İSMÂİL FERRÛH KIRÎMÎ

Osmanlı âlimlerinin meşhûrlarından. İsmi, İsmâil Ferrûh Kırîmî olup, aslen Kırımlı’dır. Doğum târihi bilinmemektedir. 1256 (m. 1840) senesinde İstanbul’da vefât etti. Vefâtına;

“Mübârek âdem idi, göçtü Ferrûh”

mısra’ını târih düşürmüşlerdir. Orta-köy sarayları arkasında, Yahyâ Efendi dergâhına bitişik kabristana defnolunduğu merhum Emîn Efendi isminde bir zâtın, “Menâkıb-ı Kethudâ-zâde” ismindeki menâkıbnâmesinde yazılıdır. Sultan İkinci Abdülhamîd Hân’ın emriyle bu kabristan, Yıldız Sarayı bahçesine dâhil edilmiştir.

Zamanının önde gelen sîmâlarından olan İsmâil Ferrûh Kırîmî, âlim, âmil, kâmil, fâdıl, şâir ve mütefekkir, bir zât idi. Kısa ve faydalı bir şekilde Osmanlıca yazmaya muvaffak olduğu “Mevâkıb” isimli tefsîri, Hüseyn Vâ’iz-i Kâşifî’nin yazdığı ve Tefsîr-i Hüseynî diye de tanınan “Mevâhib-i aliyye” isimli tefsîrinin tercümesidir.

İsmâil Ferrûh Kırîmî’nin “Mevâkıb tefsîri”nde, Kehf sûresinde 8. âyet-i kerîmeden başlayarak, Eshâb-ı Kehfi anlatan âyetlerin tefsîrinde özetle buyuruluyor ki:

“Efsûs (ya’nî Tarsus) şehri havâlisinde Rakım adlı vadide Betâhlûs dağında, Kehf, ya’nî büyük bir mağara var idi. Efsûs şehri Domityanus veya Dakyanus denilen çok rezil, zâlim ve putperest bir kimsenin mülkü olup, ahâlisini putperestliğe zorlardı. İtaat eden kurtulur, etmeyen de öldürülürdü. Allahü teâlâya inananlardan âltı genç, bir köşede, bu zâlimlerin fitnesinden kurtulmak için duâ ile meşgûl idiler. Onlar bu hâlde iken, Dakyanus’a haber verildi. O da onları çağırıp tehdid eyledi. Onlar tevhîd yolunda sebat gösterip, şirki kabûl etmediler. Damyanus onların bütün malını alıp; “Gençsiniz. Size iki üç gün mühlet veriyorum. Kurtulmak mı, ölmek mi, hangisini tercih ediyorsunuz?” deyip kendisi bir başka şehre gitti. O gençler fırsatı ganîmet bilip aralarında meşveretten sonra kaçmaya karar verdiler. Her biri babasının evinden azık ve nafaka için bir miktar erzak alıp, şehre yakın bir dağa doğru yola çıktılar. Yolda giderken bir çobana rastladılar. Çoban da imanlı olduğu için onlara katıldı. Çobanın köpeği de bunlara tâbi olup, arkalarından giderdi. Ne kadar mâni olmak istedilerse de mümkün olmadı. Nihâyet Allahü teâlâ, bu köpeği dile getirip “Benden korkmayın! Ben, Allahü teâlânın ve sizin dostunuzum. Siz uykuda iken, ben size gözcülük ve bekçilik yaparım” dedi. Dağa yaklaştıklarında, çoban bunlara; “Ben bu dağda bir mağara biliyorum. Orada gizlenmek mümkündür” dedi. Sözbirliği ile o mağaraya geldiler ve; “Yâ Rabbî! Bize senin katından rahmet, ya’nî rızk, mağfiret ve düşmandan emniyet ver” dediler.

İsimleri; Yemlihâ, Mekselînâ, Mernûş, Debernûş, Şâzenûş, Kefeştatayyûş ve köpekleri Kıtmîr’dir. Büyükleri olan Yemlihâ, kaçıp mağaraya giderlerken yolda arkadaşlarına; “Kavmimiz Allaha ibâdet edip, ibâdette putları ona ortak ettiklerinden, onlardan ayrılmak istedik. O hâlde şimdi mağarayı mesken edinip, burada Allahü teâlâya ibâdet edelim”. Rabbimiz iki cihanda rahmetini bize saçar, din ve dünyâ işlerimizi kolaşlaştırır” dedi. Mağaraya girince Hakkın emriyle uyudular. Dakyanus, Efsûs’a gelip, onları sordu. Kaçtıklarını haber verdiklerinde, babalarını onların getirilmesine zorladı. Babaları; “Bizim malımızı alıp, dağa doğru gittiler” dediler. Dakyanus, adamları ile gidip, o mağarayı buldu. Burada ölsünler diye, mağaranın ağzını kuvvetlice kapattırdı. Dakyanus’un yakınlarından iki mü’min, gençlerin isimlerini ve hâllerini bir taşa nakş edip, mağaranın duvarına koydular. Bu mağara Betâhlûs dağının güney tarafında idi. Güneş doğarken ve batarken oraya vurup, rutubet olmazdı. Eshâb-ı Kehf uyurken, gözleri açık idi. Allahü teâlâ, meleklerle onları sağ ve sol taraflarına döndürürdü. Köpekleri dirseklerini kapının eşiğine uzatmıştı. Ölü değillerdi. Gözleri açık olup, nefes alırlar, saçları, tırnakları uzardı.

Allahü teâlâ, kemâl-i kudreti ile cesed ve elbiselerini değiştirmedi. Uzun müddet uyuduktan sonra onları uyandırdı. İçlerinden Mekselînâ, arkadaşlarına: “Ne kadar zaman yatıp uyudunuz?” dedi. Onlar güneş doğarken mağaraya girmişlerdi. Uyandıkları zaman güneş batmak üzere olduğundan, cevâbında; “Birgün veya günün bir miktarını uyuduk” dediler. Sonra saç, sakal ve tırnaklarına bakıp birbirlerine; “Ne kadar uyuduğumuzu Rabbimiz bilir” dediler. Mekselînâ daha sonra; “Biriniz şu parayı alıp, Efsûs’a gitsin, baksın hangi yiyecek helâl ve temiz ise, ondan satın alsın getirsin. Yiyecek almaya giden, burada kalanları şehirde bulunanlara haber vermesin. Eğer Dakyanus’â tâbi olan ahâlî, bizi bulursa, recm ederler, ya’nî taşa tutup öldürürler. Yahut da zorla kendi bozuk dinlerine döndürürler. Onların dînine girerseniz, sizin için sonsuz olarak artık kurtuluş yoktur” dedi.

Bunların en olgun ve akıllıları olan Yemlîhâ, bu vasıyyetleri kabûl ile şehre gittiğinde, çok değişmiş, bambaşka âlem buldu. Hayret etti. İçi burkuldu. Nihâyet ekmekçi dükkânına girip, o parayı, ya’nî Dakyanus zamanında, onun adına olan sikkeyi ekmekçiye verdi. Ekmekçi bunun bir hazîne bulduğunu sandı ve hemen elden ele göstererek zaptiyeye vardı. Yemlihâ’yı tutup, bulduğun hazîneyi ver diye tehdit ettiler. Yemlîhâ; “Ben hazîne bulmadım. Dünkü gün bu altını evden aldım. Bugün çarşıya getirdim” dedi. Babasının ismini sordular. Söyledi. Burada o isimde kimse yoktur deyip yalan söylüyorsun dediler. Çok daraldı. “Beni Dakyanus’a götürün, o benim işimi bilir” dedi. Bu sözünü de, alaya alıp; “Dakyanus öleli üçyüz seneye yakın zaman oldu. Sen bize hikâye mi anlatıyorsun?” dediler. Yemlîhâ, nihâyet, çaresiz kaldı. Dünkü gün, kaçıp, mağaraya girdiklerini söyleyip; “Bundan başka birşey bilmiyorum” dedi velhâsıl pâdişâhları olan sâlih Melîk Teodüs veya Tendürûs’a götürdüler. Bu Pâdişâh mü’min idi. Vaktinin insanlarının çoğu, cesedlerin haşrını inkâr ederlerdi. Pâdişâh onlara bu husûsta ne kadar nasihat ettiyse, fâide vermezdi. Yemlîhâ başından geçenleri o Pâdişâh’a anlatınca, Pâdişâh; oğlu, eşrâfı ve yakın adamları ile birlikte, mağaraya gittiler. Önce Yemlîhâ varıp, arkadaşlarına haber verdi. Pâdişâh da arkasından geldi. Evvel hâlleri üzerine yazılan taşı getirip okudular. İsimleri ve hâlleri anlaşıldı. Pâdişâh onlara selâm verip cevap aldı. Hepsinin boynuna sarılıp, duâlarını aldı. Veda ederken, tekrar eskisi gibi uykuya vardılar. İlk uykuları üçyüzdokuz sene sürmüştü.”

Resûlullah (s.a.v.) zamanında, Hazret-i Ebû Bekr ve Hazret-i Ali kerâmeten oraya gitmişlerdi. Eshâb-ı Kehf yine uykudan uyanmışlar, görüşmüşler. Resûlullaha îmân ettiklerini bildirmişler, selâm yollamışlar, duâ istemişlerdir. Hazret-i Mehdî zamanında yine uykudan kalkıp, onun yanına gidip, onun askeri olacaklardır, ona yardım edeceklerdir. Köpekleri Kıtmîr dahî Cennete girecektir.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 294

2) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1073, 1160, 1175

3) Tefsîr-i Mevâkıb cild-3, sh. 42