FADL-I HAK HAYRÂBÂDÎ

Hadîs, târih ve fıkıh âlimi, tasavvuf ehli, velî, mücâhid. 1212 (m. 1797) senesinde Delhi’de doğdu. İsmi, Muhammed Fadl-ı Hak Hayrâbâdî’dir. Babası, Şah Veliyyullah-ı Dehlevî hazretlerinin oğlu Şah Abdülaâz Dehlevî’dir. Soyları Hazreti Ömer’e dayanır. Ömrünü, zâlim İngiliz müstemleke kuvvetlerine karşı mücâdele ile geçirdi. 1278 (m. 1861) senesinde Endoman adasına sürüldü. Yapılan işkence ve eziyetler neticesi, aynı yıl içinde şehîd olarak rahmet-i Rahmâna kavuştu.

Öteden beri her ilimde söz sahibi olan bir ailenin çocuğu olarak dünyâya gelen Fadl-ı Hak Hayrâbâdî, helâl rızıkla beslenip, her hâl ve hareketi, Resûl-i ekremin (s.a.v.) güzel ahlâkına uygun olan mübârek kimselerin terbiyesi ile yetişti. Daha küçük yaşta iken ilim tahsiline başladı. Allahü teâlânın yüce kitabı Kur’ân-ı kerîmi baştan sona ezberledi. Zihni, Kur’ân-ı kerîm nûru ile aydınlandı. Zekâsı parladı. Hâfızası inkişâf etti. Kısa zamanda temel din bilgilerini ve âlet (yardımcı) ilimlerini öğrenip, hadîs, tefsîr gibi yüksek ilimlerin tahsiline başladı. Başta babası Şah Abdülazîz Dehlevî ve Şah Abdülkâdir Muhaddis Dehlevî olmak üzere birçok âlimden ilim öğrendi. 1225 (m. 1810) senesinde onüç yaşında iken tahsilini tamamlayıp icâzet aldı. Çeştî büyüklerinin yolunda yetişerek kemâle geldi. Her ilimde ileri oldu. Resûl-i ekremin güzel ahlâkına uygun yaşar, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymak ve insanlara öğretmek için çalışırdı. Herkes tarafından sevilir, nasihatleri insana çok te’sîr ederdi.

Zamanının âlimleri tarafından; fıkıh, tefsîr, hadîs, mantık, hikmet ve diğer ilimlerde devrinin bir tanesi olduğu, onun ulaştığı mertebelere bir başkasının ulaşmasının çok zor olduğu bildirildi.

Zamanının âlimlerinden Abdülhay Lüknevî; “Fadl-ı Hak Hayrâbâdî, üstâdlar üstadı, hikmet ve aklî ilimlerde benzeri olmayan bir âlim idi” buyurdu.

Ömrünü ilim öğrenmek, öğretmek ve Allahü teâlânın rızâsı için ibâdetle geçiren Fadl-ı Hak Hayrâbâdî, pekçok talebe yetiştirdi. Talebeleri arasından oğlu Abdülhak Hayrâbâdî, Hidâyetullah Hân Cünpûri, Abdülkâdir Bedâyûnî, Feyzu’l-Hasen Sehârenpûrî, Hidâyet Ali Berilevî, Muhammed Abdullah Belgerâmî, Abdü’l-A’lâ Râm-pûrî, Nüvvâb Yûsuf Ali Hân Râmpûri ve daha birçok âlimler yetişti.

İlmi, ahlâkı, insanlara nasihatleri te’sîrli sözleri ve yetiştirmiş olduğu yüksek ilim sahibi talebeleri ile meşhûr olan Muhammed Fadl-ı Hak Hayrâbâdî, pek kıymetli eserleriyle de meşhûr oldu. Çeşitli ilimlere dâir şu eserleri yazdı: 1- El-Cins-ül-gâlî, 2-Hâşiyetün alâ üfk-il-mübîn, 3- Haşiye tün alâ Telhîs-üş-Şifâ li-İbn-i Sina, 4-Hâşiyetün alâ şerh-il-Kâdı Mübârek, 5-Risâletün fî tahkîk-il-ecsâm, 6-Risâletün fî tahkîk-il-külli et-tebî, 7-Er-Ravd-ül-mücevved, 8- El-Hediyyet-üs-se’îdiyye fil-hikmet-it-tabîiyye bunlardan ba’zılarıdır. Ayrıca İngilizlerin yaptığı zulümleri Urduca ve Arabca olarak kaleme aldı. Bunlardan Arabcasına, “Târih-i fitnet-il-Hind” (Es-Sevret-ül-Hindiyye) adını verdi. Urducasına ise, “Cenk-i Azâdî (1857)” adını verdi. Bu eserlerinde İngilizlerin yaptıkları zulümlerden görüp şâhid olduklarını yazdı. İngilizlerin ilk olarak Hindistan’a nasıl girdiklerini ve nasıl yerleştiklerini anlattı.

Fadl-ı Hak Hayrâbâdî, ömrünü ilim öğretmek, insanların birbirleriyle iyi geçinip, Allahü teâlâya karşı kulluk vazîfelerini hakkıyla yaparak, dünyâ ve âhırette mes’ûd olmaları için nasihatlerde bulunmakla geçirdi. Sâdece insanların huzûr içinde kardeşçe yaşamaları için çalışıyordu. Onun bu gayretlerinin karşısına, zâlim İngiliz müstemlekecileri çıktı. İlkönce ma’sûm bir tüccâr postuna bürünen İngilizler, Hindistan’ın hammaddelerini yavaş yavaş sömürdüler. Sömürdükçe semizleşen, semizleştikçe zâlimleşen İngilizler, Osmanlı Devleti’ni de çeşitli entrikalarla Kırım harbine sokarak Ruslarla meşgûl ettiler. Hindistan’daki Bâbür Devleti’nin zayıflığından istifâde ederek, 1274 (m. 1858) senesinde Hindistan’ı işgal ettiler. Milyonlarca insanı zulüm ve işkence ile öldürdüler. Milyonlarca çoluk-çocuk, kadın-kız aç bırakılarak öldürüldü. İşleri ve âdetleri, bükemediği eli öperek yaltaklanmak ve bu arada hile yapıp bükme yolları aramak, alta düşeni gaddarca ezmek olan İngilizler, mazlûm Hindistan halkına da, her türlü zulmü ve işkenceyi yaptılar. Bilhassa müslümanlara karşı tatbik etmedikleri işkence türü kalmadı. Müslümanlardan baş tutacak durumda olanları ve âlimleri, öncelikle ortadan kaldırmanın yollarını aradılar. Oradan oraya sürdüler, zindanlarda işkenceyle öldürdüler. İngiliz zâlimlerinin zulmüne uğrayıp sürülen binlerce âlimden biri de, Fadl-ı Hak Hayrâbâdî idi. 1278 (m. 1862) senesinde atıldığı Endoman adasındaki zindanda, tatbik edilen işkencelere daha fazla dayanamayarak şehîd oldu. Ama zâlim İngilizlerin zulmü devam etti.

Fadl-ı Hak Hayrâbâdî, “Es-Sevret-ül-Hindiyye”, ya’nî “Hindistan ihtilâli” adındaki eseri ve Mevlânâ Gulâm Mihr Ali’nin buna yaptığı “El-Yevâkit-ül-mihriyye’ haşiyesinin, 1384 (m. 1964) Hind baskısında diyorlar ki: İngilizler, ilk olarak, 1008 (m. 1600) senesinde, Hindistan’da Kalküta şehrinde, ticarethâneler açmak için Ekber Şah’tan izin aldılar. Şâh-ı Âlem zamanında Kalküta’da arazi satın aldılar. Bunları muhafaza için asker getirdiler. 1126 (m. 1714) senesinde Sultan Ferruh Sîr Şâh’ı tedâvi ettikleri için, bütün Hindistan’da, bu hak kendilerine verildi. Şâh-ı Âlem-i Sânî zamanında Delhi’ye girerek, idâreye hâkim oldular. Zulme başladılar. Hindistan’daki Ehl-i sünnet düşmanı mezhepsizler de 1274 (m. 1858) senesinde, sünnî, Hanefî ve sûfi olan sultan İkinci Bahâdır Şâh’a, bid’at ehli, hattâ kâfir dediler. Bunların, hindu kâfirlerinin ve hâin vezir Ahsenullah Hân’ın yardımı ile, İngiliz askeri Delhi şehrine girdi. Evleri ve dükkânları basıp, malları, paraları yağma ettiler. Kadınları, çocukları dahî kılıçtan geçirdiler. İçecek su bile bulunmaz oldu. Hümâyûn Şâh’ın türbesine sığınmış olan çok yaşlı Şâh’ı, çoluk-çocukları ile elleri bağlı olarak, kale tarafına götürdüler. Patrik Hudson, yolda Şâh’ın üç oğlunu soydurup, göğüslerine kurşun sıkarak şehîd etti. Kanlarından içti. Cesedlerini kale kapısına astırdı. Birgün sonra, başlarını İngiliz kumandanı Hanri Bernard’a götürdü. Sonra, başları suda kaynattırıp, Şâh’a ve zevcesine çorba olarak gönderdi. Çok aç olduklarından, hemen ağızlarına koydular. Fakat çiğneyemediler, yutamadılar. Ne eti olduğunu bilmedikleri hâlde çıkarıp toprağa bıraktılar. Hudson hâini, “Niçin yemediniz? çok güzel çorbadır. Oğullarınızın etinden yaptırdım” dedi. Sonra Sultan’ı, zevcesini ve diğer yakınlarını Rangon şehrine sürgün edip habsettiler. Sultan 1279 (m. 1862) senesinde zindanda vefât etti. Delhi’de üçbin müslümanı kurşunlayarak, yirmiyedibin kişiyi de keserek şehîd ettiler. Ancak gece kaçanlar kurtulabildi. İngilizler diğer şehirlerde ve köylerde de sayısız müslümanları öldürdüler. Târihî san’at eserlerini yıktılar. Eşi bulunmayan, kıymet biçilemeyen zînet eşyâlarını gemilere doldurup Londra’ya götürdüler.”

(İngilizlerin muhtelif târihlerde, dünyânın muhtelif yerlerinde ve bilhassa Hindistan’da müslümanlara ve İslâm dînine karşı yaptıkları hıyânetleri ve cinâyetleri daha fazla anlamak için, 1334 (m. 1916) senesinde Beyrut’ta basılmış olan Es-Seyyid Muhammed Habîb Ubeydî Bey’in “Cinâyât-ül-lngiliz” kitabını okumak lâzımdır.)

İngilizler, kan ağlattıkları müstemlekelerine kendi yetiştirdikleri adamlarını göndermişlerdir. Bu adamlar, sözde bağımsızlık hareketini başlatmış, şeklen İngilizlerden bağımsızlık hakkını koparmıştır. Maddî ve zâhirî bağımsızlık verdikleri ülkeleri ma’nen işgal ederken, hep bu şahısları kullanmışlardır. Ya’nî kendi yetiştirdikleri ya da satın aldıkları bu insanları, bu ülkelere lider olarak empoze etmişlerdir. Bu ülkelerin mazlûm halkı, İngiliz yalanının doğruluğunu bile tahkîk edemeden, korkunç propaganda medotlarına kendi genç kuşaklarını teslim etmişlerdir. Bu ülkelerin millî marşı, bayrağı olmuştur. Fakat, asla bağımsız olamamışlardır Parlamentoları, başbakanları ve bakanları olmuştur. Fakat asla söz sahibi olamamışlardır.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-11, sh. 130

2) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 377

3) Mu’cem-ül-matbûât sh. 853

4) İzâh-ül-meknûn cild-2, sh. 26

5) Es-Sevret-ül-Hindiyye 1384

6) Tahkîk-ül-fetvâ mukaddimesi Lahor-1399

7) Fadl-ı Hak Hayrâbâdî (Mahmûd Ahmed Berekâtî)