Târih, tefsîr, matematik, astronomi, dil ve Şafiî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, İbrâhim bin Seyyid Sibgatullah bin Muhammed Es’ad bin Ubeydullah bin Sibgatullah’tır. 1236 (m. 1820) senesinde doğdu. Hayderi ve Bağdadî nisbet edildi. Fasîhuddîn lakabı verildi. 1299 (m. 1882) senesinde Bağdat’ta vefât etti.
Seyyid İbrâhim Efendi, Bağdat âlimlerinin ocağı olan Hayderî ailesinin bir ferdi olarak dünyâya geldi. Mevlânâ Hâlid hazretleri, hocası Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinden icâzet alıp, Bağdat’ta insanlara doğru yolu göstermekle vazîfelendirilince; “Bağdat’ta, Hayderiyye ve Berzenciyye seyyidleri var” diye hocasına arzetti. Bunun üzerine Abdullah-ı Dehlevî hazretleri de; “Bağdat’ta büyük-küçük herkes sana hizmetçi olurlar” buyurmuşlardı. Gerçekten de âlim ve sâlihlerin göz bebekleri olan Hayderî ve Berzencî ailelerinin mensûpları, Hindistan’dan aldığı nûrlarla Bağdat’ı aydınlatmaya gelen Mevlânâ Hâlid hazretlerinin en büyük yardımcıları oldular. Hayderî-zâde İbrâhim Efendi’nin Bağdat müftîlerinden olan baba ve amcaları da, bu mübârek kimseler arasındaydılar. Böylesine âlim ve sâlih kimseler arasında doğan İbrâhim Fasîh Efendi, küçük yaşta zamanın müceddidi Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin sohbetiyle şereflenip, feyz ve duâlarına mazhar oldu. Küçük ve hasta olduğu için amcasının kucağında Mevlânâ Hâlid hazretlerinin sohbetine götürülürdü. Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî’nin duâ ve teveccühleri bereketi ile şifâ bulduğunu, “Mecd-it-tâlid” adlı eserinde yazmaktadır. Temel bilgileri öğrenip, Kur’ân-ı kerîmi hıfzeden İbrâhim Efendi, Muhammed Cedîd Efendi’nin terbiyesine teslim edildi.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin en büyük halîfelerinden olan hocası Şeyh Muhammed Cedîd, İbrâhim Fasîh Efendi’yi çok severdi. Onu küçük yaşta talebeleri arasına kabul buyurma lütfunda bulundu. Ona nasihatlerinde ilim tahsil etmesini emreder; “Önce ilim tahsil eyle, sonra da tasavvuf ehlinin hizmetine gir” buyururdu, İbrâhim Fasih Efendi, Muhammed Cedîd hazretlerinin duâları bereketiyle nice yüksekliklere kavuştu. Onüç yaşında iken Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin dergâhına kabûl edildi. Bütün talebeleri ilim sahibi olan Hâlidiyye dergâhında kırk yaşına kadar kaldı. Babasından, civar şehirlerdeki ulemâdan ve Erbil âlimlerinden ilim öğrenmek için izinle gidip gelmeleri hâriç, adetâ hiç dışarı çıkmadan ilim ile meşgûl oldu.
Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin halifelerinden Yahyâ Mezûri İmadî, Abdülgafûr Hâlidî Müşahidi, Mûsâ Cebûrî Bağdadî, Muhammed Meczûb îmâdî (Şeyda), Abdullah Hiratî, Abdullah Geylânî, İsmâil Şirvanî, Ahmed Ağrıbozî, Muhammed Hâfız Urfavî, Şeyh Muhammed İmâm Bağdadî, Abdürahmân Kürdî, Ahmed Berzenci, Hidâyetullah Erbilî, İsmâil Berzenci, Abdülfettâh-ı Akrî ve daha birçok âlimden ilim öğrendi. Kalbini kötülüklerden arındırıp, nefsini terbiye eyledi Resûl-i ekrem efendimizin (s.a.v.) güzel ahlâkıyla ahlâklandı.
Haremeyn kadılıklarında da bulunan Seyyid İbrâhim Fasih Efendi; ilmi, takvâsı, güzel ahlâkı ve güzel eserleri ile insanlara nasihatlerde bulunurdu. Sözleri ve hâlleri insanlara te’sîr ederdi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin muarızlarına, usta kalemiyle beliğ cevaplar veren İbrâhim Fasih Efendi, bu husûsta, zamanın Bağdat müftîsi Alûsî’nin yazdığı bir risaleye de cevap yazmıştı. Bu risaleyi niçin yazdığını ve yazdıktan sonra gördüğü rü’yâyı “Mecd-it-tâlid” adlı eserinin 77. sahifesinde şöyle anlatmaktadır “Bağdat vâlisi Mehmed Necib Paşa, meşhûr Âlûsî’yi Bağdat müftîliğinden azledince, Âlûsi, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin yoluna taarruz edip, o mübârek zâtın halifelerini zemmeden bir risale yazdı. Çünkü Mehmed Necib Paşa, Mevlânâ Hâlid’in (r.aleyh) sevenlerinden idi. Bu sebepten onun talebelerinin istifâde ettikleri binaları yıktırıp, yeniden güzel bir şekilde bina ettirmişti. Âlûsî, Vezir Mehmed Necib Paşa’yı bağlı olduğu Hâlidiyye yolu mensûplarına taarruz ederek ta’cîz etmek gayesiyle risaleyi kaleme almıştı. O sırada bu fakir (İbrâhim Hayderî) de, bir risale kaleme alıp, Âlûsî’nin yazdıklarını reddetmeyi arzu ettim. Bu risalemi Mevlânâ Hâlid hazretlerinin halifeleri ve âlimler çok beğendiler. Sonra birgece, Mevlânâ Hâlid efendimizi rü’yâmda gördüm.
Abdülfettâh-ı Hâlidi Akrî ve halifeleri yanında duruyorlardı. Hemen ben de gittim. Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin ellerini öptüm. Mübârek ellerini başıma ve arkama koyup; “Ne güzel iş işledin, ey İbrâhim!” buyurdular. Sabah bu rü’yâyı dostlarımıza anlattığımda, beni tebrik ettiler. Allahü teâlâya hamd olsun, Âlûsî’nin bu risaleyi te’lîf etmesinin sebebi, Hâlid-i Bağdadî halîfeleri hakkında sû-i zannından dolayı idi. Bu zannı da Vezir Mehmed Necib Paşa’nın kendini müftîlikten azlinde, Hâlidiyye halifelerinin te’sîrli olduğu düşüncesi idi. Hucurât sûresi 12. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Zan etmenin ba’zısı günahtır” buyuruldu. İstanbul’dan Bağdat’a gelen Âlûsî, hasta olup, lisânı tutuldu. O hâl üzere vefât etti.
Tasavvufta yüksek makamlara sahip olan Hayderî-zâde Seyyid İbrâhim Fasih Efendi, yazmış olduğu pek kıymetli eserleri ile tanındı. Eserlerinin isimleri Esmâ-ül-müellifîn’de uzun yazılıdır. Bunlardan ba’zıları şunlardır: 1- El-kelâm fî Medînet-is-selâm, 2-A’lâ-ir-rütbe fî şerh-i nazm-in-Nûhbe li-İbn-i Hacer-i Askalânî: Hadîs usûlü ile ilgilidir. 3- İmdâd-ül-kâsid fî şerh-ilmekâsıd lin-Nevevî, 4- Em’ân-ül-el-bâb fil-usturlâb, 5- Haşiye alel-Eşbâh ven-nezâir-ü-fıkhıyye lis-Süyûtî, 6- Haşiye alel-cüz-il-evvel min Tuhfet-il-muhtâc li-İbn-i Hacer-il-mekkî, 7- Haşiye alâ Hâşiyet-ü-Karabâğî li-Îsâgûcî, 8- Haşiye alâ Hâşiyet-i Abdülhakim Siyalkûtî li-Şerh-iş-Şemsiyye, 9- Haşiye alâ şerh-il-Çârpurdî liş-Şâfiiyye, 10- Haşiye alâ Şerh-is-Süyûtî li-Elfiyye İbn-i Mâlik, 11- Râhat-ül-ervâh fî şerh-ü-iktirâh lis-Süyûtî, 12- Es-Sünûhât fit-tesavvuf, 13-Şerh-i Teşrîh-ül-eflâk, 14- Şerh-i Dîvân-ı Ebî Temam, 15- Şerh-i Dîvân-ı Ebîl-A’lâ el-Me’arrî, 16- Şerh-i Risâlet-i Halk-ü-ef’âl hş-Şeyh Hâlid-in Nakşibendî, 17- Es-Sırât-ül-müstekîm fî emr-iddîn; Hakîkat Kitabevi tarafından İstanbul’da bastırıldı. 18- Ünvân-ıl-Mecd fî beyân-ı Ahvâl-i Bağdat ve Basra ve Necd, 19- Fazîh-ül-beyân fî tefsîr-il-Kur’ân, 20- El-Mecd-üt-tâlid fî menâkıb-ı Mevlânâ Şeyh Hâlid: Hakîkat Kitabevi tarafından İstanbul’da bastırıldı. 21- Nihâyet-fil-mıvâd min ahvâl-i Bağdat, 22- Şerh-i Makâmât lil-Harîrî, 23- Tuhfet-ül-Uşşâk: Bu eseri de, Hakîkat Kitabevi tarafından İstanbul’da basılmıştır.
Hayderî-zâde İbrâhim Fasih Efendi, “Tuhfet-ül-uşşâk” adındaki eserinde buyurdu ki:
“Allahü teâlâya hamd, Resûlüne, Aline ve Eshâbına salât-ü selâm olsun.
Bu eserimde, kalbi, büyüklerin kalbine bağlayarak onlardan feyz almanın mümkün ve bunun Resûlullahın sünnetinde mevcût olduğunu delîlleri ile isbât etmeğe çalıştım. Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmak için, ihlâs ve kalb-i selim sahibi olmak lâzımdır. Kalb de, ancak Resûlullaha (s.a.v.) inanmak, O’nu sevmek, O’na tâbi olmakla temizlenir. Bunun için, kısa yol, kolay yol, bir velîyi tanıyıp, onun sözlerinden Ehl-i sünnet i’tikâdını, fıkıh bilgilerini ve tasavvufun edeblerini kolayca öğrenmek ve bunlara uymak şartı ile, kalbini onun kalbine bağlamaktır. Bir velî, kendi üstâdlarından almış olduğu yazılı vesîkadan ve bütün sözlerinin, hareketlerinin İslâmiyete uygun olmasından anlaşılır. Böyle bir velî görülemediği zaman, imânı, fıkıh bilgilerini ve edebleri, bir ârifin kitaplarından öğrenerek, onun rûhuna bağlanır, onun üveysîsi olur.
Bu nâçiz eserimde, kalbini evliyânın kalbine bağlamanın hakîkatinden ve gizli sırlarından bahsetmedim. Çünkü bütün bunlar, ma’nevî zevk ile ve bizzat o hali yaşamakla anlaşılabilecek şeylerdir. Onun için de bu fakir (İbrâhim Fasih), bu ince hâllerden bahsetmekten âcizdir. Nasıl âciz olmam ki, bu incelikleri bilmek, tasavvuf yolunda sultan olanların sırlarındandır. Evliyânın kalbiyle irtibât kurmanın, Resûlullahın sünnet-i şerîfinde mevcûdiyetini delîlleri ile anlatırken, hatâya düşmekten Allahü teâlâya sığınırım.
Gerek hayatlarında ve gerekse âhırete teşrîflerinden (vefâtından) sonra, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) mübârek rûhlarından, ledünnî ilimleri ve ilâhi ma’rifetleri almak husûsunda faydalanmak; Resûlullah efendimizle, Resûlullah efendimizden feyz alacak kimse arasında, rûhanî bir münâsebetin (irtibâtın) meydana gelmesine bağlıdır. Çünkü, ledünnî ilimler ve ilâhî ma’rifetler rûhani şeylerdir. Onun için Resûlullah efendimizle, bu ilimleri Resûlullah efendimizden feyz yoluyla alacak kimse arasında, rûhanî bir irtibâtın olması lâzımdır. Ancak dînin hükümlerini, emir ve yasaklarını bilmek, böyle rûhanî bir irtibâtı gerektirmez. Çünkü zâhirî ilimler, sâdece Resûlullah efendimizin (s.a.v.) mübârek sözlerini duymak, işlerini, hareketlerini ve hâllerini ya’nî sünnet-i seniyyesini görmekle elde edilir. Resûlullah efendimizle rûhanî irtibât ise, ancak O’na ma’nevî olarak yönelerek, kalbe Peygamberimizin (s.a.v.) peygamberlik nûruna kâmil bir sevgi ile bağlayarak, İslâmiyetin bildirdiği şekilde nefsle mücâdele ederek ve Resûlullahın bildirdiği şekilde nefsi terbiye etmekle mümkün olur.
Allahü teâlâ, kullarına bu rûhanî irtibâtı elde etmenin yolunu gösterdi. Bunun için onlara, Resûlüne (s.a.v.) salât ve selâm okumalarını emreyledi Böylece, kulların okudukları bu salât ve selâmlar, onların Resûlullaha (s.a.v.) ma’nen yönelmelerine, kalblerini O’na rabtetmelerine (bağlamalarına) vesile olacak, nefislerinin kemâle erdirilmesi husûsunda Resûlullahtan (s.a.v.) istimdâd etmeleri (yardım istemeleri) sebebiyle, Resûlullah (s.a.v.) ile bu rûhanî irtibâtı elde edebileceklerdir. Yoksa Resûlullahın (s.a.v.), insanların kendisine salât ve selâm okumalarına, onların duâlarına ihtiyâcı yoktur. Çünkü, Allahü teâlâdan gelen tecelliler ve Rabbanî ma’rifetlerin nûrları O’nda doğmaktadır. Şüphesiz, Allahü teâlânın O’na salât buyurması sebebiyle, ümmetinin salât okumasına ihtiyâcı yoktur ve onların salatından müstağnidir. O en yüksek ve kâmil rahmetlerle, Allahü teâlânın rahmetine kavuşmuştur. Ancak, ümmeti O’na okudukları salâtlarla kendileri istifâde etmekte, Resûlullahtan feyze kavuşmaktadırlar.
İşte Resûlullaha (s.a.v.) salât-ü selâm okumanın sırrı budur. Salât-ü selâm, kalb huzûru ve muhabbetle okunmalı, ma’nâsını düşünmelidir. Böyle okunan salât ve selâm ma’nevî olarak Resûlullaha yönelmeyi, O’nu düşünmeyi ve kalbi O’na bağlamayı hâsıl eder. Fakat, salât ve selâm okuyan kimse cehl ve gaflet içerisinde, nefsinin arzu ve isteklerine uymuş, ne söylediğinin farkında olmayan, hangi meydanda dolaştığını bilmeyen, kalbini Resûlullah efendimizden tarafa vermeyen, sâdece dili salât okuyup, zihni bundan habersiz bir hâlde olmamalıdır. Böyle kimseler, Resûlullahtan kavuşmak istedikleri feyzlere kavuşamazlar.
Fakat, Resûlullaha salât-ü selâmı yukarıda bahsettiğimiz şekilde okurken ma’nevî olarak Resûlullaha (s.a.v.) yöneldiğimiz ve hatırımızda, hayâlimizde Resûlullahı tasavvur ettiğimiz zaman, arada sevgi ve bağlılık meydana gelmektedir. Çünkü bağlılık, bu ikisinden ibârettir. “Allahü teâlâ ve melekleri Resûlullaha (s.a.v.) salat ve selâm ederler. Ey mü’minler! O’na siz de salât ve selâm edin” meâlindeki Ahzâb sûresi 56. âyet-i kerîmesi, lâzımî olarak sünnet-i seniyyede bu bağlanma şeklinin mevcût olduğuna ve müslümanların onunla emrolunduğuna delâlet etmektedir.
Aynı zamanda Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm), Resûlullah efendimizin bizzat mübârek sûretini, yüksek ahlâkını ve yaşayışını devamlı gördüler. Onlar, Resûlullah efendimize (s.a.v.) O’nun mübârek cemâlini düşünerek, kalblerinde Resûlullahı (s.a.v.) bulundurarak salât-ü selâm okurlardı. Resûlullah (s.a.v.) onların gözlerinin nûru idi.
Resûlullaha (s.a.v.) çok salât okumak, Resûlullaha olan şiddetli sevgiye delâlet etmektedir. Bir kimse çok sevdiği kimseyi daha çok anar ve hatırlar. Çünkü kişi dâima sevdiği ile beraberdir. Sevdiğini asla hatırından çıkarmaz. Resûlullahı (s.a.v) çok sevmek ise, O’na tâbi olmanın kuvvetli olduğuna delâlet eder. Nitekim; “Seven sevdiğine boyun eğer” buyurulmuştur. Resûlullahı (s.a.v.) bu derece sevip O’na tâbi olan kimsenin rûhu, Resûlullahın mübârek rûhuna yakın olur. Bu sebeple o kimse ile Resûlullah efendimiz arasında bir irtibât ve yakınlık meydana gelir.
Şeyh Ebû Abdullah Sahilî, “Bugyet-üs-sâlik” kitabında şöyle buyurdu: “Resûlullaha (s.a.v.) salât ile kazanılan fâidelerin en üstünü, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) mübârek sûretlerinin, köklü bir şekilde kalbe yerleşmesidir. Bu da, ihlâsla, şartlarına ve edeblerine riâyet ederek, ma’nâsını düşünerek, salât-ü selâm okumaya devam etmekle olur. Böylece Resûlullah efendimizin (s.a.v.) sevgisi kalbe iyice yerleşir. Resûlullahı (s.a.v.) sevmek, O’na uymayı gerektirir. O’na uymak ise, kavuşmayı gerektirir. Nitekim Nisa sûresi 69. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allaha ve Peygambere itaat edenler, işte bunlar, Allahın kendilerine ni’met verdiği peygamberlerle, sıddîklarla, şehîdlerle ve iyi kimselerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştır” buyurulmuştur.
Kalben bağlanmanın sünnet-i seniyyede olduğunun delîllerinden birisi de, namazda birinci ve ikinci oturmalarda namaz kılanın Ettehıyyâtü’de: “Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve Rahmetullahi veberakâtühü” okumasıdır. Tahiyyât okurken “aleyke”de kâf’in hazır birisine hitâbetmek için “eyyuhâ”nın da hazır bulunan birisine nidâ etmek (seslenmek) için olduğunu bilen bir kimse, bunu okurken Resûlullah efendimize hitâbettiğini, O’na nidâ ettiğini, O’na selâm verdiğini, O’nun için Allahü teâlâdan rahmet ve bereket dilediğini bilir. Böyle bir kimsenin Resûlullahı (s.a.v.) zihninde ve hayâlinde tasavvur etmemesi mümkün değildir. Bu, akıllı ve dindar bir kimse için imkânsız gibidir. Resûlullah efendimizi (s.a.v.) bu şekilde hatırlayan ve tasavvur eden kimsenin kalb ufuklarında, Resûlullahın (s.a.v.) nûru, feyz ve ma’rifetleri parıldar. Çünkü Resûlullah (s.a.v.), kalblerin bağlanabileceği en büyük güneştir.
Huccet-ül-İslâm İmâm-ı Gazâlî, “İhyâ-ı ulûm-iddîn” kitabında, namazın sırları bahsinde şöyle buyurur: “Teşehhüd (Ettehıyyâtü’yü okumak) için edeble otur. Salevât, tayyıbât ve mülkün Allahü teâlâ için olduğunu söyle. Zâten Ettehiyyâtü’nün ma’nâsı budur (Ya’nî Ettehiyyâtü’yü oku). Sonra Resûlullahı ve O’nun mübârek zâtını kalbinde hazır et. “Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi ve berekâtühû”yü oku. Selâmının, rahmet ve bereket dilemenin Resûlullaha ulaşacağına, Resûlullahın da en güzel şekilde senin selâmını alıp, cevap vereceğine dâir i’tikâdın doğru olsun. Bundan sonra kendine ve sâlih mü’minlere selâm edersin”
Şihâbüddîn Ebû Nasr Ömer Sühreverdî de (r.aleyh), “Avârif-ül-meârif” kitabında, tahıyyâtın âdabından bahsederken; “Namaz kılan kimse Ettehıyyâtü’yü okurken, Resûlullaha selâm okur, kalb gözü önünde, Resûlullah efendimizi tasavvur eder. Sonra Allahü teâlânın sâlih kullarına selâm eder” buyurmaktadır.
Yine Tâceddîn Ebü’l-Abbâs Ahmed bin Atâullah İskenderî “Tâc-ül-ürûs-ül-hâvî li tehzib-in-nüfûs” adındaki eserinde buyurdu ki: “Namaza girildiği zaman, Allahü teâlâya münâcâtla O’na yakarılır. Resûlullahla (s.a.v.) konuşulur. Çünkü Ettehiyyâtü okunurken; “Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi ve berakâtüh” okunur.
Bu şekilde ancak hazır olan kimseye hitâb edilir.
Allahü teâlâyı tefekkür ederken (düşünürken) zâtını değil, ni’metlerini düşünmelidir. Allahü teâlânın zâtı, tahayyül ve tasavvur edilen, kalbe gelen herşeyden münezzehtir. Allahü teâlâ hiçbir şeye benzemez. Resûlullah (s.a.v.); “Allahü teâlânın ni’metlerini tefekkür ediniz, zâtını tefekkür etmeyiniz (düşünmeyiniz)” buyurmuştur.
Allahü teâlânın ni’metlerini, yerlerin ve göklerin yaratılışını tefekkür etmek (düşünmek), mutlak olarak caizdir ve hadîs-i şerîfle de teşvik olunmuştur. Nitekim Şûra sûresi onbirinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. Ancak O, işitici ve görücüdür” buyurulmuştur.
Allahü teâlânın ni’metleri ve mahlûkâtı hakkında tefekkür etmek caiz olunca, Allahü teâlânın bize en büyük ni’meti ve mahlûkâtın en şereflisi olan Resûlullahı (s.a.v.), O’nun halîfelerini ve onların yolunda bulunan büyükleri düşünmek ve hatırlamak elbette caizdir.
Kalben hatırlamanın sünnet ve teşvik olunan bir iş olduğuna dâir delîllerden birisi de şudur. “Delâil-i hayrâfın evvelinde şöyle rivâyet olundu: Resûlullaha (s.a.v.); “Kendilerini sevmek, ikram olunmak ve iyilik etmekle emrolunduğumuz Muhammed aleyhisselâmın âli kimlerdir? diye soruldu. Resûlullah (s.a.v.); “Onlar, bana îmân edip, halis olan safa ve vefa ehlidir” buyurdu. “Onların alâmetleri nedir?” diye suâl edilince, Resûlullah (s.a.v.); “Benim sevgimi benden başka herkesin sevgisine tercih eden, Allahü teâlânın zikrinden sonra, bâtını benim zikrimle (beni hatırlamakla) meşgûl olandır.” Başka bir rivâyette; “Beni anmaya devam etmek ve bana çok salat okumak” buyurmuşlardır. Yine Resûlullaha (s.a.v.); “Mü’minlerden ba’zısının huşû’ sahibi, diğerinin böyle olmadığını görüyoruz. Bunun sebebi nedir?” diye suâl edildi. Resûlullah da (s.a.v.); “Îmânın tadını duyan huşû’ ehlidir. Bunu duymayan huşû’ sahibi değildir” buyurdu. Tekrar; “Îmânın tadı ne ile bulunur veya, ona nasıl kavuşulur, o ne ile elde edilir?” diye suâl edildi. Resûlullah (s.a.v.); “Allah için sevmek husûsunda samîmi olmak ile” buyurdu. Yine; “Allahü teâlânın sevgisi ne ile elde edilir?” diye suâl edilince, Resûlullah (s.a.v.); “Buna Resûlünün sevgisi ile kavuşulur. Bu sebeple, Allah ve Resûlünün sevgisi için Allah ve Resûlünün rızâsını isteyiniz” buyurdu.
Yukarıda beyân edildiği gibi, Resûlullahı sevmek, Allahü teâlâyı sevmeye, Allah sevgisini elde etmeye büyük vesiledir. Nitekim Mâide sûresi 35. âyet-i kerîmesinde meâlen; “O’na kavuşmak için vesile, vâsıta arayınız” buyurulmuştur.
Bir kimse Resûlullah efendimize tam bir sevgi ile bağlanınca; Resûlullah efendimizi zihninde tasavvur eder, O’ndan bir an bile gâfil olmaz, O’nu asla unutmaz.
Şüphe yok ki, Eshâb-ı Kirâm (r.aleyhim), Resûlullah efendimizi o kadar severlerdi ki, bu sebeple onlarla Resûlullah (s.a.v.) arasında rûhanî bir beraberlik ve irtibât meydana gelmişti. Esâsında, onlardaki bu rûhani beraberlik ve irtibâtın sırrı, onların Resûlullahın (s.a.v.) yüksek sohbetlerinde bulunmalarındandır. Hadîs-i şerîfde Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurur: “Beni seven, Cennette benimle beraberdir.” Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm) Resûlullahın (s.a.v.) sohbetini ve îmânın tadını tatmışlardı.
Tabiîn, müctehid imamların (r.anhüm) da durumu böyle idi. Onlar, Resûlullaha (s.a.v.) ma’nen yönelmişler, kalblerini Resûlullaha sevgi ile bağlamışlar, O’nun âşıkı olmuşlar, sabah-akşam O’nun mübârek cemâlini ve şemâil-i şerîfini mütâlâa etmek sûretiyle, yüksek rûhâniyetinden feyz almışlar, O’ndan yardım istemişlerdir. O büyüklerin böyle hâllerini öğrenmek isteyen, Kâdı Iyâd’ın “Şifâ” kitabı ikinci kısım ikinci baba müracaat edebilir.
Şifa kitabında, Ebû Hüreyre’nin (r.a.) Resûlullah efendimizden bildirdiği hadîs-i şerîfte şöyle buyurulur “Bir kimse bana selâm verdiği zaman, Allahü teâlâ rûhumu bana iade eder, ben de o kimsenin selâmına cevap veririm.”
Resûlullaha olan şiddetli sevgileri ve kâmil bir şekilde tâbi olmalarından dolayı, Eshâb-ı Kirâm efendilerimiz, Resûlullah (s.a.v.) ile devamlı rûhanî bir irtibât hâlinde idiler. Yine Tabiînden olanlar da, Hulefâ-i râşidîn ve diğer Eshâb-ı Kirâm ile olan sohbetlerinden dolayı onlar da Resûlullah efendimizle (s.a.v.) rûhanî bir irtibâta sahiptiler. Fakat, zaman ilerleyip, nübüvvet nûrundan uzaklaşmak ve insanların kalbleri dünyevi meşgûliyetlerine dalıp, ihlâs ile sevgide gevşeklik meydana gelmek gibi sebeplerle, tekrar bu sevgiyi elde etmek için îkaz ve uyarmaya ihtiyâç duyuldu. İnsanlara doğru yolu göstermekle vazîfeli olan kâmil ve mükemmil İslâm âlimleri, kalblerindeki dağınıklığın giderilmesi, feyz yoluyla büyüklerin rûhâniyetlerinden faydalanmak için, büyüklerin sevgisini zorlanarak da olsa elde etmek için çalışmayı ve gayret göstermeyi emrettiler. Sonra bu rûhanî sevgiye, kalben bağlılık ismini verdiler.
Çünkü sevgi, sevenin kalbini sevilene bağlamakta, böylece ikisi arasında rûhani bir irtibât meydana gelmektedir. Bu ma’nevî sevgi ile büyüklere talebe olunduğu için buna, nisbet de denir. Zamanla tasavvuf ehli arasında yaygın bir ıstılâh oldu. Çünkü her sahanın kendisine has kullandığı ıstılâhlar (husûsi ma’nâlı kelimeler) vardır. Yine buna tasavvufta “Muhabbet yolu” da denir. Çünkü bu yolda esas, Allahü teâlânın rızâsına kavuşma yollarını ve sırlarını bilen, Allahü teâlâya ve O’nun rızâsına, O’nun sevgisine kavuşturan büyük bir zâtı, mürşid ve kâmil bir rehberi sevmektir. Bu sevgi sırf Allah içindir. O’ndan başka bir garaz ve maksat için değildir.
Sırf Allah için muhabbet hakkında; “Meşârik-il-Envâr”daki hadîs-i şerîfde Resûlullah efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır “Allahü teâlâ kıyâmet gününde; “Benim için sevişenler nerede? Onları Arşımın gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı bir günde (Arşımın gölgesinde) gölgelendireceğim” buyurur.”
Ömer (r.a.) şöyle buyurdu: Resûlullahdan (s.a.v.) duydum. Buyurdular ki: “Allahü teâlânın ba’zı kulları vardır. Peygamber ve şehîd değildirler. Fakat, onlara kıyâmet gününde Allahü teâlâ katındaki mertebelerinden dolayı, peygamberler ve şehîdler (bile) imrenirler” Eshâb-ı Kirâm; “Yâ Resûlallah! Onların kimler olduklarını ve ne amel işlediklerini bize bildir, umulur ki onları severiz” dediler. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz (s.a.v.); “Onlar, aralarında herhangi bir akrabalık ve mal alışverişi olmadan, birbirini seven bir topluluktur. Vallahi onların yüzleri nûrdur. Onlar nûrdan minberler üzerindedirler. İnsanlar mahzûn (üzgün) olduğu zaman, onlar mahzûn değildirler.”
Asıl olarak kalben bağlılık, Resûlullah efendimize yapılır. Ancak insanlara doğru yolu göstermekle memur olan Allahü teâlânın veli kullarına bağlanmanın caiz olduğunda da şüphe yoktur. Çünkü onlar, Resûlullah efendimizin vârisleri, vekîlleridirler. Biz, Resûlullahın (s.a.v.) vârisi ve vekîlleri olan bu mübârek zâtları sevmekle de emrolunduk. Aynı zamanda, Resûlullaha salât-ü selâm okurken, peşinden bu büyük zâtlara da salât-ü selâm okumak caiz olduğu gibi, onlara kalben bağlılık da caizdir. Bu büyük zâtlar, da’vet, irşâd ve insanları terbiye husûsunda, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) yaptığı vazîfeyi yapmaktadırlar. Onlar kıyâmete kadar bu husûsta Resûlullahın (s.a.v.) vekîlleridirler. Nitekim Yûnus sûresi 108. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey Sevgili Peygamberim! Onlara de ki: Benim yolum budur. Sizi gafletten uyandırarak, Allahü teâlâya çağırıyorum. Ben ve benim izimde bulunanlar çağırıcıyız” buyurulmuştur. Bu âyet-i kerîmede da’vet husûsunda, Resûlullaha (s.a.v.) tâbi olanlar, Resûlullaha (s.a.v.) ortak kılınmaktadırlar.
Bağlı olunan pîre, hem zâhiren ve hem de bâtınen i’tirâz etmek, feyz kapısını kapatır. Bu sebeple tasavvuf büyükleri, talebenin riâyet edeceği edebleri anlatırken; onun bağlı olduğu zâtın önünde, yıkayıcının elindeki meyyit gibi olması lâzım geldiğini söylemişlerdir. Çünkü yıkayıcı, münâsip gördüğü şekilde onu yıkar. Mürşid-i kâmil de talebesini dilediği şekilde terbiye eder.
Sühreverdî hazretleri, “Avârif” adındaki kitabında şöyle buyurmaktadır “Abdülkâdir-i Geylânî (r.aleyh), talebelerinden birinin ziyâreti için geldiği haber verildiği zaman, dışarı çıkıp, onu karşılamazdı. Sâdece kapıyı açar, müsâfeha eder, ona selâm verir, fakat onunla beraber oturmaz, gidip halvethânesine otururdu. Fakat talebeleri hâricinde yabancı birisi gelince, onu karşılamaya dışarı çıkar, onunla beraber otururdu. Talebelerinden birinin hatırına, onun bu şekildeki muâmelesinden dolayı böyle davranmanın iyi olmadığı hakkında düşünceler geldi. O talebenin bu şekildeki düşüncesi kendisine ma’lum oldu ve; “Bizim talebelerimizle irtibâtımız kalbîdir. Onlar buna ehildir. Fakat yabancı birisi böyle değildir. Bizim talebeyle kalbi irtibâtımız kâfidir. Fakat başkasına zâhire, âdete göre muâmele ederiz. Eğer böyle yapmazsak o yalnızlık hisseder ve bu durum onu rahatsız eder” buyurdu.
Tenbîh: Peygamber efendimizi (s.a.v.) düşünmek ve kalbinde hazır etmek, sahih hadîs kitaplarından Resûlullah efendimizin (s.a.v.) mübârek tavır ve hareketlerini, mübârek bedenin görünüşünü okumak sûretiyle olur. Resûlullah efendimizin bizzat kendisini gözle görebilecek şekilde görünmesini istememeli, bu istekte ısrar etmemelidir. Sâdece sahih hadîs kitaplarında bildirildiği kadarıyla icmali olarak, kısaca tasavvur etmek, kalbde hazır etmek kâfidir. Bu kadarı, kalbi muhabbetle Resûlullaha bağlamakta ve rûhî irtibâtı te’min etmekte kâfidir. Eğer bu husûsa dikkat edilmezse, o kimsenin hâlinin karışmasından korkulur.
Şayet Resûlullah efendimize muhabbetle tam bir istimdâd (sığınma) hâsıl olur, hâl ve makamda terakki ederse, Resûlullahın (s.a.v.) yüksek rûhâniyetlerinin o kimseye görünmesi umulur. Böylece maksat da hâsıl olmuş olur.
Bütün bunlardan, Allah ve Resûlünün halifesi olan ve insanlara doğru yolu göstermekle vazîfeli, kâmil ve mükemmil bir zâta talebe olmanın lâzım geldiği ortaya çıkmaktadır. Çünkü, daha önce anlatılan şekilde Resûlullaha (s.a.v.) kalbi bağlamak mümkün olsa bile, bunun bilhassa daha başlangıçta olan bir kimse için ne kadar zor bir iş olduğu ma’lûmdur. Birçok kimseler, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) mübârek şahsını tam olarak kalbinde hazır edemez. Hilye-i şerîfi, zihinlerinde, kemâliyle tasavvur etmeye gücü yetmez. Bunlar bu husûsta, va’z ve nasihate muhtaçtır. Bu yolun zâhirî ve batınî âdabını öğrenmeye muhtaç olanlar için, böyle bir bağ kurmanın ne derece zor olduğu açıktır. Beşerî mâniler sebebiyle doğrudan doğruya Resûlullaha (s.a.v.) bağlanarak feyz almak zordur. Allahü teâlâ, kendisine kavuşmak isteyen kullarına kolaylık olması için, kâmil ve mükemmil rehberleri yarattı. Bu mübârek zâtlar, insanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan yolları gösterdiler. Böyle münevver yol göstericilerin, her asırda mevcût olacağı bildirildi.
Ba’zan mesafenin uzak olması veya böyle zâtların bilinmemesi sebebiyle onları bulmak zor olabilir. Böyle bir durumda olan kimsenin, ma’nevî olarak, yukarda bahsettiğimiz şekilde, Resûlullahın (s.a.v.) rûhâniyetine yönelmesi caizdir. Fakat şu şartlara da riâyet etmek lâzımdır. Bir daha günaha dönmemek üzere, her günâhına tövbe etmek, i’tikâdı, Ehl-i sünnet ve cemâat i’tikâdı üzere düzelttikten sonra; söz, fiil, amel bakımından azîmet yolu üzere İslâmın emir ve yasaklarına yapışmak, bütün işlerinde gücünün yettiği kadar, takvâyı gözetmektir. Çünkü Allahü teâlâ, Tegâbün sûresi 16. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allahın yasak ettiği şeylerden, gücünüzün yettiği kadar perhiz ediniz” buyurmaktadır.
İşlerde takvâ husûsunda bir eksiklik olursa, irtibât hâsıl olmaz. Hakîkatte bu irtibât, takvânın ve Allahü teâlânın rızâsının hâsıl olmasında ölçüdür, terazidir.
Bir kimse bu esasları mükemmel bir şekilde yerine getirince, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) mübârek rûh-u şerîflerine rûhen yönelir. Resûlullahın (s.a.v.) rûhâniyetlerinden, Allahü teâlânın rızâsının hâsıl olması için şefaat ister. Resûlullah efendimizi (s.a.v.) vesile ederek, Allahü teâlâya yalvarır. Hergün gücünün yettiği kadar, huşû’ ve ta’zim ile cehrî (sesli) olarak Kur’ân-ı kerîm okur. Hergün bir hizbden (beş sayfa) az okumaz. Daha fazla okumanın bir sınırı yoktur.
Bir kimsenin, Kur’ân-ı kerîm okumaya gücü yetmezse, Kelime-i tevhîd okumaya yapışır. Çünkü Kelime-i tevhîd, Kur’ân-ı kerîmin özü, hulâsası ve en üstün zikirdir.
Hergün açıktan veya gizli olarak, Kelime-i tevhîdi gücünün yettiği kadar okur. Okurken sağ tarafa doğru nefy kısmını, sol tarafa doğru isbât kısmını okur. Nitekim Kelime-i tevhîdin telkini, Resûlullahdan (s.a.v.), Ali bin Ebî Talib’e (r.a.) âit bir haberle gelmiştir. Ancak Kelime-i tevhîd üçyüzden aşağı okunmaz. Fakat daha fazla okumanın bir haddi yoktur.
Sühreverdî hazretleri, “Avârif” kitabında şöyle buyurdu: “Tasavvuf yolundaki kimse, sâdece Kur’ân-ı kerîm okumak sûretiyle, zikrin en yüksek mertebesine ulaşabilir. Bu da, Kur’ân-ı kerîm çok okunduğu, kalb ile dil birbirine muvafık olduğu zaman mümkün olur. Kalb ile dilin birbirine muvâfık olması, Kelime-i tevhîde devam etmekle olur.
Kur’ân-ı kerîm okumaktan daha üstün bir zikrin olduğunu ve ona yapışmak lâzım geldiğini söyleyen kimsenin sözüne bakılmaz. Çünkü Kur’ân-ı kerîm okuyan kimse, namazda ve namaz hâricinde okuduğu Kur’ân-ı kerîm sebebiyle dünyâ ve âhıret saadeti için Allahü teâlâdan temenni ettiği şeylerin hepsine kavuşur.
Hergün ikindi namazından sonra, yüz kerre “Estağfirullah” okunur. Bunun peşinden; “Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve sellim” okunur. O kimse okuduğu Kur’ân-ı kerîm ve zikirle yetinir. Her ne sûretle olursa olsun, bunlardan başka zikirle asla meşgûl olmaz.
Dâvûd (a.s.) birgün oruç tutar, bir gün tutmazdı. Geceleri, tehecclid namazı kılmak ve Kur’ân-ı kerîm okumak sûretiyle ihyâ etmekten gâfil olmamak lâzımdır, İşrâk, Duhâ ve Evvâbîn namazlarını unutmamak lâzımdır. Çok konuşma terkedilmeli, yalnızlığa yapışmalıdır. İnsanlardan uzak kalmak her yönden daha iyidir, maksada kavuşturma bakımından pek mükemmeldir. Denilir ki Sıddîkların maksadı, tasavvuf yolunda bulunanların neş’esi, yalnızlıktır. Çünkü yalnızlık, kalbleri ma’nevî kirlerden temizler. Aksi ise vakitleri zayi eder. Bununla ebdâl ve evtâdın kavuştuklarına kavuşulur.
Bahsedilen bu amellere, gevşeklik yapmadan, bıkmadan, usanmadan devam etmeli, Allahü teâlânın kapısına acziyetini ve muhtaç olduğunu arz ederek yapışmalıdır. Böylece, Allahü teâlânın lütuf ve ihsân kapısı açılır ve bu hâl üzere vefât eder. Nitekim Hicr sûresi 99. âyet-i kerîmesinde meâlen: “Yakîn elde etmek için, Rabbine ibadet et” ve Zâriyât sûresi 56. âyet-i kerîmesinde meâlen; “İnsanları ve cinnileri ancak, beni bilip itaat, ibâdet etmeleri için yarattım” buyurulmuştur.
Büyüklerin rûhâniyetleri tarafından yetiştirilen, onlar tarafından terbiye edilen kimseye, Üveys bin Amir el-Karnî’ye nisbetle “Üveysî” denir. Çünkü Üveys-i Karnî (Veysel Karânî), Resûlullah efendimizin zamanına yetişti. Fakat göremedi. Ancak Resûlullahın (s.a.v.) hayatlarında ve vefâtlarından sonra Resûlullah efendimizin mübârek rûhâniyetlerinden istifâde etti. Ma’nevî gıdasını aldı, yetişti. Bu yolla yetişen pekçok evliyâ vardır. Bâyezid-i Bistâmî, Ebü’l-Hasen Harkânî, Şeyh Attâr, İsmâil Tillovî, Şeyh Ahmed Nâmıkî Câmî ve daha başka zâtlar bu yolla yetişmişlerdir.
Bu yolda bulunan kimsenin, bu amellere başladığı zaman niyetini düzeltmesi, o amelleri sırf Allah rızâsı için yapması, kalbi, Allahü teâlâdan başka şeylerden sıyırması lâzımdır. Sonra, dili ve kalbi ile; “İlâhi ente maksûdî ve rıdâke matlûbî” (ilâhî sen benim maksûdunsun ve senin rızân benim matlûbumdur) demelidir. Buna başka bir söz karıştırmamalıdır. Allahü teâlânın rızâsını istemek ve kullukla alâkalı vazîfeleri yapmaktan başka, dünyevî ve uhrevî bir ihtiyâcı kalbinde bulundurmayacaklar. Kendisi için keşf, kerâmet ve gaybla alâkalı şeyleri bilmek gibi bir maksadı olmamalıdır. Kendi isteği ile olmadan onda böyle bir şey meydana gelirse, ona iltifât ve i’tibâr etmez. Böyle şeylerle meşgûl olmaz. Hattâ, bunun ihlâsı husûsunda bir imtihan olması korkusu ile, böyle şeylerden Allahü teâlâya sığınması lâzımdır. Eğer böyle şeye meylederse, bu yolda ilerlemek onun için mümkün olmaz. Hattâ bu yoldan reddolunmasına, bilmediği şekilde hüsrana uğramasına sebep olur. Onun için bundan çok sakınmak lâzımdır.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mecd-i tâlid tercümesi (Muhtelif sahifeler)
2) Şems-üş-şümûs sh. 134, 138
3) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 42
4) El-A’lâm cild-1 sh. 44
5) Mu’cem-ül-müellifîn cild-1, sh. 40
6) Tuhfet-ül-uşşâk (İbrâhim Fasih Efendi), İstanbul 1293
7) Es-Sırat-ül-müstekim (İbrâhim Fasih Efendi), İstanbul 1986