldım:

“Dili aşağı sarkık, uyuz köpekler gibi,
Bir damlacık umarak, ihsân deryana vardım.”

Ey günahlılar sığınağı, sana sığınmağa geldim!
Çok kabahatler işledim, sana yalvarmağa geldim!

Karanlık yerlere saptım, bataklıklara saplandım,
Doğru yolu aydınlatan, ışık kaynağına geldim

Çıkacak bir canım kaldı, ey bütün canların canı!
Uygun olur mu söylemek, canımı fedaya geldim.

Derdlilere tabibsin, ben ise gönül hastası,
Kalb yarama deva için, kapını çalmağa geldim.

Cömerdlerin kapısına, birşey götürmek hatâdır.
Basmakla şeref verdiğin, toprağı öpmeğe geldim.

Günahlarım çok, dağ gibi, yüzüm kara, katran gibi,
Bu yükten ve siyahlıktan tamam kurtulmağa geldim.

Temizler elbet hepsini, ihsân deryandan bir damla,
Gerçi yüzüm gibi kara, amel defterimle geldim.

Kapına yüz sürebilsem, ey canımdan azîz cânân!
Su ile olmayan işler, hâsıl olur o topraktan!”

Medîne-i münevvereye geldiğinde, kâmil bir velî bulup ona teslim olmak arzusundaydı. Birgün Yemenli fazilet sahibi bir zâta rastladı. Câhilin âlimden nasihat istemesi gibi ondan nasihat istedi. O zât dedi ki: “Ey Hâlid Mekke-i mükerremeye gittiğin zaman edebe uymayan birşey görürsen hemen reddetme.” Mevlânâ Hâlid hazretleri Mekke-i mükerremede bir Cum’a günü Kâ’be-i şerîfe karşı Delâil-i hayrât’ı okurken câhil kılıklı, siyah sakallı birinin, Kâ’be’ye sırt çevirip kendine bakdığını gördü. “Utanmadan Kâ’be’ye arkasını çevirmiş. Edebi gözetmiyor!” diye düşünürken, o kimse; “Mü’mine hürmet, Kâ’be’ye hürmetden daha öncedir. Bunun için yüzümü sana çevirdim. Niçin beni kötülüyorsun. Medine’deki zâtın nasihatini unuttun mu?” dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri bunun büyük velîlerden olduğunu anladı. Ondan af diledi ve; “Beni talebeliğe kabûl et.” diye yalvardı. O da; “Sen burada olgunlaşamazsın” dedikten sonra eli ile Hindistan’ı göstererek: “Senin işin orada tamam olur” dedi ve gitti.

Mevlânâ Hâlid hazretleri, memleketi Süleymâniye’ye dönüp ders vermeye başladı. Fakat gece-gündüz Hindistan’ı düşünüyordu. Birgün bu düşünceler içinde iken, Hindistan’ın Dehlî şehrinde bulunan evliyânın en büyüklerinden Abdullah-i Dehlevî’nin (r.aleyh) talebelerinden Mirzâ Abdürrahîm isimli bir zât çıkageldi. O talebe Abdullah-ı Dehlevî’nin Mevlânâ Hâlid’e; “Selâmımızı söyle, bu tarafa gelsin!” buyurduğunu bildirdi. Uzun zaman başbaşa görüştüler. Mevlânâ Hâlid talebelerine ders vermeye gelmez oldu. Talebeler, Hindli’ye kızmaya başladı. Bir süre sonra, 1224 (m. 1809) senesinde ikisi birlikte İran ve Afganistan üzerinden Hind yolculuğuna çıktılar. Umulmadık bir zamanda medreseyi ve talebeyi bırakıp bu ani ayrılışına şehrin bütün halk ve talebeleri çok üzüldüler. Yoldan çevirmek için çok ısrar ettiler ve yalvardılarsa da fâide vermedi. Hindistan’ın karanlıklar ve tehlikeler içinde bulunduğunu söyleyip vaz geçirmek istediler. Onlara; “Âb-ı hayât zulümâtta bulunur” şeklinde cevap veren Mevlânâ Hâlid hazretleri, gülün kokusunu, almış bülbül gibi kimseyi dinlemedi.

Göz yaşları içinde uğurlandı. Herkes; “Bizleri hüzün ve eleme garkettiniz. İnşâallah yine huzûrunuz ile şerefleniriz” dedi.

Mevlânâ Hâlid hazretleri, arkadaşı Mirzâ Abdürrahîm ile yaya olarak önce Tahran’a geldiler. Burada meşhûr şiî âlimi İsmâil Kâşî’yi, talebesinin önünde rezîl etti. Mevlânâ Hâlid, ba’zı şiî tefsîr kitaplarını okumuş, Kur’ân-ı kerîmin birçok âyet-i kerîmelerinin şiîler tarafından değiştirilmiş olduğunu, ma’nâlarının tahrif edilmiş bulunduğunu görmüştü. Meselâ; Enfâl sûresi 70. âyetinde meâlen; “Bedr gazâsındaki esîrleri salıverdiğin için Allahü teâlâ seni affeyledi” âyet-i kerîmesi Ebû Bekr-i Sıddîk’ın (r.a.) hakkındadır, şeklinde tefsîr ediyorlardı. Mevlânâ Hâlid, İsmâil Kâşî’ ye; “Peygamberler günah işler mi?” dedi. Kâşî; “Bütün peygamberler ma’sûmdur, günah işlemezler” dedi. Mevlânâ Hâlid: “Peki, Kur’ân-ı kerîm’in; “Bedr gazâsındaki esîrleri salıverdiğin için Allahü teâlâ seni affeyledi” meâlindeki âyet-i kerîmede; “Af söylendiğine göre, günah işlemiş ma’nâsına gelmiyor mu? Hâlbuki peygamberlerden günah olan bir iş meydana gelmemiştir” deyince, Kâşî; “Bu âyet-i kerîme Ebû Bekr’i ezarlamaktadır, onun hakkındadır, Peygamberimizin hakkında değildir” dedi. O zaman Mevlânâ Hâlid hazretleri; “O hâlde, Allahü teâlâ Ebû Bekr’i affettim buyuruyor da siz niçin affetmiyorsunuz?” dedi. Kâşî cevap veremeyip, mahcup ve rezîl oldu.

Mevlânâ Hâlid, Tahran’dan; Bistâm, Harkan, Semnân ve Nişâbur’a geçti. Geçtiği yerlerdeki evliyâyı, şiirleriyle medheyledi. Âriflerin kutbu Bâyezîd-i Bistâmî’nin (r.aleyh) kabrini ziyâret ettiği zaman meşhûr bir kaside söyledi:

“Sultan Bâyezîd türbesi hürmetine yâ Rab!
Burhan Bâyezîd tîneti hürmetine Yâ Rab!

Mekansızlık kartalı yuvası hürmetine yâ Rab!
Ya’nî Bâyezîd’in sana yakınlığı hürmetine yâ Rab!

Bu garîb bîçâre, şikeste Hâlid’e yâ Rab!
Bâyezîd’in irfanından bir kapı aç yâ Rab!

Beni sana kavuştur kendimden kurtar yâ Rab!
Onun kölelerinden biri olayım yâ Rab!

Sonra Tûs (Meşhed) şehrine geldi. Orada, oniki İmâmın dokuzuncusu Mûsâ Kâzım’ın (r.aleyh) oğlu İmâm Ali Rızâ’nın (r.aleyh) türbesini ziyâretinde de, çok güzel bir kaside okuyarak onu medheyledi.

Mevlânâ Hâlid, Ahmed Nâmıkî Câmî’nin (r.aleyh) kabrini ziyâret etti. Onu da Fârisî bir kasideyle medheyledi. Buradan Afganistan’a geçti. Hirat’a uğradı. Hirat’ın bütün âlimleri, fazilet sahipleri, ziyâretine geldiler. Gelenler arasında Abdullah-i Hıratî (Hirevî) de vardı. Bu zât sonradan Mevlânâ Hâlid hazretlerinin talebesi oldu. Her şehirden ayrılırken; âlimler, vâli ve kumandanlar ve halk ona âşık olup saatlerce yola uğurluyorlardı. Kandehâr, Kabil, Peşâver âlimlerinin suâllerine verdiği cevaplarla hepsini hayran bıraktı. Peşâver’de çok hürmet ve ta’zimle karşılandı. Âlimler onun üstünlüğünü tasdik ve ikrâr ettiler. Sonra Lâhor şehrinin bir kasabasında kâmil bir velî olan Allâme Mevlânâ Senâullah’ı (r.aleyh) ziyâret etti. Mevlânâ Senâullah. Mazhar-ı Cân-ı Cânân’ın (r.aleyh) en üstün talebelerinden idi.

Mevlânâ Hâlid (r.aleyh); burada başından geçenleri şöyle anlatır: “Bu kasabada bir gece kaldım. Rü’yâda gördüm ki, Şah Abdullah-ı Dehlevî hazretleri yanağımdan tutup beni kuvvetle kendine çekiyordu. Sabahleyin Mevlânâ Senâullah’ın huzûruna gittiğim zaman, daha rü’yâmı anlatmadan; “Kardeşimiz ve seyyidimiz Abdullah-ı Dehlevî’nin huzûr ve hizmetlerini cana minnet bilmeli, huzûr ve hizmetinde bulunmayı, sana va’dolunan ni’metlere kavuşmaya sebep bilmelisin” dedi. Daha sonra o kasabadan ayrıldım. Hindistan’ın başşehri olan Dehlî ismi ile meşhûr Cihânâbâd’a geldim.”

Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri aylarca süren yolculuktan sonra tam bir senede Dehlî’ye (Cihânâbâd’a) geldi. Yolda başından geçen şeyleri bildiren Arabî ve Fârisî beytler söyledi. Hocası Abdullah-ı Dehlevî hazretlerine kavuşma aşkını ifâde eden beytlerinde özetle şöyle demektedir:

“Arzuların kıblesine (Abdullah-ı Dehlevî hazretlerine) giden yol ve aradaki mesafe sona erdi. Bu mesafeyi sona erdirmekle lütfeden, Allahü teâlâya hamd-ü senalar olsun.”

“Allahü teâlâ, bir işe yaramaz yorgun bineğimi artık geceleyin yürümekten, kâh konmak ve kâh göç etmek külfetinden...”

“Beni, bukağı gibi insanın ayağını bağlayan akraba ve vatan te’sîrinden, dostlar ile dünyâ servetine karşı duyulan alâkadan...”

“Annemi düşünmekten, kardeşlerime hasret duymaktan, amcam veya dayımı akla getirmekten...”

“Bana “Abdullah-ı Dehlevî’ye gitme!” diyenlerin te’sîrleri altında kalmaktan, çekemeyenler ile kınayanların sözlerine kulak vermekten kurtardı.”

“Beni, haddinden fazla yalancı ve son derece câhil bir cemâatin, bir zümrenin şerrinden korudu.”

“Ya’nî iş ve davranışlarında mahlûkların en berbatı olan Âzerbeycan râfizîlerinin şerrinden muhafaza buyurdu.

“Çünkü onları yoldan çıkaran “İsmâil Kâşî”, münâzara ve mübâhase ateşini tutuşturunca yenilgiye uğradı.”

“Allahü teâlâya hamd-ü senalar olsun ki, beni meram ve maksatların en yücesine erdirdi. Ya’nî çok faziletli kâmil mürşide kavuşmayı bana nasîb eyledi.”

“O mürşid (Abdullah-ı Dehlevî hazretleri), karanlık ufukları aydınlatan ve herkesi dalâletten hidâyete kavuşturan zâttır.”

“O reîs, “Gulâm Ali’dir” (Abdullah-ı Dehlevî hazretleridir). Bakışı ile, çürümüş ve dağılmış şeyler dirilir. Ma’nen ölmüş kimseler, onun feyziyle hayâta kavuşurlar.”

“Gulâm Ali, bir ni’met denizi ve cömertlik dağıdır. Bütün fazilet ve iyi hasletlerin de kaynağıdır.”

“O hidâyet yıldızı, karanlık gecelerin dolunayı, takvâ ummanı, feyzler definesi ve kerâmetler hazinesidir.”

“Abdullah-ı Dehlevî sükûnette arz, sarsılmazlıkta dağ, her tarafa ışık saçmakta güneş ve yücelikte gök gibidir.

“İslâmiyet pınarı, irfan ma’deni, mahlûkların yardımcısı ve fazl-ü ihsânın kaynağıdır.”

“Halkın şeyhülislâmı, müslümanların gönül kıblesi, büyüklerin reîsi ve zor işlerin merciidir.”

“Mahrem bir rehberlikte en iyiye götürücü ve yüksek sesle (alenen) halkı Allahü teâlâya da’vet edicidir.”

“O, herşeyin Rabbi tarafından sevilmektedir. Kim onun irşâdına uyarsa, sen o kimseye; “Ey emsallerine örnek olan zât!” diye hitâb et.”

“Abdullah-ı Dehlevî, kemâle ermemişlerin hepsine kemâl veren ve bütün kâmil insanların kusurlarını da giderendir.”

“Ey âlemlerin Rabbi! Mürşidin hatırı için, bu yüce zâta layık bir edeb ve terbiyeyi bize de nasîb eyle.”

“Ömrümün bir kısmını onun ömrüne ekle. Onun himâyesi sebebi ile halkı rahatlık gölgesi altında dâim kıl.”

“Beni hocamın hüsn-ü kabûlü ile mutlu kıl. Onu memnun edecek hizmetleri bana nasîb eyle.”

“Bütün hâllerde, hayatta kaldığım müddetçe, hergün benim kalbimde onun kadrini biraz daha arttır.”

“Ey Rabbim! Uhrevî kurtuluşu te’min edecek bir tarzda hocam benden râzı, ben de ondan râzı olarak canımı al.”

Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri Dehlî’ye vardığında, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin bulunduğu şehre gelmenin sevinci ile, seferde iken yanında bulunan şeylerin hepsini, fakirlere dağıttı. Sonra da, Hindistan’in en büyük velîsi, insanların imdâdına yetişici, hakîkatler menbâı, hikmet ve ma’rifet ma’deni, ilim, irfan ve ilham rehberi, ma’nevî üstünlükler sahibi, büyük İslâm âlimi, Şah Abdullah-ı Dehlevî’nin (r.aleyh) huzûruna kavuştu.

Abdullah-ı Dehlevî, onu talebeliğe kabûl etti. Ona nefsinin terbiyesi için dergâhı temizleme vazîfesini verdi. Mevlânâ Hâlid, bu kadar ilimde âlim olmasına rağmen, hiç i’tirâz etmeden, eline kovasını, süpürgesini alarak hizmete başladı. Kuyudan, kovasına suyu doldurur, kalın bir sopanın uçlarına bağlayıp omuzunda taşırdı. Hergün defalarca kuyu ve dergâh arasında gidip gelir, dergâhı temizler, abdest suyunu depolara doldururdu. Eğer nefsi bu ağır vazîfeden kaçınsa, ona en şiddetli cezayı verirdi. Birgün yerleri temizleme işi nefsine zor geldi. Derhal nefsine; “Eğer mübârek hocamın verdiği bu şerefli vazîfeden kaçarsan yerleri süpürge ile değil, bu sakalınla süpürtürüm” diyerek hitâb etti. Artık bundan sonra hatırına böyle hiçbir düşünce gelmedi. Aylarca canla başla bu hizmeti yapmak için uğraştı. Öyle ki, su taşıya taşıya mübârek omuzları yara oldu. Birgün yine böyle su taşırken, hocası Abdullah-ı Dehlevî hazretleri ile karşılaştı. Abdullah-ı Dehlevî, onun mübârek omuzları üzerinden Arş’a doğru muazzam bir nûrun yükseldiğini ve meleklerin ona gıbta ve hayranlıkla baktıklarına şâhid oldu. Abdullah-ı Dehlevî, Mevlânâ’nın tasavvufta pek yüksek derecelere eriştiğini, kemâle gelip olgunlaştığını görünce, bu vazîfeden alıp, devamlı huzûrunda bulunmasını emretti. Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, orada da hocasına canla başla hizmet ederek, büyük mücâhede ve çetin riyâzetler çekti. Abdullah-ı Dehlevî’nin huzûrunda beş ay çalışıp sohbetleri ve nazarlarıyla büyük velîlerden olmak saadetine erişti. Huzûr ve müşâhede makamına kavuştu. Vilâyet-i kübrâ hâsıl oldu. Müceddidiyye, Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye ve Çeştiyye yolunda kemâle geldi. Abdullah-ı Dehlevî’nin kalbindeki bütün esrâra (ma’nevî üstünlüklere) mazhar oldu, kavuştu.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, hocası Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin huzûruna kavuşmasını, bir mektûbunda şöyle anlatmaktadır:

“1224 (m. 1810) senesi Zilhicce ayının yirmialtasında Dehlî şehrine ulaştım. Aynı gün ikindiden sonra, zamanın büyüğü ve İmâmı, yüksek hocamın elini öpmek saadetine nail oldum. Sonra da onun ebedî saadet kaynağı olan feyzlerine kavuştum. Bunun için Allahü teâlâya sayısız hamd olsun.

Allahü teâlâ bize hidâyet vermese, doğru ve hakîkî yolu göstermese, biz kendiliğimizden hidâyete kavuşamazdık. Hocamın feyz ve bereket yuvası olan yüksek kapısının toprağını ümid gözümün sürmesi eyledim. Gece gündüz, aşikâre nûr deryası olan huzûrunda bulundum. Rabbimin sırf mücerred ihsânı ile, yüzü kara, tepeden tırnağa kadar günahlara batmış bu kuluna ihsân ettiği sonsuz devlet ve saadetin şükrü için; Nûh aleyhisselâmın ömrü kadar, Eyyûb aleyhisselâmın sabrı içinde, o cihan sultânının kapısının süpürgesi olsam, haklarını ödeyemem.

Bu fakirin dostlarına ve sevenlerine nasihati odur ki; herkes elinden geldiği kadar Rabbine dönsün. Dünyâ, para ve elbiseler değildir. Kul neye rağbet eder, neyi elde etmeye canla başla çalışırsa, onun dünyâsı o olur. Sevdiklerimiz için Allahü teâlâdan isteğimiz, günbe gün Hakkın divânında yüzlerini ak edecek amellerle meşgûl olmalarıdır. Yüzleri sarartan o dehşetli günden el-amân! “Sâlih amel eden kendine, kötü amel işleyen de yine kendine etmiştir.” Vesselâm.”

Abdullah-ı Dehlevî hazretleri de, yüksek talebesi Mevlânâ Hâlid’e (r.aleyh) yazdığı bir mektûbunda, onun kıymet ve derecesini, üstünlüğünü şöyle bildirmektedir:

“Mektûbuma Rahmân ve Rahîm olan Allahü teâlânın şerefli ismi ile başlıyorum. Allahü teâlânın sevgili kulu mübârek Mevlânâ Hâlid! Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berakâtühü. Tepeden tırnağa kadar kusurlu olan bu fakire, her an ziyâdesi ile gelmekte olan Allahü teâlânın ni’metlerine şükür ve hamd etmek yazıya ve söze sığmaz. Beyt:

“Vücûdumun her kılı gelse de dile,
Şükrünün binde birini edemez bile.”

Ömrünü boşa geçirmiş bu ihtiyâr kuluna, Allahü teâlânın ihsân ettiği ni’metlerden biri; sizin, Ebû Sa’îd’in ve oğlu Rauf Ahmed’in (ki bu üçü İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunlarındandır), Beşâretullah’ın ve Fadıl Gulâm Muhyiddîn gibi azîzlerin bizden inâbet almanızdır. Sizler kısa zamanda hazret-i Müceddîd’in (İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin) nisbetlerine kavuştunuz.

Mübârek zâtınız, bu fakirin şeref ve iftihar vesîlesisiniz. Çünkü bu yol, sizinle revaç bulmakta, yayılmakta, kuvvetlenmekte. Âlem yüksek teveccühlerinize kavuşmakla başka âlem olmaktadır. Elhamdülillah! Elhamdülillah! Elhamdülillah! Hâce Muhammed Bâkî’nin, hazret-i Müceddîd gibi (İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî hazretleri), hazret-i Müceddîd’in de Seyyid Âdem Bennûrî gibi talebeleri vardı. Tekrar tekrar söylemişimdir ki, Mevlânâ Hâlid, benim iftihar vesîlemdir. Allahü teâlâ, beğendiği bu yolda size ve bu kuluna istikâmet versin! Âmin.

Bu büyük yolun feyzlerini taliblere sunun. Hatırınıza hiçbir yaramaz düşünce getirmeyin. Sizi o memleketin feyz vâsıtası ve kutbu yapmışlardır. Kötü maksadlılar size zarar veremez. İftirâları bizce makbûl değildir. Vel-hamdülillahi ve sallallahü alâ seyyidinâ Muhammedin evvelen ve ahiren.

Siz, istifâde etmek isteyenlere yardımcı olunuz. Onlar da emredilen zikir ve diğer vazîfeleri yerine getirip, saadetlerini bunlardan bilsinler. Büyüklerin yolunu inkâr edenlerle görüşmesinler.” “Hocana kötülük edenle iyi olursan, köpek senden daha iyidir” sözü meşhûrdur. İmâm-ı Rabbânî hazretlerine i’tirâz edenlerden uzak olunuz. Âlimler ve ârifler söylemişler ve yazmışlardır ki: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerini sevenler, mü’min ve müttekîlerdir. Ona buğz edenler münâfık ve şakilerdir.” İslâm memleketleri hazret-i Müceddîd’in feyzleriyle doldu. Ve bütün müslümanlara, hazret-i Müceddîd’in (r.aleyh) ni’metlerine şükür ve hamd etmek vâcib oldu.

O memleketin âlimlerinin, şerîflerinin ve âmirlerinin üzerine lâzımdır ki: Mübârek varlığınızı ni’met bileler, sizden istifâde edeler, size ta’zim ve hürmette kusur etmeyeler, muhaliflerinize, size sû-i kasd edenlere ve sizi çekemeyenlere mâni olalar. Bu fakîr, bunları nasihat yollu yazdım. Resûlullah (s.a.v.); “Din nasihattir” buyurdu.

Allahü teâlâ, sizi, Şâh-ı Nakşibend’in, Müceddîd-i elf-i sânî’nin ve kalbimin kıblesi Mirzâ Sâhib’in halîfesi etmiştir. Hiç kimse sizin yerinizi alamaz. Sizin eliniz, benim elimdir ve sizi görmek, beni görmektir. O uzak yerden buraya gelmeğe kalkmayın. İhtiyâc yüzünü bu tarafa çevirmek ve kalb ile hatırlamak yetişir. Allahü teâlâ kendi rızâsına ve Habîbine uymağa muvaffak eylesin! Âmîn.”

Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, feyz ve kemâl bulunca, evliyânın kutbu, âriflerin önderi, feyz ve nûr menbâı olan Abdullah-ı Dehlevî hazretleri ona; “Ey Hâlid, şimdi memleketine ve Bağdat’a git! Oradaki Hak âşıklarını, sevdiklerine, ya’nî Allahü teâlâya kavuştur” buyurunca, Mevlânâ Hâlid hazretleri; “Ey benim sebeb-i devletim, yüksek sığınağım, efendim! Orada Hayderî ve Berzencî seyyidleri çoktur, insanlara doğru yolu anlatmakla nasıl meşgûl olurum. Çünkü, onlar şöhret ve i’tibâr sahibi ve âlimlerin sığınağı durumundadırlar. Böyle bir işe kalkışsam, diğer insanlar bile beni men ederler” diye arzetti. “Sen, memleketine git. İrşâd ile meşgûl ol. Bütün seyyidler, senin ayağının toprağına yüz sürerler ve şerefli zâtına hizmetçi olurlar. Oranın vâlileri, emînleri, âlimleri, fazilet sahipleri, mübârek ayağını öperler. Şimdi ne istersen vereyim, iste yâ Hâlid!” buyurdu. “Din için dünyalık isterim” dedi. “Git, her istediğini verdim” deyip; “Yolun üzerinde, filân yerde, evliyânın büyüklerinden, iki seneden beri yemez, içmez, konuşmaz, Hakka gönlünü vermiş, ölü gibi hareketsiz durup, Hakkın sevgisine dalmış şerefli bir zât var. Ona selâmımı söyle, hayırlı duâsını al ve şerefli elini öp!” buyurdu. Sonra bütün talebe ve sevdikleriyle, dört millik mesafeye kadar Mevlânâ Hâlid’i uğurladı. Daha sonra; “Hâlid bürd”, ya’nî “Hâlid herşeyi aldı götürdü” buyurdu.

Mevlânâ Hâlid, o velînin olduğu beldeye gelince, yerini sordu. Uzaktan gösterdiler. Bulunduğu yere doğru yürüyünce, velînin heybetinden Mevlânâ Hâlid’i (r.aleyh) bir korku ve dehşet kaplayıp, gidemedi, olduğu yerde kaldı. Hemen Şâh-ı Dehlevî hazretlerini hatırladı. Korkusu gitti. O zâtın yanına gidip, Farsça olarak hocasının selâmını bildirdi. O da başını murâkabeden kaldırıp; “Aleyke ve aleyhisselâm” buyurdu. Sonra; “Ey Hâlid, senin fütuhatın ve irşâdının yayılma yeri Bağdat’tır” deyip, tekrar murâkabeye daldı. Mevlânâ Hâlid hazretleri, o zâtın, nisbet-i Muhammedi denizine gömülmesine, feyz nûrları içinde bir an cemâl-i Hakdan ve O’nu murâkabeden ayrılmamasına hayran kalarak oradan ayrıldı. Bender denilen yere gelinceye kadar, elli-altmış gün ne birşey yedi, ne de birşey içti.

Mevlânâ Hâlid Şîrâz’a, oradan İsfehan’a sonra Hemedan’a gitti. Güzel âdetlerinden idi ki, hangi şehre teşrîf etse, Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını hatırlatırdı. Bu şehirlerdeki va’z ve nasihatlerini duyan i’tikâdı bozuk kimseler ona kötülük yapmak istedilerse de, Allahü teâlânın koruması ve Mevlânâ Hâlid’in heybeti sebebiyle korkup birşey yapamadılar. Sonra Senendec’e, oradan da 1226 (m. 1811) senesinde vatanları olan Süleymâniye’ye gittiler. Bütün âlimler, fazilet sahipleri, talebe, şehrin ileri gelenleri ve halk sevinç ve neş’e ile onu karşılamağa çıktı. Süleymâniye’de bir bayram havası yaşandı.

Bir müddet burada kalıp, evliyâyı ziyâret için ve hocasının ma’nevî işâreti ile, merhum Süleymân Paşa’nın oğlu Sa’îd Paşa’nın vâliliği zamanında, Bağdat’a teşrîf buyurdu. Orada Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin yüksek dergâhına yerleşti. Evliyâyı ziyâretten sonra beş ay kadar irşâdla (insanlara doğru yolu anlatmakla) meşgûl oldu. Sonra yine hocasının ma’nevî işâretiyle Süleymâniye’ye döndü. Orada ilme susamışlara Hak ve hakîkati anlattı. Ba’zı hasedci ve münkir kimseler ortaya çıkıp, söz ve yazı ile onu kötülemeye ve iftiraya başladılar. Türlü türlü iftiraları, açık yalanları ve düzme lafları etrâfa yaydılar. Mevlânâ Hâlid, iftiracılara ne kadar nasihat ettiyse de dinlemediler. Buna rağmen Mevlânâ Hâlid hazretleri sünnete uyarak, Allahü teâlâdan, onların uyanmalarını doğru yolu görmelerini niyaz eyledi.

Sultan Mahmûd’un saray nâzırlarından Halet Efendi, Mevlânâ Hâlid’in şöhret ve i’tibârını çekemeyerek, kendisini Halîfe’ye çekiştirdi ve; “Onbinlerle adamı vardır. Devlet ve saltanat için tehlikelidir. Ortadan kaldırılması lâzımdır” dedi. Sultan Mahmûd Hân da; “Din adamlarından devlete zarar gelmez” diyerek sözüne kıymet vermedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri bunu işitince, Halîfe’ye hayır ve selâmetle duâ eyledi, ve; “Halet Efendi’nin işi, pîri Celâleddîn-i Rûmî hazretlerine havale olundu. Onu, huzûruna çekip, cezasını verecektir” buyurdu. Az zaman sonra Sultan Mahmûd Hân, Mora isyanına sebep olduğu için, onu Konya’ya sürdü. Halet Efendi orada îdâm olundu.

Mevlânâ Hâlid hazretleri, ikinci defa Bağdat’a teşrîflerinde, çok kimseler kendisine talebe oldu. İrşâd nûrları, gün gibi her tarafı aydınlattı. Bağdat’ta en önce kendisine talebe olan, Bağdat müftîsi Seyyid Abdullah Hayderî Efendi idi. Bu Müftî, Vâli Sa’îd Paşa’nın yardımıyla, İhsâniyye Medresesi’ ni ta’mir ettirip, Mevlânâ Hâlid’e arzetti. Mevlânâ Hâlid hazretleri oraya yerleşip ilim ve edeb neşretmeye başladı.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, irşâda (insanlara hak yolu gösterip, dünyâ ve âhıret saadetine kavuşmalarına çalışmak) başladığı günlerde, Bağdat vâlisi Sa’îd Paşa, ziyâretlerine geldi. Birçok âlimin sessiz, başları önüne eğik, hizmetçiler gibi edeble huzûrunda oturmuş olduklarını gördü. Mevlânâ Hâlid hazretlerinin heybetini görünce, diz çöküp titremeğe başladı. Mevlânâ Hâlid’in celâl hâli gidince, Sa’îd Paşa’nın titremesi geçti ve duâ istedi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri ona duâ edip; “Kıyâmette, herkes kendi nefsinden suâl olunur. Sen ise nefsinden, ya’nî kendinden ve emrin altında olanların hepsinden suâl olunursun. Hak teâlâdan kork! Çünkü, senin için önünde öyle bir gün vardır ki, o günün korku ve dehşetinden evlâdına süt veren analar, evlâdını unuturlar. Hâmile olanlar, korkudan vakitsiz doğururlar. İnsanları sarhoş görürsün. Onlar sarhoş değil, ancak Allahü teâlânın azâbı çok şiddetlidir” deyip, nasihat buyurunca, Sa’îd Paşa yine titremeğe başladı ve yüksek sesle ağladı.

Talebeleri: Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri ikinci defa, Bağdat’tan Süleymâniye’ye hicret etti. Yeni bir dergâh inşâ edilip, orada talebe yetiştirmekle meşgûl oldu. Uzak memleketlerden birçok âlim ve fazilet sahipleri, ilim öğrenmek, feyz ve nûrlara kavuşmak için huzûruna geldi. Huzûrlarında yüzlerce, binlerce âlim ve velî yetişti. Dörtbini, ilimde ve tasavvufta en yüksek dereceye çıkıp icâzet (diploma) aldı. Mevlânâ Hâlid hazretlerinin yetiştirdiği talebelerinden ba’zıları şunlardır: Rabbanî âlimlerinden meşhûr Seyyid Abdullah Geylânî Şemdînî Hakkâri (Mevlânâ’nın medrese arkadaşı idi.), Seyyid Tâhâ Geylânî Şemdînî Hakkâri, Şeyh Muhammed Hâfız Urfalı, Şeyh Ahmed Eğribozî, Feyzullah Erzurûmî. Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, huzûrlarında kemâle gelen binlerce talebesini, insanları Cehennemin ebedî azâbından kurtarmak için, çeşitli şehir ve memleketlere gönderdi.

Mekke, Medine, Kudüs, Şam, Haleb, Irak, Bağdat, Basra, Kerkük, Erbil, İmâdiye, Cezîre, Şemzîn (Şemdinli), Mardin, Ayıntab, Urfa, Diyarbekir, Anadolu’nun birçok şehirleri, İstanbul, Hindistan, Afganistan, Dağıstan (Kafkasya), Mâverâünnehr, Mısır, Umman, Magrib, Girit ve diğer İslâm memleketleri, Mevlânâ Hâlid’in yetiştirdiği bu talebeler vesilesiyle Hak ile bâtılı öğrendiler. Peygamberimiz (s.a.v.) ve Eshâbının yolunda çalıştılar, insanlara hizmet için uğraştılar. Mevlânâ Hâlid hazretleri Bağdat’ta iken, Magrib’den, ya’nî Atlas ülkeleri denilen Kuzey Afrika’dan, veliy-yi kâmil Şeyh Muhammed Magribî hazretleri gelip, icâzet aldı, sonra da memleketine döndü. Şeyh Seyyid Es’ad Sadruddîn, Müftî Hayderî Bağdadî, Şeyh Abdürrahmân Rûzbehânî, Abdullah Ceselî ve diğer nice tanınmış âlimler ve müellifler, hizmetine koşup, feyz ve nûrlarından istifâde ettiler.

Şeyh Muhammed Kudsî, Osmân-ı Kürdî Tavîlî, Ubeydullah Hayderî, İbrâhim Fasih Hayderî Efendi, Muhammed-i Cedîd, Seyyid Abdülgafûr, Mûsâ Cübûrî, İsmâil Enârenî (Ki bu zât hakkında Mevlânâ Hâlid; “Ey sevgili dostlar size İsmâil’i bıraktığım müddetçe ben diriyim” buyurdu.), Abdullah Herâti, Abdülfettâh Akrî (Hâlid-i Bağdâdî’nin talebelerindendir. Senelerce İstanbul halkını irşâd etti. 1281 (m. 1865) senesi Muharrem ayının dokuzunda Cum’a günü vefât etti. Kabri, Üsküdar’da Eski Vâlide Câmii’nden Karacaahmed mezarlığına çıkan yol ile Selîmiye-Bağlarbaşı caddesinin kesiştiği köşedeki, Şeyhülislâm Ârif Hikmet Bey’in kabristanındadır.), Seyyid Abdullah Geylânî Şemdînî Hakkâri (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin Süleymâniye kazâsındaki medrese arkadaşı ve talebesinin büyüklerindendir.), Abdullah Erzincânî Mekkî, İsmâil Şirvânî, Ahmed Eğribozî, Şeyh Muhammed Hâfız Urfalı, İsmâil Berzenci, Molla Ebû Bekr-i Bağdadî, Abdülgafûr Kürdî, Muhammed Meczûb İmâdî (Şeyda diye meşhûr), Şeyh Hasen Hâfız Kozani, Şeyh Hâlid-i Cezîrî, âlim, mürşid-i kâmil, Rabbanî ilimler sahibi Seyyid Tâhâ Geylânî Şemdînî Hakkâri, Ahmed Hatîb Erbîlî, İsmâil-i Basrî, Şeyh Yûsuf-i İslâmbolî, Feyzullah Erzurûmî, Muhammed Hâni, Şeyh Fırâkî, Tâhir-i Akrî, Şeyh Tekrîti, Mûsâ Bendenîhî, Âşık-ı Mısrî (Son icâzet verdiği talebesidir.), Hasen-ı Kudsî, Hüseyn Vâ’iz Malati, Ahmed Hicâr Halebî, Sâlih Kazzâz-ı Dımeşkî, Ahmed Bikâ’î, Ahmed bin Süleymân Trablûsî Ervâdî, Şeyh Ahmed Tevzeklî, ilim ve fazilet sahibi mücâhid-i kâmil Şeyh Şâmil-i Dağıstânî, Abdürrahîm Bustânî Hamevî, Ahmed Kürdî Zemlikânî, Ahmed-i Kürdî, Şeyh Ali Paluvî (Bu zâta, Mevlânâ Hâlid hazretleri, görmeden icâzet vermişlerdir. Kendileri kerâmet sahibi bir zât idi.

Sonra huzûruna kavuştu.). Bunlardan başka çok sayıda icâzetli talebeleri vardır. Meselâ bunlardan biri Şeyh İsrâil (Ezra’î) olup, Girit adasında insanlara va’z ve nasîhatla meşgûl iken, Rumların Girit katliâmı üzerine bütün talebeleri ile bir gemiye binerek, Güney-Amerika’ya gidip orada İslâmiyeti anlatmaya devam etti.

Yüksek kapılarından ilim ve edeb öğrenmekle şereflenen diğer büyük âlimlerden ba’zıları da şunlardır: Bağdat’ta Hanefî müftîsi Seyyid Şerîf Es’ad Sadreddîn Hayderî, Şafiî müftîsi Seyyid Sibgatullah Hayderî, Seyyid Abdülkâdir Sıdkî Hayderî, Şeyh Yahyâ Mervezî İmâdî, Abdürrahmân Rûzbehânî, Küçük Molla Erbîlî, Müderris Tâhâ Harîrî, Ahmed Nevdeşî, İsmâil Köysancakî (Köysancalı müftîsi), Mahmûd Ömer Künbedi Mustafa Erbîlî, Muhammed Rûzbe hânî, Muhammed îmâdî, Osman bin Sindî Necdî, Muhammed Emîn, Muhammed Sa’îd, Ebû Bekr-i Hamevî, Muhammed Erbîlî ve başkalarıdır.

Talebeleri son derece kendisine bağlı idi. Bağdat müftîsi Şeyh Sadrüddîn hazretleri buyurdu ki: “Eğer bana hocam Mevlânâ Hâlid hazretleri, şu süt kasasını başının üstüne al, çarşı ve pazarda sat, diye emir buyursalar, hiç karşı gelmez, emrine uyarak satardım.”

Menkıbe ve kerâmetleri: Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinden sayılamıyacak kadar kerâmet görüldü. Hâlleri ve kerâmetleri dilden dile dolaşıp her yere yayıldı. Menkıbe ve kerâmetlerine dâir müstakil eserler yazıldı. En meşhûr menkıbelerinden ba’zıları şunlardır:

Süleymâniye’de iken, Berzenciler’den silâhlı ikiyüz kişi, Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin öldürülmesine karar verdiler. Cum’a günü, silâhlı olarak mescidin dış kapısında beklemeye başladılar. Cum’a namazı kılındıktan sonra, bütün halk câmiden dışarı çıktı. Hâlid-i Bağdadî hazretleri, her zaman câmiden en son çıkardı. Dışarı çıkanlar bu silâhlı kişilerin Mevlânâ Hâlid hazretlerine kötülük yapmak niyetinde olduklarını anladılar. Mevlânâ Hâlid hazretleri, mescidin kapısından çıkıp, bu silâhlı ve kötü niyetli kimselere öyle heybetli bir nazarla baktılar ki, bu nazarlar karşısında hepsinin kalbinde müthiş bir korku hâsıl oldu. Öldürmek için gelenlerden ba’zısı nâra atarak kaçıştılar, ba’zıları da yüzüstü düşerek perişan oldu. Bundan sonra, Mevlânâ Hâlid hazretleri ile bütün talebeleri, hiçbir şey olmamış gibi, Cennet misâli olan hânegâha gittiler. Kaçan bu düşmanların çoğu dediler ki: “Mevlânâ câmiden çıkınca, onun omuzlarında heybetli bir arslanın ağzını açmış, üzerimize atlamak üzere olduğunu gördük. O anda aklımız başımızdan gitti, kaçacak yer bulamadık.”

Bağdat’ta, sâlih ve faziletli bir insan olan İbrâhim Berzencî hazretleri vefât etmişti. Bu zât geriye ellibin kuruş borç bırakmıştı. Alacaklılar paralarını oğlu Muhammed Efendi’den istediler. Oğlu, bir evi ve kitaplarından başka birşeyi olmadığını söyledi. Alacaklılar, ev ve kitapların, alacaklarına karşılık olmak üzere kendilerine verilmesini istediler. Muhammed Efendi de, derhal Mevlânâ Hâlid hazretlerine gidip durumu anlattı. Hâlid-i Bağdadî (r.aleyh) alacaklıları yanına çağırarak; “Sizin alacağınızı ben vereceğim. Muhammed Efendi’den bir ay hiçbir şey istemeyeceksiniz. Ay sonunda size paranızın tamâmını vereceğime senet veriyorum. Vakti gelince parayı benden alır, senedi de Muhammed Efendi’ye verirsiniz” buyurdu. Ay sonunda, alacaklılar gelip, Mevlânâ Hâlid’den parayı aldılar. Sevinerek gittiler.

Bağdat’ta iken Hacı Mahmûd Efendi isminde, servet sahibi, kendisine bağlı bir talebesi vardı. Bu zât, Mevlânâ Hâlid’in şerefli hânegâhlarına ve diğer yerlere kendi eliyle yüzbin kuruş harcayıp borçlanmıştı. Birgün Mevlânâ Hâlid’in huzûrlarına gidip; “Efendim, borcumun çokluğundan dışarı çıkmağa yüzüm kalmadı” deyince, Mevlânâ Hâlid (r.aleyh) buyurdular ki: “Bir ay sabret.” O, bunun üzerine; “Aman efendim, sabra takatim kalmadı” diyerek iki defa tekrarladı. Bu tekrar çok yakınlığından ve samimiyetinden idi. Mevlânâ Hâlid de (r. aleyh); “Mademki öyle, kaldır şu hasırı istediğin kadar al” buyurdu. Mahmûd Efendi de hasırı kaldırdı ve altında bir altın gördü. Altını aldı, başka bir altın gördü ve böylece her aldığı altının yerinde yeni bir altın gördü. Yüzbin kuruş tamamlanıncaya kadar bu işe devam etti. Mahmûd Efendi bu kerâmeti görünce, Mevlânâ Hâlid’in ellerini öptü.

İsmâil bin Ali adlı zât anlatır: “Şam-ı şerîfte iken birgün, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin bulundukları yere gittim. Mukaddes iltifâtlarına nail olunca, cezbe hâli gelip, bir nevî gösteriş yaptım. Gözlerimi açınca Mevlânâ Hâlid, Şeyh Muhammed Nâsih hazretlerine şöyle buyurdu: “İsmâil’e söyle, hâl ile cezbe ortaya çıktığında onu tutmak gerekir. Niye izhâr eder de cezbesini tutmaz. Zira zorla cezbe göstermek riyadır. Riya ise zinâdan daha büyük günahtır. Hâline tövbe etsin.” Mevlânâ hazretleri hâlimden kalbimi keşfetmişti.

Bağdat vâlisi Dâvûd Paşa’nın vezirliği esnasında, Osmanlı şehirlerinden birkaçını İranlılar işgal ettiler. O kasabalarda bulunan halkın kitaplarını yağma ettiler. Oradaki âlimlerden birisi, Hâlid-i Bağdadî hazretlerine geldi. Huzûrlarına girip, başından geçen hâdiseyi arzederek; “Efendim bir kitap alamayacak hâle geldim. Ne yapayım? Hangi işte bulunayım? Sizin merhametinize güvenerek geldim” dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri, yanlarındaki onyedibin kitabı o âlime hediye ettiler. Böylece yanlarında bir kitap bile kalmadı.

Bağdat’ta, tasavvuf büyükleriyle alay eden birisi, ba’zı kendini bilmezleri de toplayarak, Hatm-ı Hâcegân-ı şerîf halkası gibi bir halka dizerek, alay etmeye kalkıştı. O saatte cinnet getirdi. Elbiselerini yırtarak attı. Serserice çıplak bir hâlde çöllere düştü. Mevlânâ Hâlid (r.aleyh) talebeleriyle sahraya çıkmışlardı. Deliren adamın çocukları ve akrabası ağlayarak Mevlânâ Hâlid’in yanına geldiler. Mecnûnun affedilmesi için yalvardılar. Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri çok sevdiği talebesi Şeyh Mûsâ Cubûrî’nin elinden tutup; “Şimdi o mecnûna doğru git. O hâlden kurtulduğunu bildir” dedi. Talebe, buyurulanı yapmak için o mecnûna gittiğinde, mecnûnu iyileşmiş gördü, iyileşen mecnûn, yaptıklarına tövbe ve istiğfar etti. Duâ ve ibâdetlerle alay etmekten vazgeçti.

Hacca gitmek için, Şam’a uğradığında, bir yalancı ve fâsık, kadıya müracaat edip; “Üç ay önce katırım çalınmıştı. Şimdi Hâlid-i Bağdâdî’yi katırımın üstünde gördüm. Katırımı isterim” dedi. Dînin emri gereğince, Mevlânâ Hâlid, hâkimin huzûruna çağrıldı. Fâsık ve yalancı kişi, şâhidlerini de getirip konuşturdu. Hâkim, katırın O iftiracının (yalancının) olduğuna hükmeyledi. Mevlânâ Hâlid hazretleri, katırı o yalancıya teslim etti ve: “Hâkimin hükmüyle hayvan senindir. Lâkin bende bir şüphe var ki, bu hayvan benim yanımda dünyâya geldi, ama bunu kimse bilmez. Ey kişi, müslümanların şehâdeti ile, hayvan senindir. Ben ise, Hak teâlânın müslüman kullarına sû-i zan etmem. Allahü teâlâ, senin katırını getirip benim evime, benim evimde doğan katırı alıp, senin evine koymağa kâdirdir. Irak’dan Şam’a kadar binme ücretini de vereyim. Hakkınız bende kalmasın” buyurup, ücreti de verdi. O anda Allahü teâlânın izni ile, yalancının evindeki katır oraya geldi. Yalancının katırını gören iftiracı şâhidler, mübârek ellerine kapanıp; “Efendim, bu adama verdiğiniz hayvan sizindir. Bizler iftira eyledik. Sizi anlamadık. Hayvanı alınız” dediler. Hazret-i Mevlânâ; “Müslümanların şehâdeti ile ve hâkimin hükmü ile, hayvan onundur. Binme ücretini de verdik. Artık geri alınmaz” deyip gözden kayboldu. Hâkim durumu öğrendi. Mevlânâ Hâlid’i aradı, bulamadı. Bu işe sebep olanlar ise barınamayıp, o beldeden kaçtılar ve perişan bir hâle düştüler.

Mevlânâ Hâlid hazretleri, Şeyh Abdülvehhâb Sûsî’yi, kendilerine vekîl olarak İstanbul’a gönderdi. O da, devlet adamları ile çok görüşüp, kibir ve ucba kapıldı. Büyüklerin yolundan ayrıldı, talebelikten reddedildi. Şeyh Abdülvehhâb Sûsî geri dönüp, Şeyh Yahyâ Mezverî’ye giderek af edilmek için tavassutunu rica etti. O da, Mevlânâ Hâlid hazretlerine gidip durumu arzetti. Mevlânâ hazretleri; “Af etmek benim elimde olsaydı af ederdim. Ne çâre ki “Silsile-i aliyye” (evliyânın) büyüklerinin rûhları onu kapılarından tard etmişlerdir” buyurdu.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, talebeleri ile, büyük bir cemâat hâlinde, Bağdat’tan Şam-ı şerîfe hicret ediyorlardı. Şam arazisine geldikleri zaman, Safvek bin Fâris diye meşhûr Şemmer kabilesinden bir yol kesici, birçok yardımcıları ile beraber kâfileyi soymak istedi. Safvek bin Fâris, bu hâdiseyi şöyle anlatır: “Pekçok yardımcılarımla Mevlânâ Hâlid’in kâfilesine hücum edeceğim zaman, kâfileden beyaz elbiseli, ata binmiş, heybetli birisi göründü. O zât gözlerimiz önünde o kadar büyüdü ki, büyük bir dağ kadar oldu. Geçen kâfile ile aramızda büyük bir engel teşkil etti. Artık kâfiledekileri seçemez olduk. Boyunun uzunluğu semâya kadar varan bir büyük dağ misâli olan bu zâtı görünce, bir korku titremesi gelerek, mızraklarımız elimizden düştü. Sonra da herkes hayvanlarından aşağı yuvarlandı. Bu hâdiseden sonra kâfilede Allahın sevgili bir kulu olduğunu anladık. Bir ağızdan; “Aman aman, affedin affedin!” diye bağırıştık. Daha sonra kâfile görünmeye başladı. Kâfilede Mevlânâ Hâlid’i görünce, hepimiz kusurlarımızın affını rica ve niyaz ettik. Ellerine sarılarak tövbe ve istiğfar eyledik.”

Fazilet sahibi bir zât olan Abdülbâkî Mûsulî anlatır: “Musul vâlisi Yahyâ Paşa, beni, Bağdat vâlisi Dâvûd Paşa’ya ba’zı işlerin halledilmesi için gönderdi. Bağdat’a ulaştığımda, geceyi sarfiyat muhâsebecisi Muhammed Efendi’nin yanında geçirdim. Orada bir ay kalmama rağmen, işleri yoluna koyamamıştım. Param da kalmamıştı, öteden beri Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerini severdim. Açlık ve üzüntü ile, bir akşam uykuya dalmıştım. Sabahleyin gusl abdesti almam îcâb etti. Hamam ücreti olmadığı için hamama gidemedim. Hâlimi hadememe açıkladım. Hademem de; “Efendim, Mevlânâ Hâlid hazretleri hakîki bir velî ise, hâlini keşfederek birkaç dirhem gönderir” dedi. Bu söz esnasında kapı çalındı. Elinde bir beyaz mendil ile bir zât içeri girdi. Elindeki mendili teslim edip; “Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin selâmı var. Bu hediyeyi kabûl etsinler buyurdu” dedi. Hemen gitti. Mendili açtığımızda, hepsi altın olmak üzere yirmibin kuruş vardı. Bu para ile, bütün ihtiyâçlarımı gördüm. Daha sonra duâlarına kavuşmak üzere hânegâhına gittim.”

Âlim ve fazilet sahibi bir zât olan Şeyh Muhammed Hâfız Urfalı anlatır: “Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, Bağdat’ta kalan hanımı ve oğlu Şihâbüddîn’in Şam’a gelmesi için mektûp yazdı. Onlar da yola çıkıp Urfa’ya geldiler. Bu esnada Mevlânâ Hâlid hazretleri bana hitaben; “Hâfız! Çoluk-çocuğumuz Urfa’ya geldiler. Sizin evinize indiler. Lâkin Şihâbüddîn vefât eyledi” buyurdu. Bu sözün söylendiği târihi yazdım. Sonra Urfa’ya gittiğimde sordum. Tam buyurdukları zamanda Şihâbüddîn’in vefâtı vâki olmuştu.”

Âlim ve fazilet sahibi olan Şeyh Ali Süveydî, büyük muhaddislerden (hadîs âlimi) idi. Hadîs-i şerîf senedlerinde kuvvetli bilgisi vardı. İmtihan etmek maksadıyla, Mevlânâ Hâlid hazretlerine geldi. Müsâfeha esnasında bir hadîs-i şerîf okudu. Mevlânâ hazretleri de bir hadîs-i şerîf okuyup oturdular. Aynı zât, Kütüb-i sitte’de yazılı olan hadîslerden üç hadîsi senedleri ile, imtihan yollu okudu. Mevlânâ hazretleri de, bu hadîslerin asıl senedlerini sahîh olarak okuyunca, o muhaddis, hemen Mevlânâ Hâlid hazretlerinin ellerine kapanıp, kalbine gelen imtihan düşüncesinden tövbe ederek af diledi. Sonradan ilim meclislerinde; “Mevlânâ en büyük velîlerden olup, zâhir ve bâtın ilimierinde sonsuz bir deniz, biz ise bir damlayız” derdi.

Mevlânâ Hâlid hazretleri çok heybetli idi. Kalbleri çok temiz, berrak ayna gibi idi. Birgün Bağdat’ta talebeleri ile sohbet esnasında; “Bir zulmet geliyor” buyurdular. Yarım saat sonra râfızî âlimlerinin büyüklerinden Mûsâ Necefi ve on arkadaşı, imtihan için yüksek huzûrlarına geldiler. Beş dakika kadar ayakta durdular. Hepsini bir titreme aldı. Mevlânâ Hâlid hazretleri parmakları ile, râfizîlere “Oturun!” diye işâret ettiler. Oturduklarında titremenin çokluğundan başlarını yerlere vurdular. On dakika bu hâl devam etti. Mevlânâ Hâlid, onlara hiç iltifât etmedi. Dicleye doğru baktı. Sonra kalkıp nafile namaz için mescide gitti. Bunu gören râfizîler dehşette kaldılar. Kendilerine geldiklerinde; “Bu âlimde büyük bir sır vardır. Hakîkatini biz bilemeyiz” deyip gittiler.

Hacı Halîl Efendi, Sultan Mahmûd Hân’ın saray hizmetçisi idi. Halîl Efendi hacca gitmeye niyet etti. İstanbul’dan Üsküdar’a geçtiğinde, Üsküdar mezarlıklarının içinden bir zât, elinde bir mektûp olduğu hâlde hızlı adımlarla ona doğru koşarak geldi ve; “Aman Hacı Halîl Efendi şu mektûbumu al! Lütfen Şam’a vardığınızda, velîlerin önderi, âriflerin büyüğü Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerine ver. Buyurduklarını ve mektûbu verdiğiniz târihi de unutmayınız. Döndüğünüzde cevâbı alırız” dedi ve yine kabristanlığa doğru yürüyüp uzaklaştı. Halîl Efendi Şam’a gidip, vâlinin konağına misâfir oldu. O akşam Mevlânâ Hâlid hazretleri, hizmetçisine feneri hazırlamasını emredip, vâlinin konağına gideceklerini bildirdi. Konağa teşrîflerinde vâli hürmetle karşılayıp; “Efendim, teşrîfinizden çok memnun olduk. Bunun bu gecede olmasının bir hikmeti olsa gerek” dedi. Halîl Efendi de orada idi. Mevlânâ Hâlid hazretleri bir müddet oturup sonra ayağa kalktılar ve; “Gidelim” buyurdular. Vâli ve Hacı Halîl Efendi de saygıyla kalktı. Mevlânâ Hâlid hazretleri gitmekten vazgeçip durdu. Az sonra tekrar kalktılar. Bu hâl üç defa tekrar etti. Mevlânâ Hâlid hazretleri son defa kalktıklarında, Hacı Halîl Efendi’ye dönerek; “Hacı Halîl Efendi! Bizim sizde bir emânetimiz vardır” buyurdu. Halîl Efendi de: “Efendim böyle bir emânet yoktur” dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri tekrar; “Elbet olacak. Cebinize ve eşyanıza baksanız” buyurdu. Halîl Efendi’nin hatırına mektûp gelmeyince; “Halîl Efendi! Üsküdar kabristanlığından geçerken, şöyle şöyle bir zât size bir mektûp vermişti” buyurdu. Hacı Halîl Efendi hatırladı ve derhal elini cebine sokup mektûbu çıkarıp verdi. O zaman Mevlânâ Hâlid hazretleri buyurdu ki: “Hacı Halîl Efendi bizimdir (bizim misâfirimizdir).” Vâli de; “Biz köleniz de Efendimindir” dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri; “O başka” buyurdular ve birkaç defa; “Hacı Halîl Efendi bizimdir” buyurunca, Hacı Halîl Efendi: “İnşâallahü teâlâ hacdan sonra efendimizin ayaklarının toprağına yüz sürerim (ziyâret edip misâfir olurum)” dedi. O zaman Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri; “Hacdan sonra gelirseniz bizi bulamazsınız” buyurdu. Hacı Halîl Efendi de; “İnşâallah buluruz” dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri; “Nasîb!” buyurdu. Daha sonra mektûbu açıp okudu ve; “Bize hüsn-i zan etmişler. Zannettikleri gibi olsun” buyurdu. Halîl Efendi hacdan sonra bizi bulamazsınız buyurmasının hikmetini anlayamayıp Hicaz yoluna koyuldu. Mekke-i mükerremeye geldi. Kalabalık bir topluluğun cenâze namazı kıldığını gördü. Onlara; “Ortada cenâze yok. Kimin namazını kılıyorsunuz?” diye sordu. Onlar da: “Şam-ı şerîfte Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri vefât etti. Onun namazını kılıyoruz” cevâbını verdiler. Bu vefât haberini alınca, Halîl Efendi kendine geldi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin kerâmetini anladı. Haccı edadan sonra, Şam’a oradan da İstanbul’a gitti. Üsküdar’a geldiğinde kabristanlığın kenarında mektûbu veren zâtı gördü. O zât Halîl Efendi’ye; “Efendim! Siz mektûbu verdiniz, bizim de işimiz oldu” deyip, kabristanlığa doğru uzaklaştı.

Mevlânâ Hâlid hazretleri, birgün yolda yürürken bir hıristiyana nazar ve iltifât etti. Hıristiyan, feryâd edip cezbeye kapıldı ve ağlayarak Mevlânâ’nın arkasından yürüdü. Hânegâha girdi. Müslüman oldu. Se’âdete kavuşanlar arasına girdi. Bu hâl açıkta olduğundan herkes gördü.

Süleymâniye’nin meşhûr âlimlerinden ba’zısı, Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerini, aklî ve naklî ilimlerin en zor ve ince mes’eleîeri ile mağlup etmek istediler ise de, kendileri yenildiler. Yanlarında câhil gibi kaldılar. Çaresiz kalıp, Irak’ın her bakımdan en büyük âlimlerinin allâmesi, müslümanların âlimi olan ve huccet-ül-İslâm denen hucceti, efendimiz, üstadımız Şeyh Yahyâ Mezverî İmâdî hazretlerine mektûp yazıp; “Süleymâniye âlimleri tarafından, dîn dünyâ ilimlerinin allâmesi, müslülanların hucceti, efendimiz, üstâdımız Yahyâ Mezverî İmâdî hazretlerinedir. Hak teâlâ müslümanları uzun hayatınızla bereketlendirsin. Şehrimizde, Hâlid isminde bir zât zuhur eyledi. Hindistan’a gidip geldikten sonra, vilâyet-i kübrâ ve insanları irşâd da’vâsında bulunuyor. Bu zât, din ilimlerini mükemmel bir sûrette tahsîl ettikten sonra, terk eyledi. Yanlış yollara saptı. Bizler onu ilimde yenemedik. Büyüğümüz sizsiniz! Üzerinize vâcibdir ki, bu tarafa gelip, yanlışlığını ve zararlarını def edip, onu yenesiniz. Gelmeyecek olursanız, bu fikirleri bütün insanlara ve diğer şehirlere yayılacaktır” dediler. Bu mektûp, Şeyh Yahyâ’nın eline geçince, ba’zı talebesi ile birlikte, Süleymâniye yolunu tuttu. Şehre yaklaşınca, bütün âlimler, karşılamağa çıkıp, eline yüz sürüp, herbiri kendi evine da’vet ettiyse de, kabûl etmedi ve; “Bu saatte o zâtla görüşmem lâzımdır” deyip, Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî’nin hânegâhına doğru gitti. O devlethâneye girince, Mevlânâ Hâlid hazretleri kalkıp kapıda karşıladı ve müsâfeha ettikten sonra, yanlarına oturttu. Şeyh Yahyâ’nın kalbinde, bir takım ince ve zor mes’eleler vardı. Bunları sorup imtihan edecekti. Daha ağzını açmadan, hazret-i Mevlânâ, Şeyh’e hitaben; “Din ilimlerinde çok müşkil mes’eleler vardır. İşte biri şudur ve cevâbı budur; diğeri şudur, cevâbı budur” buyurup, Şeyh’in kalbindeki bütün suâlleri ve cevaplarını söyledi. Şeyh Yahyâ anladı ki, bu mübârek zât, evliyânın büyüklerindendir. Hemen özür ve af diledi. Tövbe edip Mevlânâ hazretlerinin büyük talebelerinden oldu. İftiracılar bunu duyunca perişan oldular. Mevlânâ hazretleri, Şeyh Yahyâ’yı çok severdi.

Şam’da tâ’ûn hastalığı vâki oldu. Mevlânâ Hâlid hazretleri oradan ayrılmak istemediler. Tâ’undan ölenlerin şehîd olacağı hakkında hadîs-i şerîfleri okurlardı ve bu yüksek dereceye kavuşmak isterlerdi. O sırada birisi gelip; “Efendim duâ edin de bana tâ’ûn bulaşmasın” diye yalvarınca, ona duâ ettiler. O kişi kurtuldu. Kendileri için ise; “Rabbime kavuşmağı istememekten haya ederim” buyurdu.

Mevlânâ Hâlid hazretlerinin çocukları: Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin dört oğlu vardı. Biri Şihâbüddîn olup, Urfa’da vefât etti. Sonra Behâüddîn vefât etti. Ardından Abdürrahmân vefât etti. Dördüncü oğlu Necmüddîn, babasının vefâtından sonra dünyâya geldi. Onun da iki oğlu dünyâya gelmiştir. Temiz soyu devam etmektedir.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin oğlu Muhammed Behâüddîn’in beş yaşına girmesine birkaç ayı vardı ki, bu yaşta çok güzel Kur’ân-ı kerîm okurdu. Muhterem hocaları, Şeyh Muhammed Nâsih hazretleri idi. Arapça, Farsça ve mahallî dilleri çok güzel konuşurdu. Şekil, tabiat, cömertlik ve merhamet bakımından Mevlânâ Hâlid hazretlerine çok benzerdi. Çok küçük yaşta olmasına rağmen şefkatinin çokluğundan, bir kimseye bir belâ ve âfet gelse, o kişinin bu durumdan kurtulmasına çalışırdı. Tâ’ûna yakalandığı zaman, babasının nûr yüzünde hüzün alâmetleri belirmişti. Cum’a gecesi sabaha kadar hastalığı devam etti. Şeyh İsmâil Gazzî hazretleri buyurdu ki: “Kapıcı kapımı çalınca, gözbebeğimin vefât ettiğini anladım. Hemen evin kapısından dışarı çıktım. Kapıcı vefât haberini söyleyerek; “Mevlânâ Hâlid hazretleri sizi istiyor” dedi. Derhal yanına vardım. Evin güneşliğinde oturduğunu gördüm ve hemen ellerini öptüm. Sıkılganlığımdan, huzûrlarında ayakta durdum. Bir saat geçtikten sonra edeblice oturdum. Mübârek, nurlu elleriyle başımdan tutup alnımdan öptü. Cenâb-ı Hakka şu şekilde duâ etti:

“Ey Rabbim! Bu musibete sabır ve genişlik verip, beni sevinçle rızıklandırdın. Önümde rûhunu aldın. İnşâallah yüksek katınızda büyük bir nasîbi olur. Oğlum Behâüddîn mıknatısımızdır. Bizi kendisine çeker. Biz ona uyarız. Vekîlimizdir” buyurdu. Nûrlu yüzlerinde sevinç doğmuştu. Merhum oğluna sabır ve tahammül etmenin faziletlerini içine alan sohbet ve va’za başladı. Âhırete göç eden bu temiz yavrunun Kasiyûn dağındaki bir tepeye defnolunmasını emretti. Bu yere bundan evvel kimse defnolunmamıştı. Şeyh İsmâil ve Şeyh Muhammed Nâsih hazretlerine techiz ve tekfinini emir buyurdu. Cenâze yıkandıktan sonra, müslümanların omuzlarında, adı geçen yere götürüldü. Bizzat Mevlânâ Hâlid hazretleri İmâm olup, cenâze namazını kıldırdıktan sonra defneylediler. Ağlayanlara ve kalbi mahzûn olanlara teselli verip insanları teskin ederdi. Definden sonra Addâs Câmii’ne giderek, Cuma namazını kıldırdıktan sonra, adı geçen Câmi’nin hücresinde tâ’una tutulmuş değerli talebelerinden Molla Îsâ hazretlerinin yanına vararak, hâl ve hatırını sorup, alâka gösterdi. Molla Îsâ’ya şöyle buyurdu: “Ey Îsâ!.. Ölümden hiç korkma. Dâima uyku ile uyanıklık arasında bulun. Zîrâ senin kalbine yöneldik. Artık şeytan tasallut edemez. Oğlum Behâüddîn ile karşılaştığında selâmımı ulaştır. Ona korkmamasını söyle. Yakın zamanda inşâallah biz de geleceğiz.” Vedâdan sonra Cennet misâli yüksek hânegâhına gitti.

Behâüddîn’in vefâtından sonra, diğer oğlu Abdürrahmân da aynı senenin Zilka’de ayında tâ’ûndan vefât etti. Abdürrahmân gayet zekî, merhamet sahibi, akıllı bir çocuk idi. O da defin hazırlıkları bitince Kasiyûn isimli tepeye, kardeşi Behâüddîn’in mezarının kuzey tarafına defnedildi. Çok kalabalık bir cemâat cenâzesinde bulundu.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, oğlu Behâüddîn’in defnine gittiği zaman, kendisinin de yakında vefât edeceğini anladı. Bunun üzerine kabrinin kazılmasına dâir Şeyh Abdülkâdir Deymânî’ye emir verip, nerede defnolunacağını bildirdi.

Abdürrahmân’ın defninde, daha önce ta’yin ettiği kabrin kazılmamış ve hazırlanmamış olduğunu görünce üzüldü. Şeyh Abdülkâdir’e; “Zannedersem, kazıcıya verecek paran yoktur” buyurup, bu talebelerine birkaç gümüş verdi ve; “Muhakkak, bugün kazın! Kazınca bir taşa rastlarsınız. Vefâtım günü, o kayayı kırma sebebiyle zahmet çekip, kabrimi belki vaktinde kazıp, yetiştiremezsiniz. Mezar, boyunuz derinliğinde olsun” buyurdu. Gerçekten iki arşın miktarı kazıldıktan sonra, buyurdukları gibi, büyükçe bir taş göründü. Bu kerâmetini de herkes gördü. Buyurdukları miktarda kazıldı.

Vefâtı: Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, son zamanlarına doğru, yanlarında bulunan emânet kitapları sahiplerine vermek için ayırmağa başladılar. Bir ara talebelerinden birini gönderip, Şeyh İsmâil Angârî’yi çağırttı. Ona; “Buradan hiç bir yere çıkmam. Ancak oğlum Behâüddîn’in yanına gitmeyi isterim? buyurdu. Şeyh İsmâil: “Efendim güneşin hararetinden oraya gitmek ve orada oturmak mümkün olmaz” deyince Mevlânâ Hâlid hazretleri; “Güneşin harareti bize zarar vermez” buyurdu. Daha sonra kütüphânesinin önünde oturdu ve; “Ey İsmâil; Beni dinle, asla muhalefet etme. Vefâtımdan sonra, çoluk-çocuğum, fıkıh kitaplarım, diğer hukukî işlerim için yerime vasî olarak, İsmâil Enârenî’yi ta’yin ettim. Ondan sonra Muhammed Nâsih, sonra Abdülfettâh, ondan sonra da seni seçtim. Malımın üçte birini namaz, borcumun iskatı için ayırın. Bir su sarnıcı inşâ edin. Ben zannederim ki, ümmetin iyi zâtlarından ba’zı ihlâs sahipleri, bu makamda, sevdiklerimiz için dergâh bina ederler. Malımın üçte birinden geri kalanı da, kapımızda olan fakirlere ve yoksullara verilsin. Ölümümden daha büyük bir musibet size gelmez. Ona karşı sabır ve tahammül gösteriniz. İnsanlarla münâkaşa etmeyiniz” buyurdu. Şeyh İsmâil de; “Efendim, bugün kalblerimizi hüzün ve kederle doldurdunuz. İnşâallah bu emir gelmez de ömrünüz uzun olur” dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri, “Ey İsmâil! Biz Şam’a ancak ölmek için geldik. Buraya geliş gayemiz başka bir şey değildir. Cenâb-ı Hak, Beyt-i mukaddesi ve Nebiyy-i zîşânı ziyâreti ve Hâcc-ı ekberi, bize geçmiş senelerde nasîb etti. İnşâallah saâdet-i ebediyyeye nail oluruz. Başka birşey istemiyoruz. Ba’zı inkarcıların size yapacağı eza ve cefâdan korkuyoruz. Bilhassa falan kimsenin eza ve cefâsından korkuyoruz. Hak teâlâya yalvararak duâ ediyoruz ki, size eziyet verecek olan o kimse fazla yaşamasın. Çünkü sevdiklerimize iftira ederek zahmet verir” buyurdu. Buyurdukları gibi, kendilerinden kısa bir müddet sonra o kimse öldü.

Birgün Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, Şeyh İsmâil Gazzî’ye buyurdular ki: “Bütün kitaplarımı vakfettim.” O esnada içeriye Şeyh Muhammed Nâsih Efendi girdi ve; “Efendim Seyyid Hüseyn Efendi ve beraberinde ba’zı âlim zâtlar, size ta’ziyeye geldiler” dedi. Daha sonra onları karşılayıp, oturmalarına müsâade ettiler. Oğlu Abdürrahmân için ta’ziyelerini kabûl etti. Ziyâretçiler gidince, Şeyh İsmâil Efendi de izin alıp ayrılmak istedi. Mevlânâ hazretleri: “Bugün burada kalınız” buyurdu.

Sonra da; “İnsanların; “Mevlânâ Hâlid kerâmet izhar ediyor” demelerinden korkmasaydım, bütün arkadaş ve dostlarımla vedâlaşırdım. Bu Cum’a gecesi gideceğimizi zannediyorum” buyurdu. Daha sonra kendisine yemek getirildiğinde; “Bu ve bundan başka yemeklerden yiyemeyeceğim, ölümü isteyen hem de yemek yiyen hiç bir kimse gördünüz mü?” buyurdu. Uzun bir müddet dünyâ yemeklerinden yemedi. Sonra; “Dünyâ yemeklerine doymuş olduğum hâlde, Rabbime kavuşmayı arzu etmem” diyerek, evlâdı ile şakalaşan bir baba gibi, ayaklarını evin içinde yere vurdu. Bundan önce böyle bir hâl kendilerinden görülmemişti. Bundan sonra kitapların bulunduğu yere gitti. Emânet aldığı kitapları sahiplerine göndermeğe başladı. Çoluk-çocuğuna teker teker nasihat ve vasıyyet ederek vedâlaştıktan sonra; “Biz bu Cum’a gidiyoruz” buyurdu. Sonra mescide teşrîf etti. İkindi namazını  kıldıktan sonra, medresenin olduğu tarafa yöneldi. Kapısına geldiklerinde, sevdiklerinden İsmâil Gazzî’yi yanına çağırıp iltifât etti. Kütüphânesinin önünde oturdu, önceki vasıyyetini ve nasihati tekrar etti. Şöyle buyurdu; “Namaz borcumun iskatı için vasıyyet ettim. Allahın birliğine yemîn ederim ki: Baliğ olduğum zamandan bugüne kadar bir vakit namazımı kazaya bırakmadım. Kuşluk ve teheccüd namazlarını da eda ettim. Bu sözleri işitip de, “Mevlânâ Hâlid, hayrat ve hasenata muhtaç değildir” demeyiniz. Vefâtımdan sonra, hayır ve iyiliklerde bulunup, fakirlere yemek yediriniz. Fâtiha-i şerîfe ve İhlâs-ı şerîflerde bizi unutmayınız. Bir kimse yukarıda işâret ettiğim haklarıma muhalefet ederse, âhırette beni göremez. Çoluk-çocuğuma hoş nazarla bakınız. Seçtiğim vasim Şeyh İsmâil Enârenî’dir. Benden sonra irşâd vazîfesinde bulunacak seçtiğim talebemdir. Bu husûsu hiç kimse hatırından çıkarmasın” buyurup, İsmâil Gazrî’ye: “Bana kalemi ver, vakıf şartlarını yazayım” buyurdu ve mübârek ellerine kalem alıp; “Bu kitapları Allah için vakfettim. Vakfımın şartları şunlardır” diyerek şartlarını yazdı. Sonunda da; “Bu yazılan şartlarla vakfettiğim kitaplarımın küçük bir tanesi de olsa değiştiren, noksanlaştıran kimseler üzerine; Allahın, meleklerinin ve bütün insanların la’neti yağsın” buyurdular. O esnada talebelerinden olan Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerinden Seyyid Muhammed Emîn İbni Âbidîn içeri girdi ve ba’zı sorular sordu. Mevlânâ Hâlid hazretleri, her soruya cevap verdikten sonra da, hangi kitaplarda olduğunu söyledi ve bu arada; “Şu kitabı getirin” buyurdu. O kitapdaki delîllerini de gösterdi. O zaman İbn-i Âbidîn hazretleri; “Efendim! Dün gece rü’yâmda Hazreti Osman’ın vefât etmiş olduğunu gördüm. Çok büyük bir kalabalık oldu. Cenâze namazını ben kıldırdım” diyerek rü’yâsını anlattı. Mevlânâ Hâlid hazretleri de; “Ey İbn-i Âbidîn! Yakında ben vefât ederim. Sen de kalabalık bir cemâat ile cenâze namazımızı kıldırırsın. Çünkü ben, Hazreti Osman’ın evlâdındanım” buyurdu. İbn-i Âbidîn bunu duyunca çok üzüldü ve rü’yâsını anlattığına çok pişman oldu.

Daha sonra Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, sevdiklerine şöyle vasıyyette bulundu: “Muhammed aleyhisselâmın sünnetine uyunuz. Üzerinde bulunduğumuz doğru yol üzere olunuz. Karşılaşacağınız güçlüklere sabr ve tahammül gösteriniz. Bizim vefâtımızdan daha büyük musibet size ulaşmaz. Şekil ve şemailimi sayarak, bağırıp çağırarak ağlamak sûreti ile, rûhuma zahmet vermeyiniz. Etrâfa mektûplar yazarak, vefâtıma hiçbir kimsenin üzülmemesini ve ağlamamasını tenbîh ediniz. Beni seven ve bana muhabbet eden, Allah rızâsı için kurban kesip sevâbını benim rûhuma göndersin. Rûhuma Kur’ân-ı kerîm ve Fâtihalar, kıymetli duâlar göndersin. Dünyâ sevgisi ile gönülleri dolan kimseler gibi sakın siz de; “Sadakaya muhtaç değilim. Ancak Fâtiha ve İhlâs-ı şerîflere muhtâcım” demeyiniz. Benim için iyiliklerde bulununuz. Sadaka veriniz sizi bize yaklaştıracak işler işleyiniz, ömrümüz elliye ulaşmıştır. Otuzbeş senelik farzları iskat ve kaza edersiniz, ömrümüzde kuşluk ve teheccüd namazlarını diğer beş vakit farz namazlar gibi hiç terk etmedim. Ey İsmâil, talebe ve arkadaşlarımın kıymetini biliyorsun. Onlara sıkıntı verecek şeylerden sakın. Zannederim ki, yakın zamanda talebelerim için bir dergâh inşâ edilir.”

Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri bu nasihatleri yaptığında, sıhhatleri ve afiyetleri yerinde idi. Sonra evlerine girdiler. Uzun zaman evden çıkmadıkları görülünce, talebeler, evinin hizmetçisinden haber sorup, içeri girmek ve mübârek cemâlini görmek arzularını bildirdiler. İçeri girmemeleri hakkında haber gelince, talebeleri bir hüzün ve elem kapladı. Bir daha yanlarına girmemek şartı ile tekrar izin istediler. O zaman içeri girilmesine müsâade ettiler. İsmâil Efendi beraberlerinde olduğu hâlde, yirmi kişi huzûrlarına girip, ziyârette bulundular. Mevîânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, sağ yanlarına yatmış bir vaziyette murâkabe hâlinde idi. Hâl ve hatırları sorulunca, teşekkür ve iltifât olarak gözlerini açıp, fazla kalmamalarını ve fazla konuşmamalarını işâret ettiler. Talebelerinden İsmâil Efendi; “Efendim zât-ı âlileriniz su isterler mi?” dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri hâl ile; “Dünyâ ve içindekilerden vazgeçtim. Şu anda Hak ile meşgûlüm” demek istediler. Bu hâllere şâhid olanların hepsi, mübârek ellerini öpüp, titreyerek ve büyük bir şaşkınlık içinde dışarı çıktılar. Dışarıda başka talebeler ve sevenleri, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin hâlinin nasıl olduğunu haber almak için bekleşiyorlardı. Onlara gördüklerini anlattılar.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, o gece yatsıdan sonra çoluk-çocuğunu yanlarına çağırdılar. Onlara hitaben; “Hepinize hakkımı helâl ediyorum. Birbirinizden ayrılmayınız. Vefâtınıza kadar bu evde kalınız” buyurdular. Abdest alıp bir miktar namaz kıldıktan sonra; “Şu anda tâ’ûna tutuldum” buyurdular. Mübârek yüzleri sarardı. Sabahleyin de çoluk-çocuğuna dönerek tekrar buyurdu ki: “Bundan sonra beni meşgûl edip benden birşey istemeyiniz. Bir şey isterseniz vekîlimden isteyiniz. Beni Hakla meşgûl olmaktan alıkoymayınız. Hiçbir kimse ile sohbet etmek istemiyorum. Rabbim ile meşgûlüm. Yanımda hiç kimse bulunmasın.” Göz uçları ile kıbleye yönelip sağ yanı üzere yatarak, murâkabe ve Allahü teâlânın kudretini tefekkürle meşgûl olmaya başladı. Hastalığının şiddetinden; “Ah! vah!” gibi sesler asla duyulmayıp, her a’zâsından, hattâ mübârek saçlarından Hakkın zikrinin belirtileri görülüyordu. Müezzin ezan okumağa başladığında, Mevlânâ Hâlid hazretleri Fecr sûresinin son âyetlerini okudu. Meâlen; (Sonra Allah mü’min kimselere şöyle buyurur) Ey (îmânda sebat gösteren Allahı anmakta huzûra kavuşan) itaatkâr nefs, dön rabbine (Cennetle sana hazırladığı ni’metlere) sen O’ndan (sana verdiklerinden ötürü) râzı, O da senden (îmânın sebebiyle) râzı olarak. Haydi gir (sâlih) kullarımın içine. Gir Cennetime.” Bu âyet-i kerîmeleri okuyup bitirdikten sonra, mübârek rûhları Cennet-i a’lâya uçtu ve Allahü teâlâya kavuştu.

Kapısında bulunan âbidler, talebeleri, sevdikleri, vefâtlarını işitince, müteessir olarak kendilerinden geçtiler. Talebelerinden İsmâil Efendi, oradakilere; “Evliyânın vefâtı, bir evden öteki eve gidişi gibidir” hadîs-i şerîfini naklederek, nasihatte bulundu. Talebelerinin önde gelenlerinden İsmâil Efendi, Muhammed Nâsih, Ahmed Efendi, Ahmed Mekkî Efendi, Muhammed Sâlih Efendi ve Şeyh Abdülkâdir Efendi beraberce Mevlânâ Hâlid hazretlerinin vefât ettiği odasına girdiler. Onu saf ve temiz, ebedî istirahata çekilmiş bir şekilde görünce, mübârek ayaklarından öpüp göz yaşı döktüler. Daha sonra Şeyh İsmâil Efendi; “Kendimi, öldükten sonra dirileceğimiz yer olan haşr meydanında sanmıştım. Mevlânâ Hâlid Efendimizin yüzleri, gözleri kamaştıracak derecede nurlu idi. Her hâli ile nûr saçışları, veliliğine işâret ediyordu” dedi. Şeyh İsmâil sözlerine devamla, “Elini öptüğüm zaman, mübârek terlerinin misk gibi koktuğuna şâhid oldum. Böyle hoş koku şimdiye kadar koklamış değildim. O güzel kokuyu yüzüme ve gözüme sürmeye başlamıştım. Cân-ü gönlüm, şeker lezzeti bularak hayat buldu” diyerek o günkü hâllerini anlattı.

Önde gelen talebeleri, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin nâzik vücûdlarını tam bir hürmet ve saygı ile medresede kendileri için yaptırdıkları teneşir tahtasına koydular. Şeyh İsmâil Efendi, Şeyh Muhammed Nâsih Efendi, Şeyh Abdülfettâh Efendi, Şeyh Muhammed Efendi, Mevlânâ Hâlid hazretlerini yıkama, techiz ve tekfinleri ile meşgûl oldular. Sonra mescidde yüksek bir mahalle konarak, bütün halka ziyâret için izin verildi. Herkes girerek, mübârek na’şları etrâfında halka oldu. Sabaha kadar Kur’ân-ı kerîm, salât-ü selâm, Kelime-i tevhîd ve duâlar okundu. Sabah namazı kılındıktan sonra, Cennet misâli hânegâhtan, Emevî Câmii’ne, müslümanların parmakları üzerinde kalabalık bir cemâat ile götürüldü. Kalabalık, çarşı ve pazarları doldurdu.

Çok dehşetli o günde, nurlu na’şlarını mezkûr câminin musallasına izzet, ihtiram ve şerefle koydukları zaman, binlerce insan cenâze namazlarını kıldılar. Namazda, talebesi ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi İbn-i Âbidîn hazretleri imamlık yaptı. Kalabalıktan ötürü cenâze namazını kılamayan birçok kimse, Şafiî mezhebine göre tekrar kılınan cenâze namazına iştirâk ettiler. Şeyh İsmâil Enârenî, sonradan kılınan cenâze namazını kıldırmak için, Şeyh İsmâil el-Kuzberî’ye emir ve ruhsat verdi. Evliyâ kâfilesinin reîsi Mevlânâ Hâlid hazretlerinin tabutu başında, Emevî Câmii baş müezzini;

“Velîlerin reîsinin rûhu beden kafesinden uçup bekâ bahçesine gitti” diyerek, yüksek sesle vefâtını îlân etti. Sonra duâ ederek; “Ezel ve ebedde yalnız olan, bir olan cenâb-ı Hakkı tesbih ve tenzih ederim. Kuvvetlilerin zarar veremediğini tenzih ve tesbih ederim. Herşey yok olacaktır. Sâdece O’nun zâtı bakî kalacaktır. Hüküm O’nundür. O’na dönülecektir. Tâat ederek Allahü teâlâya yalvarın! Biliniz ki, muhakkak âlimlerin ölümü, âlemin ölümü gibidir. Duâlarımız, büyük velî ve bu âlemin kutbu Mevlânâ Hâlid hazretlerinin üzerine olsun, ölmeyen ve hayat sahibi olan Allahü teâlâyı tesbih ve tenzih ederim” dedi. Göz yaşartan bu duâyı okudukça, bütün cemâat ağlamaya başladı. Ondan sonra tabut, müslümanların parmakları üzerinde taşınarak, Kasiyûn’da “Tel” denen tepeye getirildi. Bu yer, şimdi Sâlihiyye adı ile anılmaktadır. Cenâzenin defni sırasında hoş bir koku etrâfa yayıldı. Bunu orada bulunanların hepsi hissetti. O hoş kokunun hâlâ orada mevcût bulunduğu, ziyâret edenlerce söylenmektedir.

Talebelerinden dört kişi kabrin içerisine girip, mübârek cesedi tam bir olgunlukla ve hürmetle, Allahü teâlâyı zikrederek, âşıkların gözlerinden gizlediler. Bu esnada halk ağlayarak ayrılış gözyaşları döktüler.

Sünnet olan telkin, Şeyh Ebû Bekr hazretlerine havale edildi. Telkinden sonra Şeyh Ebû Bekr, mis kokulu kabirleri üzerine kapanıp, çok zaman geçtikten sonra kendisine gelebildi. Sonra bütün cemâat yavaş yavaş geri döndü.

Mevlânâ Hâlid hazretlerinin vefâtından sonra, sevenlerinden biri, rü’yâsında Muhyiddîn-i Arabî’nin kabirden çıktığını, Kasiyûn dağına gelip, Mevlânâ Hâlid hazretlerine selâm verip, ziyâret ettiğini gördü. Rü’yâsını şöyle anlattı: “Ben de onunla birlikte oraya gittim. Orada çok yüksek binaların bulunduğunu, Mevlânâ hazretlerinin de Muhyiddîn-i Arabî’ye kavuşmak için sür’atle yürüdüğünü, birbirlerinin boynuna sarıldıklarını, selâmlaştıklarını gördüm. Muhyiddîn-i Arabî (r.aleyh); “Gözlerimiz yolda kaldı, neden bu kadar geciktiniz?” dedi. Bunun üzerine Mevlânâ; “Ben meşgûlüm. Rabbim, bana sekiz Cennet kapısını açtı. Her kapıya, bana tâbi olanlardan birinin oturmasını buyurdu. Hattâ tâ’undan ölenleri de Cennete koyuyorlar” buyurdu. Bunun üzerine Cennetin sekiz kapısının açıldığını ve içindeki ni’metlerin güzelliğini, her kapıda Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin talebelerinden birinin, gelenleri seyreder olduğunu gördüm. O anda Mevlânâ’dan yardım isteyip, tâ’unun Şam’dan kalkmasında şefaatçi olmasını istirhâm ettim ve; “Allahü teâlânın izni ile kalkar” buyurdu. Çok geçmeden Şam’dan tâ’ûn (veba) kalktı.

Mevlânâ Hâlid hazretleri; uzuna yakın boylu, iri yapılı, buğday tenli, burnunun ortası yüksekçe, gözleri iri ve siyah, sakalı sünnete uygun olup, siyahı beyazından fazla idi. Güleryüzlü, kolları uzunca, geniş göğüslü, vakarlı ve çok heybetli idi.

Eserleri: Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, çeşitli ilimlerde eserler yazdı. Bilhassa “İrâde-i cüz’iyye” risalesinin bir benzeri o zamana kadar yazılmamıştı. “Rabıta risalesi”nin birçok şerh, tetimme ve ta’likleri vardır. Hele Fârisî dil ile yazdığı, ince rûhunun terennümlerini bildiren “Dîvân”ı, bir şaheserdir. Okuyanlar, zekâsının kuvvetini, görüşünün keskinliğini, aklının üstünlüğünü, kalbinin temizliğini, san’atkârâne üslûbunu, evliyâlıktaki derecesini ve muhabbetinin çokluğunu görür. Eserlerinden biri de “İ’tikâdnâme” olup bu kitap, İslâmın beş şartını ve îmânın altı şartını bildirmektedir. Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri bu eserini Farsça olarak yazıp, “İ’tikâdnâme” adını verdi. Mevlânâ Hâlid hazretlerinin kardeşi, büyük velî Mevlânâ Mahmûd Sâhib’in talebelerinden Kemahlı Hacı Feyzullah Efendi de, bu kitabı Türkçeye tercüme ederek, “Ferâid-ül-fevâid” ismini verdi. Her müslümanın okuması ve çoluk-çocuğuna okutması gerekli olan bu eser, Hakîkat Kitabevi yayınları arasında, “Herkese Lâzım Olan Îmân” ismiyle neşredilmiştir. Ayrıca bunun Almanca, Fransızca, İngilizce ve Arapça tercümeleri de yapılarak bastırılmış, Hakîkat Kitabevi tarafından bütün dünyâya dağıtılmıştır.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin bir de “Câliyet-ül-ekdâr” adında, salevâtü şerîfe kitabı vardır. Okunması, keder ve üzüntüleri giderir. Bundan başka; Cem’ul-fevâid min câmi’il-usûl ve mecmeu’z-zevâid, Hayâlî haşiyesi, Şerh-ur-Remlî haşiyesi, Risâletün fil-ibâde, Arabî ve Fârisî mektûbât, Risâletün fî isbât-ır-râbıta, Risâletün fî âdâb-il-mürîd maaşşeyhihî, Risâletün fit-tarîk, Makâmât-ı Harîri haşiyesi (tam değil), Zemahşerî’nin “Etbâk-üz-zeheb”i üzerine Fârisî bir şerh, Siyâlkûti haşiyesi, Şerh-i akâid-i Adûdiyye, El-Ikd-ül-cevherî fil-farkı beyne kesbî el-Mâtürîdî vel-Eş’arî v.b.dir.

Eserlerinden seçmeler:

Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî, hocası Abdullah-i Dehilevî hazretlerinin, Hindistan’daki vekîli, Ebû Sa’îd Müceddidi hazretlerine gönderdiği bir mektûbunda özetle buyuruyor ki:

“Ebû Sa’îd Müceddidi Ma’sûmi hazretlerinin yüksek huzûrlarına arz ederim. Büyük makamlar, yüksek mertebeler sahibi, baba ve dedelerinizin nihâyetsiz feyz ve yüksekliklerinden, eşsiz hocamızın (canım onu yaradana feda olsun) bu zavallıya ulaştırdıkları, yazıya ve söze sığacak cinsten değildir. Bu büyük ni’metin şükrü için olan çalışmalanmı arzediyorum. Bütün Anadolu, Arabistan (Hicaz), Irak, İran’ın bir kısmı, bütün Kuzey Mezopotamya, “Silsile-i aliyye” büyüklerinin cezbe ve te’sîrleriyle dolmuş olup, gece ve gündüz; mahfil, meclis, mescid ve medreselerinde İmâm-ı Rabbânî Müceddid ve Münevvir-i elf-i sânî’nin (r.aleyh) medhi ve güzel zikri yapılmaktadır. Küçük-büyük herkesin dilinde hep o anılmaktadır.”

Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, muhtelif zamanlarda yazdığı mektûplarından ba’zılarında şöyle demektedir:

“Allahü teâlâya hamd, Muhammed aleyhisselâma, temiz âline ve seçkin Eshâbına salât ve duâdan sonra biliniz ki, bir kimse kendisini iyi sıfatlarla süslenmiş, güzel ahlâkla bezenmiş bilir ve görür, kendini bir başkasından üstün tutarsa, bu, ulûhiyyet da’vâsına kalkışmak olup, sonsuz olarak tard olmasına sebep olur. Allah korusun! Nitekim İblîs (şeytan); “Ben ondan (Âdem aleyhisselâmdan) iyiyim” dedi ve bu sözü onun kovulmasına sebep oldu.

O hâlde son derece korkmalı ve titremelidir ki, hiçbir talebeyi, hiçbir kimseyi hattâ içki içeni dahi, kendinden aşağı bilmemelidir. Bu, içki içmek haram ve kötü değildir ma’nâsına düşünülmemelidir. Böyle i’tikâddan Allahü teâlâya sığınım. Belki son nefeste kimin imânla gidip gidemeyeceğinin bilinmediğindendir. Çok içki içenler vardır ki, sonunda pişman olup, titreyen elleriyle, Hakîm-i mutlakın dergâhının istiğfar, pişmanlık ve tövbe eteklerine sıkıca tutunmuş, iyiler defterine kayd olmuşlardır. Çok riyâzet çeken zâhidler vardır ki, sonunda fâcirler tarafına kaymış, belki küfür alâmetlerini işlemişlerdir. Allahü teâlâdan dünyâ ve âhırette bize afiyet vermesini isteriz.

O hâlde talebenin çokluğu ve teveccühün te’sîrli oluşuna gurûrlanmamalı, aldanmamalıdır. O te’sîr başka bir yerden olabilir. Bilmelidir ki, muhakkak başka yerdendir. Dünyâ leşini, ya’nî dünyalık sayılan şeyleri, mutlak olarak hiç kimseden, bilhassa talebeden kabûl etmeyiniz. Az veya çok, önemli değildir. Çok kalb kırılmasına sebep olmadıkça, yahut bu tarafdan (bizden) bir işâret olmadıkça bu minval üzere olmaya çalışınız. Bütün âlem münkiriniz ve düşmanınız olsa, yahut muhlisiniz ve dostunuz bulunsa, murâd olan şeyden kıl ucu kadar sapmayınız. Sâdece hakiki sevgilinin rızâsını isteyiniz, bu yeter.

Birisi kalkar da; “Bâ’zı evliyâ; kendini büyük görmüş, söz ve hareketleri ile büyüklük taslamış, insanlar onlara kulluk, hizmetçilik yapmış, siz nasıl kendini büyük görmemelidir dersiniz?” diye suâl ederse, cevâbında deriz ki: “Evliyâ, fânîfillah ve bâkîbillahlardır. Fenâ ve bekâ makamlarını aşmışlardır. Nefs-i emmârenin istek ve arzularından geçmiş, tamamen boşalmışlardır. Onlardan meydana gelen her hareket, Allahü teâlânın kudret ve irâdesi iledir. Nefsin icâbı değildir. Bu sebeple bunun gibi işlerin onlarla alâkası yoktur. Enfâl sûresi 17. âyetinde meâlen; “Attınsa da sen atmadın ve lâkin Allah attı...” âyet-i kerîmesi bu makama işârettir.

Özet olarak deriz ki: Evliyânın işleri, görünüşte diğer insanların işlerine benzerse de, hakîkatte o seçilmişlerin amelleri başkadır. Mektûba bu kadar yazılabilir.”

Vasıyyettir: İstihâresiz kimseyi kabûl etmeyin. Çünkü sizin kabûlünüz, bu fakirin kabûlüdür. Bu fakirin kabûlü de, daha yukarılara gider. Kendiniz için ve size bağlı olanlar için sözde, harekette, dışta, içte, Muhammed aleyhisselâmın dînine gevşeklik ve tembelliğe cevaz ve imkân vermeyiniz. Zîrâ bu büyük devlet ve ni’metin yanında, yüzbinlerce keşf ve kerâmet değersizdir. Keşf ve kerâmet, dînin emirlerine uymayı arttırmaya sebep olmuyorsa, belâdır.

Hiçbir yeri vatanın bilme! Hiç kimseyi bizzat sevgili tutma. Zira vatan kabirdir ve sevgili, hakiki mahbûb olan Allahü teâlâdır. Bulunduğunuz yerdekilerin çok inkâr ve sıkıntı vermeleri sebebiyle kulluk vazîfelerinde eksiklik ve kusur görünmeye başlarsa, oradan başka yere göçersiniz, ancak bu fakirden izin almayı unutmayınız. Büyüklerimizi incitecek hâl ve hareketlerden sakınınız.”

Otuzuncu mektûpdan: “Defalarca söyledim. Bir daha söylüyorum ki: Bütün velîler, dînimizin emir ve yasaklarına uymayan tarikatçılığın, ilhad ve zındıklık olduğunda sözbirliği halindedirler. Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin yolunda olmayan ba’zı kimseler dinimize dal ve kabuk, evliyâlık ma’rifetlerine de; kök, gövde ve öz demişlerdir. Bu söz, büyüklerimiz katında değersizdir. Belki hakiki kök, gövde ve öz, dînimiz İslâmiyet olup, bundan gayrisi dal, budaktır, isterse keşf ve kerâmet olsun.

“Evliyâ bu kadar niye uğraşmışlar, bu kadar sıkıntılara niye katlanmışlar, sülûk ve dervişlik yolunun çilelerini niçin çekmişler ve ne için keşf ve kerâmetten iyi olan bu şeriat ve zühd yolunu tutmamışlardır” denirse, cevâbında deriz ki: Dinimizin yolunda yürüyüp ilerlemek, evliyâdan başkası için çok zordur, belki imkânsızdır. Çünkü nefs-i emmârenin çok belâ ve fitneleri vardır. Bir kimse kitaplardan öğrenilen bütün ilimleri ezberlese, nefsin hilelerinden kurtulamaz. Bir mürşid-i kâmilin rûhâniyetinin imdâdı ile, makamları geçip, seyr ve sülûk yapmadıkça, zâtın tecellilerine kavuşamaz. Nefs-i emmâreyi terbiye eden, sahibini fenâ makamına kavuşturan bu tecellîlerdir. Böyle bir kimse, bu tecellîlerden sonra tekrar uyanık hâle gelirse, dînimizin yolunda ilerler.

Demek ki, bizim büyüklerimizin yolunda, tarikat; İslâm dininin emirlerini yapmak içindir. Ama tarîkati hakkıyla yapmak da herkesin işi değildir. Bâtınsız ilim vebal, dinimizin emir ve yasaklarına uymayan bâtın (ya’nî tarikat, tasavvuf) sapıklıktır. Sapıklık ve vebâldan Allahü teâlâya sığınırız.

Seyyid Ali ile gönderdiğiniz hediye ve mektûbunuz geldi. Nerede ise batınınız sizden tozlanıyor, bulanıyordu. Ama şimdi temizlendi. Mahmûd’un mektûbunda yazdıklarımı yapınız ve talebelerin çokluğuna ve izzetinize kapılıp aldanmayınız. Perdenin arkasında çok oyunlar vardır. Zîrâ büyüklerin yolunda, maksûd olan şey ma’bûddur. Vesselâm.

Otuzsekizinci mektûpdan: “Allahü teâlâ, kalbimin özlediği, rûhumun gözlediği Seyyid Tâhâ’yı, fenâ ve bekâ mertebelerine kavuşmakla şereflendirsin. Allâmenin (ya’nî Seyyid Tâhâ hazretlerinin) bu fakire yazdığı mektûp geldi. İslâmiyetin yayılmasına çalıştığınız ve Kur’ân-ı kerîmin hatmi hakkında yazıyorsunuz. Çok memnun olduk. İhlâs şartı ile Allahü teâlâya ne kadar ibâdet ederler, Resûlullahın (s.a.v.) sünnetine ne kadar uyarlarsa, sizin vâsıtanızla olduğu için, her birinin sevâbı kadar sizin de amel defterinize yazılacaktır. Resûlullahın (s.a.v.); “Bir kimse islamda sünnet-i hasene yaparsa, bunun sevâbına ve bunu yapanların sevâblarına kavuşur. Bir kimse islamda bir sünnet-i seyyie çığırı açarsa, bunun günâhı ve bunu yapanların günahları kendisine verilir” hadîs-i şerîfi bu sözümüze şâhiddir. Vesselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühû.”

Talebesi İsmâil Şirvânî’ye yazdığı mektûbunda buyurdu ki:

“Hidâyet yıldızı olan büyüklerin çoğu şöyle buyurdu: “Küfrân-ı ni’met (ni’mete nankörlük etmek), kulun ni’metten istifâde ederken, o ni’metle meşgûliyeti sebebiyle ni’meti vereni unutmasıdır.” Yolumuzun büyükleri buyurdu ki: “Kendi varlığından sıyrılmamış kimselerle kalben beraber olmak, belki o kişinin helakine sebep olur.”

Diyarbakır’daki sevenlerinden birine yazdığı bir mektûpda buyurdu ki:

“Var olduğun müddetçe, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına iyi yapış. Size Allahü teâlâyı çok anmanızı, O’na sığınmanızı, geçici olan dünyâya gönül vermemenizi, devamlı ve sonsuz olan âhırete çok rağbet etmenizi, ölümü, kabirdeki yalnızlığı, hesap gününe tam olarak hazırlanmayı, sünnet-i seniyyeye yapışmayı, bid’atlerden yüz çevirmeyi, müslümanların muvaffakiyeti, din düşmanlarının ve mürtedlerin hezimeti için duâ etmeyi tavsiye ederim.”

Yine Seyyid Ubeydullah Efendi’ye gönderdiği bir diğer mektûbunda buyurdu ki:

“Size; hilm sahibi (yumuşak huylu) olmayı, müsamahayı, câhillerden yüz çevirmeyi, dedikodu yapmamayı, az konuşmayı, iyi işlerle meşgûliyete devamı, son nefeste îmânla gitmenize duâ etmeleri için fakirlere iyilik etmeyi, devamlı yalvarma ve kırık kalp üzere bulunmayı tavsiye ederim.”

Akkâ eyâleti hâkimi Abdullah Reşâ’ya yazdığı bir mektûbunda buyurdu ki:

“Zât-ı âlinize, müslüman sultanlara, vezirlere, devlet büyüklerine, kumandanlara, kadılara ve müftilere duâ etmenin, bizlerin boynuna borç olduğunu bildiririm. Çünkü memleketin ve içerisinde yaşayanların huzûr ve rahatı, onların iyi olmasındadır. Onların iyi olmasında umûmun iyiliği vardır. Eğer onların durumu kötü olursa, umûmun durumu kötü olur.

Eğer kalb ehlinin nazarlarına tam olarak kavuşmak istersen, inat ehlinin sözlerine kulak verme. Çünkü büyüklerimiz şöyle buyururlar: “Allahü teâlânın bir kulundan yüz çevirdiğinin alâmeti, o kimsenin Allahü teâlânın velî kullarına dil uzatmasıdır.” O büyüklere dil uzatanları dinleyen kimse de onlardandır. Bilakis o büyükleri inkâr edenlere, iftiracılara mâni olması lâzımdır.”

Süleymâniye’de, kardeşi Şeyh Mahmûd Sâhib’e yazdığı bir mektûbunda buyurdu ki:

“Size tavsiyem şudur ki: Takvâ üzere olun. Allahü teâlâya itaat edin. İnsanlara eziyet ve sıkıntı vermeyin. Bilhassa Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvere haremlerinde (içinde) böyle bir durumdan sakının. İnsanlar seni gıybet etseler de, sen kimseyi gıybet etme! Kimseyi hor ve hakîr görme. Kendini başkasından üstün tutma. Bütün gayretinle kalbi ve bedenî ibâdet ve tâatleri yerine getirmek için çalış. Kendini hiçbir hayır iş yapmamış kabûl et. Niyet, ibâdetin rûhudur. Niyet ise ihlâsla mu’teber olur. Ben doğduğumdan beri hiçbir hayır yapmadığımı kabûl ediyorum. Hâlbuki sen, beni senden daha üstün biliyorsun. Eğer kendini her hayırda iflâs etmiş kabûl etsen bile, Allahü teâlânın rahmetinden ümit kesme.

Allahü teâlânın bir kimseye lütuf ve ihsânda bulunması, o kimsenin insanlar ve cinlerin ameli kadar ameli olmasından hayırlıdır. Ancak Allahü teâlânın fadl ve ihsânına tama’, ibâdetleri terke sebep olmamalıdır. Kalb zikrine ve murâkabeye devam et. Bunlarda gevşek olma. Yürürken bile olsa bunlara devam et. Bu yolun büyüklerinin rûhâniyetlerine sarıl. İlim ve Kur’ân-ı kerîm ehline i’tibâr eyle. Mümkün olduğu kadar Kur’ân-ı kerîm okumakla meşgûl ol. Fıkıh ilmi ile çok meşgûl ol. Kalbi huzûru muhafaza etme düşüncesi seni bundan alıkoymasın. (Eğer kaza borcun yoksa) teheccüd, işrâk, duhâ, evvâbîn namazlarına devam et. Devamlı abdestli ol. Az uyu, “Sübhânallahi ve bi hamdihî adede halkihi ve rıdâe nefsihî ve zinete arşihî ve midâdi kelimâtihî” duâsını üç defa oku. Sana teklif de etseler, siyâset işlerine girme. Başkalarını ıslâh işini, devlet reîsine bırak. Allahü teâlâdan, İslâm düşmanlarına karşı muzaffer kılmasını iste. Mevcûtla kanâat eyle. Çok çalış. Resûlullah (s.a.v.) efendimizin mübârek yoluna uy.”

Bağdat’taki bir talebesine yazdığı mektûbunda buyurdu ki;

“Size önemle sünnet-i seniyyeye yapışmanızı, câhiliyye âdetlerinden ve pek aşağı olan bid’atlerden sakınmanızı, gösteriş işlere kapılmamanızı, halktan, bedeni beslemeye çok ehemmiyet verenlere, kendilerinden bir şey beklemek sûretiyle makam ve mevki sahipleri ile görüşmeyi terk etmenizi tavsiye ederim. Çünkü bu şekilde onlarla görüşmek, onların lekelendiği şeylerle sizin de lekelenmenize sebep olur. Yapmak mecbûriyetinde olduğunuz iki bozuk işle karşılaştığınızda en hafif olanını yapmak lâzımdır. Devlet reîslerine dil uzatmayınız, onların iyilikleri için duâ ediniz. Çünkü onların iyiliği, sizin iyiliğinize vesile olur. Şunu iyi biliniz ki, sizin bana en sevgiliniz; dünyâ ehline alâkası en az olanınız, başkasına yük olmayanınız, fıkıh ve hadîsle meşgûl olanınızdır.”

Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî Osmanî hazretleri, kardeşi Mevlânâ Muhammed Sâhib hazretlerine, İmâm-ı Nevevî’nin. (r.aleyh) “Hadîs-i erba’în” kitabındaki ikinci hadîs olan ve “Hadîs-i Cibril” adı ile meşhûr hadîs-i şerîfi okuturken, Mevlânâ Mahmûd-i Sâhib bu hadîs-i şerîfi açıklayarak yazmasını büyük kardeşinden dilemişti. Mevlânâ Hâlid hazretleri, kardeşinin nurlu kalbini hoş etmek için, bu dileği kabûl buyurmuştu. Bu hadîs-i şerîfi Fârisî dil ile şerh etti.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, bu eserine, İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî’nin “Mektûbât” kitabının üçüncü cildinin onyedinci mektûbu ile başlayarak, kitabına zînet ve bereket vermek istemiştir. İmâm-ı Rabbânî (r.aleyh), bu mektûbunda buyuruyor ki:

“Mektûbuma Besmele ile başlıyorum. Bizlere her ni’meti gönderen ve en büyük ni’met olarak müslüman yapmakla şereflendiren ve Muhammed aleyhisselâma ümmet kılmakla kıymetlendiren Allahü teâlâya hamd ve şükr olsun!

İyice düşünmeli, anlamalıdır ki, herkese her ni’meti gönderen, yalnız Allahü teâlâdır. Herşeyi var eden, ancak O’dur. Her varlığı, her an varlıkta durduran hep O’dur. Kullardaki üstün ve iyi sıfatlar, O’nun lütfu ve ihsânıdır. Hayâtımız, aklımız, bilgimiz, gücümüz, görmemiz, işitmemiz, söyleyebilmemiz, hep O’ndandır. Saymakla bitirilemeyen çeşitli ni’metleri, iyilikleri gönderen O’dur. İnsanları güçlüklerden, sıkıntılardan kurtaran, duâları kabûl eden, derdleri, belâları gideren O’dur. Rızkları yaratan, ulaştıran yalnız O’dur. İhsânı o kadar boldur ki, günah işleyenlerin rızkını kesmiyor. Günahları örtmesi o kadar çoktur ki, emrini dinlemeyen, yasaklarından sakınmayan azgınları, herkese rezîl ve rüsvâ etmiyor, namus perdelerini yırtmıyor. Affı ve merhameti o kadar çoktur ki, cezayı ve azâbı hak edenlere azâb vermekte acele etmiyor. Ni’metlerini, ihsânlarını, dostlarına ve düşmanlarına saçıyor. Kimseden birşey esirgemiyor. Bütün ni’metlerinin en üstünü, en kıymetlisi olarak da, doğru yolu, saadet ve kurtuluş yolunu gösteriyor. Yoldan sapmamak, Cennete girmek için teşvik buyuruyor.

Cennetteki sonsuz ni’metlere, bitmez, tükenmez zevklere ve kendi rızâsına, sevgisine kavuşabilmemiz için, sevgili Peygamberine uymamızı emrediyor. İşte, Allahü teâlânın ni’metleri güneş gibi meydandadır. Başkalarından gelen iyilikler, yine O’ndan gelmektedir. Başkalarını vâsıta kılan, onlara iyilik yapmak isteğini veren, onlara iyilik yapabilecek gücü, kuvveti veren yine O’dur. Bunun için, her yerden, herkesten gelen ni’metleri gönderen hep O’dur. O’ndan başkasından iyilik, ihsân beklemek, emanetçiden, emanet olarak birşey istemeğe ve fakirden sadaka istemeğe benzer. Bu sözlerimizin, yerinde ve doğru olduğunu, câhil olanlar da, âlimler gibi; kalın kafalılar da, zeki, keskin görüşlü olanlar gibi bilir. Çünkü, anlatılanlar, meydanda olan, düşünmeğe bile lüzum olmayan bilgilerdir.

İnsanın, bu ni’metleri gönderen Allahü teâlâya, gücü yettiği kadar şükretmesi, insanlık vazîfesidir. Aklın emrettiği bir vazîfe, bir borçdur. Fakat, Allahü teâlâya yapılması lüzumlu olan bu şükrü yerine getirebilmek kolay bir iş değildir. Çünkü insanlar, yok iken sonradan yaratılmış, zaif, muhtaç, ayıblı ve kusurludur. Allahü teâlâ ise, hep var, sonsuz vardır. Ayıblardan, kusurlardan, uzaktır. Bütün Üstünlüklerin sahibidir. İnsanların Allahü teâlâya hiçbir bakımdan benzerlikleri, yakınlıkları yoktur. Böyle aşağı kullar, öyle bir yüce Allahın şânına yakışacak bir şükür yapabilir mi? Çünkü, çok şey vardır ki, insanlar onları güzel ve kıymetli sanır. Fakat Allahü teâlâ, bunları kötülük bilir ve beğenmez. Saygı ve şükür sandığımız şeyler, beğenilmeyen, bayağı şeyler olabilir. Bunun içindir ki, insanlar, kendi kusurlu akılları, kısa görüşleri ile, Allahü teâlâya karşı şükür ve saygı olabilecek şeyleri bulamaz. Şükretmeğe, saygı göstermeğe yarayan vazîfeler, Allahü teâlâ tarafından bildirilmedikçe, övmek sanılan şeyler, kötülemek olabilir.

İşte, insanların Allahü teâlâya karşı, kalb, dil ve beden ile yapmaları ve inanmaları lâzım olan şükür borcu, kulluk vazîfeleri, Allahü teâlâ tarafından bildirilmiş ve O’nun sevgili Peygamberi (s.a.v.) tarafından ortaya konmuştur. Allahü teâlânın gösterdiği ve emrettiği kulluk vazîfelerine; “İslâmiyet” denir. Allahü teâlâya şükür, O’nun Peygamberinin getirdiği yola uymakla olur. Bu yola uymayan, bunun dışında kalan hiçbir şükrü, hiçbir ibâdeti Allahü teâlâ tarafından kabûl edilmez, beğenilmez. Çünkü insanların, iyi güzel sandıkları çok şey vardır ki, İslâmiyet, bunları beğenmemekte çirkin olduklarını bildirmektedir.

Demek ki, aklı olan kimselerin, Allahü teâlâya şükür etmek için, Muhammed aleyhisselâma uymaları lâzımdır. O’nun yoluna “İslâmiyet” denir. Muhammed aleyhisselâma uyan kimseye, “Müslüman” denir. Allahü teâlâya şükr etmeğe ya’nî Muhammed aleyhisselâma uymağa “İbâdet etmek” denir, İslâmiyet iki kısımdır: 1- Kalb ile i’tikâd edilmesi, inanılması lâzım olanlar. Bunlara “Üsûl-i dîn” denir. 2- Beden ile ve kalb ile yapılacak ibâdetler. Bunlara “Füru’i dîn” veya “Şeriat” denir.”

Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri i’tikâdnâme kitabında özetle şöyle buyurdu:

Bu i’tikâdnâme kitabında, Resûl-i ekrem efendimizin (s.a.v.) îmânı ve İslâmı bildiren bir hadîs-i şerîfi açıklanacaktır. Bu hadîs-i şerîfin bereketi ile, müslümanların i’tikâdlarının tamamlanacağını, böylece, salâha ve saadete kavuşacaklarını ve cürmü, günahı çok olan bu Hâlid’in de (r.aleyh) kurtulmasına sebep olacağını ümîd ediyorum. Hiçbir şeye muhtaç olmayan ve keremi, ihsânı bol olan ve kullarına çok acıyan Hüdâ-yı teâlâya güzel i’tikâdım şöyledir ki, sermâyesi az, kalbi kara olan bu fakîr Hâlid’in yersiz sözlerini af buyura ve kusurlu ibâdetlerini kabûl eyleye! Yalancı, aldatıcı şeytanın kötülüklerinden (ve İslâm düşmanlarının yalan yanlış sözlerine ve yazılarına aldanmaktan) koruyup, şad eyleye! Merhametlilerin en merhametlisi ve ihsân sahiplerinin en cömerdi ancak O’dur.

İslâm âlimleri buyurdu ki, “Mükellef” olan, ya’nî âkil baliğ olan, kadın, erkek her müslümanın, Allahü teâlânın sıfât-ı zâtıyyesini ve sıfât-ı sübûtiyyesini, doğru bilmesi ve inânması lâzımdır. Herkese ilk farz olan şey budur. Bilmemek özür olmaz. Bilmemek günah olur. Ahmed oğlu Hâlid-i Bağdâdî’nin bu kitabı yazması, başkalarına üstünlük ve bilgi satmak ve şöhret sahibi olmak için değildir. Bir yadigâr, bir hizmet bırakmak içindir. Cenab-ı Hak, beceriksiz olan Hâlid’e, kendi kuvveti ile ve Resûlünün mübârek rûhunun yardımı ile imdâd eylesin! Âmîn.

Allahü teâlâdan başka olan herşeye, “Mâsivâ” veya “Âlem” denir. Şimdi “Tabiat” diyorlar. Âlemlerin hepsi yok idi. Hepsini Allahü teâlâ yarattı. Âlemlerin hepsi mümkündür ve hâdisdir. Ya’nî, yok iken var olmuştur. “Allahü teâlâ var idi. Hiçbir şey yok idi” hadîs-i şerîfi, böyle olduğunu bildiriyor.

Âlemlerin şaşılacak bir düzen içinde olduklarını görüyoruz. Fen, her yıl yeni düzenler bulmaktadır. Bu nizâmı yaratanın; “Hay” diri, “Âlim” bilici, “Kadir” gücü yetici, “Mürid” dileyici, “Semi” işitici, “Basîr” görücü ve “Mütekellim” söyleyici, “Hâlık” yaratıcı olması lâzımdır,

Çünkü, “Ölmek”, “Câhil olmak”, “Gücü yetmemek”, “Zorla yapmak”, “Sağırlık”, “Körlük” ve “Söyleyememek” birer kusurdur, utanılacak şeylerdir. Bu kâinatı, bu âlemi, bu nizâm üzere yaratanda ve yok olmaktan koruyanda böyle kusurlu sıfatların bulunması olacak şey değildir.

İslâmın Şartları: Bütün âlemleri, her an varlıkta durduran, hiçbir an uyumaz olan, bütün iyiliklerin ve ni’metlerin vericisi olan Allahü teâlânın yardımı ile şimdi, Peygamberimizin (s.a.v.) mübârek sözünü açıklamağa başlıyoruz.

Müslümanların kahraman İmâmı, Eshâb-ı Kirâmın yükseklerinden, hep doğru söyleyici olmakla meşhûr, sevgili büyüğümüz, Ömer İbni Hattâb (r.a.) hazretleri buyuruyor ki:

“Öyle birgün idi ki, Eshâb-ı kirâmdan birkaçımız Resûlullah efendimizin (s.a.v.) huzûrunda ve hizmetinde bulunuyorduk.” O gün, o saat, öyle şerefli, öyle kıymetli ve hiç ele geçmez bir gün idi. O gün, Resûlullahın sohbetinde, yanında bulunmakla şereflenmek, rûhlara gıda olan, canlara zevk ve safa veren cemâlini görmek nasîb olmuştu. Bu günün şerefini, kıymetini anlatabilmek için; “Öyle birgün idi ki...” buyurdu. Cebrâil aleyhisselâmı insan şeklinde görmek, onun sesini işitmek, kulların muhtaç olduğu bilgiyi, gayet güzel ve açık olarak, Resûlullahın (s.a.v.) mübârek ağzından işitmek nasîb olan bir gün gibi, şerefli ve kıymetli bir vakit bulunabilir mi?

“O vakit, ay doğar gibi, bir zât yanımıza geldi. Elbisesi çok beyaz, saçları pek siyah idi. Üzerinde toz-toprak, ter gibi yoculuk alâmetleri görünmüyordu. Resûlullahın (s.a.v.) Eshâbı olan bizlerden hiçbirimiz onu tanımıyorduk. Ya’nî, görüp bildiğimiz kimselerden değildi. Resûlullahın (s.a.v.) huzûrunda oturdu. Dizlerini, mübârek dizlerine yanaştırdı.” Bu gelen Cebrâil ismindeki melek idi. İnsan şekline girmişti. Cebrâil aleyhisselâmın böyle oturması, edebe uymuyor gibi görünüyor ise de, bu hâli, mühim birşeyi bildirmektedir. Ya’nî, din bilgisi öğrenmek için utanmak doğru olmadığını ve üstada gurûr, kibir yakışmayacağını göstermektedir. Herkesin, dinde öğrenmek istediklerini, muallimlere serbestçe ve sıkılmadan sorması lâzım geldiğini Cebrâil aleyhisselâm, Eshâb-ı Kirâma, bu hâli ile anlatmaktadır. Çünkü din öğrenmekte utanmak ve Allahü teâlânın hakkını ödemekte ve öğretmekte ve öğrenmekte sıkılmak doğru olmaz.

“O zât-ı şerîf, ellerini Resûl-i ekrem (s.a.v.) efendimizin mübârek dizleri üzerine koydu. Resûlullaha (s.a.v.) sorarak; “Yâ Resûlallah! Bana İslâmiyeti, müslümanlığı anlat” dedi.”

“İslâm” demek, lügatta, boyun bükerek teslim olmak demektir. Resûlullah (s.a.v.), İslâm kelimesinin, İslâmiyette beş temel direğin ismi olduğunu şöyle beyân buyurdu:

1- Resûl-i ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: İslâmın şartlarından birincisi “Kelime-i şehadet” getirmektir.” Kelime-i şehâdet getirmek demek; “Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh” söylemektir. Ya’nî, âkil ve baliğ olan ve konuşabilen kimsenin; “Yerde ve gökte, O’ndan başka, ibâdet edilmeğe hakkı olan ve tapılmağa lâyık olan hiçbir şey ve hiçbir kimse yoktur. Hakîkî ma’bûd ancak, Allahü teâlâdır” O vâcib-ül-vücûddur. Her üstünlük O’ndadır. O’nda hiçbir kusur yoktur. O’nun ismi “Allah” dır demesi ve buna kalb ile kesin olarak inanmasıdır. Ve yine, o gül renkli, beyaz kırmızı, parlak, sevimli yüzlü ve kara kaşlı ve kara gözlü, mübârek alnı açık, güzel huylu, gölgesi yere düşmez ve tatlı sözlü, Arabistan’da Mekke’de doğduğu için Arab denilen, Hâşimî evlâdından; “Abdullah’ın oğlu Muhammed adındaki zât-ı âlî, Allahü teâlânın kulu ve resûlüdür, ya’nî peygamberidir.” Veheb’in kızı olan hazret-i Âmine’nin oğludur. (Milâdın 571) senesi, Nisan ayının yirmisinde Pazartesi sabahı, fecr ağarırken), Mekke şehrinde doğdu. Kırk yaşında iken peygamber olduğu kendisine bildirildi. Bu seneye “Bi’set yılı” denir. Bundan sonra, onüç sene Mekke’de, insanları İslâm dînine çağırdı. Allahü teâlânın izni ile, Medine şehrine hicret eyledi. Burada İslâmiyeti her tarafa yaydı. On sene sonra, 632 senesi Haziran’ında (Rebî’ul-evvel’in onikisinde Pazartesi günü) Medine’de vefât eyledi.

2- İslâmın şartlarından ikincisi; şartlarına ve farzlarına uygun olarak, hergün beş kerre; “Vakti gelince, namaz kılmaktır”. Namazları; Farzlarına, vâciblerine, sünnetlerine dikkat ederek ve gönlünü Hakka vererek, vakitleri geçmeden kılmalıdır. Kur’ân-ı kerîmde, namaza “Salât” buyuruluyor. Salât; lügatte insanın duâ etmesi, meleklerin istiğfar etmesi, Allahü teâlânın merhamet etmesi, acıması demektir. İslâmiyette “Salât” demek; ilmihâl kitaplarında bildirildiği şekilde, belli hareketleri yapmak ve belli şeyleri okumak demektir. Namaz kılmağa “İftitâh tekbiri” ile başlanır. Ya’nî erkeklerin ellerini kulaklarına kaldırıp göbek altına indirirken; “Allahü ekber” demeleri ile başlanır. Son oturuşta, başı sağ ve sol omuzlara döndürüp, selâm vererek bitirilir.

3- İslâmın şartlarından üçüncüsü; “Malın zekâtını vermektir”. Zekâtın ma’nâsı, temizlik ve övmek ve iyi güzel hâle gelmek demektir. İslâmiyette zekât demek; ihtiyâcından fazla ve “Nisâb” denilen belli bir sınır miktarında “Zekât malı” olan kimsenin, malından belli miktarını ayırıp, Kur’ân-ı kerîmde adı bildirilen müslümanlara, başa kakmadan vermesi demektir. Zekât sekiz çeşit insana verilir. Dört mezhebde de, dört türlü zekât malı vardır: Altın ve gümüş zekâtı, ticâret malı zekâtı, senenin yarıdan fazlasında çayırda otlayan dört ayaklı kasap hayvanların zekâta ve yerden biten her çeşit ihtiyâç maddesi zekâtıdır. Bu dördüncü zekâta, “Uşr” denir. Yerden mahsûl alınır alınmaz uşr verilir. Diğer üç zekât, nisâb miktarı olduktan bir sene sonra verilir.

4- İslâmın şartlarından dördüncüsü; “Ramazân-ı şerîf ayında, hergün oruç tutmaktır”. Oruç tutmağa “Savm” denir. Savm, lügatte, birşeyi birşeyden korumak demektir. İslâmiyette; şartlarını gözeterek, Ramazan ayında, hergün üç şeyden kendini korumak demektir. Bu üç şey; yemek, içmek ve cimadır. Ramazan ayı, gökte hilâli (yeni ayı) görmekle başlar. Takvimle önceden hesab etmekle başlamaz.

5- İslâmın şartlarından beşincisi; “Gücü yetenin, ömründe bir kerre hac etmesidir”. Yol emîn ve beden sağlam olarak Mekke-i mükerreme şehrine gidip gelinceye kadar, geride bıraktığı çoluk-çocuğunu geçindirmeğe yetecek maldan fazla kalan para ile oraya gidip gelebilecek kimsenin, ömründe bir kerre, Kâ’be-i muazzamayı tavaf etmesi ve Arafat meydanında durması farzdır.

O zât Resûlullahdan bu cevapları işitince; “Doğru söyledin yâ Resûlallah” dedi. Biz dinleyiciler, onun bu sözüne şaştık. Eshâb-ı Kirâmdan, orada bulunanların, o zâtın bu hâline şaştıklarını, hazret-i Ömer haber yeriyor. Çünkü, hem soruyor, hem de verilen cevâbın doğru olduğunu tasdik ediyor. Birşeyi sormak, bilmediğini öğrenmeği istemek demektir. Doğru söyledin demek ise, bunları bildiğini gösterir.

Yukarıda bildirilen beş temelden en üstünü; “Kelime-i şehâdet” söylemek ve ma’nâsına inanmaktır. Bundan sonra üstünü, namaz kılmaktır. Daha sonra, oruç tutmak, daha sonra, hac etmektir. En sonra, zekât vermektir. Kelime-i şehâdetin en üstün olduğu, sözbirliği ile bellidir. Geri kalan dördünün üstünlük sırasında, âlimlerin çoğunun sözü, yukarda bildirdiğimiz gibidir. Kelime-i şehâdet, müslümanlığın başlangıcında ve ilk olarak farz olan oldu. Beş vakit namaz, bi’setin onikinci yılında ve hicretten bir sene ve birkaç ay önce mi’râc gecesinde farz oldu. Ramazân-ı şerîf orucu, hicretin ikinci senesinde, Şa’bân ayında farz oldu. Zekât vermek, orucun farz olduğu sene, Ramazan ayı içinde farz oldu. Hac ise, hicretin dokuzuncu senesinde farz oldu. Üstünlük sırasında, en son zekât gelmekte, farz olma zamanları sırasında ise, en son hac gelmektedir.

Bir kimse, İslâmın bu beş şartından birini inkâr ederse, ya’nî inanmaz, kabûl etmezse, yahut alay eder, saygı göstermezse, ne’ûzübillah, imansız olur. Bunlar gibi, helâl ve haram olduğu açık olarak ve sözbirliği ile bildirilmiş olan başka şeylerden birini de kabûl etmeyen, ya’nî helâle haram diyen veya harama helâl diyen de imansız olur. Dinde zarurî ma’lûm olan, ya’nî İslâm memleketlerinde yaşayan câhillerin bile işittiği, bildiği, din bilgilerinden birini inkâr eden, beğenmeyen, imansız olur.

Îmânın şartları: Bu zât yine sorarak; “Yâ Resûlallah (s.a.v.)! Îmânın ne olduğunu da bana bildir” dedi. İslâmın ne olduğunu sorduktan ve cevap verildikten sonra, Cebrâil (a.s.) Resûl-i ekrem efendimizden (s.a.v.), imânın hakîkatini ve mâhiyetini açıklamasını istedi. İmân, lügatta bir kimseyi tam doğru sözlü bilmek, ona inanmak demektir. İslâmiyette îmân demek; Resûl-i ekrem efendimizin (s.a.v.), Allahın peygamberi olduğunu ve O’nun tarafından seçilmiş, haber verici nebî olduğunu doğru bilmek, inanarak söylemek, O’nun Allahü teâlâ tarafından kısaca bildirdiklerine kısaca inanmak, geniş bildirdiklerine etrâflıca inanmak ve gücü yettikçe Kelime-i şehâdeti dil ile de söylemektir. Kuvvetli îmân şöyledir ki, ateşin yaktığına, yılanın zehirleyip öldürdüğüne yakîn üzere inanıp kaçtığı gibi, gönülden tam olarak Allahü teâlâyı ve sıfatlarını büyük bilerek, O’nun rızâsına ve cemâline koşmak, gazâbından, celâletinden kaçmak ve îmânı, mermer üzerine yazılan yazı gibi sağlam olarak gönlüne yerleştirmektir.

Îmân ile İslâm birdir. Kelime-i şehâdetin ma’nâsına inanmak, berikisinde de vardır. Umûm ve husûs ayrılıkları var ise de, lügat ma’nâları ayrı olmakla beraber, İslâmiyette ayrılıkları yoktur.

Bu hadîs-i şerîfte, îmânın lügat ma’nası kasdedilmemektedir. Çünkü lügat ma’nâsı, tasdik ve inanmak demek olup, Arab câhillerinden, bu ma’nâyı bilmeyen kimse yoktur. Nerde kaldı ki, Eshâb-ı Kirâm bilmemiş olsunlar. Cebrâil aleyhisselâm, îmânın ma’nâsını Eshâb-ı Kirâma öğretmek istiyordu. Bunun için, İslâmiyette neye îmân edildiğini sormaktadır. Resûlullah da (s.a.v.), îmânın belli altı şeye inanmak olduğunu şöyle bildirdi:

1- “Önce Allahü teâlâya inanmaktır” buyurdu. İmân demek, keşf ile bularak veya vicdanla bularak, yâhut bir delîl ile aklın anlaması yolundan veya seçilmiş, beğenilmiş bir söze güvenerek ve uyarak, belli altı şeye can ve gönülden inanmak ve dil ile de söylemektir.

Bu altı şeyden birincisi, Allahü teâlânın vâcib-ül-vücûd ve hakîkî ma’bûd ve bütün varlıkların yaratıcısı olduğuna inanmaktır. Dünyâ ve âhıret âleminde bulunan herşeyi, maddesiz, zamansız ve benzersiz olarak yoktan var eden, ancak Allahü teâlâdır diye kesin inanmaktır. (Her maddeyi, atomları, molekülleri, elementleri, bileşikleri, organik cisimleri, hücreleri, hayâtı, ölümü, her olayı, her reaksiyonu, her çeşit kuvveti, enerji nev’lerini, hareketleri, kânunları, rûhları, melekleri, canlı cansız her varı yoktan var eden ve hepsini, her an varlıkta bulunduran yalnız O’dur.) Âlemlerde olan herşeyi, (hiçbiri yok iken, bir anda) yarattığı gibi, (her zaman, birbirlerinden de var etmektedir. Kıyâmet zamanı gelince, herşeyi bir anda) yine yok edecektir. Her varlığın yaratanı, sahibi, hâkimi O’dur. O’nun hâkimi, âmiri, üstünü yoktur diyerek inanmak lâzımdır. Her üstünlük, her kemâl sıfat, O’nundur. O’nda, hiçbir kusur, hiçbir noksan sıfat yoktur. Dilediğini yapabilir. Yaptıkları, kendine veya başkasına faydalı olmak için değildir. Bir karşılık için yapmaz. Bununla beraber, her işinde, hikmetler, faydalar, lütuflar, ihsânlar vardır.

Kullarına iyi olanı, yarar olanı vermeğe, kimisine sevâb, kimisine azâb yapmağa mecbûr değildir. Âsilerin, günah işleyenlerin hepsini Cennete koysa, fadlına, ihsânına yakışır. İtaat, ibâdet edenlerin hepsini Cehenneme atsa, adâlete muhalif olmaz. Fakat, müslümanları ve ibâdet edenleri Cennete sokacağını, bunlara, sonsuz ni’metler, iyilikler vereceğini, kâfirlere ise, Cehennemde sonsuz azâb edeceğini dilemiş ve bildirmiştir. O, sözünden dönmez. Bütün canlılar îmân etse, itaat etse, O’na hiçbir fâidesi olmaz. Bütün âlem kâfir olsa, azgın, taşkın olsa, karşı gelse, O’na hiçbir zarar vermez. Kul, birşey yapmak dileyince, O da isterse, o şeyi yaratır. Kullarının her hareketini, her şeyi yaratan O’dur. O dilemezse, yaratmazsa, hiçbir şey hareket edemez. O dilemezse kimse kâfir olamaz. Kimse isyan edemez. Küfrü, günahları diler ise de, bunlardan râzı değildir. O’nun işine, kimse karışamaz. “Niçin böyle yaptı. Şöyle yapsaydı” demeğe, sebebini sormağa kimsenin gücü ve hakkı yoktur. Şirkten, küfürden başka, herhangi büyük günahı işleyip, tövbesiz ölen kimseyi dilerse affeder. Küçük günah için dilerse azâb eder. Kâfir, mürted olarak ölenleri hiç affetmeyeceğini, bunlara sonsuz azâb edeceğini bildirmiştir.

Müslüman olup, ehl-i kıble olup, ibâdet edip, fakat, i’tikâdı Ehl-i sünnet i’tikâdına uymayan ve tövbe etmeden ölen kimseye, Cehennemde azâb edecek ise de, böyle bid’at sahibi müslümanlar, Cehennemde sonsuz kalmayacaktır.

Allahü teâlâyı, dünyâda baş gözü ile görmek caizdir. Fakat, kimse görmemiştir. Kıyâmet günü, mahşer yerinde kâfirlere ve günahı olan mü’minlere, kahr ve celâl ile; sâlih olan mü’minlere ise, lütuf ve cemâl ile görünecektir. Mü’minler, Cennette, cemâl sıfatı ile görecektir. Melekler ve kadınlar da görecektir. Kâfirler, bundan mahrûm kalacaklardır. Cinnîlerin de mahrûm kalacaklarını bildiren haber kuvvetlidir. Âlimlerin çoğuna göre; “Mü’minlerin makbûl olanları, her sabah ve akşam, derecesi aşağı olanlar ise, her Cum’a günü ve kadınlar, dünyâ bayramı gibi yılda birkaç kerre, tecellî-i cemâl ile ve rü’yet ile müşerref olacaklardır.”

Allahü teâlâ üzerinden, gece-gündüz ve zaman geçmesi düşünülemez. Allahü teâlâda, hiçbir bakımdan, hiçbir değişiklik olmayacağı için, geçmişte, gelecekte şöyledir, böyledir denemez. Allahü teâlâ, hiçbir şeye hulul etmez. Hiçbir şeyle birleşmez. Allahü teâlânın zıddı, tersi, benzeri, ortağı, yardımcısı, koruyucusu yoktur. Anası, babası, oğlu, kızı, eşi yoktur.

Her zaman, herkes ile hâzır ve herşeyi muhit ve nâzırdır. Herkese can damarından daha yakındır. Fakat, hâzır olması, ihata etmesi, beraber ve yakın olması bizim anladığımız gibi değildir. O’nun yakınlığı âlimlerin ilmi, fen adamlarının zekâsı ve evliyânın keşf ve şühûdü ile anlaşılamaz. Bunların içyüzünü, insan aklı kavrayamaz. Allahü teâlâ, zâtında ve sıfatlarında birdir, hiçbirinde değişiklik, başkalaşmak olmaz.

Allahü teâlânın isimleri “Tevkifi”dir. Ya’nî, İslâmiyette bildirilen isimleri söylemek caiz olup, bunlardan başkasını söylemek caiz değildir. (Meselâ Allahü teâlâya Alîm denir. Fakat âlim demek olan fakîh denmez. Çünkü İslâmiyet, Allahü teâlâya fakîh dememiştir. Bunun gibi, “Allah” adı yerine tanrı demek caiz değildir. Çünkü tanrı, ilâh, ma’bûd demektir. Meselâ; “Hindûların tanrıları öküzdür” denilmektedir. “Birdir Allah, O’ndan başka tanrı yok.” denilebilir. Başka dillerdeki Dieu, Gott ve God kelimeleri de, ilâh, ma’bûd ma’nâsına kullanılabilir. “Allah” adı yerine kullanılamaz.)

Allahü teâlânın isimleri sonsuzdur. Bin bir ismi var diye meşhûrdur. Ya’nî, isimlerinden bin bir tanesini insanlara bildirmiştir. Muhammed aleyhisselâmın dininde, bunlardan doksandokuzu bildirilmiştir. Bunlara “Esmâ-i hüsnâ” denir.

Allahü teâlânın “Sıfât-ı zâtıyye”si altıdır. (Bunlar yukarıda bildirilmiştir.) “Sıfât-ı sübûtiyye” si, “Mâtürîdiyye” mezhebinde sekizdir. Eş’arîlerde ise yedidir. Bu sıfatları da, zâtı gibi ezelîdir, ebedîdir. Ya’nî sonsuz olarak vardırlar. Mukaddestirler. Mahlûkların sıfatları gibi değildirler. Akıl ile, zan ile ve dünyâdakilere benzetilerek anlaşılamazlar. Allahü teâlâ, bu sıfatlarından birer örnek, insanlara ihsân buyurmuştur. Bunları görerek, Allahü teâlânın sıfatları biraz anlaşılabilir. İnsan, Allahü teâlâyı anlayamayacağı için, Allahü teâlâyı düşünmek, anlamağa kalkışmak caiz değildir. Allahü teâlânın sekiz sıfât-ı sübûtiyyesi, zâtının aynı da değildir gayrı da değildir. Ya’nî sıfatları, kendisi değildir. Kendisinden başka da değildir.

Bu sekiz sıfat: Hayât, ilm, sem’, basar, irâde, kudret, kelâm ve tekvîn’dir. Eş’ariyye mezhebinde, tekvin sıfatı, kudret sıfatı ile birdir. Meşiyyet de, irâde demektir.

Allahü teâlânın sekiz sıfatından herbiri basitdir, bir hâldedir. Hiçbirinde, hiçbir değişiklik olmaz. Fakat, mahlûklara te’alluk bakımından herbiri çoktur. Bir sıfatın mahlûklara te’alluku, etkisi bakımından çok olması, bunun basit olmasına zarar vermez. Bunun gibi, Allahü teâlâ, bu kadar çeşitli mahlûktan yaratmıştır ve hepsini, her an, yok olmaktan korumaktadır. Fakat, O, yine birdir. O’nda değişiklik olmaz. Her mahlûk, her an, her bakımdan O’na muhtaçtır. O, hiç kimseye muhtaç değildir.

2- Îmânın altı esâsından ikincisi; “O’nun meleklerine inanmaktır”. Melekler, cisimdir. Latiftir. Gaz hâlinden de daha latiftirler. Nûrânîdirler. Diridirler. Akıllıdırlar. İnsanlardaki kötülükler, meleklerde yoktur. Her şekle girebilirler. Gazlar, sıvı ve katı olduğu gibi ve katı olunca, şekil aldığı gibi, melekler de güzel şekiller alabilirler. Melekler, büyük insanların bedeninden ayrılan rûhlar değildirler. Hıristiyanlar, melekleri, böyle rûh sanıyor. Enerji, kuvvet gibi, maddesiz de değildirler. Eski filozoflardan bir kısmı, böyle zannetti. Hepsine “Melâike” denir. Melek; elçi, haber verici veya kuvvet demektir. Melekler, her canlıdan önce yaratıldı. Onun için, kitaplara îmândan önce, meleklere îmân edilmesi bildirildi. Kitaplar da peygamberlerden öncedir. Kur’ân-ı kerîmde inanılacak şeylerin ismi, bu sıra ile bildirilmektedir.

Meleklere îmân şöyle olmalıdır Melekler, Allahü teâlânın kullarıdır. Ortakları değildir. Kızları değildir. Kâfirler, müşrikler, öyle sandılar. Allahü teâlâ, meleklerin hepsinden râzıdır. Allahü teâlânın emirlerine itaat ederler. Günah işlemezler. Emîrlere isyan etmezler. Erkek ve dişi değildirler. Evlenmezler. Çocukları olmaz. Hayat sahibi ya’nî diridirler. Allahü teâlâ, insanları yaratacağını buyurduğu zaman; “Yâ Rabbî! Yer yüzünü ifsâd edecek ve kan dökecek mahlûkları mı yaratacaksın?” gibi meleklerin, “Zelle” denilen soruları, bunların ma’sûm, suçsuz olmalarına zarar vermez.

Sayısı ençok olan mahlûk, meleklerdir. Bunların sayılarını Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Göklerde, meleklerin ibâdet etmedikleri, boş bir yer yoktur. Göklerin her yeri, rükû’da veya secdede olan meleklerle doludur. Göklerde, yerlerde, otlarda, yıldızlarda, canlılarda, cansızlarda, yağmur damlalarında, ağaçların yapraklarında, her molekülde, her atomda, her reaksiyonda, her harekette, herşeyde meleklerin vazîfeleri vardır. Her yerde, Allahü teâlânın emirlerini yaparlar. Allahü teâlâ ile mahlûkları arasında vâsıtadırlar. Ba’zıları, başka meleklerin âmiridir. Ba’zıları, insanların peygamberlerine haber getirir. Ba’zıları insanların kalbine iyi düşünce getirir ki, buna “İlham” denir. Ba’zılarının, insanlardan ve bütün mahlûklardan haberi yoktur. Allahü teâlânın cemâli karşısında kendilerinden geçmişlerdir. Herbirinin belli yeri vardır. Oradan ayrılamazlar. Ba’zısının iki, ba’zısının dört veya daha çok kanadı vardır. (Her hayvanın kanadı ve uçakların kanatları, kendilerinin yapısında olup, birbirlerine benzemediği gibi, meleklerin kanadı da kendi cinslerindendir. İnsan, görmediği, bilmediği birşeyin adını işitince, bunu bildiği şeyler gibi sanıp aldanır. Meleklerin kanatları vardır, inanırız. Fakat, nasıl olduğunu bilemeyiz. Kiliselerde, ba’zı mecmû’a ve filimlerde, melek diye görülen kanatlı kadın resimleri uydurmadır. Müslümanlar böyle resim yapmaz. Müslüman olmayanların yaptığı bu bozuk resimleri doğru sanmamalı, düşmanlara aldanmamalıdır.) Cennet melekleri, Cennettedir. Bunların büyüklerinin adı “Rıdvan”dır. Cehennem meleklerine “Zebanî” denir. Bunlar, Cehennemde emrolunan vazîfelerini yapar. Cehennem ateşi bunlara zarar vermez. Deniz, balığa zararlı olmadığı gibidir. Cehennem zebanîlerinin büyükleri ondokuz tanedir. En büyüğünün adı “Mâlik”tir.

Her insanın hayr ve şer, bütün işlerini yazan, ikisi gece, ikisi gündüz gelen dört meleğe, “Kirâmen kâtibîn” veya “Hafaza melekleri” denir. Hafaza meleklerinin, bunlardan başka olduğu da rivâyet edilmiştir. Sağ taraftaki melek, soldakinin âmiridir ve iyi işleri yazar. Soldaki, kötülükleri yazar. Kabirlerde, kâfirlere ve âsî müslümanlara azâb edecek melekler ve kabirde suâl soracak melekler vardır. Suâl meleklerine “Münker ve Nekîr” denir. Mü’minlere soranlara, “Mübeşşir ve Beşîr” de denir.

Meleklerin birbirlerinden üstünlükleri vardır. En üstünleri dört tanedir. Bunların birincisi “Cebrâil” aleyhisselâmdır. Bunun vazîfesi, peygamberlere “Vahy” getirmek, emir ve yasakları bildirmektir. İkincisi “Sûr” denilen boruyu üfürecek olan “İsrafil” aleyhisselâmdır. Sûru iki defa üfürecektir. Birincisinde, Allahü teâlâdan başka her diri ölecektir. İkincisinde, hepsi tekrar dirilecektir. Üçüncüsü, “Mîkâil” aleyhisselâmdır. Ucuzluk, pahalılık, kıtlık, bolluk yapmak ve her maddeyi hareket ettirmek, bunun vazîfesidir. Dördüncüsü, “Azrail” aleyhisselâmdır. İnsanların rûhunu alan budur. (Fârisî dilinde rûha, can denir.) Bu dört melekten sonra üstün olan, dört sınıftır. “Hamele-i Arş” denen melekler, dört tanedir. Kıyâmette sekiz olacaktır. Huzûr-i ilâhîde bulunan meleklere “Mukarrebîn” denir. Azâb meleklerinin büyüklerine “Kerûbiyân” denir. Rahmet meleklerine “Rûhâniyân” denir. Bunların hepsi, meleklerin, havası, ya’nî üstünleridir. Bunlar, peygamberlerden başka, bütün insanlardan daha üstündür. Müslümanların sâlihleri ve velîleri, meleklerin avamından, daha efdal, daha üstündür. Meleklerin avamı, müslümanların avamından, ya’nî âsî ve fâsıklardan efdaldir.

Kâfirler ise, her mahlûktan daha aşağıdır. Sûrun birinci Ufürülmesinde, dört büyük melekten ve hamele-i Arş’dan başka, bütün melekler de yok olacaktır. Bundan sonra, hamele-i Arş ve daha sonra dört melek yok olacaktır. İkincisinde, önce bütün melekler dirilecektir. Hamele-i Arş ile bu dört melek, sûrun ikinci üfürülmesinden önce dirilecektir. Demek ki, bu melekler, bütün canlılardan önce yaratıldıkları gibi, her canlıdan sonra yok olacaklardır.

3-Îmânın altı esâsından üçüncüsü; “Allahü teâlânın indirdiği kitaplarına inanmaktır.” Allahü teâlâ, bu kitapları, ba’zı peygamberlere, melekle okutarak, ba’zılarına ise, levha üzerinde yazılı olarak, ba’zılarına da meleksiz işittirerek indirdi. Bu kitapların hepsi Allahü teâlânın kelâmıdır. Ebedî ve ezelîdirler. Mahlûk değildirler. Bunlar, meleklerin îcâdı veya peygamberlerin kendi sözleri değildir. Allahü teâlânın kelâmı, bizim yazdığımız ve zihinlerimizde tuttuğumuz ve söylediğimiz kelâm gibi değildir. Yazıda, sözde ve zihinde bulunmak gibi değildir. Harfli ve sesli değildir. Allahü teâlânın ve sıfatlarının nasıl olduğunu, insan anlayamaz. Fakat, o kelâmı, insanlar okur. Zihinlerde saklanır ve yazılır. Bizimle beraber olunca, hadîs olur. Demek ki, Allahü teâlânın kelâmının iki tarafı vardır. İnsanlarla beraber olunca, mahlûk ve hâdisdir. Allahü teâlânın kelâmı olduğu düşünülünce, kadîmdir.

Allahü teâlânın indirdiği kitapların hepsi haktır, doğrudur. Yalan, yanlış olmaz. Ceza, azâb yapacağım deyip de affetmesi caiz denildi ise de, bizim bilemediğimiz şartlara bağlıdır. Yahut O’nun irâdesine, isteğine bağlıdır. Yahut, kulun hak ettiği azâbı affeder demektir. Cezayı, azâbı bildiren kelâm, birşeyi haber vermek değildir ki, affedince, yalancılık olsun. Yahut, va’d ettiği ni’metleri vermemesi caiz değil ise de azâbları affetmesi caizdir. Akıl da, insanlar arası kânunlar da, âyet-i kerîmeler de, böyle olduğunu göstermektedir.

Allahü teâlânın indirdiği kitaplarda, ba’zı âyetlerin yalnız okunması, yahut yalnız ma’nâsı veya ikisi birden nesh edilmiş, Allahü teâlâ tarafından değiştirilmiştir. Kur’ân-ı kerîm, bütün kitapları nesh etmiş, hükümlerini yürürlükten kaldırmıştır. Kur’ân-ı kerîmde, kıyâmete kadar, hiçbir zaman, yanlışlık, unutulmak, ziyâde ve noksanlık olmaz. Geçmişteki ve gelecekteki bütün ilimler, Kur’ân-ı kerîmde vardır. Bunun için, bütün kitaplardan üstün ve kıymetlidir. Resûl-i ekrem efendimizin (s.a.v.) en büyük mu’cizesi Kur’ân-ı kerîmdir. Bütün insanlar ve cinler bir araya gelse, hepsi Kur’ân-ı kerîmin en kısa sûresi gibi bir söz söyleyebilmek için uğraşsalar, söyleyemezler. Arabistan’ın belîğ, edîb, fasih şâirleri bir araya geldi. Çok uğraştılar. Üç kısa âyet gibi bir söz söyleyemediler. Kur’ân-ı kerîme karşı duramadılar. Şaşkına döndüler. Allahü teâlâ, İslâm düşmanlarını, Kur’ân-ı kerîm karşısında âciz bırakıp, mağlûb etmektedir. Kur’ân-ı kerîmin belâgati, insan gücünün üstündedir. İnsanlar, O’nun gibi söylemekten âciz kalmaktadır. Kur’ân-ı kerîmin âyetleri, insanların nazmına, vezinli olmayan neşrine, kafiyeli sözlerine benzemiyor. Bununla beraber, Arabistan’daki edîblerin, beliğlerin sözlerinin yapı taşı olan harflerle söylenmiştir.

Semâvî kitapların bize bildirileni yüzdörttür. Bunlardan on suhûf Âdem aleyhisselâma, elli suhûf Şiş (Şît) aleyhisselâma, otuz suhûf İdrîs aleyhisselâma, on suhûf İbrâhim aleyhisselâma indirildiği meşhûrdur. Tevrat Mûsâ aleyhisselâma, Zebur Dâvûd aleyhisselâma, İncîl Îsâ aleyhisselâma ve Kur’ân-ı kerîm Muhammed aleyhissalâtü vesselâma nâzil olmuş, inmiştir.

4- İnanılacak altı esastan, dördüncüsü; “Allahü teâlânın peygamberlerine inanmaktır.” Peygamberler, insanları Allahü teâlânın beğendiği yola kavuşturmak, doğru yolu göstermek için gönderilmişlerdir. Resûl; gönderilmiş zât ve haberci demektir. İslâmiyette “Resûl” demek, yaratılışı, huyu, ilmi, aklı, zamanında bulunan bütün inşalardan üstün, kıymetli, muhterem bir adam demektir. Hiçbir kötü huyu, beğenilmeyecek hâli yoktur. Peygamberlerde “İsmet” sıfatı vardır. Ya’nî peygamber olduğu bildirilmeden önce ve bildirildikten sonra, küçük ve büyük hiçbir günah işlemez. (İslâmiyeti içerden yıkmak isteyen kâfirler, Muhammed aleyhisselâm peygamber olmadan önce, heykellerin önünde kurban keserdi diyorlar ve mezhebsizlerin kitaplarını da vesîka olarak gösteriyorlar. Bu çirkin iftiralarının yalan olduğu, yukardaki satırlardan anlaşılmaktadır.) Peygamber olduğu bildirildikten sonra, peygamber olduğu yayılıncaya, anlaşılıncaya kadar, körlük, sağırlık ve benzerleri ayıp ve kusurları da olmaz. Her peygamberde şu yedi sıfatın bulunduğuna inanmak lâzımdır Emânet, sıdk, tebliğ, adâlet, ismet, fetânet ve emn-ül-azl. Ya’nî peygamberlikten azl edilmezler. Fetânet, çok akıllı, çok anlayışlı demektir.

Yeni bir din getiren peygamberlere “Resûl” denir. Yeni din getirmeyip, insanları, önceki dîne da’vet eden peygamberlere “Nebî” denir. Emîrleri tebliğ etmekte ve insanları, Allahın dînine çağırmakta, resûl ile nebî arasında bir ayrılık yoktur. Peygamberlere îmân etmek, aralarında hiçbir fark görmeyerek, hepsinin sâdık, doğru sözlü olduğuna inanmak demektir. Onlardan birine inanmayan kimse hiçbirine inanmamış olur. Peygamberlik; çalışmakla, açlık, sıkıntı çekmekle ve çok ibâdet yapmakla ele geçmez. Yalnız Allahü teâlânın ihsânı, seçmesi ile olur. İnsanların dünyâdaki ve âhıretteki işlerinin düzgün ve faydalı olması için ve onları zararlı işlerden koruyup, selâmete, hidâyete, rahata kavuşturmak için, peygamberler vâsıtası ile dinler göndermiştir. Peygamberler, düşmanların çokluğuna, inanmayanların alay etmelerine, üzmelerine rağmen, Allahü teâlânın emirlerini insanlara tebliğ etmekte, bildirmekte, düşmanlardan korkmamış göz kırpmamışlardır. Allahü teâlâ, peygamberlerin sıdk sahibi olduklarını, doğru söylediklerini göstermek için, onları mu’cizelerle kuvvetlendirdi. Hiç kimse bu mu’cizelere karşı gelemedi. Peygamberi kabûl edip inanan kimseye, o peygamberin “Ümmeti” denir. Kıyâmet gününde, ümmetlerinden, günahı çok olanlara şefaat etmeleri için izin verilecek ve şefaatleri kabûl olacaktır. Ümmetlerinden, âlim, sâlih, velî olanlarına da, şefaat etmeleri için Allahü teâlâ izin verecek ve şefaatlerini kabûl buyuracaktır. Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, mezarlarında, bizim bilmediğimiz bir hayat ile diridir. Mübârek vücudlarını toprak çürütmez. Bunun içindir ki, hadîs-i şerîfte; “Peygamberler, mezarlarında, namaz kılarlar ve hac ederler” buyuruldu.

Peygamberlerin (a.s.) mübârek gözleri uyurken, kalb gözleri uyumaz. Peygamberlik vazîfelerini görmekte peygamberlik üstünlüklerini taşımakta, bütün peygamberler müsavîdir. Yukarıda bildirilen yedi şey, hepsinde vardır. Peygamberler, peygamberlikten azledilemez. Velîler ise, evliyâlıktan ayrılabilir. Peygamberler (aleyhimüssalevâtü vetteslîmât) insandan olur. Cinden, melekten insanlara peygamber olmaz. Cin ve melek, peygamberlerin derecelerine yükselemez. Peygamberlerin, birbirleri üzerinde, şerefleri, üstünlükleri vardır. Meselâ ümmetlerinin çok olması, gönderildikleri memleketlerin büyük olması, ilim ve ma’rifetlerinin çok yerlere yayılması, mu’cizelerinin daha çok ve devamlı olması ve kendileri için ayrı kıymetler ve ihsânlar bulunması gibi üstünlükler bakımından âhır zaman peygamberi Muhammed aleyhisselâm, bütün peygamberlerden daha üstündür. Ülül’azm olan peygamberler, böyle olmayanlardan ve resûller, resûl olmayan nebilerden daha üstündürler.

Peygamberlerin (a.s.) sayısı belli değildir. Yüzyirmidörtbinden çok oldukları meşhûrdur. Bunlardan üçyüzonüç veya üçyüzonbeş adedi. Resûldür. Bunların içinden de, altısı daha yüksektir. Bunlara “Ülül’azm” Peygamberler denir. Ülül’azm Peygamberler, “Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed Mustafâ” aleyhimüssalâtü vesselâm” hazretleridir.

Peygamberlerin içinde otuzüç adedi meşhûrdur. Bunların adı: Âdem, İdrîs, Şît (Şiş), Nûh, Hûd, Sâlih, İbrâhim, Lût, İsmâil, İshâk, Ya’kûb, Yûsuf, Eyyûb, Şu’ayb, Mûsâ, Hârûn, Hıdır, Yûşa’ bin Nûn, İlyâs, Elyesâ’, Zülkifl, Şem’un, İşmoil, Yûnus bin Meta, Dâvûd, Süleymân, Lokman, Zekeriyyâ, Yahyâ, Uzeyr, Îsâ bin Meryem, Zülkarneyn ve Muhammed aleyhi ve aleyhimüssalâtü vesselâmdır.

Bunlardan, yalnız yirmisekizinin isimleri Kur’ân-ı kerîmde bildirilmiştir. Şît, Hıdır, Yûşa’, Şem’un ve İşmoil bildirilmemiştir. Bu yirmisekizden Zülkarneyn, Lokman ve Uzeyr’in peygamber olup olmadıkları kat’î belli değildir. Zülkifl aleyhisselâmın ikinci adı Kartal’dır. Bunun İlyâs veya İdrîs yâhud Zekeriyyâ olduğunu söyleyenler de vardır.

İbrâhim aleyhisselâm, Halîlullahdır. Çünkü, bunun kalbinde, Allah sevgisinden başka, hiçbir mahlûkun sevgisi yoktu. Mûsâ aleyhisselâm, Kelîmullahtır. Çünkü, Allahü teâlâ ile konuştu. Îsâ aleyhisselâm, Kelimetullahtır. Çünkü, babası yoktur. Yalnız “Ol” kelime-i ilâhiyyesi ile anasından dünyâya geldi. Bundan başka, Allahü teâlânın hikmet dolu kelimelerini, va’z vererek, insanların kulaklarına ulaştırırdı.

Mahlûkların yaratılmasına sebep olan ve Âdemoğullarının en üstünü, en şereflisi, en kıymetlisi bulunan Muhammed aleyhisselâm, Habîbullahtır. O’nun Habîbullah olduğunu ve büyüklüğünü, üstünlüğünü, gösteren şeyler pek çoktur. Bunun için O’na, “Mağlûb olmak”, “Bozguna uğramak” gibi sözler söylenemez. Kıyâmette, herkesten önce kabirden kalkacaktır. Mahşer yerine önce gidecektir. Cennete herkesten önce girecektir. Güzel ahlâkı, sayılmakla bitmez ve anlatmaya insan gücü yetişmez ise de, birkaçını yazmakla, yazılarımızı süsleyelim:

Mu’cizelerinden biri, mi’râca çıkmasıdır. Yatağında iken uyandırılıp mübârek bedeni ile, Mekke şehrinden Kudüs’deki Mescid-i aksâ’ya ve oradan göklere ve yedinci gökten sonra, Allahü teâlânın dilediği yerlere götürüldü. Mi’râca, böylece inanmak lâzımdır. (İsmâilî sapık fırkasında olanlar ve İslâm âlimi şekline bürünen din düşmanları, mi’râc bir hâl idi, rûh ile oldu. Beden ile gitmedi diyerek ve yazarak gençleri aldatmağa çalışıyorlar. Mi’râcın nasıl olduğu, birçok kıymetli kitapta, meselâ “Şifâ-i şerîf de uzun yazılıdır. Mekke-i mükerremeden “Sidret-ül-müntehâ” ya kadar, Cebrâil aleyhisselâm ile birlikte gitti. “Sidret-ül-müntehâ” altıncı ve yedinci göklerde bir ağaçtır ki, bütün bilgiler ve bütün yükselişler, oradan ileri geçemez. Resûl-i ekrem efendimiz (s.a.v.), Sidre’de, Cebrâil aleyhisselâmı, altıyüz kanadı ile kendi şeklinde gördü. Cebrâil aleyhisselâm Sidre’de kaldı. Mekke’den Kudüs-i şerîfe kadar veya yedinci göke kadar, burak üstünde götürüldü. Burak, beyaz renkli, katırdan küçük ve merkebten büyük bir Cennet hayvanıdır. Dünyâ hayvanlarından değildir. Erkekliği, dişiliği yoktur. Çok hızlı giderdi. Gözün görebildiği uzaklığa ayağını basardı. Resûlullah (s.a.v.) Mescid-i aksâ’da, peygamberlere İmâm olup, yatsı yahut sabah namazını kıldırdı. Peygamberlerin rûhları, kendi insan şekillerinde orada bulundu. Kudüs’den yedinci göke kadar “Mi’râc” adındaki bilinmeyen bir merdivenle bir anda çıkarıldı. Yolda melekler, sağa sola dizilmiş, Resûlullahı medh-ü sena ederlerdi. Her göke gelince, Cebrâil aleyhisselâm Resûlullahın teşrîf ettiğini haber ve müjde verirdi. Her birinde, bir peygamberi görüp selâmlaştı. Sidre’de şaşılacak çok şeyler gördü. Cennetteki ni’metleri, Cehennemdeki azâbları gördü. Cenâb-ı Hakkın cemâlini görmek arzusundan ve zevkinden, Cennetteki ni’metlerin hiçbirine bakmadı. Sidre’den ileriye, yalnız olarak, nûrlar arasında ilerledi. Meleklerin kalemlerinin seslerini işitti. Yetmişbin perdeden geçti. İki perde arası, beşyüz senelik yol gibi idi. Bundan sonra, güneşten daha parlak “Refref” adında bir döşek üzerinde Kürsî’den geçti. Arş-ı ilâhiye erişti. Arş’tan, zamandan, mekândan, madde âlemlerinden dışarı çıktı. Cenâb-ı Hakkın kelâmını işitecek makama vardı.

Zamansız ve mekansız olarak, âhırette Allahü teâlânın görüleceği gibi, anlaşılamayan ve anlatılamayan bir hâlde, Allahü teâlâyı gördü. Harfsiz ve sessiz olarak, Allahü teâlâ ile konuştu. Allahü teâlâyı, tesbih, hamd ve sena eyledi. Sayısız ikramlara, şereflere kavuştu. Kendine ve ümmetine elli vakit namaz farz oldu ise de, Mûsâ aleyhisselâmın işâreti ile, yavaş yavaş beş vakte kadar indirildi. Bundan önce, yalnız sabah ile ikindi yahut yatsı namazları kılınırdı. Bu kadar uzun yolculuktan ve ikramlara, ihsânlara kavuştuktan sonra ve şaşılacak nice şeyler görüp işittikten sonra, yatağına geldi. Yeri daha soğumamış idi. Bildirdiklerimizin bir kısmı, âyet-i kerîmelerle, bir kısmı da, hadîs-i şerîflerle anlaşılmıştır. Hepsine inanmak vâcib değil ise de, Ehl-i sünnet âlimleri bildirdiği için, bu haberleri kabûl etmeyen, Ehl-i sünnetten ayrılmış olur. Âyet-i kerîmeye veya hadîs-i şerîflere inanmayan ise, imansız olur.

Muhammed aleyhisselâmın seyyid-ül-enbiyâ olduğunu, ya’nî peygamberlerin (a.s.) en üstünü olduğunu gösteren sayısız şeylerden birkaçını bildirelim:

Kıyâmet günü, bütün peygamberler, O’nun sancağı altında gölgeleneceklerdir. Allahü teâlâ, her peygambere emir buyurdu ki: Mahlûklarımın içinde, seçip sevdiğim, habîbim Muhammed aleyhisselâmın peygamber olduğu zamana erişirseniz, O’na îmân ediniz ve yardımcı olunuz! Bütün peygamberler de, ümmetlerine böyle vasıyyet ve emreyledi.

Muhammed aleyhisselâm, “Hâtem-ül-enbiyâ”dır. Ya’nî O’ndan sonra hiç peygamber gelmeyecektir. Mübârek rûhu, her peygamberden önce yaratıldı. Peygamberlik makamı, en önce O’na verildi. Peygamberlik, O’nun dünyâya teşrîf etmesi ile tamamlandı. Îsâ aleyhisselâm, kıyâmete doğru, hazret-i Mehdî zamanında gökten Şam’a inecek ise de, yer yüzüne, Muhammed aleyhisselâmın dînini yayacaktır. O’nun ümmetinden olacaktır.

5- îmân edilmesi lâzım olan esaslardan beşincisi: “Âhıret gününe inanmaktır.” Âhıret gününün başlangıcı, insanın öldüğü gündür. Kıyâmetin sonuna kadardır. Son gün denilmesi, arkasından gece gelmediği içindir. Yahut dünyâdan sonra geldiği içindir. Bu hadîs-i şerîfde bildirilen gün, bildiğimiz gece-gündüz demek değildir. Bir vakit, bir zaman demektir. Kıyâmetin ne zaman kopacağı bildirilmedi, zamanını kimse anlayamadı. Fakat, Peygamberimiz (s.a.v.) birçok alâmetlerini ve başlangıçlarını şöyle haber verdi: Hazret-i Mehdî gelecek, Îsâ aleyhisselâm gökten Şam’a inecek, Deccâl çıkacak. Ye’cüc me’cüc denilen kimseler heryeri karıştıracak. Güneş batıdan doğacak. Büyük zelzeleler olacak. Din bilgileri unutulacak. Fısk, kötülük çoğalacak. Dinsiz, ahlâksız, namussuz kimseler emîr olacak. Allahü teâlânın emirleri yaptırılmayacak. Haramlar her yerde işlenecek, Yemen’den ateş çıkacak. Gökler ve dağlar parçalanacak. Güneş ve ay kararacak. Denizler birbirine karışacak ve kaynayıp kuruyacaktır.

Günah işleri yapan müslümanlara fâsık denir. Fâsıklara ve bütün kâfirlere kabirde azâb vardır. Bunlara elbette inanmak lâzımdır. Mevta kabre konunca, bilinmeyen bir hayat ile dirilecek, rahat veya azâb görecektir. “Münker” ve “Nekir” adındaki iki meleğin, bilinmeyen korkunç insan şeklinde mezara gelip suâl soracaklarını hadîs-i şerîfler açıkça bildirmektedir. Kabir suâli, ba’zı âlimlere göre, ba’zı akâidden olacak, ba’zılarına göre ise, bütün akâidden olacaktır. (Bunun için çocuklara; “Rabbin kim? Dînin hangi dindir? Kimin ümmetindensin? Kitabın nedir? Kıblen neresidir? İ’tikâdda ve amelde mezhebin nedir?” suâllerinin cevaplarını öğretmelidir! Ehl-i sünnet olmayanın doğru cevap veremeyeceği, “Tezkire-i Kurtubî”de yazılıdır.) Güzel cevap verenlerin kabri genişleyecek, Cennetten bir pencere açılacaktır. Sabah ve akşam, Cennetteki yerlerini görüp, melekler tarafından iyilikler yapılacak müjdeler verilecektir. İyi cevap veremezse, demir tokmaklarla öyle vurulacak ki, bağırmasını, insandan ve cinden başka her mahlûk işitecektir. Kabir o kadar daralır ki, kemiklerini birbirine geçirecek gibi sıkar, Cehennemden bir delik açılır. Sabah ve akşam Cehennemdeki yerini görüp, mezarda, mahşere kadar, acı azâblar çeker.

Öldükten sonra, yine dirilmeğe inanmak lâzımdır. Kemikler, etler çürüyüp toprak ve gaz olduktan sonra, hepsi yine bir araya gelecek, rûhlardan bedenlerine girip, herkes mezardan kalkacaktır. Bunun için, bu zamana “Kıyâmet günü” denir.

Bütün canlılar, “Mahşer” yerinde toplanacak. Her insanın amel defterleri uçarak sahibine gelecektir. Bunları, yerlerin, göklerin, zerrelerin, yıldızların yaratanı, sonsuz kudret sahibi olan Allahü teâlâ yapacaktır. Bunların olacağını, Allahü teâlânın Resûlü (s.a.v.) haber vermiştir. O’nun söyledikleri elbette doğrudur. Elbette hepsi olacaktır.

Sâlihlerin, iyilerin defteri sağ tarafından, fâsıkların, kötülerin arka veya sol tarafından verilecektir. İyi ve kötü, büyük ve küçük, gizli ve meydanda yapılmış olan her şey defterde bulunacaktır. “Kirâmen kâtibîn” meleklerinin bilmediği işler bile, a’zânın haber vermesi ile ve Allahü teâlânın bilmesi ile ortaya çıkarılacak, herşeyden suâl ve hesab olunacaktır. Mahşerde, Allahü teâlânın dilediği her gizli şey meydana çıkacaktır. Meleklere; “Yerlerde, göklerde neler yaptınız?”, Peygamberlere (a.s.); “Allahü teâlânın hükümlerini kullara nasıl bildirdiniz?” herkese de; “Peygamberlere nasıl uydunuz, sizlere bildirilen vazîfeleri nasıl yaptınız? Birbiriniz arasında bulunan hakları nasıl gözettiniz?” diye sorulacaktır. Mahşerde, îmânı olup, ameli ve ahlâkı güzel olanlara mükâfat ve ihsânlar olacak, kötü huylu, bozuk amelli olanlara ağır cezalar verilecektir.

Allahü teâlâ, adâleti ile, ba’zı küçük günahlar için de azâb yapacak, dilediği mü’minlerin büyük ve küçük bütün günahlarını, fadlı ile, ihsânı ile affedecektir. Şirkden ve küfürden başka, her günahı dilerse affedecek, dilerse, küçük günah için de azâb edecektir. Müşrik ve kâfir olarak öleni hiç affetmeyeceğini bildirmektedir. Kitâblı ve kitâbsız kâfirler, ya’nî Muhammed aleyhisselâmın bütün insanlara Peygamber olduğuna inanmayan, O’nun bildirdiği ahkâmdan, ya’nî emir ve yasaklardan birisini bile beğenmeyenler, bu hâlde ölürlerse, elbette Cehenneme sokulacak, sonsuz azâb çekeceklerdir.

Kıyâmet günü, amelleri, işleri ölçmek için, bilmediğimiz bir “Mîzân” bir ölçü âleti, bir terazi vardır. Yer ve gök bir gözüne sığar. Sevâb gözü, parlak olup, Arş’ın sağında Cennet tarafındadır. Günah tarafı Arş’ın solunda Cehennem tarafında, karanlıktadır. Dünyâda yapılan işler, sözler, düşünceler, bakışlar, orada şekil alarak, iyilikler parlak, kötülükler karanlık ve iğrenç görünüp, bu terazide tartılacaktır. Bu terazi, dünyâ terazilerine benzemez. Ağır tarafı yukarı kalkar. Hafif tarafı aşağı iner denildi. Âlimlerin (r.aleyhim) bir kısmına göre, çeşitli teraziler olacaktır.

“Sırat köprüsü” vardır. Sırat köprüsü, Allahü teâlânın emri ile, Cehennemin üstünde kurulacaktır. Herkese, bu köprüden geçmesi emrolunacaktır. O gün, bütün peygamberler; “Yâ Rabbî! Selâmet ver” diye yalvaracaklardır. Cennetlik olanlar, köprüden kolayca geçerek, Cennete gideceklerdir. Bunlardan ba’zısı şimşek gibi, bir kısmı rüzgâr gibi, ba’zısı koşan at gibi geçeceklerdir. Sırat köprüsü kıldan ince, kılıçtan keskindir. Dünyâda İslâmiyete uymak da böyledir. İslâmiyete tam uymağa uğraşmak, Sırat köprüsünden geçmek gibidir. Burada, nefs ile mücâdele güçlüğüne katlananlar, orada Sırât’ı kolay ve rahat geçecektir. İslâmiyete uymayan, nefslerine düşkün olanlar, Sırât’ı güç geçecektir. Bunun içindir ki, Allahü teâlâ İslâmiyetin gösterdiği doğru yola “Sırât-ı müstakim” adını verdi. Bu isim benzerliği de, İslâmiyet yolunda bulunmanın, Sırat köprüsünü geçmek gibi olduğunu göstermektedir. Cehennemlik olanlar, Sırât’tan Cehenneme düşeceklerdir.

Peygamber efendimize (s.a.v.) mahsûs olan “Kevser havuzu” vardır. Büyüklüğü, bir aylık yol gibidir. Suyu sütten daha beyaz, kokusu miskten daha güzeldir. Etrâfındaki kadehler, yıldızlardan daha çoktur. Bir içen, Cehennemde olsa bile, bir daha susamaz.

“Şefaat” haktır. Tövbesiz ölen mü’minlerin küçük ve büyük günahlarının affedilmesi için, peygamberler, velîler, sâlihler, melekler ve Allahü teâlânın izin verdiği kimseler, şefaat edecek ve kabûl edilecektir. Mahşerde, şefaat beş türlüdür.

Birincisi, kıyâmet günü, mahşer yerinde kalabalıktan, çok uzun beklemekten usanan günahkârlar, feryâd ederek, hesabın bir ân önce yapılmasını isteyeceklerdir. Bunun için şefaat olunacaktır.

İkincisi, suâlin ve hesabın kolay ve çabuk olması için, şefaat edilecektir.

Üçüncüsü, günahı olan mü’minlerin, Sırât’tan Cehenneme düşmemeleri, Cehennem azâbından korunmaları için şefaat olunacaktır.

Dördüncüsü, günahı çok olan mü’minleri, Cehennemden çıkarmak için şefaat olunacaktır.

Beşincisi, Cennette sayısız ni’metler olacak ve sonsuz kalınacak ise de, sekiz derecesi vardır. Herkesin derecesi, makamı, îmânının ve amellerinin miktârınca olacaktır. Cennettekilerin derecelerinin yükselmeleri için de şefaat olunacaktır.

Cennet ve Cehennem şimdi vardır. Cennet, yedi kat göklerin üstündedir. Cehennem, herşeyin altındadır. Sekiz Cennet, yedi Cehennem vardır. Cennet, yer küresinde, güneşten ve göklerden daha büyüktür. Cehennem de güneşten büyüktür.

6- İnanılması lâzım olan esaslardan altıncısı; “Kadere, hayır ve şerlerin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır”. İnsanlara gelen hayır ve şer, fayda ve zarar, kazanç ve ziyanların hepsi, Allahü teâlânın takdîr etmesi iledir. “Kader” bir çokluğu ölçmek, hüküm ve emir demektir. Çokluk ve büyüklük ma’nâsına da gelir. Allahü teâlânın, birşeyin varlığını dilemesine kader denilmiştir. Kaderin, ya’nî varlığı dilenilen şeyin var olmasına “Kaza” denir. Kaza ve kader kelimeleri, birbirinin yerine de kullanılır. Buna göre kaza demek, ezelden ebede kadar yaratılmış ve yaratılacak şeyleri, Allahü teâlânın ezelde dilemesidir. Bütün bu eşyanın, kazaya uygun olarak, daha az ve daha çok olmayarak yaratılmasına kader denir. Allahü teâlâ, olacak herşeyi ezelde, sonsuz öncelerde, biliyordu, işte bu bilgisine “Kaza ve kader” denir. Eski Yunan felsefecileri, buna, “İnâyet-i ezeliyye” dedi. Bu varlıklar, o kazadan meydana gelmiştir. Bu ilme uygun olarak, eşyanın var olmasına da, “Kaza ve kader” denir. Kadere imân etmek için, iyi bilmeli ve inanmalıdır ki, Allahü teâlâ, birşeyi yaratacağını ezelde irâde etti. Diledi ise, az veya daha çok olmaksızın, dilediği gibi var olması lâzımdır. Olmasını dilediği şeylerin var olmaması ve yok olduğunu dilediği eşyanın var olması imkânsızdır.

Bütün hayvanların, nebâtların, cansız varlıkların (katıların, sıvıların, gazların, yıldızların, moleküllerin, atomların, elektronların, elektro-magnetik dalgaların, kısaca her varlığın hareketi, fizik olayları, kimya tepkimeleri, çekirdek reaksiyonları, enerji alış-verişleri, canlılardaki fizyolojik faaliyetler), herşeyin olup olmaması, kulların iyi ve kötü işleri, dünyâda ve âhırette, bunların cezasını görmeleri ve herşey, ezelde, Allahü teâlânın ilminde var idi. Bunların hepsini ezelde biliyordu. Ezelden ebede kadar olacak; eşyayı, özellikleri, hareketleri, olayları, ezelde bildiğine uygun olarak yaratmaktadır. İnsanların iyi ve kötü bütün işlerini, müslüman olmalarını, küfürlerini, istekli ve isteksiz bütün işlerini, Allahü teâlâ yaratmaktadır. Yaratan, yapan yalnız O’dur. Sebeplerin meydana getirdiği herşeyi yaratan O’dur. Herşeyi bir sebep ile yaratmaktadır.

Meselâ, ateş yakıcıdır. Hâlbuki, yakan Allahü teâlâdır. Ateşin, yakmakta, hiçbir ilgisi yoktur. Fakat, âdeti şöyledir ki, birşeye ateş dokunmadıkça, yakmağı yaratmaz. (Ateş, tutuşma sıcaklığına kadar ısıtmaktan başka birşey yapmaz. Organik cisimlerin yapısında bulunan karbona, hidrojene, oksijenle birleşmek ilgisi veren, elektron alış-verişlerini sağlayan, ateş değildir. Doğruyu göremeyenler, bunları ateş yapıyor sanır. Yakan, yanına tepkisini yapan, ateş değildir. Oksijen de değildir. Isı da değildir. Elektron alış-verişi de değildir. Yakan, yalnız Allahü teâlâdır. Bunların hepsini, yanmak için sebep olarak yaratmıştır. Bilgisi olmayan kimse, ateş yakıyor sanır. İlkokulu bitiren bir kimse; “Ateş yakıyor” sözünü beğenmez. “Hava yakıyor” der. Orta okulu bitiren de, bunu kabûl etmez. “Havadaki oksijen yakıyor” der. Liseyi bitiren; “Yakıcılık oksijene mahsûs değildir. Her elektron çeken element yakıcıdır” der. Üniversiteli ise; “Madde ile birlikte enerjiyi de hesaba katar. Görülüyor ki, ilim ilerledikçe, işin içyüzüne yaklaşılmakta, sebep sanılan şeylerin arkasında, daha nice sebeplerin bulunduğu anlaşılmaktadır. İlmin, fennin en yüksek derecesinde bulunan, hakîkatleri tam gören peygamberler (a.s.) ve o büyüklerin izinde giderek, ilim deryalarından damlalara kavuşan İslâm âlimleri (r.aleyhim), bugün yakıcı, yapıcı sanılan şeylerin, âciz, zavallı birer vasıta ve mahlûk olduklarını, hakiki yapıcının, yaratıcının araya koyduğu sebepler olduklarını bildiriyor.) Yakıcı, Allahü teâlâdır. Ateşsiz de yakar. Fakat, ateş ile yakmak âdetidir. Yakmak istemezse, ateş içinde de yakmaz. İbrâhim aleyhisselâmı ateşte yakmadı. Onu çok sevdiği için, âdetini bozdu. (Nitekim ateşin yakmasını önleyen maddeler de yaratmıştır. Bu maddeleri, kimyagerler bulmaktadır.)

Allahü teâlâ dileseydi, herşeyi sebepsiz yaratırdı. Ateşsiz yakardı. Yemeden doyururdu. Fakat lütfederek, kullarına iyilik ederek, herşeyi yaratmasını bir sebebe bağladı. Belirli şeyleri, belli sebeplerle yaratmağı diledi. İşlerini, sebeplerin altında gizledi. Kudretini sebepler altında sakladı. O’nun birşeyi yaratmasını isteyen, o şeyin sebebine yapışır, o şeye kavuşur.

(Lâmbayı yakmak isteyen, kibrit kullanır. Zeytinyağı çıkarmak isteyen, baskı âleti kullanır. Başı ağrıyan, aspirin kullanır. Cennete gidip, sonsuz ni’metlere kavuşmak isteyen, İslâmiyete uyar. Kendine tabanca çeken ölür. Zehir içen ölür. Terli iken su içen, hasta olur. Günah işleyen, îmânını gideren de, Cehenneme gider. Herkes hangi sebebe başvurursa, o sebebin vâsıta kılındığı şeye kavuşur. Müslüman kitaplarını okuyan, müslümanlığı öğrenir, sever, müslüman olur. Dinsizlerin arasında yaşayan, onların sözlerini dinleyen, din câhili olur. Din câhillerinin çoğu imansız olur. İnsan hangi yerin vâsıtasına binerse, oraya gider.)

Allahü teâlâ, işlerini sebeplerle yaratmamış olsaydı, kimse kimseye muhtaç olmazdı. Herkes, herşeyi Allahü teâlâdan ister, hiçbir şeye başvurmazdı. Böyle olunca, insanlar arasında, âmir, me’mûr, işçi, san’atkâr, talebe, hoca ve nice insanlık bağları kalmaz, dünyâ ve âhıretin nizâmı bozulurdu. Güzel ile çirkin, iyi ile fenâ ve muti’ ile âsî arasında fark kalmazdı.

Allahü teâlâ dileseydi, âdetini başka türlü yapardı. Herşeyi, âdetine göre yaratırdı. Meselâ dileseydi, kâfirleri, dünyâda zevk ve safâsına düşkün olanları, can yakanları, aldatanları Cennete sokardı. İmânı olanları, ibâdet edenleri, iyilik yapanları Cehenneme sokardı. Fakat, âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler, böyle dilemediğini göstermektedir.

İnsanların her işini, istekli ve isteksiz, bütün hareketlerini yaratan O’dur. Kulların, ihtiyâri, ya’nî istekli hareketlerini, işlerini yaratması için, kullarında “İrâde” yaratmış, bu irâdelerini, dilemelerini, işleri yaratmasına sebep kılmıştır. Bir kul, birşey yapmak isteyince, Allahü teâlâ da dilerse, o işi yaratır. Kul istemezse, Allahü teâlâ da dilemezse, o şeyi yaratmaz. O şey, yalnız kulun dilemesi ile de yaratılmaz. O da dilerse yaratır. Kullarının istekli işlerini yaratması, birşeye ateş değerse, o şeyde yakmağı yaratması, ateş değmezse, yakmağı yaratmaması gibidir. Bıçak değince, kesmeği yaratmaktadır. Kesen, bıçak değildir. O’dur. Bıçağı, kesmek için sebep kılmıştır. Demek ki, kulların istekli hareketlerini, onların ihtiyâr etmeleri, dilemeleri sebebi ile yaratmaktadır. Fakat tabiattaki hareketler, kulların ihtiyâr etmelerine bağlı değildir. Bunlar, yalnız Allahü teâlâ dileyince, başka sebeplerle yaratılmaktadır. Herşeyin, güneşlerin, zerrelerin, damlaların, hücrelerin, mikropların, atomların maddelerini, özelliklerini, hareketlerini yaratan yalnız O’dur. O’ndan başka yaratıcı yoktur. Ancak, cansız maddelerin hareketleri ile, insan ve hayvanların istekli hareketleri arasında şu ayrılık vardır ki, kullar dileyince, O da dilerse, kulu harekete geçiriyor ve yaratıyor. Kulun hareket etmesi kulun elinde değildir. Hattâ nasıl hareket ettiğinden haberi bile yoktur. (İnsanın hareketi, nice fizik ve kimya olayları ile hâsıl olmaktadır.) Cansızların hareketlerinde “İhtiyâr etmek” yoktur. Ateş değdiği zaman, yakmak yaratılması, ateşin dilemesi ile değildir.

(Sevdiği, acıdığı kullarının, iyi fâideli isteklerini, O da ister ve yaratır. Bunların kötü ve zararlı isteklerini, O istemez ve yaratmaz. Bu kullarından hep iyi, fâideli işler hâsıl olur. Bunlar, birçok işlerinin hâsıl olmadığı için üzülürler. Bu işlerin zararlı oldukları için yaratılmadığını düşünmüş, anlamış olsalardı, hiç üzülmezlerdi. Bunun için sevinirler, Allahü teâlâya şükrederlerdi. Allahü teâlâ, insanların istekli işlerini, onların irâde etmelerinden sonra yaratmağı, ezelde irâde etmiş, böyle olmasını dilemiştir. Ezelde böyle dilemeseydi, istekli hareketlerimizi de, biz istemeden, hep O zorla yaratırdı. İstekli işlerimizi biz istedikten sonra yaratması, ezelde, böyle istemiş olduğu içindir. Demek ki, O’nun irâdesi hâkim olmaktadır.)

Kulların istekli hareketleri, iki şeyden meydana gelmektedir Birincisi; kulun irâde ve kudreti iledir. Bunun için, kulun hareketlerine “Kesb etmek”, edinmek denir. Kesb, insanın sıfatıdır. İkincisi; Allahü teâlânın yaratması, var etmesi iledir. Allahü teâlânın emirler, yasaklar, sevâblar ve azâblar yapması, insanda kesb bulunduğu içindir. Sâffât sûresinin 96. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Allahü teâlâ, sizi yarattı ve işlerinizi yarattı.” Bu âyet-i kerîme, hem, insanlarda kesb, ya’nî hareketlerinde “İrâde-i cüz’iyye” bulunduğunu göstermektedir. Cebr olmadığını açıkça isbât etmektedir. Bunun için “İnsanın işi” denilmektedir. Meselâ, “Ah” vurdu, kırdı” denir. Hem de, herşeyin kaza ve kaderle yaratıldığını belli etmektedir.

Kulun işinin yapılmasında, yaratılmasında, önce, kulun bu işi irâde etmesi lâzımdır. Bu isteğe “Kesb” denir. Âmidî merhum, bu kesbin, işlerin yaratılmasında sebeb olduğunu, te’sîr ettiğini bildiriyor. “Bu kesbin ihtiyârî olan işin yaratılmasına te’sîri olmaz” demek de zarar vermez. Çünkü yaratılan iş ile kulun istediği iş, başka değildir. Demek ki, kul her istediğini yapamaz, istemedikleri de olabilir. Kulun, her istediğini yapması, her istemediğinin olmaması, kulluk değildir. Ülûhiyyete kalkışmaktır. Allahü teâlâ, lütf ederek, ihsân ederek, acıyarak, kullarına muhtaç oldukları kadar ve emirlere, yasaklara uyabilecek kadar kuvvet ve kudret, ya’nî enerji vermiştir. Meselâ, sıhhati ve parası olan kimse, ömründe bir kerre hacca gidebilir. Gökte Ramazan hilâlini görünce, her sene bir ay oruç tutabilir. Yirmidört saatte, beş vakit farz olan namazı kılabilir. Nisâb miktarı malı, parası olan, bir hicrî sene sonra, bunun kırkta bir miktarı altın ve gümüşü ayırıp müslümanlara zekât verebilir. Görülüyor ki, insan kendi istekli işlerini, isterse yapar, istemezse, yapmaz. Allahü teâlânın büyüklüğü, buradan da anlaşılmaktadır. Câhil ve ahmak olanlar, kaza ve kader bilgilerini anlayamadıkları için, Ehl-i sünnet âlimlerinin sözlerine inanmaz. Kulların kudret ve ihtiyârlarında şüphe ederler. İnsanı, istekli işlerinde âciz ve mecbûr sanırlar. Ba’zı işlerde kulların ihtiyârı olmadığını görerek, Ehl-i sünnete dil uzatırlar. Bu bozuk sözleri, kendilerinde irâde ve ihtiyâr bulunduğunu göstermektedir.

Bir işi yapıp yapmamağa gücü yetmeğe “Kudret” denir Yapmağı veya yapmamağı istemeğe “İrâde”, dilemek denir. Bir işi kabûl etmeğe, karşı gelmemeğe “Rızâ”, beğenmek denir. İşin yapılmasına te’sîr etmek şartı ile, irâde ile kudretin bir araya gelmesine “Halk”, yaratmak denir. Te’sîrli olmayarak bir araya gelmelerine “Kesb” denir. Te’sîr etmek ve etmemek şart olmazsa “İhtiyâr” denir. Her ihtiyâr edenin, halik olması lâzım gelmez. Bunun gibi, her irâde edilen şeyden, râzı olmak lâzım gelmez, ihtiyâr ve kesb, birlikte bulunabilir. İhtiyâr, halk ile de birlikte bulunabilir. Bunun için, Allahü teâlâya “Halik” ve “Muhtâr” denir. Kula, “Kâsib” ve “Muhtâr” denir.

Allahü teâlâ, kullarının tâatlarını, günahlarını irâde eder ve yaratır. Fakat, tâatten râzıdır. Günahdan râzı değildir, beğenmez. Herşey, O’nun irâde ve halk etmesi ile var olmaktadır. En’âm sûresinin 102. âyet-i kerîmesinin meâli şöyledir: “O’ndan başka ilâh yoktur. Herşeyin hâlıkı, ancak O’dur”

Dîvân’ından ba’zı kısımlar:

Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin Fârisî Dîvân’ı bir şaheserdir. Dîvân’ında Allahü teâlânın sevgili Peygamberini ve O’nun insan hayâlinin varamayacağı yükseldiğini, ince rûhunun terennümleri, edebiyattaki büyük mahareti ve san’atı ile, pek veciz ve çok güzel anlatmıştır. Okuyup anlayabilenleri hayran bırakmaktadır. Türkçeye tercümesinde o ince san’ata ve derin ma’nâları anlatmak mümkün değil ise de birşeyler duyurabilmek için, Kabr-i saadeti ziyâret ederken söylemiş olduğu beytlerden birkaçının tercümesi yazıldı:

Ey âsîler melcei! Ben himâyene geldim,
Ancak sayısız hatâ, huzûruna getirdim.

Dalâlet sahrasında dolaştım senelerce,
Şimdi yüzüm, hidâyet güneşine getirdim.

Bu dağın eteğinden çok hoş koku geliyor,
Dersin ki, nesîm-i subh, bûy-ı yâr getiriyor.

Toprağından kalbimin yaraları düzeldi,
Teâlâllah hangi misk, bu devayı veriyor.

Vasl-ı dost hilâlinden her an nişan belirir,
Atın ayağından ki, sana doğru kopuyor.

Nereden gelir bilmem, yalnız şunu bilirim,
Tablâ-ı attârdan hep güzel koku geliyor.

Gece-gündüz nişanı aradan kalktı, çünkü,
Arkası kesilmeden dâima nûr geliyor.

O, misk gazellerinin en üstünü değilse,
Yâ niçin bu topraktan eşsiz koku geliyor!

Âlemin maşukunun zuhur yeri burası,
Misâlini anlatmak, akla çok zor geliyor.

Saatte bir an eğer, o can zuhur ederse,
O yerden mahşere dek, gül kokusu geliyor.

Her menzilde göründü ayağından bir nişan,
Ülül-ebsâr gözüne, ondan sürme oluyor.

Peygamberler, boynun bendleri olup da,
O’na göstermek için, salınarak yürüyor.

Kanlı yaşım damlası Cem yüzüğünün taşı,
O’na kavuşmak şevki, gözden kan yağdırıyor.

Uyan gönül, ezelî güzel zuhuru burda,
Bitmez tecelli burda, hûşyâr kalbe oluyor.

Rü’yâda görmediğim, uyanıkken elverdi,
Se’âdetime bak ki, uyanıkken geliyor.

Hâlid, sözü kes artık, sabah rüzgârı ile,
Kûy-i Ahmed muhtârın, bûy-u hâki geliyor.

Lî me’allah emîni, mâ evhâ sır mahremi,
Vasfını söyleyemem, izaha zor geliyor.

Leamrük tahtı şahı levlâke şehsuvân,
Adâlet sahibi Hak, seni çok medhediyor.

Ayağını öpmekle, yer Arş’tan üstün oldu,
Bedbaht olan zavallı bunu inkâr ediyor.

Celâlin sarayından saf olmuş meleklere,
Kapıdan, pencereden “Açıl!” sesi geliyor.

Ne büyük saraydır ki, en ednâ kölesinden,
Şehinşâhi cihâna, hicâb ve ar geliyor.

Aşağı mertebenden fikir kuşu Arş’a dek,
Çıkar, maksada ermez, ağzından kan geliyor.

Ayağın öpmek aşkı, feleği mecnûn etti;
Bunun için dâima, böyle dönüp duruyor.

Yolunda, inatçıdan kalbine diken batar;
Gülçine, gül dikeni nasıl acı geliyor.

Zülfünün teli için kavgaya girişirim,
Nerde en güzel miskten bir bahis açılıyor.

Öyle bir pâdişâh ki, O’nu anlatmak için,
Arş-ı a’zamdan ancak, eşsiz inci geliyor.

Saçının teli, tesbih san’atını yok eder;
Güzelliğin yazıya ve şiire sığmıyor.

Akıl O’nu övmekte çok sıkıntıya düştü,
Maazallah mümkün mü, o bu kadar anlıyor.

O’nu hulkuyla övmek, abes iştigal olun
O’nu hakkıyle öven, ancak Rabbi oluyor.

Âlemi bir zerreye sığdırmak mümkün olur.
O’nu sözle anlatmak, bundan da zor geliyor.

Bir zât ki hürmetine var oldu iki cihan,
Her yüksekten yüksektir desem, ne kâr yeriyor.

Kalbindeki esrârdan Cebrâil agâh olmaz,
Gerçi kalbin şak için bir anda yüz kez geliyor.

Bu mevsimde sahrayı boşuna geçme, hacı!

Kâ’be, şimdi Ravdâ’yı, tavaf için geliyor.

Af edici ve kerîm ve o kadar cömerttir,
Sudan inci; taşdan cevher, dikenden gül geliyor.

Eğer gül bahcesinde O’ndan bahsedilirse,
Mütebessim dudağın, herkes gonca buluyor.

Peygamberlerin bile âh eyledikleri gün,
Hüsn-i iltifâtıyla, halâs mümkün oluyor.

Gah ay iki şak olur, parmağın hünerinden,

Gah parmağı dibinden, berrak sular akıyor.

Saç kıvrımını teşbih Çin miskine, hatâdır,
Bu her yaraya merhem, oysa yara ediyor.

Sâdece dağ geyiği, O’nu tasdik etmedi,
İ’câzını kara taş bile ikrâr ediyor.

Uzun yolu, bir anda gitti ve geri geldi,
Akl üstadına bunu, ölçmek çok zor geliyor.

Melekler sidreye dek, yolunda saf olmuşlar;
Müjde, dikkatle bakın! Seyyid-i muhtâr geliyor.

Abaya yüzünün güneşi zâhir olsa,
Yûsuf, can pahasına bu pazara geliyor.

Hicrinden odun ağlar, sen ise ölmüyorsun,
Merd isen, bu yaşaman, sana çok ar geliyor.

Boy ve yüzünü tesbih olamaz taze güle,
Bu uygunsuz fikirden, akıl çok mahcûb oluyor.

Güneş nûr saçıyorsa, O’nun nûrlarındandır,
Güldeki ter damlam, gül yüzünden geliyor.

Yüzünden parlıyan nûr, aşkından cezbe olur,
Yalvarmak âşıktan ve nâz maşuktan oluyor.

Vadi Eymen ağacı tesellisi O’ndandır,
Tûr’da Mûsâ’nın Hakla talebi, Ondan geliyor.

Kuvvetinden bahsetmek faydalıdır; kısaca,
Eli yeninden çıksa, pençe-i kahhâr oluyor.

Cûdunda, bulut kendine ağlasa yeridir;

Köpüğü yüzbinlerce, deryalara gülüyor.

İhsânından toprağa bir damla damlar ise,
Çorak toprak her yandan, taşıp deniz oluyor.

Bu işte gâfil âlim, vâsıtayı görmeyip,
Yanılıp, bunlar, dönen felekten olur diyor.

Pak sinesi sırrından “Elem Neşrah” verir haber,
Bunu bil yeter, esrâr ma’deni O oluyor.

Mahşer günü mevkıfte eğer zâhir olmasa,
Nebilerde cesâret, kalması olurdu zor.

Perdeni kaldırmakla, Cebrâil pek övünür,
Bu devlet meleklerde O’na nasîb oluyor.

O’nu vasfetmek bundan daha yüksektir amma,
Daha yüksek söylersem, ağyar inkâr ediyor.

Melekler meclisinde, üstün insandan bahis,
Olursa, önce Muhacir, sonra Ensâr geliyor.

Düşmanı yıkan mertler, konuşulsa bir yerde,
Hepsinde Peygamberin, evsâfı söyleniyor.

Cömertliğinden utan, sen ey Hâtem-i Tâî,
Ki O’nun Eshâbının, işar bahsi geçiyor.

Îmân sermâyeleri, başka kimsede yoktur,
Ebrârın kitabında, önce onlar geliyor.

Yârı Sıddîk-i Ekber ki, şânında Kur’ân’da,
“Sâniyesneyni iz hümâ fil gâri” bildiriyor.

Hep melekler örtündü, yamalı hırkasından,
Birbirine Allahın, rızâsın müjdeliyor.

Sanma ta her muhabbet, böyle olur yâr için,
Ayağını yılanın, ağzına sokuyor.

Azametinden şeytan, kaçıyor sinek gibi,
Ondan başka böyle iş, kimden zuhur ediyor.

İlim, hilim, adâlet ve fadl, ma’rifet ve kemâli,
Akıl anlayamayıp, hayret içre kalıyor.

Medh olunmaz hiç biri, kalemi kenara koy,
Çünkü sıra Allahın arslanına geliyor.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri bir şiirinde de şöyle demektedir;

Âh Yazık:

Ömrüm boş şeylerle geçti, âh yazık!
Yârını hiç düşünmedim, âh yazık.
Hep havaya bina kurdum, şaşkınca,
Din temeli çürük oldu, âh yazık!

Affı sonsuzdur diyerek, pek azdım,
(Kahhâr) ismini unuttum âh yazık!
Daldım günaha, yapmadım hiç hayr,
Niçin doğru yoldan saptım âh yazık.

Mal için, makam için hep uğraştım,
Sonsuz ni’metlerden oldum, âh yazık.
Yol bozuk ve karanlık, önde şeytan,
Günah ağır, ağlarım hep, âh yazık.

Hesap defterimde yok bir iyilik,
Nasıl kurtulur bu Hâlid? Âh yazık.

Mevlânâ Hâlid hazretlerinin mübârek sözlerinden ba’zıları:

“Sizlere vasıyyetim; hocaya i’tirâzı terk, Resûlullahın dînine ittiba’ ve kendini aradan çekip, yok etmeği bu yolun esâsı biliniz. Bu üçü olmadan bu yolda ilerleme olmaz.”

“Bu yolun büyükleri kendilerine bağlı olanlardan gâfil değillerdir. Onlara kimse kafa tutamaz. Onlara kafa tutanın işi de, başı da, saadeti de gider.”

“Hanım, çocuklar, mal ve mülk, Allahü teâlânın emânetleridir. Emânetlerini istediği zaman alır.”

“Nefs-i emmâreden kurtulmanın alâmeti, insanların kabûlü ile inkârını, övmesi ile ayıplamasını, kabûl veya red etmelerini eşit görmektir. İnsanların rağbetine sevinip, aramamalarına, etrâfında dolaşmamalarına üzülmek, basitlik, büyük akılsızlık ve anlayışsızlıktır.”

“Binlerce keşf ve kerâmeti, bir sünneti ihyâ etmekle eşit tutmak, olgun olmamanın alâmetidir.”

“Hangi şekilde olursa olsun, bu büyüklere bağlılık büyük ni’mettir.”

“Bu büyüklerin yolunun azını çok biliniz. Bu büyük hânedana bağlanmayı, iki dünyâ devlet ve saadetinin sermâyesi kabûl ediniz.”

“En mühim vasıyyetim şudur ki; ölümü, âhıret hâllerini ve ni’metlerin hakîkî sahibini unutmayınız. Elden geldiği kadar peygamberlerin Efendisi’nin (s.a.v.) sünnetine ittiba’da (uymada) ileri gitmeye çalışınız. Günde bin kerre duyulmayacak kadar alçak sesle, Kelime-i tehlîl söyleyiniz. Hem kalbe yönelerek, hem de ma’nâsını düşünerek olsun. Böylece kalbte, hakikî matlûbdan başka birşey kalmasın. Zîrâ büyüklerin yolunda, maksûd olan mâ’bûddur.”

“Elden geldiği kadar kaç kötü arkadaştan,
Kötü ahbâb kötüdür, en zehirli yılandan.

Yılan zehir akıtıp, insanı candan eder,
Ama kötü arkadaş, can ve imândan eder.”

“Günahların çokluğu ümidsizliğe düşürmesin ve bu yoldan şeytana fırsat verilmesin.”

“İhlâs ne kadar çok olursa, evliyânın yardımı o kadar ziyâde olur.”

“Evliyânın kalbleri, ilâhî nûrların çıkıp geldiği kaynaklardır. Onların hoşnut olduğundan, Hak teâlâ da hoşnuttur. Onların kalblerinde yer eden, büyük devlete kavuşmuştur.”

“İnsanoğlu dünyâyı elde etmek uğruna, nice sonsuz devlet ve saadetleri kaçırdı.”

“Bizim yolumuz, İslâm dînine ittiba’ (uyma) yoludur. Herkes elinden geldiği kadar buna çalışmalıdır.”

“Sahih keşfle sabittir ki, kalbi zikredene, imânının gitmesi için şeytan musallat olamaz.”

“Allah adamlarının iğnesini (dokunaklı sözlerini) ilâç gibi bilmelidir. Çünkü bu taifenin celâli, cemâl ile karışıktır. Ya’nî kızmalarında da merhamet vardır.”

“Bütün gayretle, sünnetin yayılmasına ve bid’atlerin yok edilmesine çalışmalı, müslümanların, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri doğru i’tikâd üzere olmalarına uğraşmalıdır. Bu işle uğraşmadan yapılan zühd ve ibâdeti; kör, kötürüm ve ihtiyârlar da yapar.”

“Namazın şart ve rükünlerini, sünnet ve edeblerini anlatan kitapları insanlara okuyup, tavsiye ediniz ki, büyük devlettir.”

“İhlâsı olan kurtulur.”

“İnsanlardan gelen sıkıntılara katlanmak, Allahü teâlânın beğendiği, Resûlullahın sevdiği ve büyük evliyânın özendiği bir ahlâktır.”

“İslâmiyet yolunda en önemli edebler şunlardır: İslâm dininin ahkâmına tam tâbi olmak, genişlik ve darlıkta sabretmek, rahatlık ve bollukta tam şükretmek, sünneti ihyâ etmek, bid’atten sakınmak, kırıklık içinde devamlı Rabbine yalvarıp yakarmak, Allahdan başkasının hatıra gelmemesi için çok çalışmak, görmek gözün işi olduğu gibi, huzûru da kalbin işi, melekesi hâline getirmek, hattâ kalbin, dünyâ ve âhırete âit her şeyden yüz çevirip, hakikî mahbûb, ya’nî gerçek sevgili olan Allahü teâlâdan başkasına bağlılığının kalmamasını sağlamak.”

“Mektûplaşmak, görüşmenin yarısıdır.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Şems-üş-şümûs tercümesi (Hasen Şükrü) İstanbul 1302

2) Mecd-i tâlid tercümesi (İbrâhim Fasih Hayderi), Hüdâvendigâr vilâyeti (Bursa) 1308

3) Tezkâr-ür-ricâl el-cüz-ül-evvel Mevlana Halid-in-Nakşibendî Bağdat 1399

4) Reşahât ayn-ül-hayât (Muhammed Murâd-ı Kazânî) sh. 160

5) Hadâik-ül-verdiyye (Abdülmecîd Hâni) sh. 223

6) İrgâm-ül-merîd (Muhammed Zâhid Düzcevî) İstanbul 1328, sh. 78

7) Hadîkat-ün-nediyye (Muhammed bin Süleymân Bağdadî), İstanbul 1981, sh. 49

8) Kitâb-ül-Behçet-üs-seniyye (Muhammed Hâni) İstanbul 1977, sh. 3

9) Âdâb risalesi (Muhammed Hâni) 1326, sh. 67

10) Makâmât-ı Mazhariyye İstanbul 1986, sh. 179

11) Hadîkat-ül-evliyâ, İstanbul 1318, sh. 156

12) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1066

13) Herkese Lâzım Olan Îmân (Kemahlı Feyzullah)

14) Sefînet-ül-evliyâ cild-2, sh. 162

15) Rehber Ansiklopedisi cild-7, sh. 54

16) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 66

17) El-lmân vel-İslâm (İstanbul 1984)

18) Divân (Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî)