DÂVÛD-İ BAĞDÂDÎ (İbn-i Circîs)

Bağdat’ta yetişen Hanefî mezhebi âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. Ziyâüddîn Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin talebelerindendir. İsmi, Seyyid Dâvûd bin Süleymân el-Bağdâdî en-Nakşibendî el-Hâlidî olup, seyyiddir. İbn-i Circîs diye tanınır. 1222 (m. 1807) senesinde Bağdat’ta doğdu. Doğum târihinin 1231 (m. 1816) olduğu da rivâyet edilmiştir. 1299 (m. 1882) senesinde Ramazân-ı şerîf ayında orada vefât etti.

Hâl tercümesi hakkında kaynaklarda fazla ma’lûmât bulunamayan Dâvûd-i Bağdadî, ilk tahsilini babasından yaptı. İlim öğrenmek için, Şam, Musul ve başka yerlere gitti. Mekke-i mükerremede on sene kadar kaldı. Bağdat’ta, zamanın en büyük evliyâsı olan Hâlid-i Bağdadî hazretlerine talebe oldu. Evliyâlık yolunda çok yüksek derecelere kavuştu. Kıymetli eserler te’lîf etti. Eserlerinden ba’zılarının isimleri şöyledir: 1- El-Minhat-ül-vehbiyye fî redd-il-vehhâbiyye, 2-Eşedd-ül-cihâd, 3- Risâletün fî reddi alâ Mahmûd Alûsî: Bu üç kitap bir arada olarak İstanbul’da Hakîkat Kitabevi tarafından bastırılmıştır. 4- El-Fevâid-ül-celiyye fî nazm-ir-risâlet-il-vad’ıyye, 5- Sulh-ül-ihvân min ehl-il-Îmân, 6-Devhat-üt-tevhîd: Kelâm ilmine dâirdir. 7- Ravd-us-safâ fi-ba’dı menâkıb-i vâlid-il-Mustafâ.

Seyyid Dâvûd bin Süleymân Bağdâdî’nin yazdığı “Minhat-ül-vehbiyye” kitabından ba’zı kısımlar:

Ehl-i sünnet i’tikâdından ve hak mezheblerden ayrılarak sapık bir yol tutanlar, gün geçtikçe çoğalmaktadır. Bu sapıklar, Muhammed aleyhisselâmın ümmetine müşrik diyorlar. Bu mübârek ümmeti öldürmeli, mallarını almalı diyorlar. Bunlar böylece, felâkete sürükleniyorlar. Allahü teâlânın yardımı ile, bu sapıkları, şu küçük kitabımla reddetmeğe, yazılarının, sözlerinin ve i’tikâdlarının bozukluğunu isbât etmeğe kalkıştım. Bunu okuyarak, belki yanıldıklarını anlar, hidâyete kavuşurlar. Böylece, büyük bir hizmet etmiş olurum.

Bu sapıklar, peygamberleri ve sâlih kullardan evliyâyı vâsıta yaparak, onları şefaatçi kılarak, Allahü teâlâdan dilekte bulunmağa ve Allahü teâlânın kerâmet olarak onlara verdiği kuvvet ile sıkıntıdan kurtarmalarını istemeğe ve Allahü teâlânın bir dileğe kavuşdurması veyâ bir sıkıntıdan kurtarması için, mezarlarına gidip, onlardan şefaat istemeğe inanmıyorlar. Onlara göre, insan ölüp toprak olunca, işitmez, görmez. Kabir hayâtı diye birşey yoktur derler. Dünyâda birşeye kavuşmak için, diriler sebep yapıldığı gibi, ölülerin de, birşeye kavuşmak için sebep yapılmasına bir türlü inanmazlar. Bunlar eğer, ölülerin kabir hayatı denilen bir hayat ile diri olduklarına, bu hayatlarından dolayı bildiklerine, işittiklerine, gördüklerine, kendilerini ziyâret edenleri tanıdıklarına, selâm verenlere karşılık selâm verdiklerine, birbirlerini ziyâret ettiklerine, kabirde ni’met veya azâb içinde olduklarına, ni’met ile azâbın rûh ile bedene birlikte olduğuna, tanıdıkları dirilerin yaptıkları işlerin kendilerine bildirildiğine, iyi işler öğrenince, Allahü teâlâya hamd edip, birbirlerine müjde verdiklerine ve işi yapana duâ ettiklerine, kötü işleri öğrenince, bunları yapanlara duâ ederek; “Yâ Rabbî! Bunlara iyi işler yapmak nasîb et! Bize yaptığın gibi, onlara da hidâyet nasîb eyle” dediklerine inansalardı, böyle inkâr etmezlerdi. Çünkü ölmek, bir evden başka bir eve göç etmektir. Bu bildirdiklerimizin hepsinin doğru olduklarını, Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler ve icmâ’ı ümmet bildirmektedir. Bunlara inanmayan, îmân edilmesi vâcib olan birşeye inanmamış olup, bid’at fırkalarından olur. Resûlullahın (s.a.v.) sünnetinden ayrılmış olur. Çünkü, Mahşer yerinde toplanmak için, dirilip, mezardan çıkmağa inanmak, îmânın altı şartından biridir. Buna inanmayan imansız olur. Ölüler için kabir hayatı olduğuna, ni’meti ve azâbı duyduklarına inanmamak, küçük kıyâmete inanmamaktır. Küçük kıyâmet, büyük kıyâmetin misâlidir. Bunu ümmet-i Muhammed, sözbirliği ile bildirmiştir.

Bu sapık kimseler: “Mezarda bedenler çürümüştür. Organlar kalmamıştır. Duymazlar, görmezler. Bedene azâb ve ni’met olmaz” diyorlar. Bunlara deriz ki: “Rûhun ölmediğine siz de inanıyorsunuz. Bunun için onun duyduğuna, işittiğine, gördüğüne de inanmalısınız. Böyle olunca, rûhdan şefaat dilemek, ondan yardım istemek gibi, Allahü teâlânın yaratmasına, vâsıta olmasını beklemeğe, karşı olmamanız îcâb eder. Çünkü, bütün dinler, insan ölünce, rûhun diri kaldığını bildirmektedir. Diri insanlar, Allahü teâlânın yaratmasına vâsıta, sebep oldukları gibi diri rûhların da Allahü teâlânın yaratmasına sebep olacağı reddedilmez.”

O zavallılar bunu iyi düşünemedikleri için; “Ölüden bir yardım beklenemez. Allahü teâlânın birşeyi yaratması için, Allahü teâlânın sevdiği kullarının rûhlarından yardım bekleyen, onlardan şefaat isteyen kâfir olur, müşrik olur” diyorlar.

Kabirde, hem rûha, hem de bedene ni’met ve azâb vardır. Buna böylece inanmak lâzımdır. İmâm-ı Muhammed bin Hasen Şeybânî hazretleri, “Akâ’id-i Şeybâniyye manzûmesi”nde; “Kabir azâbı vardır. Kabir azâbı hem rûha, hem de bedene olacaktır” buyurdu. Ya’nî kabirde ni’metler ve azâblar rûha ve cesede birlikte olacaktır. Diriler bunu görmezse de, inanmak lâzımdır. Gaybe îmân etmek lâzımdır. Buna inanmamak, kıyâmet günü olan “Ba’s”a ya’nî, mezardan kalkmağa inanmamağa yol açar. Çünkü, ikisi de, Allahü teâlânın kudreti ile olmaktadır. Birine inananın ötekine inanması akla uygundur. İnsan kabir azâbını, diri iken anlayamıyor ise de, âyet-i kerîmeler, hadîs-i şerîfler ve bu ümmetin önce gelenleri, kabir azâbı olacağını haber vermişlerdir. Bu haberleri aşağıda ayrı ayrı bildireceğiz. Sonra, Allahü teâlânın sevdiği kullarının mezarlarından şefaat ve Allahü teâlânın yaratması için vâsıta, vesile olmalarını istemek caiz olduğunu gösteren hadîs-i şerîfleri bildireceğiz. Bunları okuyup anlayanlar, ölülerin kendilerinin birşey yapmadıklarını, onlardan birşey yapmalarının istenilmediğini göreceklerdir. Ba’zıları dirilerin hareket ettiklerini, iş yaptıklarını görerek, bunlardan yardım, şefaat isteyenlerin bunların kendilerinden istediklerini sanıyorlar. Hâlbuki, dirilerden istemek de, bunların, Allahü teâlânın yaratmasına sebep olmalarını istemektir. Herşeyi yaratan, yapan, yalnız Allahü teâlâdır. Diri de, ölü de, canlı da, cansız da O’nun yaratmasına sebep olmaktadır. O’nun yaratmasına, mahlûkların sebep olmalarını, yine O dilemiştir. Âlemin nizamlı, düzenli olması için birçok şeyi, sebep ile yaratmak istemiştir. Dilediği birçok şeyi de, sebepsiz yaratmaktadır.

Peygamberler ve evliyâ, mezarlarında, kabir hayatı denilen, bilmediğimiz bir hayat ile diridirler. Kendiliklerinden birşey yapamazlar. Allahü teâlâ, onlara sebep olacak kadar kuvvet ve kıymet vermişdir. Onları sevdiği için, onlara, âdeti dışında olarak ikram, ihsân yapmaktadır. Onların hürmeti için, istenileni yaratır, istenilenin yaratılmasına sebep olmaları onlardan istenir. Ba’zı sapıkların; “Ehl-i sünnet, mezarlara tapınıyorlar, müşrik oluyorlar” demeleri yalandır. Müslümanlara iftiradır. Birkaç câhil veya dinsiz, saf köylüleri soymak, dünyâ menfaati sağlamak için, İslâmiyete uymayan, kötü iş yapabilir. İslâm bilgileri, İslâm ahlâkı, bir memlekette azalırsa, böyle zındıkların, sapıkların türeyecekleri belli bir şeydir. Bunları bahâne ederek, sapıklığı savunmak yerine, bu bozuk işleri düzeltmek, yıkıcı değil, yapıcı olmak îcâb eder. Müslümanlar arasında, kabir hayâtına, kabirde ni’met ve azâblar olduğuna inanıp da, peygamberlerin ve evliyânın, öldükten sonra, Allahü teâlânın yaratmasına sebep olacaklarına inanmayanlar var. Yâhud; “Allahü teâlânın yaratmasını düşünmeden yalnız onlardan isteniliyor, onlardan şefaat istenmesi, dileklerin onlar vâsıtası ile elde edilmesi, İslâmiyette bildirilmemiştir” diyenler de var. Böyle söyleyenler, kabir hayâtına inanmayanlar kadar zararlı değildir. Bunlar, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri bilmedikleri için yâhud inâd ederek böyle söylüyorlar. Müslümanların inadcı olmaması, doğru sözü kabûl etmesi lâzımdır. Cevaplarımızı sekiz kısım hâlinde bildireceğiz.

Birinci kısım: Peygamberler (a.s.) kabirlerinde diridirler. Diri olmaları, sözde değildir. Tam diridirler. Kur’ân-ı herimde, İmrân sûresinin 169. âyetinde meâlen; “Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayınız! Onlar, Rablerinin yanında diridirler. Rızıklandırılmaktadırlar” buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, şehîdlerin diri olduklarını bildiriyor. Şehîdler, başka müslümanlar gibidirler. Onlardan bir üstünlükleri yoktur. Peygamberler, şehîdlerden elbet daha ileride ve daha üstündür. İslâm âlimlerine göre her peygamber, şehîd olarak ölmüştür. Bunu bilmiyen yoktur. Halebî, “Siyer” kitabında, derecesi aşağı olanda, derecesi yukarı olanda bulunmayan bir üstünlük bulunabilir diyor ise de, bu sözün burada yeri yoktur. Çünkü bu söz, âyet-i kerîmede veya hadîs-i şerîfde açıkça bildirilmemiş olan üstünlük içindir. Peygamberlerin şehîd oldukları, hadîs-i şerîfler ile bildirilmiş olduğu için, Halebî’nin sözü, burada düşünülemez. Buhârî’de ve Müslim’de bildirilen hadîs-i şerîfte; “Mi’râc gecesinde, Mûsâ aleyhisselâmın kabri yanından geçirildim. Mezarında, ayakda namaz kılıyordu” buyuruldu. Beyhekî’nin ve başkalarının bildirdikleri bir hadîs-i şerîfte; “Peygamberler, mezarlarında diridirler. Namaz kılarlar” buyuruldu. Başka bir hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâ toprağın peygamberleri çürütmesini haram etmiştir” buyuruldu. Bunun doğru olduğunu, âlimler sözbirliği ile bildirmektedirler. Buhârî’de ve Müslim’de; “Allahü teâlâ Mi’râc gecesinde bütün peygamberleri (a.s.), Peygamberimize (s.a.v.) gönderdi. Peygamber efendimiz (s.a.v.) onlara İmâm olup, iki rek’at namaz kıldılar” yazılıdır. Namaz kılmak, rükû’ ve secde yapmakla olur. Bu haber, diri olarak, cesed ile, beden ile kıldıklarını gösteriyor. Mûsâ aleyhisselâmın, kabrinde namaz kılması da, bunu göstermektedir. “Mişkât” kitabının son cildinde Mi’râc babının birinci faslı sonunda Müslim’den alarak, Ebû Hüreyre’nin (r.a.) rivâyet ettiği; “Kâ’be’nin yanında, Kureyş kâfirleri, bana Beyt-ül-mukaddesin nasıl olduğunu sordular. Oralara dikkat etmemiştim. Çok sıkıldım. Allahü teâlâ, bana gösterdi. Kendimi peygamberler arasında gördüm. Mûsâ aleyhisselâm, ayakta namaz kılıyordu, zaîf idi. Saçları dağınık ve sarkık değildi. Şen’e kabilesinden bir yiğit gibi idi. Îsâ aleyhisselâm, Urve bin Mes’ûd Sekafî’ye benziyordu” hadîs-i şerîf bildirilmektedir. Şen’e, Yemen’de bulunan bir kabilenin ismidir. Bu hadîs-i şerîfler, peygamberlerin, Rableri yanında diri olduklarını gösteriyor. Onların cesedleri, bedenleri, rûhları gibi latif olmuştur. Kesîf, katî değildir. Madde ve rûh âleminde görünebilirler. Bunun için, peygamberler, rûhları ve bedenleri ile görünebilirler. Hadîs-i şerîfte, Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâmın, namaz kıldıkları bildiriliyor. Namaz kılmak, çeşitli hareketler yapmaktır. Bu hareketler, beden ile olur. Rûh ile olmaz. Mûsâ aleyhisselâmı, orta boylu, eti az, za’îf, saçları toplu gördüm buyurması, rûhunu değil, bedenini gördüğünü gösteriyor. Peygamberler, başka insanlar gibi ölmez. Geçici olan dünyâdan, sonsuz kalıcı olan âhırete göç ederler. İmâm-ı Beyhekî “İ’tikâd” kitabında buyuruyor ki: “Peygamberler, mezara konduktan sonra, rûhları bedenlerine geri verilir. Biz onları göremeyiz. Melekler gibi, görünmez olurlar. Yalnız, Allahü teâlânın kerâmet olarak ihsân ettiği seçilmiş kimseler görebilir. İmâm-ı Süyûtî de böyle bildirmiştir. İmâm-ı Nevevî, Sübkî ve İmâm-ı Kurtubî üstadından ve daha birçok âlimler, böyle olduğunu bildirmişlerdir. Sa’îd bin Müseyyib diyor ki: Fitneler sebebiyle Mescid-i Nebî’de ezan okunamaz, namaz kılınamaz olunca, Hücre-i Nebeviyye’den ezan ve ikâmet sesi işitildi. Bunu, İbn-i Teymiyye de, “îktizâ-üs-Sırât-il-müstekîm” kitabında yazmaktadır. Çok kimseler, selâmlara, kabr-i seâdetten cevap verildiğini, çok zaman işitmişlerdir. Bunu ileride, bildireceğiz.

Peygamberlerin mezarlarında diri oldukları sözbirliği ile bildirilmiş olduğu anlaşıldı. Sahîh bir hadîs-i şerîfde; “Bana selâm verilince, Allahü teâlâ, rûhumu geri gönderir, selâm verene cevap veririm” buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, yukarıda bildirilenlere uygun olmuyor denilemez. Ya’nî mübârek rûhunun cesed-i şerîfinden ayrıldığını, selâm verilince geri verildiğini gösteriyor denilemez. Böyle söyleyenlere karşı, âlimler çeşitli cevaplar vermişlerdir, İmâm-ı Süyûtî hazretleri, bu cevaplardan onyedisini bildiriyor. Bu cevapların en güzeli, Resûlullah (s.a.v.), cemâl-i ilâhîyi görmeğe dalmıştır. Bedendeki duyguları unutmuştur. Bir müslüman selâm verince, mübârek rûhu, bu dalgınlıktan ayrılıp, beden duygularını alır. Dünyâda böyle olanlar da az değildir. Bir dünyâ işi veya âhıret işi, aşırı düşünülürken, insan yanında konuşulanı duymaz. Cemâl-i ilâhîye dalan kimse, bir sesi işitebilir mi?

Resûlullah (s.a.v.) uykuda ve uyanık iken görülebilir mi? Görülebilirse, görünen, kendisi midir, benzeri midir? Âlimlerimiz, buna çeşitli cevaplar verdiler. Kabirde diri olduğunu sözbirliği ile bildirdikten sonra, kendisinin görüldüğünü çoğunlukla beyân buyurmuşlardır. Böyle olduğu, hadîs-i şerîflerden de anlaşılmaktadır. Bir hadîs-i şerîfte; “Beni rü’yâda gören, uyanık iken görmüş gibidir” buyuruldu. Bunun için, İmâm-ı Nevevî hazretleri; “Onu rü’yâda görmek, tam kendisini görmektir” dedi. Nitekim, İmâm-ı Münâvî’nin, “Künûz-üd-dekâik” kitabında yazdığı ve Buhârî’de ve Müslim’de bulunduğunu bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Beni rü’yâda gören doğru görmüştür. Çünkü şeytan, benim şeklime giremez” buyuruldu. Rü’yâda benzeri görülmüş olsaydı, doğru olarak görülmüş olmazdı. İbrâhim Lekânî, “Cevheret-üt-tevhîd” kitabında diyor ki: “Hadîs âlimleri, Resûlullahın uyanık iken de, rü’yâda da görülebileceğini, sözbirliği ile bildirmişlerdir. Görülen kendisi midir, benzeri midir, bunda ayrılmışlardır. Çokları, kendisidir dedi. İmâm-ı Gazâlî, Karâfî ve başka birkaç âlim ise, benzeridir dedi. Kendisi görülür diyenler çoğunluktadır. Bunların içlerinde otuzdan çok hadîs İmâmı ve büyük âlimler vardır. Herbirinin senedlerini vesîkalarını, ayrı bir kitapta bildirdim.”

İkinci kısım: ölülerin işitmelerine ve görmelerine gelince, şehîdlerin kabirlerinde diri oldukları, Kur’ân-ı kerîmde açıkça bildirilmiştir. Velîler, Allahü teâlânın, kerâmet olarak ihsân etmesi ile, işitir ve görürler. Allahü teâlâ, sevdiği kulları için, âdetinin, kânunlarının dışında şeyler yaratır. Önce peygamberlerin ve hele bunların en yükseği olan Muhammed aleyhisselâmın, şehîdlerin ve velîlerin, mezârlarında işittiklerine ve gördüklerine inanmıyan câhilleri susturmak için, kâfirlerin bile mezarda duyduklarını, işittiklerini bildireceğiz. Buhârî’nin bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Meyyit mezara konup, mezar başındakiler dağılırken, onların ayak seslerini işitir” buyuruldu. Buhârî’de ve Müslim’de yazılı olan hadîs-i şerîfte, Bedr’de öldürülen kâfirlerin, birkaç gün sonra, bir çukura konulması emrolundu. Bundan da birkaç gün sonra, Resûlullah (s.a.v.) çukurun başına gelip durdu. Çukurdakilere, isimlerini ve babalarının isimlerini birer birer söyleyerek; “Rabbinizin, size söz verdiğine kavuşdunuz mu? Ben Rabbimin söz verdiği zafere kavuşdum” buyurdu. Hazret-i Ömer (r.a.) bunu işitip; “Yâ Resûlallah! Leş olmuş kimselere mi söylüyorsun?” deyince, Resûlullah (s.a.v.); “Beni doğru peygamber olarak gönderen Rabbim hakkı için söylüyorum ki, siz beni onlardan daha çok işitmiyorsunuz. Fakat cevap veremezler” buyurdu. Buhârî’nin ve Müslim’in bildirdikleri hadîs-i şerîfte; “Meyyit, yakınlarının kendisine bağırarak ağlamasından azâb duyar” buyuruldu. İmâm-ı Nevevî, Müslim kitabını açıklarken, bu hadîs-i şerîf için; “Meyyit, yakınlarının bağırarak ağlamasından azâb duyar ve onlara gücenir” dedi. Muhammed bin Cerîr et-Taberî de böyle söyledi. Kâdı Iyâd da, en iyi söz budur diyerek, Resûlullahın (s.a.v.) oğlu için yüksek sesle ağlayan bir kadını susturduğunu ve; “Ey müslümanlar! Mezardaki kardeşlerinize yüksek sesle ağlayarak onları incitmeyiniz” dediğini bildirdi. Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki, meyyit, yakınlarının ağlamalarını işitmektedir. Bununla incinmekte ve azâb duymaktadır.

Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Mezarda olanlara selâm vereceğiniz zaman, esselâmü aleyküm deyiniz!” Bunun için; “Esselâmü aleyküm! Yâ ehle dâril-kavmil mü’minîn” denir. Böyle selâmın da, işiten ve anlayan kimseye söyleneceği belli bir şeydir. İşitmeselerdi, yokluğa ve taşa selâm vermek olurdu. Selef, ya’nî, İslâmın büyük âlimleri, böyle selâm verileceğini, sözbirliği ile bildirdiler.

Üçüncü kısım: Meyyit, kendini ziyârete gelenleri tanır. Ebû Bekr Abdullah bin Ebiddünyâ, “Kitâb-ül-kubûr”da diyor ki: “Hazret-i Aişe’nin haber verdiği hadîs-i şerîfde: “Bir kimse, din kardeşinin kabrini ziyârete gider ve mezârı başında oturursa onu tanır ve selâmına cevap verir” buyuruldu. Ebû Hüreyre’nin (r.anh) bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Bir kimse, tanıdığının mezarı başına gidip selâm verince, meyyit onu tanır ve selâmına cevap verir. Tanımadığı kimsenin kabrine gidip selâm verince, meyyit selâmına cevap verir” buyuruldu. Yûsuf İbni Abdü’l-Berr ve Ahkâm kitabının sahibi olan Abdülhak, bu hadîs-i şerîf için sahîhdir dediler. Hadîs-i şerîflerde ziyâret kelimesi kullanılmaktadır. Meyyit, kabre geleni tanımasaydı, ziyâret kelimesi kullanılmazdı. Her dilde ve her lügatta, ziyâret kelimesi tanıyan ve anlayan kimselerin buluşmasında kullanılır. “Selâmün aleyküm” sözü de anlayan kimseye söylenir. Bir kimse, kabre yakın bir yerde namaz kılarsa, meyyitler bunu görür. Namaz kıldığını anlar ve imrenirler. Yezîd bin Hârûn diyor ki: “İbn-i Sâseb, bir cenâzede bulundu. Üzerinde hafif elbise vardı. Bir mezar yanında iki rek’at namaz kıldı. Sonra kabre dayandı. Diyor ki: “Vallahi uyanıktım. Kabirden bir ses işittim. “Beni incitme! Siz ibâdet yaparsınız, fakat işitmezsiniz, bilmezsiniz. Biz ise biliriz, fakat hareket edemeyiz. Buna göre, şu kıldığın iki rek’atden daha kıymetli birşey yoktur” dedi.” Meyyit, İbn-i Sâseb’in kabre dayandığını ve namaz kıldığını anlamıştı. Önceleri Hanbelî mezhebi âlimlerinden iken, hocası İbn-i Teymiyye’nin bozuk fikirlerine kapılarak Ehl-i sünnetten ayrılan İbn-i Kayyım-i Cevziyye de, “Kitâb-ür-Rûh”da yukarıdaki; “Bir kimse, tanıdığının mezârı başına gidip selâm verince...” hadîs-i şerîfini ve bu menkıbeyi bildirip, bundan sonra da Eshâb-ı Kirâmdan gelen ve meyyitin işittiğini gösteren çeşitli haberleri yazmıştır.

Yukarıda bildirilen sapık kimseler, kendileri gibi olan İbn-i Kayyım için, müctehid diyorlar. Onu aşırı övüyorlar. Fakat, İbn-i Kayyım’ın bu yazılarına inanmıyorlar, inananlara da müşrik diyorlar. Bu hâlleri, İslâm âlimlerine kıymet verdiklerini değil, işlerine geldiği zaman övdüklerini, hiçbir âlimi beğenmediklerini göstermektedir. Ba’zı kimseler, hiçbir mevta, hattâ mü’minler bile mezarda işitmez sandı. Ba’zı câhiller, şehîdlerin hattâ Resûlullahın (s.a.v.) bile işitmeyeceklerini söylediler. Meyyitin işitmesine inanmayanlar aldandılar. Mezardaki kâfirlerin işitmelerini, Fâtır sûresinin 22. âyetinde; meâlen; “Sen ölüye duyuramazsın. Sen mezarlarda olanlara işittiremezsin!” şeklinde bildirilen işitmek gibi olduğunu sandılar. Hâlbuki, böyle değildir. Büyük âlimler bildiriyor ki: Âyet-i kerîmedeki işittirememek, işitip kabûl etmek ve îmân etmek demektir. Allahü teâlâ, bunun gibi âyet-i kerîmelerde, diri olan, kulakları, gözleri ve beyinleri olan kâfirleri, mezardaki, ölülere benzetmektedir. Bu benzetiş, duymak ve anlamak bakımından değil, duygusuzluk ve anlayışsızlık, ya’nî kabûl etmemek ve inanmamak bakımındandır. Hastanın rûhu gargaraya gelince, ya’nî âhıretteki yerini görmeğe başlayınca, îmâna gelmesi fâide vermez. Allahü teâlâ buyuruyor ki “Ecelde şaki olarak yazılmış olanları îmâna çağırman, onlara fâide vermez.” Bunların îmâna çağrılması, mezârdakilerin îmân etmeleri gibi, kendilerine fâide vermez. Çünkü mezârdakiler görmeden inanmaları lâzım gelen şeyleri, gördükten sonra îmân etmişlerdir. Böyle îmânları kabûl olmaz. Buradaki işitmek, kabûl etmek demektir. Filân kimse şöyledir, hiç söz duymaz denir. Böyle söylemek, işittiği hâlde kabûl etmez demektir. Kâfirler için gelmiş olan iki âyet de böyledir. Onlar diridirler, gözleri ve kulakları vardır. Fakat, Allahü teâlâ, onları şaki yaptığı için, kalblerini mühürlediği için, Peygamberine diyor ki: “Sen onlara duyuramazsın.” Ya’nî senin sözünle imânı kabûl etmezler. Mezarda olanların îmânları, kabûl olmadığı gibi, onlar da îmânı kabûl etmezler demektir. Hadîs-i şerîflerde, ölülerin işittikleri bildiriliyor. Bu işitmek kulakla olan işitmektir, iki âyet-i kerîmede bildirilen işittirememek ise kabûl ettirememek demektir. Aklı olan, iyi düşünebilen bir kimse, bu iki işitmeği birbirinden kolay ayırabilir. Allahü teâlâ; “Sen ölüye işittiremezsin” buyurduktan sonra; “Sen ancak îmân edenlere işittirebilirsin” buyurdu. Mü’minlerin işittiğini bildirdi. İşitmek, kabûl etmek demek olduğu buradan da anlaşılmaktadır. Âyet-i kerîmede işittiremezsin buyurulması, kulaklarıyla duymazlar demektir denilse, Allahü teâlâ kabirdeki mü’minlerin işittiklerini bildirmiş olur ki, bizim anlatmak istediğimiz de budur. Kabirdeki mü’minlerin işittikleri, Kur’ân-ı kerîm ile açıkça bildirilince, buna kimse inanmamazlık yapamaz. Kur’ân-ı kerîmden sonra müslümanların en sağlam kaynağı olan hadîs-i şerîfe inanmayanın da, buna inanması îcâb eder. Çünkü yukarıda yazdığımız hâdis-i şerîfte; “Bir kimse mü’min kardeşinin kabrini ziyâret eder, kabir yanında oturursa ve selâm verirse, meyyit onu tanır ve selâmına cevap verir” buyuruldu. Onu tanıması ve selâm vermesi, meyyitin onu gördüğünü ve selâmını duyduğunu göstermektedir.

Âişe (r.anhâ) kâfirlerin bildiklerini de haber vermektedir. Kendisinin bildirdiği bir hadîs-i şerîfte; “Benim doğru söylemiş olduğumu, onlar şimdi bilirler” buyurulmaktadır. Âlimler buyuruyor ki: “Bilmek işitmekle olur. Abdürrahmân İbni Receb, İmâm-ı Süyûtî ve daha birçok âlimler, böyle olduğunu bildirmişlerdir. Çünkü ölmek, ba’zı câhillerin dedikleri gibi, yok olmak olsa idi, onun bütün duygularının yok olması lâzım gelirdi. Hazret-i Âişe’nin bildirdiği, Buhârî’de yazılı olan hadîs-i şerîfte, meyyitin bildiği haber verildiği için, duygularının gitmediği anlaşılmaktadır. Diğer sahâbîlerin haber verdikleri hadîs-i şerîflerde ölülerin işittikleri bildirilmiştir.”

İbn-i Hümâm (r.aleyh), Hidâye şerhi olan “Feth-ül-kadîr” kitabında diyor ki: “Hanefî mezhebinin âlimleri yemîn bilgilerini anlatırken; “Meyyit işitmez. Bir kimse ile konuşmak için yemîn eden bir kişi, onun ölüsü ile konuşsa, yemîni bozulmaz” diyorlar. Hanefî âlimlerinin yemîn için olan sözleri, örf ve âdetlere dayanmaktadır. Bu sözler, ölünün işitmediğini göstermez. Hanefî âlimleri, yemîn üzerinde bilgi verirken; “Bir kimse et yememek için yemîn etse, sonra balık yese, yemîni bozulmaz. Hâlbuki, Allahü teâlâ balığa güzel et demiştir. Fakat âdette balık eti başkadır. Bunun gibi bir kimse, birisi ile konuşmamağa yemîn etse, öldükten sonra ona söylese yemîni bozulmaz. Çünkü, âdetde konuşmak demek, karşılıklı konuşmak demektir. “Meyyit işitir, fakat işitecek gibi konuşamadığı için âdete göre konuşulmuş olmaz. Bunun için o kimsenin yemîni bozulmaz” denilmiştir. Meyyit işitmediği için, yemîni bozulmaz demek değildir.” “Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, anlamazlar” âyet-i kerîmesi de böyledir. Ya’nî kulakları vardır. Gözleri vardır. Fakat îmâna ve doğru yola çağıranı, da’veti işitmedikleri ve görmedikleri için, Allahü teâlâ, onlara sağır gibi, kör gibi buyurmuştur. “Sen ölüye işittiremezsin” âyet-i kerîmesi için, İmâm-ı Beydâvî hazretleri; “Onlar doğru söze karşı kulaklarını tıkayanlar gibidir. Allahü teâlâ dilediğine işittirerek hidâyete kavuşturur” diyor. Küfürde inâd edenleri, Allahü teâlâ, ölülere benzetiyor. Bu âyet-i kerîme; “Sen sevdiğini îmâna getiremezsin. Fakat Allahü teâlâ, dilediğini îmâna kavuşturur” meâlindeki âyet-i kerîmeye benzemektedir. Ba’zıları; “Ölülere duyurmak yalnız Resûlullah içindir” demektedir. Bunlara karşılık, bir şeyin Resûlullaha mahsûs olduğunu söyleyebilmek için, delîl, sened lâzımdır deriz. Burada böyle bir sened yoktur. Hazreti Ömer’in suâli ve verilen cevap da, husûsî olmadığını göstermektedir. Yine ba’zıları; “Müslim kitabındaki, meyyitlerin cenâzede bulunanların dönüşlerindeki, ayaklarının seslerini işiteceklerini bildiren hadîs-i şerîf, meyyitin, kabre konulduğu zaman, suâl ve cevap için işitmesini göstermektedir. Ondan sonra, artık hiç işitmeyeceğini bildirmektedir. Çünkü, âyet-i kerîmeden, meyyitin işitmediği anlaşılmaktadır. Allahü teâlâ, kâfirlerin işitmediğini bildirmek için onları ölüye benzetmiştir” diyorlar. Bunlara cevap verilir ki: “Bu söz kendi kendini çürütmektedir. Çünkü, meyyitin kabre konduğu zaman işiteceğini söyleyenin her zaman işiteceğine de inanması lâzımdır. Başka zamanlarda işitmez denilmemiştir. Şayet onların dedikleri gibi olsaydı kabre konulduğu zaman işiteceğini söylemenin de, âyet-i kerîmeye uygun olmaması lâzım gelirdi.

Kabirde bulunan meyyitlere selâm vermenin sünnet olduğunu, Ehl-i sünnet âlimleri söz birliği ile bildirmişlerdir. Büyük âlim İbn-i Melek, “Mesâbîh” kitabını şerh ederken, kabirde bulunanlara selâm vermek hadîsini açıkladıktan sonra; “Bu hadîs-i şerîf, meyyitin işitmeyeceğini söyleyenlerin yanıldıklarını gösterdiği gibi, İmâm-ı Ahmed’in ve Ebû Dâvûd’un “Sünen” kitaplarında ve Hâkim’in “Müstedrek” kitabında ve İbn-i Ebî Şeybe’nin “El-Mûsânnef” kitabında ve Beyhekî’nin “Azâb-ül-kabr” kitabında ve Tayâlisî ile Abd bin Hamîd’in “Müsned” kitaplarında ve Hennâd İbni Seri’nin “Ez-Zühd” kitabında ve İbn-i Cerîr ve İbn-i Ebî Hâtem’in ve başka âlimlerin sahih yollarla bildirdikleri Bera’ bin Âzîb’in (r.a.) rivâyet ettiği “Kabirdeki fitne ve suâl” hadîsinin sonunda: “Mü’min olan meyyit için; “Kulum doğru söyledi” sesi işitilir. Kabre Cennetten yaygı serilir. Cennet elbiseleri giydirilir. Meyyit için Cennetten bir kapı açılır. Kabre Cennet kokuları yayılır. Görebildiği yerlere kadar yayılır. Güzel yüzlü, güzel elbiseli, güzel kokular saçan birisi gelir. Buna; “Sen kimsin? Senin o hayırlı yüzün nedir?” der. O da; “Ben, senin sâlih amelinim” der. Bunu işitince; “Yâ Rabbî! Kıyâmet çabuk kopsa! Yâ Rabbî kıyâmet çabuk kopsa da, çoluk çocuğuma ve mallarıma kavuşsam” der” buyurulmuştur. Kâfir olan meyyit için, bunların tersi, sıkıntılar olur. Bu hadîs-i şerîf, meyyitin işittiğini, gördüğünü, konuştuğunu, koku aldığını, anlayışı olduğunu, düşündüğünü ve cevap verdiğini göstermektedir. Bu işlerin hepsi, kabir suâlinden sonra olmaktadır. Böyle olduğunu, âlimler sözbirliği ile söylemişlerdir. İmâm-ı Süyûtî gibi hadîs İmâmları bu hadîsin “Mütevâtir”, ya’nî en doğru hadîslerden olduğunu bildirmişlerdir. Bu hadîs-i şerîf, ölülere selâm vermenin, dirilere selâm vermek gibi olduğunu ve onların da işittiklerini göstermektedir” demektedir.

“Fetâvâ-yı Hindiyye” kitabında; “Kabir ziyâretinin yasak olmadığını İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe bildirmiştir. Kendilerine cevap verdiğimiz sapık kimselerin kitabı da kabir ziyâretinin caiz olduğunu yazmaktadır. İmâm-ı Muhammed’in sözünden, kabir ziyâretinin, kadınlar için de caiz olduğu anlaşılmaktadır” diyor. “Tehzîb” kitabında; “Kabir ziyâreti müstehâbdır. Meyyiti ziyâret etmek, yakın ve uzaklığına göre onu diri iken ziyâret etmek gibidir” diyor. “Hazânet-ül-müftin” kitabında da böyle yazılıdır. Kabirleri ziyâret ederken meyyitin yüzüne karşı, kıbleye arka verilerek durulur. “Esselâmü aleyküm yâ ehlel-kubûr! Allahü teâlâ sizi ve bizi mağfiret eylesin! Siz, bizim öncülerimizsiniz. Biz de sizin eserleriniziz!” denir. Garâib kitabında da böyle yazılıdır. Kabristanda yüksek sesle veya yavaşça sûre-i Mülk (Tebâreke) okunabilir. Diğer sûrelerin de okunacağı, “Zâhire” kitabında, kabirlerin yanında Kur’ân-ı kerîm okumanın fazileti anlatılırken bildirilmektedir. Kâdı-Hân fetvâlarında yazılı olduğu gibi, meyyitin Kur’ân-ı kerîm sesini duyarak rahatlamasını niyet eden kimse yüksek sesle okur. Böyle niyet etmeyen kimse, yavaş okur. Çünkü, Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmi nasıl okunursa okunsun işitir. Bezzâziyye’de diyor ki: “Kabristandaki yeşil otları koparmak mekrûhtur. Çünkü, bu otlar, tesbih eder. Bu tesbihler meyyitin azâbdan kurtulmasına yarar. Meyyit bu tesbihlerle rahat eder.” Şürnblâlî’nin “İmdâd-ül-fettâh” kitabında ve Hanefî âlimlerinden başkalarının kitaplarında da böyle olduğu yazılıdır. Fetvâ vermek derecesine yükselmiş olan böyle büyük âlimlerin bildirdiklerine göre, meyyit, dirilerin işitemediği, yeşil otların tesbihi gibi sesleri işitince kendisine seslenen insanın sesini işitmez olur mu? işitmez diyenler, belki dünyâda kulakla işitildiği gibi işitemezler demek istemişlerdir. Böyle olunca, fıkıh kitaplarında yemîn bahsinde yemîni anlatırken, söylediklerinin araları bulunmuş olur. Resûlullahın (s.a.v.) hadîs-i şerîfine de inanılmış olur. Âlimler arasında sözbirliği hâsıl olur. Mezhebin reîsi olan İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe buna inanmadığını bildirdi denilirse bu yüce İmâm da, diğer mezheb imamları gibi: “Sahih hadîsler benim mezhebimdir” buyurmuştur. Hattâ, Resûlullaha (s.a.v.) pek fazla uyduğu için, “Mürsel” hattâ “Za’îf’ olan hadîs-i şerîfleri bile mezhebine sened olarak almıştır. Böyle bir İmâmın, sahîh hadîslere uymayacağı düşünülebilir mi? Buradan da anlaşılıyor ki, meyyitin işitmiyeceğini söyleyen birkaç âlim dünyâda işitildiği gibi işitmek demek istemişlerdir. Çünkü, sahîh hadîsi bırakıp da, başkasının sözüne uymak, hiç bir âlim için caiz olmaz.

Resûlullah efendimizin (s.a.v.) ve iki kabir arkadaşının mübârek mezarlarını ziyâret etmenin, onlara selâm vermenin ve şefaat istemenin sünnet olduğunu, Hanefî mezhebinin âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. Resûlullahın ve iki arkadaşının işittiklerine inanmamış olsalardı bu sözleri birbirini tutmazdı. Hattâ; “Her kabri ziyâret etmek sünnettir” sözlerine uymazdı. Bunların yemîn üzerindeki sözlerinin, dünyâda dirilerin işitmesi için olduğu söylenince sözlerinin arasında uygunsuzluk hiç kalmamaktadır.

Fâide: … İbn-i Teymiyye, ölülerin diriltilmesi üzerindeki fetvâlarında; “Ölüler, kendilerini ziyâret edenleri bilirler mi? Tanıdıklarından veya tanımadıklarından biri kabre geldiği zaman, geldiğini anlarlar mı?” suâline cevâbında; “Evet bilirler ve anlarlar” diyor. Ölülerin buluştuklarını ve soruştuklarını ve dirilerin yaptığı işlerin onlara gösterildiğini bildiren haberleri yazıyor. Ebû Eyyûb Ensârî hazretlerinin haber verdiği hadîs-i şerîfi, Abdullah İbni Mübârek nakletmektedir. Bu hadîs-i şerîfte; “Bir mü’min vefât ederken, bir rahmet meleği, bunun rûhunu alır. Meyyitler, dünyâda müjde isteyenlerin toplandığı gibi, bunun etrâfında toplanırlar. Ona sormağa başlarlar. İçlerinden birkaçı da, kardeşinizi bırakınız dinlensin! Çok sıkıntılı yerden geliyor derler. Etrâfına üşüşürler. Dünyâdaki tanıdıklarını sorarlar. Filân adam ne yapıyor? Filânca kadın evlendi mi? derler” buyurulduğunu bildiriyor.

Allahü teâlâ, şehîdlerin diri olduğunu ve rızıklandırıldıklarını bildirdi. Bir hadîs-i şerîfte, şehîd rûhlarının Cennete girdikleri haber veriliyor. Âlimlerden birkaçı, bu ni’metlerin yalnız şehîdler için olduğunu, sıddîkların böyle olmadıklarını söylüyorlar ise de, imamlarımızın ve Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğunun söylediği doğrudur. Bunlar, diri olmak ve rızıklandırılmak ve rûhların Cennete girmesi, yalnız şehîdler için değildir dediler. Âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden böyle anlaşılmaktadır buyurdular. Bunların yalnız şehîdler için bildirilmesi, şehîdlerin ölüp yok oldukları sanılarak, cihâddan korkulmasını, önlemek içindir. Cihâda gitmeğe ve şehîd olmağa mâni olan şüpheyi gidermek içindir. Kur’ân-ı kerîmde İsrâ sûresinin 31. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Fakirlik korkusu, ile evlâdlarınızı öldürmeyiniz!” buyurulması da, bunun gibidir. Fakirlik korkusu olmadan da öldürmek, caiz olmadığı hâlde, fakirlik korkusu ile öldürenler çok olduğu için âyet-i kerîme vak’alara göre gönderilmiştir.

Buraya kadar yukarıdaki iki paragrafta, Ahmed İbni Teymiyye-i Harrânî’nin kitabındaki vesîkaları bildirdik. Yukarıda, bozuk düşüncelerine cevaplar verilen sapık kimseler, İbn-i Teymiyye’nin yolunda olduklarını, onun büyük âlim olduğunu söylüyorlar. Kendisine şeyhülislâm diyorlar. Hâlbuki, onun kitaplarını ve fikirlerini anlamakta insanların en câhili, onun yolunda olduklarını söyleyen bozuk kimselerdir. O, bütün meyyitlerin, şehîdler gibi diri olduklarını ve şehîdler gibi rızıklandırıldıklarını bildiriyor. Onun sözüne uymayan ve onun sözüne uyanlara kâfir ve müşrik damgası basanların, onun yolunda olduklarına hiç inanılır mı? Resûlullah (s.a.v.) işitmez ve ziyârete gelenleri, kendisine yalvaranları görmez, bilmez ve tanımaz diyenler, İbn-i Teymiyye’nin ve hiçbir kimsenin yolunda değildirler. Kendi nefsleri, keyfleri arkasındadırlar. Allahü teâlâ, bunlara akıl versin ve doğru yolu göstersin. Âmin!

Meyyitlerin, dirileri gördüklerini bildiren vesîkalardan biri Buhârî’deki; “Her meyyite, her sabah ve her akşam kıyâmetteki yeri gösterilir. Cennetlik olana, Cennetteki yeri, Cehennemlik olana Cehennemdeki yeri gösterilir” hadîs-i şerîfidir. Gösterilir sözü, gördüklerini bildirmektedir. Allahü teâlâ, Fir’avn’ın adamları için, Mü’min sûresinin 46. âyetinde meâlen; “Onlara sabah akşam ateş gösterilir” buyurdu. Meyyit görmeseydi, gösterilir demek fâidesiz olurdu. Ebû Nu’aym’ın; Amr bin Dinar’dan alarak bildirdiği hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Bir kimse ölünce, rûhunu bir melek tutar. Rûh, bedenin yıkanmasına, kefenlenmesine bakar. Kendisine; “İnsanlar, seni nasıl övüyorlar işit” denir.” İbn-i Ebiddünyâ’nın, Amr bin Dinar’dan alarak bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Bir kimse, öldükten sonra çoluk-çocuğunun başına gelenleri bilir. Kendisini yıkayanlara ve kefenleyenlere bakar” buyuruldu. Buhârî’deki sahîh hadîsde; “Münker ve Nekîr melekleri, suâl ve cevapdan sonra meyyite, Cehennemdeki yerine bak. Allahü teâlâ, değiştirerek sana Cennetteki yeri ihsân eyledi derler. Bakar, ikisini birlikte görür” buyuruldu.

İbn-i Ebiddünyâ ve Beyhekî “Şu’b” kitabında, Ebû Hüreyre’den bildirdikleri hadîs-i şerîfte; “Bir kimse tanıdığı kabir yanına gelip selâm verirse, meyyit de onu tanır ve selâmına cevap verir. Tanımadığı kabrin başına gelip selâm verirse, selâmına cevap verir” buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfden anlaşılıyor ki, meyyit kendini ziyâret edeni, kabri başına geleni görmektedir. Görmeseydi, dünyâda tanımamış olduğunu tanımaması bildirilmezdi. Birincisini tanıyarak cevâbı veriyor, ikincisinin selâmına, tanımayarak cevap veriyor.

“Erbe’în-üt-tâiyye” kitabında bildirilen hadîs-i şerîfte; “Bir meyyit, dünyâda sevdiği kimse, kendisini ziyârete geldiği zaman sevinir” buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, meyyitin, ziyârete geleni gördüğünü bildiriyor. Görmeseydi, tanımaz ve sevinmezdi. Sahîh-i Müslim’de, Amr bin Âs’ın (r.a.) vefât edeceği zaman şöyle buyurduğu haber veriliyor: “Beni defnedince, üzerime toprak atınız! Sonra bir hayvan kesilerek etleri parçalanacak zaman kadar, kabrimin başında bekleyiniz. Sizinle kabrime alışayım ve sizi göreyim. Böylece Rabbimin gönderdiği suâl meleklerine rahat cevap vereyim.” Kabirdeki meyyitlerin duyduklarını ve gördüklerini bildiren böyle sağlam haberler çoktur. Lüzumu kadar bildirdik. Uzatmağa hacet olmasa gerektir. Dirilerin yaptığı işlerin ölülere gösterildiğini yukarıda bildirmiştik. Onlarda görmek olmasaydı, işlerin onlara gösterilmesi doğru olmazdı. Çünkü, işlerin gösterilmesi demek, iki omuzda bulunan “Kirâmen kâtibîn” meleklerinin yazdığı şeylerin gösterilmesi olduğu anlaşılmaktadır. Bu da, ölülerin gördüğünü bildirmektedir. Bunun için biz de, ölülerin görmesini anladıktan sonra, dirilerin işlerinin onlara gösterilmesini bildiren hadîs-i şerîfleri yazmağı uygun bulduk.

Ba’zı hakîkatleri göremeyen sapık kimseler, bu bilgileri anlamıyorlar. Çünkü, Resûlullahın (s.a.v.) sünnet-i seniyyesini ve bu konudaki hadîs-i şerîfleri işitmemişlerdir. Kendilerini âlim sanan bu adamlar, o kadar câhil ve o kadar anlayışsızlar ki, mezarda olan peygamberler ve velîler, kabir başına gelip, kendilerinden şefaat isteyenleri ve yalvaranları nasıl bilirler diyorlar? Bunlara deriz ki, o büyüklere dünyâda iken birçok şeyler bildiriliyor öldükten sonra da, niçin bildirilmesin? Yâhud deriz ki, Allahü teâlâ, âdet-i ilâhiyyesinin dışında olarak bunlara ikram ve ihsân ederek, işitiyorlar ve biliyorlar. Dirilerin işlerinin ölülere gösterildiği, hadîs-i şerîflerde bildirilmiştir. Buna inanmayanlara karşı, vesîka olan hadîs-i şerîfleri yukarıda bildirdik. Bu hadîs-i şerîfleri okuyup anlamayan biri; “Ölü, yalnız dünyâda iken tanımış olduğu kimseleri görüp işitir” derse, ona deriz ki, hadîs-i şerîfler, meyyitin, kendisini ziyâret edip selâm veren kimseyi gördüğünü ve cevap verdiğini bildiriyor. Bunda, tanıdık ve tanımadık diye ayırmıyor. Şu kadar var ki, meyyit, ziyâret eden kimseyi dünyâda iken tanıyorsa, orada da tanıyor ve seviniyor. Tanımıyorsa sâdece selâmına cevap veriyor. Hakîkati anlayamayanlar inâd ediyorlar, ölüp de, başlarına gelinceye kadar inanmazlar.

Ümmetin amellerinin Resûlullaha gösterildiğini bildiren pekçok hadîs-i şerîf vardır. Bezzâz’ın, Abdullah İbni Mes’ûd hazretlerinden haber verdiği hadîs-i şerîfde; “Hayâtım, sizin için hayırlıdır. Bana anlatırsınız. Ben de size anlatırım, öldükten sonra, vefâtım da, sizin için hayırlı olur. Amelleriniz bana gösterilir. İyi işlerinizi gördüğüm zaman, Allahü teâlâya hamd ederim. Kötü işlerinizi gördüğüm zaman, sizin için af ve mağfiret dilerim” buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, Resûlullahdan işittim denilerek bildirildi. Başka sağlam kimseler, bunu mürsel olarak da bildirmişlerdir. Amellerin, işlerin, tanıdıklara gösterildiğini bildiren hadîs-i şerîfe gelince, İmâm-ı Ahmed ve Hakîm-i Tirmizî, “Nevâdir-ül-usûl” kitabında ve Muhammed bin İshâk İbni Mende adındaki meşhûr hadîs âliminin bildirdikleri hadîs-i şerîfde; “Yaptığınız işler, kabirde olan yakınlarınıza ve tanıdıklarınıza bildirilir, iyi işlerinizi görünce sevinirler. Böyle olmıyan işleriniz için; “Yâ Rabbî! Bizi doğru yola kavuşturduğun gibi, bu kardeşimizi de kavuştur. Ondan sonra rûhunu al!” derler” buyuruldu. Büyük hadîs âlimi Süleymân Ebû Dâvûd Tayâlisî “Müsned” kitabında, Câbir bin Abdullah’dan gelen hadîs-i şerîfi şöyle bildiriyor “Yaptığınız işler, mezardaki yakınlarınıza ve tanıdıklarınıza gösterilir. İşleriniz iyi ise, sevinirler. İyi değil ise; “Yâ Rabbî! Bunlara iyi iş yapmaları için kalblerine ilham eyle!” derler.”

Yine Hakîm-i Tirmizî’nin “Nevadir” kitabında bildirdiği hadîs-i şerîfde; “İnsanların yaptıkları işler, Pazartesi ve Perşembe günleri, Allahü teâlâya arzolunur. Peygamberlere, evliyâya ve ana-babaya Cum’a günleri gösterilir, iyi işleri görünce sevinirler. Yüzlerinin parlaklığı artar. Allahdan korkunuz! ölülerinizi incitmeyiniz!” buyuruldu. İnsanların yaptıkları işler, mezardaki tanımadıkları ölülere de bildirilir. Abdullah İbni Mübârek ve İbn-i Ebiddünyâ’nın, Ebû Eyyûb el-Ensârî’den bildirdikleri hadîs-i şerîfde; “Yaptığınız işler, ölülere bildirilir, İyi işlerinizi görünce sevinirler, kötü işlerinizi görünce üzülürler” buyuruldu. Hakîm-i Tirmizî’nin, İbn-i Ebiddünyâ’nın ve Beyhekî’nin “Şu’ab-ül-Îmân” kitabında Nu’mân bin Beşîr’den bildirdikleri hadîs-i şerîfde; “Mezardaki kardeşleriniz için Allahü teâlâdan korkunuz! Yaptığınız işler, onlara gösterilir” buyuruldu. Bu iki hadîs-i şerîf, bütün ölüler içindir. Ebüdderdâ hazretleri buyuruyor ki: “Yaptığınız işler, ölülerinize gösterilir. Bununla sevinirler veya üzülürler.” İbn-i Ebiddünyâ, Sadaka bin Süleymân Ca’ferî’den bildiriyor ki: “Bir kötü huyum vardı. Babamın ölümünden sonra, pişman oldum. Bu taşkınlıklarımdan vaz geçtim. Bir aralık bir kabahat yaptım. Babamı rü’yâda gördüm. Bana; “Ey oğlum! Senin güzel işlerinle, kabrimde rahat ediyordum. Yaptığın işler bize gösteriliyor. İşlerin, sâlihlerin amellerine benziyor. Fakat, son yaptığından dolayı çok üzüldüm, utandım. Yanımdaki mevtalar arasında beni utandırma” dedi.” Bu haber, yabancı mevtaların da, dünyâdaki işleri anladıklarını gösteriyor. Çünkü, çocuğun işleri babasına gösterildiği zaman, babası oğluna, beni yanımdaki ölülere utandırma demektedir. Yabancı ölüler, çocuğun işlerinin babasına gösterildiğini anlamasalardı, babası rü’yâda böyle söylemezdi. Hazret-i Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin bildirdiği hadîs-i şerîfde de, tanıdık ve tanımadık bütün ölülere dünyâdaki işlerin gösterildiğini, yukarıda bildirmiştik.

Dördüncü kısım: Meyyitlerin birbirini ziyâret etmeleri ve buluşmaları da, sahîh haberlerle bildirilmiştir. Haris bin Ebû Üsâme ve Ubeydullah bin Sa’îd Vâyilî, “İbâne” kitabında ve Ukaylî, Câbir bin Abdullah’dan haber verdikleri hadîs-i şerîfde; “Ölülerinizin kefenini güzel yapınız! Onlar, kabirlerinde birbirlerini ziyâret ederler ve övünürler” buyuruldu. Müslim’deki hadîs-i şerîfde; “Kardeşinin cenâze işini görenleriniz, kefenini güzel yapsın” buyuruldu. Çünkü, meyyitler birbirini ziyâret ederler ve övünürler. Ebû Hüreyre’nin bildirdiği hadîs-i şerîfde; “Ölülerinizin kefenlerini güzel yapınız! Çünkü, birbirlerini kefenleri içinde olarak ziyâret ederler” buyuruldu. Tirmizî, İbn-i Mâce ve Muhammed bin Yahyâ Hemedânî “Sahîh” kitabında, İbn-i Ebiddünyâ ve Beyhekî “Şu’ab-ül-Îmân” kitabında, Ebû Katâde’den bildirdikleri hadîs-i şerîfde; “Biriniz din kardeşinin cenâze işlerini görürse, kefenini güzel yapsın! Çünkü onlar, kabirleri içinde birbirlerini ziyâret ederler” buyuruldu.

Beşinci kısım: ölüler, dünyâda iken diri olanların yaptıkları işleri, kendilerine gösterilmeksizin de bilmektedirler. Ehl-i sünnet düşmanlarının allâme dedikleri, çok büyük bildikleri İbn-ül-Kayyım-i Cevziyye “Kitâb-ür-rûh” kitabında şöyle yazmaktadır:

“Fasl: Hâfız, ya’nî hadîs âlimi, Ebû Muhammed Abdülhak Eşbîlî, burada uzun şeyler bildirmektedir. Ölüler, dirilerin işlerinden haber sorarlar. Dirilerin sözlerini ve işlerini anlarlar, (İbn-i Kayyım kitabında, bir sahife sonra) Amr bin Dînâr diyor ki: “İnsan ölünce, geride bıraktıklarındaki olan bitenleri bilir. Kendisini yıkadıklarını ve kefenlediklerini görür. Onlara bakar.” İbn-i Kayyım-i Cevziyye, kitabında (bir sahife daha sonra) diyor ki: “Sa’b bin Cüsâme ile Avf bin Mâlik, birbiri ile âhıret kardeşi oldular. Hangimiz önce ölürsek, rü’yâda görünelim dediler. Sa’b önce öldü. Avf’a rü’yâsında göründü. Avf sordu: “Allahü teâlâ sana ne yapn?” O da; “Af eyledi” dedi. Konuşmalarının sonunda, Sa’b; “Kardeşim! Ben öldükten sonra, bana yakın olanların yaptığı herşey bana bildiriliyor. Hattâ kedimizin, şu kadar gün önce öldüğünü haber aldım. Kızım, altı güne kadar ölecektir. Ona vasî ol” dedi. Rü’yâda söylediği gibi oldu.”

Altıncı Kısım: Bu kısım, dirilerin yaptıkları işleri haber alınca, ölülerin incindiklerini beyân eder. İmâm-ı Süyûtî’nin “Şerh-us-sudûr” kitabında Deylemî’nin Âişe vâlidemizden (r.anhâ) bildirdiği hadîs-i şerîfi yazıyor. Bu hadîs-i şerîfde; “İnsan, evinde iken nelerden incinirse, kabrinde de onlardan incinir” buyuruldu. İmâm-ı Kurtubî “Tezkire” kitabında diyor ki: “Dünyâda olanların yaptıkları şeyleri Allahü teâlâ bir melek ile yâhud alâmet ile, işâretle veya başka bir yoldan, ölülere bildirir. İbn-ül-Kayyım-i Cevziyye “Kitâb-ür-rûh” kitabında diyor ki: “Dirilerin rûhları ile ölülerin rûhlarının buluştuklarını bildirenlerden biri de şudur: Diri, ölüyü, rü’yâda görerek, ondan birşeyler soruyor. Meyyit dirinin bilmediklerini ona haber veriyor. Verdiği, olmuş veya olacak haberler doğru çıkıyor. Çok defa, diri iken gömmüş olduğu ve kimseye bildirmediği malın yerini haber veriyor. Alacağı olduğunu ve şâhidlerini bildirmesi, kimsenin bilmediği, kendinin gizli yaptığı bir işi haber vermesi ve bildirdiği gibi çıkması çok görülmüştür. Çok şaşılacak birşey de, şu zamanda öleceksin dediği kimsenin, o zamanda öldüğü görülmüştür. Bir dirinin gizlice yaptığı bir işin, bir ölü tarafından başka bir diriye bildirilmesi de çok görülmüşdür.” İmâm-ı Süyûtî, “Şerh-us-sudûr” kitabında, Muhammed bin Sîrin’den (r.a.) bildiriyor ki: “Meyyitin bildirdiği şeyler, hep doğrudur. Çünkü meyyit, hiç yalan ve yanlışlık olmayan bir âlemdedir. O âlemde olanlar, hep doğru söyler. Gördüklerimiz ve anladıklarımız, bu sözümüzü kuvvetlendirmektedir. Rûh, latif olduğu için, duygu organları ile anlaşılamayan şeyleri anlamaktadır.”

Hâkim ve Beyhekî “Delâil” kitabında Selmân’ın (r.anh) şöyle anlattığını haber veriyorlar “Ümm-i Seleme hazretlerinin yanına gittim. Ağlıyordu. Niçin ağladığını sordum. Resûlullahı (s.a.v.) rü’yâmda gördüm. Ağlıyordu. Mübârek başında ve mübârek sakallarında toprak vardı. “Mübârek yüzünüz niye böyle?” diye sordum. “Oğlum Hüseyn’in şehîd edildiğini gördüm” buyurdu. Bunu, Hatîb-i Tebrîzî “Mişkât-ül-mesâbîh” kitabında da yazmaktadır.

İbn-i Ebiddünyâ, Benî Esed kabilesinden bir mezârcının şöyle anlattığını bildiriyor “Bir gece, kabristanda idim. Bir kabirden şöyle bir konuşma sesi geldi: “Ey Abdullah” dedi. “Ne istiyorsun yâ Câbir?” cevâbı verildi. “Yarın bizim yanımıza kardeşimiz gelecek” dedi. “Onun bize fâidesi olmaz. Bize duâ olunmaz. Babam ona kızmıştı. Duâ etmemek için yemîn etmişti” cevâbı verildi. Sabah olunca, bir kimse geldi. Gece ses işitmiş olduğum iki kabri gösterdi. Bu iki kabir arasına bir mezar kazmamı söyledi. “Bu kabirdekilerin ismi nedir?” dedim. “Bunun ismi Câbir, şunun ismi Abdullah’dır” diyerek gösterdi. Gece işittiklerimi, ona söyledim. “Evet, onun için duâ etmemeğe yemîn etmiştim. Şimdi yemînimi bozup duâ edeceğim ve keffâret vereceğim” dedi.”

Yedinci kısım: ölülerin iş yaptıkları, Allahü teâlânın izni ile, onlardan birçok şeyler görüldüğü sahih kitaplarda bildirilmektedir. Hadîs âlimi, İmâm-ı Süyûtî “El-Mütekaddim” kitabında ve Hâfız İbni Hacer, fetvâlarında buyuruyorlar ki: “Mü’minlerin rûhları “İlliyyîn” denilen makamda, kâfirlerin rûhları ise “Siccîn” denilen yerdedir. Her rûh, cesedine, bilinmeyen bir hâlde bağlıdır. Bu bağlılıkları, dünyâdaki bağlılıkları gibi değildir. Rü’yâ gören kimsenin gördüğü şeylere olan bağlılığı gibidir. Fakat, ölülerin cesedlerine ve başka şeylere bağlılıkları, rü’yâ görenin bağlılığından pekçok kuvvetlidir. Bunun içindir ki, İbn-i Abdülberr’in; “Rûhlar kabirlerinin yanındadır” sözü ile yukarıdaki sözün arasını bulmak güç olmaz. Rûhların kendi cesedlerine te’sîr ve tasarruf etmelerine ve kabirde bulunmalarına izin verilmiştir. Meyyit kabirden çıkarılıp başka kabre konursa, rûhun bedenle olan bağlılığı bozulmaz. Beden çürüyüp, toprak maddeleri, sıvıları ve hâsıl olan gazları dağılınca, bu bağlılık yine bozulmaz.” İmâm-ı Süyûtî buyuruyor ki: “Rûhun İlliyyînde olduğu hâlde, bedene bağlanmasına ve tasarruf yapmasına izin verildiğini İbn-i Asâkîr’in, Abdullah İbni Abbâs’dan haber verdiği şu hadîs-i şerîf göstermektedir. Resûlullah (s.a.v.), Ca’fer-i Tayyar hazretleri şehîd olduktan sonra buyurdu ki: “Bir gece Cafer-i Tayyar yanıma geldi. Yanında melek vardı, iki kanatlı idi. Kanatlarının uçları kana boyanmış idi. Yemen’deki Bîşe denilen vadiye gidiyorlardı.” İbn-i Adî’nin hazret-i Ali bin Ebî Tâlib’den haber verdiği hadîs-i şerîfte; “Ca’fer bin Ebî Tâlib’i meleklerin arasında gördüm. Bîşe ahâlisine yağmur geleceğini müjdeliyorlardı” buyuruldu. Hadîs âlimlerinden Hakîm (r.aleyh), Abdullah İbni Abbâs’ın şöyle anlattığını haber veriyor “Resûlullahın (s.a.v.) yanında oturuyordum. Mûte gazâsında şehîd olan Ca’fer-i Tayyâr’ın (r.anh) zevcesi Esma binti Umeys de orada idi. Resûlullah efendimiz; “Aleyküm selâm” dedi ve sonra; “Yâ Esma! Şimdi, zevcin Ca’fer, Cebrâil ve Mikâil ile birlikte yanıma geldiler. Bana selâm verdiler. Selâmlarına cevap verdim. Bana: “Mûte gazâsında kâfirler ile birkaç gün savaştım. Vücûdumun her tarafında yetmişüç yerimden yaralandım. Bayrağı, sağ elime aldım. Sağ kolum kesildi. Sol elime aldım, sol kolum kesildi. Allahü teâlâ, iki kolum yerine bana iki kanat verdi. Cebrâil ve Mikâil ile birlikte uçuyorum, istediğim zaman Cennetten çıkıyorum, istediğim zaman girip meyvelerini yiyorum” dedi” buyurdu. Esma, bunları işitince; “Allahü teâlânın ni’metleri Ca’fer’e afiyet olsun. Fakat, herkes bunu benden işitince inanmazlar diye korkuyorum. Minbere çıkıp siz söyleseniz. Size inanırlar” dedi. Resûlullah (s.a.v.) mescide teşrîf edip, minbere çıktı. Allahü teâlâya hamd ve sena eyledikten sonra; “Ca’fer İbni Ebî Tâlib, Cebrâil ve Mikâil ile birlikte yanıma geldiler. Allahü teâlâ, ona iki kanat vermiş. Bana selâm verdi” buyurdu. Sonra, Esmâ’ya haber verdiklerini bir bir söyledi. Bu hadîs-i şerîfler gösteriyor ki, Allahü teâlâ, şehîd olan ve sâlih olan kullarına, insanlara fâideli olan işleri yapmak için izin vermektedir. Bunu bildiren, daha nice haberleri hadîs âlimleri yazmışlardır. Bunlardan birini, İmâm-ı Celâleddîn Süyûtî şöyle bildiriyor:

“İbn-i Ebiddünyâ diyor ki: Ebû Abdullah Şâmî, Rumlarla gazâya gitmişti. Düşmanı kovalıyorlardı. İki kişi askerden uzaklaştılar. Bu askerlerden birisi şöyle anlattı: “Düşman kumandanına rastladık. Üzerine hücum ettik. Çok savaştık. Arkadaşım şehîd oldu. Geri döndüm. Askerlerimizi aradım. Sonra kendi kendime dedim ki: “Sana yazıklar olsun! Ne için geriliyorsun?” Geri döndüm. Düşman kumandanına saldırdım. Kılıcım boşa gitti. O, bana saldırdı. Beni devirdi. Göğsümün üstüne oturdu. Beni öldürmek için eline birşey aldı. Tam o sırada, şehîd olmuş olan arkadaşım yerinden fırladı. Ensesinden saçlarını yakaladı. Üstümden çekti. Birlikte kâfiri öldürdük. Uzaktaki bir ağaca kadar birlikte konuşarak yürüdük. Orada ölü olarak yattı. Sonra gidip diğer arkadaşlarıma olanları haber verdim.”

Hanefî mezhebi âlimlerinden “Ravdat-ül-ahyâr” kitabının sahibi Zendûsî ve “Zübdet-ül-fükahâ” kitabının sahibi de, bu vak’ayı bildirmişlerdir. Hadîs âlimlerinden Mehâmilî “Emâliyy-ül-İsfehâniyye” kitabında bildiriyor ki: “Abdül’azîz bin Abdullah dedi ki: “Bir arkadaşla Şam’da idik. Yanında zevcesi de vardı. Bunların oğlunun şehîd olduğunu daha önceden biliyordum. Yanımıza bir süvari geldi. Arkadaşım, bunu karşıladı. Zevcesine dönerek, bu bizim oğlumuz dedi. Zevcesi; “Şeytan senden uzak olsun, sen aldanıyorsun. Oğlunun çoktan şehîd olduğunu unuttun mu?” dedi. Adam, söylediğine pişman oldu. Fakat, süvariye yaklaştı. Dikkat ile bakarak; “Vallahi bu bizim oğlumuz” dedi. Kadın da bakmak zorunda kaldı. “Vallahi o” diye bağırmağa başladı. Babası; “Oğlum sen şehîd olmuştun değil mi?” dedi. “Evet babacığım. Fakat, Ömer bin Abdül’azîz şimdi vefât etti. Şehîdler, onu ziyâret etmek için Rabbimizden izin istedik. Ben ayrıca size selâm vermek için de izin istedim” dedi veda edip yanlarından ayrıldı. Az zaman sonra, Ömer bin Abdül’azîz’in vefât ettiği işitildi.” İmâm-ı Süyûtî buyuruyor ki: “Bu haberler, sağlamdır, doğrudur.” Hadîs âlimleri, vesîkaları ile birlikte bunları yazmışlardır. Bunu, İmâm-ı Yâfi’î yazmıştır. Onun yazısını kuvvetlendirmek için, ben de bildirdim. Böyle vak’alar, İmâm-ı Süyûtî’nin kitabında çok yazılıdır. Anlamak isteyenler oradan okuyabilirler.”

İmâm-ı Yâfi’î buyuruyor ki: “Ölüleri iyi veya kötü hâlde görmek, cenâb-ı Hakkın ba’zı kullarına ihsân ettiği bir keşfdir, kerâmettir. Dirilere müjde vermek, va’z olmak, yâhud ölüler için hayırlı bir iş yapılmasına, borçlarının ödenmesine yaraması içindir. Ölüleri görmek daha çok rü’yâda olmaktadır. Uyanık iken görenler de vardır. Evliyâ için, hâl sahipleri için kerâmettir.”

Kitabının başka bir yerinde diyor ki: “Ehl-i sünnet mezhebinin âlimleri buyuruyor ki, ölülerin İlliyyîndeki veya Siccîndeki rûhları, arasıra ya’nî Allahü teâlâ dileyince, mezârlarındaki cesedlerine red olunurlar, gönderilirler. En çok Cum’a geceleri böyle olur. Birbirleri ile buluşurlar, konuşurlar. Cennetlik olanlar, ni’metlere kavuşur. Azâb görecekler, azâb olunurlar. Rûhlar, İlliyyînde veya Siccînde iken, cesed olmaksızın da, ni’metlenir ve azâb çekerler. Kabirde ise, rûh ve cesed birlikte ni’metlenir. Yahut azâblanır.” Kitâb-ür-rûh kitabında diyor ki “Bu yazılardan anlaşılıyor ki, rûhun hali kuvvetli ve za’îf, büyük ve küçük olduğuna göre değişmektedir. Büyük rûhlar için olanlar, başka rûhlar için olmaz. Dünyâda da rûhların; kuvvetli, za’îf sür’atli olduklarına göre, başka başka hâlleri olduğu bilinmektedir. Bedenin esâretinden ve bağlılığından kurtulan rûhların kuvvetleri, nüfuzları, himmetleri, sür’atleri ve Allahü teâlâya ve madde âlemine ta’allukları, bedene bağlı olan rûhlar gibi elbet değildir. Rûhun kendisi yüksektir, temizdir, büyüktür, yüksek himmet sahibidir. Bedenden ayrıldıktan sonra, daha başka olur. Başka şeyler yapabilir. İnsanlar öldükten sonra, rûhları, rü’yâda görülüp öyle şeyler yapmışlardır ki, diri, iken, bedene bağlı oldukları zaman bunları yaptıkları görülmemiştir. Bir kişi veya iki kişi veya birkaç kişinin, büyük bir orduyu mağlub etmesi çok görülmüştür. Resûlullah (s.a.v.), Ebû Bekr ve Ömer (r.anhümâ), çok defa rü’yâda görülmüş ve rûhları, kâfir ve zâlim askerleri dağıtmış, kaçırmıştır. Bu yazdıklarımız, Nâzi’ât sûresinin 5. âyetinin tefsîrinde, ba’zı müfessirlerin meselâ Beydâvî’nin; “Evliyânın rûhu bedenden ayrılınca, melekler âlemine gider. Oradan Cennet bahçelerinde dolaşır. Bedenine de bağlılığı kalıp, te’sîr eder” demelerine uygun olmaktadır.

Sekizinci kısım: Dirilerin, mezardaki ni’metleri ve azâbları anlaması ve baş gözü ile görmesi caiz olduğu, Allahü teâlâ ve Resûlü tarafından haber verilmiştir. Ehl-i sünnet ve cemâat âlimleri, kabirde ni’met ve azâb olduğunu, bunun hem rûha hem de bedene birlikte olduğuna inanmak lâzım geldiğini sözbirliği ile bildirmişlerdir. Akâid kitapları, bunları uzun uzun bildirmektedir. Kabir azâbının doğru olduğu hadîs-i şerîflerle ve Eshâb-ı Kirâmın eserleri (sözleri) ile ve Selef-i sâlihînin yazıları ile bildirilmektedir. Ba’zı câhillerin kabir azâbına inanmamaları, bu vesîkalardan haberleri olmadığı içindir. Onların îmânını kuvetlendirmek için, vesîkalardan birkaçını bildirmek uygun görüldü.

Peygamberlerin kabirlerinde, bilmediğimiz bir hayat ile diri olduklarını, namaz kıldıklarını yukarıda bildirmiştik. Peygamberlerin, vefâtlarından sonra, hac ettikleri, Buhârî’de ve Müslim’de bildirilmektedir. Peygamber olmayanlara gelince, Ebû Nu’aym bildiriyor ki: Sâbit-ül-Benânî diyor ki: “Hamîd-i Tavîl’e sordum: “Mezarda yalnız peygamberler mi namaz kılar?” “Hayır başkaları da kılabilir” dedi.” Sabit; “Yâ Rabbî! Bir kimsenin mezarda namaz kılmasına izin veriyor isen, Sâbit’in de kabirde namaz kılmasını nasîb eyle” dedi. Ebû Nü’aym, yine bildiriyor ki: Cübeyr dedi ki: “Kendinden başka ilâh bulunmayan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Sâbit-i Benânî’yi mezara koydum. Hamîd-i Tavîl de yanımda idi. Üzerine toprak örttük. Toprak, bir yerinden çöktü. Kabre baktım, namaz kıldığını gördüm.” İbn-i Cerir “Tehzîb-ül-âsâr” kitabında ve Ebû Nü’aym, İbrâhim bin Sâmit’den haber veriyorlar ki: “Seher vakitlerinde kabristandan geçenler, Sâbit-i Benânî’nin kabrinden Kur’ân-ı kerîm sesi duyduklarını söylerlerdi.” İbn-ül-Cevzî “Safvet-üs-Safve” kitabında da bunu bildirmek tedir.

Zeyneddîn bin Receb “Ehvâl-ül-kubûr” kitabında diyor ki: “Allahü teâlâ dilediği kuluna kabirde sâlih işler yapmağı ihsân eder. İnsan ölünce, amel, ibâdet yapmak vazîfesi biter. Kabirdeki ibâdete sevâb verilmez. Fakat, Allahü teâlânın ismini söylemekle ve ibâdet etmekle zevklenir. Melekler ve Cennette olanlar da böyledirler. İbâdet yapmaktan lezzet duyarlar. Çünkü zikr ve ibâdet rûhu temiz olanlar için, en tatlı şeydir. Rûhu hasta olanlar, bunun tadını duyamaz.” İmâm-ı Süyûtî “Şerh-us-sudûr” kitabında ve daha birçok âlimler bunu bildirmektedirler. Ebü’l-Hasen bin Berâ “Ravda” kitabında bildiriyor ki: “İbrâhim-i Haffâr isminde bir mezarcı; “Bir mezar kazmıştım. Mezardan ve kerpiç parçalarından misk kokusu duydum. Meğer orası eski bir kabir imiş. Kabre baktım. Bir de ne göreyim. Bir ihtiyâr oturmuş Kur’ân-ı kerîm okuyordu” dedi.

Muhammed bin İshâk İbni Mende, Âsım-ı Sekatî’den haber veriyor ki: “Belh şehrinde bir kabir kazdık. Yanındaki kabrin içi göründü, içeride yeşil kefenli bir ihtiyâr, kıbleye dönmüş, elinde Kur’ân-ı kerîm okuyordu.” Bu kitapta, bunun gibi çok şeyler yazılıdır.

Hadîs âlimlerinden Ebû Muhammed Halâl “Kerâmât-ül-evliyâ” kitabında, Ebû Yûsuf Gasûlî’den şöyle haber veriyor “Şam’da İbrâhim bin Edhem hazretlerinin yanına gittim. “Bugün şaşılacak birşey gördüm” dedi. “O nedir?” dedim. “Karşıdaki kabristanda bir kabir yanında idim. Kabir yarıldı. Yeşil kefenli bir ihtiyâr göründü. “Yâ İbrâhim! Allahü teâlâ beni, senin için diriltti. Dilediğini benden sor” dedi. “Allahü teâlâ seni nasıl karşıladı?” dedim. “Etrâfımı kötü amellerim sarmıştı. Allahü teâlâ bana; “Seni üç şey için affettim. Benim sevdiklerimi severdin, dünyâda hiç içki içmezdin, ak sakalınla huzûruma geldin. Böyle huzûruma gelen mü’minlere azâb yapmaktan utanırım” buyurdu” dedi. İhtiyâr bunları söyledikten sonra kabirde kayboldu.

Kabir azâbını görenler de vardır. Allahü teâlâ, Mü’min sûresinin 46. âyetinde meâlen; “Fir’avn’a ve adamlarına her sabah ve akşam gidecekleri Cehennem ateşi gösterilir” buyurdu. Buhârî ve Müslim’deki hadîs-i şerîfde; “Eğer, gizli tutabilseydiniz, kabir azâbını, benim işittiğim gibi size de işittirmesi için Allahü teâlâya duâ ederdim” buyuruldu. Kabir azâbı, rûha ve cesede birlikte olmaktadır. Çünkü, küfrü ve günahları ikisi birlikte yapmaktadır. Yalnız rûha azâb yapılması, hikmete ve ilâhî adâlete uygun değildir. Âlimler buyuruyor ki: Beden kabirde çürüyüp yok olmakta görülüyor ise de, Allahü teâlânın ilminde vardır. Eshâb-ı Kirâmdan birçoğu, ölülerin rûhlarına bedenleri ile birlikte azâb yapıldığını görmüş ve haber vermişlerdir.

Bir kimse, Resûlullahın (s.a.v.) yanında; “Topraktan birinin çıktığını, bir adamın buna sopa ile vurarak yerde gâib olduğunu, böylece toprağa girip çıktığını gördüm” dedi. Resûlullah (s.a.v.) bunu işitince; “O gördüğün Ebû Cehl’dir. Kıyâmete kadar böyle azâb çeker” buyurdu. Bu ve bunun gibi haberler, peygamberlerin ve evliyânın gördükleri gibi, başkalarının da kabirdekileri görebileceğini bildirmektedirler. Evliyânın görmesi, hiç inkâr edilemez. Allahü teâlânın kudreti ile görmektedirler.

Buraya kadar yazdıklarımız, ölülerin mezarda, kabir hayatı denilen bilmediğimiz bir hayat ile diri olduklarını göstermektedir. İslâm âlimlerinin hepsi diyor ki: “Ölmek, yok olmak değildir. Bir evden bir eve göç etmek demektir. Peygamberler ve velîler de, İslâmiyeti yaymak için çalışmışlardır. Hepsi şehîdlik derecesine kavuşmuşlardır. Şehîdlerin diri oldukları, Kur’ân-ı kerîmde açıkça bildirilmektedir. Böyle olunca, onlardan tesebbüb, teşeffu’ ve tevessül etmek şaşılacak bir şey midir? Tesebbüb demek, onları sebep yapmak, ya’nî Allahü teâlâ katında yardım etmelerini dilemektir. Tevessül demek, bizim için duâ etmelerini dilemektir. Çünkü onlar, Allahü teâlânın dünyâda da, âhıretde de sevgili kullarıdır. Onların istediklerine kavuşacaklarını, her dilediklerinin verileceğini, Kur’ân-ı kerîm bildirmektedir. Böyle olan meyyitlerden, dirilerden beklenen şeyleri bekleyen bir kimse kötülenebilir mi? Bunlardan beklenen şeyleri, Allahü teâlânın yaratacağına, Allahtan başka yaratıcı bulunmadığına inanan bir kimsenin mezardaki peygamberleri, velîleri sebep kılması, vesîle yapması, hiç inkâr olunabilir mi? Bunları; onlar çürüdü, toprak oldu, yok oldu zannedenler inkâr eder. İslâmiyeti bilmeyenler ve onların büyüklüğünü, yüksekliğini anlayamayanlar inanmaz. Peygamberlerin ve evliyânın yüksekliklerini ve üstünlüklerini anlamayan kimseler, din câhilleridir. İslâmiyeti anlamamışlardır. Onların câhil dedikleri müslümanlar, onlardan daha bilgili ve daha anlayışlıdırlar. Evliyânın ve peygamberlerin mezârlarına gidip, onların vâsıtası ile, onları sebep kılarak, Allahü teâlâdan birşey istemenin ve kıyâmet günü bize şefaat etmeleri için, kendilerine yalvarmanın caiz olduğu, hadîs-i şerîflerde bildirilmiştir ve İslâm âlimleri sözbirliği ile haber vermişlerdir. Bu kuvvetli vesîkalar karşısında, buna inanmayan ve bu yüzden müslümanları kötüleyen kimselerin, kötü düşünceli oldukları, İslâmiyeti bozmak, değiştirmek yolunu tuttukları anlaşılır. İnsanların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâmın hadîs-i şerîflerine ve O’nun yolunda giden seçilmişlerin, sevilmişlerin kitaplarına inanmak ni’metini bize ihsân eden Allahü teâlâya, hamd ve şükürler olsun! Bu büyük ni’meti Rabbimiz bize ihsân etmeseydi, kendimiz anlıyamaz, bulamaz, helak olurduk.

Peygamberlerin ve evliyânın vâsıtası ile, ya’nî onları sebep yaparak, vesîle ederek, Allahü teâlânın yaratmasını istemek caiz olduğunu gösteren âyet-i kerîmelerden ba’zılarını bildirelim: Mâide sûresinin 38. âyetinde meâlen; “Ey îmân edenler! Allahü teâlâdan korkunuz! O’na yaklaşmak için vesîle arayınız” buyuruldu. İsrâ sûresinin 57. âyetinde meâlen; “Ol kimseler ki, duâ ve ibâdet ederler. Rablerine yaklaşmak için, vesîle ve sebep ararlar. Sebeplerin Allahü teâlâya en çok yaklaştıranını isterler” buyuruldu. Bu âyet-i kerîmelerde Allahü teâlâ, sebebe, vesileye yapışmağı emretmektedir. Vesîlenin belli bir şey olduğu bildirilmedi. Bunun için, Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan herşey hep vesiledir.

Ehl-i sünnet, âlimleri ise, peygamberlerin ve onlara tâbi olanların gittikleri yol, ya’nî îmân, ibâdet ve ihlâs vesîle olduğu gibi, o büyüklerin şefaatleri, makamları, kerâmetleri, duâları ve kendileri de vesiledir dedi. Kendileri vesîle olamaz diyenler Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere ve peygamberlere ve evliyâya iftira ediyorlar. Peygamberlerin ve evliyânın kendilerinin vesîle edilmesi, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmektedir.

Enfâl sûresinin 33. âyetinde meâlen; “Sen aralarında bulundukça, o kâfirlere azâb etmem” buyuruldu. Tefsîr kitaplarında ve Buhârî’de bildirildiği gibi, kâfirler alay ediyorlardı. “Rabbine söyle de, bize çabuk azâb göndersin” diyorlardı. Bu sözleri üzerine, yukarıdaki âyet-i kerîme nâzil oldu. Resûlullahın (s.a.v.) mübârek cesed-i şerîfinin kâfirler arasında bulunması, onlara azâb gelmesini önlemektedir buyuruldu. Resûlullah (s.a.v.), peygamberlik makamı ile, yahut duâ ederek, yahut şefaat ederek azâb gelmesini önlüyordu denilemez. Çünkü, kâfirlere duâ ve şefaat edilmediği gibi, inanmadıkları peygamberliğin onlara fâidesi olamaz.

Müslim kitabındaki sahîh hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Zemzem suyu, içenin niyetine göre fâide verir.” Zemzem suyu, dünyâ ve âhıret iyiliklerinden herhangi bir fâide için niyet ederek içilirse, istenilen fâide hâsıl olur. Böyle olduğu çok görülmüştür. Herkes bilir ki, zemzem suyu zâtdır, maddedir. Şifâ, fâide vermek için, rütbesi ile te’sîr etmesi, yahut duâ ve şefaat etmesi düşünülemez.

Sahîh olan hadîs-i şerîfte ve bütün fıkıh âlimlerinin sözbirliği ile bildirdikleri gibi, Kâ’be kapısı ile Hacer-ül-esved taşının arasındaki tavaf yerine “Mültezem” denir. Bir kimse, burada karnını Kâ’be duvarına değdirip, Mültezem’i vesile ederek, Allahü teâlâya yalvarırsa, Allahü teâlâ onu zarardan, kusurdan korur. Böyle olduğu çok tecrübe edilmiştir. Herkesin bildiği gibi, Mültezem Kâ’be duvarında birkaç taştır. Bu taşlar zâtdır. Ya’nî maddedir. Allahü teâlâ, her maddeye belli özellikler verdiği gibi, bu taşlara da, hayra, fâideye vesile olmak özelliğini vermiştir.

Kâ’be’nin kuzey tarafında bulunan su oluğunun altındaki tavaf yerine ve Mescid-i Haram içindeki, Kâ’be kapısı karşısında bulunan Makâm-ı İbrâhim denilen yere ve Hacer-ül-esved denilen Kâ’be köşesindeki taşı öpmeğe ve elini, yüzünü sürmeğe de, böyle fâideli hâssalar, özellikler verilmiştir. Bunlara tevessül edenlerin, ya’nî bunları vâsıta kılarak duâ edenlerin, duâlarının kabûl olmak hâssasını, kıymetini, Allahü teâlâ bu maddelere vermiştir. Bu maddelerin, duâların kabûl olmasına vesile oldukları biliniyor, görülüyor ve inanılıyor da, Resûlullahı ve O’nun yolunda olan, Allahü teâlânın sevgili kullarını vesile ederek yapılan duâlar hiç kabûl olmaz mı? Eğer bir kimse, zemzem suyunun, Mültezem’deki taşların, İbrâhim aleyhisselâmın mübârek ayaklarının izi bulunan Makâm-ı İbrâhim’in ve Hacer-ül-esved taşının, ya’nî bu maddelerin hepsinin fâideli şeyler için vesile, sebep olmaları, peygamberlerin ve evliyânın mezarlarının da vesile olacağını göstermez derse, bu kimsenin din câhili olduğunu, Allahdan, Resûlullahdan ve müslümanlardan utanmadığını gösterir. Çünkü, Eshâb-ı Kirâm “aleyhimürrıdvân”, Resûlullahın (s.a.v.) zât-ı şerîfini çok yüksek bilirler, pek saygı gösterirlerdi.

Peygamberleri ve onların yolunda olan seçilmiş, sevilmiş velîleri vâsıta kılarak, Allahü teâlâdan dilekte bulunmanın caiz olduğunu gösteren hadîs-i şerîfler o kadar çoktur ki, bunlara kötü düşmanlarımız hiç cevap veremiyor. Şaşırıp kalıyorlar. Buhârî ve Müslim kitaplarında yazılı olduğu üzere, Esma binti Ebî Bekr, yanındakilere yeşil bir cübbe gösterdi. “Bu palto, hazret-i Âişe’nin yanında idi. O vefât edince, ben aldım. Bu cübbeyi hastalarımıza giydirerek, tedâvi etmekteyiz. Hastalarımız bununla iyi oluyorlar” dedi. Görülüyor ki, Allahü teâlânın sevgili Peygamberi ve bütün üstünlüklerin sahibi giymiş olduğu için, Eshâb-ı Kirâm, bu cübbeyi şifâ bulmak için vesile etmektedirler.

Buhârî kitabında, İbn-i Sîrîn’den haber veriyor: İbn-i Sîrîn diyor ki: “Resûlullah efendimizin sakal-ı şerîfinden bir parça elime geçti. Bunu Ubeyde’ye söyledim. O da; “bende bir sakal-ı şerîf bulunmasını, dünyâda olan herşeydan daha çok severim” dedi.”

Buhârî-i şerîfte diyor ki, Resûlullahın (s.a.v.) çok zaman hizmetinde bulunmakla şereflenmiş olan Enes bin Mâlik, kendisi ile beraber bir sakal-ı şerîfin defnolunmasını vasıyyet etti. Kabirde, Allahü teâlânın huzûruna sakal-ı şerîf ile birlikte çıkmak istedi. “Şifâ” kitabında diyor ki: Resûlullahın (s.a.v.) faziletlerinden, kerâmetlerinden ve bereketlerinden birisi de şudur ki, Hâlid bin Velîd (r.anh), başında, sarığı arasında bir sakal-ı şerîf taşırdı. Bunu taşıdığı her muharebede zafer kazanırdı. Hazreti Hâlid, Resûlullahın (s.a.v.) mübârek bir kılı sebebi ile muradına kavuşuyor da, O’nun mübârek sât-ı şerîfini vesîle ederek Allahü teâlâdan dilekte bulunanlar kavuşmaz olur mu? Büyük İslâm âlimi, Resûllahın âşıkı olan İmâm-ı Busayrî, “Kasîde-i bürde”de bu inceliği çok güzel anlatmaktadır.

Allahü teâlânın sevgilisi ve peygamberlerin en üstünü için; vesîle edilmez, Allahü teâlânın yaratmasına sebep olmaz diyen bir kimse, o yüce Peygamberin ümmetinden midir, yoksa düşmanlarından mıdır? Kâfirlere bile rahmet olduğu, âyet-i kerîmelerde bildirilmiştir. Müslümanlar için ve O’na âşık olan Ehl-i sünnet ve cemâat için, rahmete, vesîle ve sebep olmaz mı?

“Vesîle arayınız.” âyet-i kerîmesinin emr ettiği vesîle, hem ibâdetlerdir, hem duâlardır, hem de mübârek kıymetli zâtların kendileridir. Yukarıda bildirdiğimiz hadîs-i şerîfler ve olaylar bunu açıkça göstermektedir.

Mahlûklardan herşeyi, hattâ insanın yapamayacağı, fakat kerâmet olarak Allahü teâlânın evliyâsına ihsân ettiği şeyleri istemek caiz olduğunu gösteren çeşitli âyet-i kerîmeler vardır.

Peygamberlerin birincisi olan Âdem aleyhisselâm da, O’nu vesîle yaparak duâ edince, duâsı kabûl olmuş idi. Tefsîrler ve hadîs kitapları, bunu uzun bildirmektedir. Bunları anlayanlar, O’nu vesîle etmeğe inanmayanların nasıl kimseler olduklarını iyi anlarlar.

Ehl-i sünnet âlimleri sözbirliği ile bildiriyor ki, peygamberlerin mu’cizeleri olduğu gibi, evliyânın da kerâmetleri vardır. Çünkü, peygamberlere tâbi olanları, onlara uyanları Allahü teâlâ çok sever. Onlara diri iken de, öldükten sonra da, kerâmetleri ihsân eder. Peygamberlerin ve evliyânın öldükten sonra da, mu’cize ve kerâmet göstermeleri, onların doğru söylediklerini daha iyi bildirmektedir. Çünkü, diri iken olan mu’cizeleri ve kerâmetleri gören düşmanlar, kâfirler, bunları başkasından öğrenerek yapıyorlar sanırlar. Fakat öldükten sonra hâsıl olan mu’cize ve kerâmetler için, böyle sanmak ve söylemek olamaz. Mu’cizeleri ve kerâmetleri, Allahü teâlâ yaratmaktadır. Yalnız O’nun kudreti ile olmaktadır. Peygamberlerine ve velîlerine ihsân ederek, ikram ederek, onların sebebi ile, onların şefaatleri ile yaratmaktadır. Mu’cize; peygamberden, kerâmet ise, peygamberin yolunda olduğu bilinen sâlih mü’minden hâsıl olmaktadır. Peygamberler ma’sûmdur. Hiç günah işlemezler. Şeytan, peygamberin şekline giremez. Evliyâ da, peygamberlerin vârisleridir. Şeytan, onlara da yaklaşamaz. Ömer (r.a.) ve Abdullah İbni Mes’ûd (r.a) ve daha birçok sahâbîden şeytanın kaçtığı kitaplarda yazılıdır.

Velîlerin, vefâtlarından sonra da kerâmetleri görülmüştür. Bunun misâlleri sayılamayacak kadar çoktur.

Seyyid Dâvûd bin Süleymân’ın yazdığı “Eşedd-ül-cihâd” kitabından ba’zı kısımlar: Şeyhzâde, Beydâvî tefsîri haşiyesinde, Ebi’l-Vefâ’dan alarak bildiriyor ki: Ba’zı fetvâlarda gördüm ki, Ebû Bekr-i Sıddîk, ezan okunurken, Resûlullahın (s.a.v.) ismini işitince, iki baş parmağının tırnağını öptü. Sonra, gözlerine sürdü. Niye böyle yaptın buyurulunca; “Sizin mübârek isminizle bereketlenmek için yâ Resûlallah!” dedi. “Güzel yaptın. Böyle yapan, göz ağrısı çekmez” buyuruldu. Tırnakları göze koyunca; “Allahümmahfaz ayneyye ve nevvirhümâ” ya’nî “Yâ Rabbî gözlerimi muhafaza eyle ve nûrlandır” demelidir. Deylemî, “Firdevs” kitabında, Ebû Bekr-i Sıddîk’ın (r.a.) haber verdiği hadîs-i şerîfi yazıyor. Bu hadîs-i şerîfde; “Müezzin “Muhammeden Resûlullah” deyince, bir kimse, iki baş parmağını öper, sonra gözlerine sürer ve; “Eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlüh, radîytü billahi rabben ve bil-İslâmi dînen ve bi-Muhammedin sallallahü aleyhi ve selleme nebiyyen” derse, şefaatim ona helâl olur” buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde; “Ezan okunurken ismimi işitince, iki baş parmağını gözüne koyanı, kıyâmet günü arar, bulur ve Cennete götürürüm” buyuruldu. Kuhistânî, “Kenz-ül-ibâd” kitabından alarak diyor ki: “Ezan okunurken, Resûlullahın (s.a.v.) ismini ilk işitince; “Sallallahü ve selleme aleyke yâ Resûlallah!” demek ve ikinci işitmekte; “Kurret ayneyye bike yâ Resûlallah” demek, sonra, iki baş parmağını gözleri üstüne koyup, çekmeden;

“Allahümme metti’ni bissem’î vel-basari” demek, müstehâbdır. Resûlullah (s.a.v.) efendimiz bu kimseyi Cennete götürür”

Suâl: Bir kimse, çeşitli din kitaplarını okuyup, bilgilerini kısa görüşü ile ve noksan aklı ile tartarak, bu ümmetin hepsinin, dînin özünden ve Resûlullahın (s.a.v.) yolundan ayrıldıklarını, sapıttıklarını söylese ve kendisinin müctehid olduğunu, Allah kelâmından ve Resûlullahın hadîslerinden bilgiler çıkardığım ileri sürse, hâlbuki âlimlerin, bir müctehidde bulunması lâzım dedikleri şartlardan hiçbiri bunda bulunmasa, bu sözleri yaymasına izin verilir mi? Yoksa, vazgeçip, İslâm âlimlerine uyması lâzım mıdır? Kendisinin İmâm olduğunu, her müslümanın ona uyması vâcib olduğunu, mezhebinin lâzım olduğunu söylese, müslümanları mezhebine sokmağa zorlasa, kendisine uymayanlara kâfir dese, bunları öldürmeli, mallarını paylaşmalı dese, bu adamın söyledikleri yanlış bozuk değil midir? Bir kimsede, ictihâd için lâzım olan şartların hepsi bulunsa; ve bir mezheb kursa bile herkesi bu mezhebe girmeğe zorlaması caiz olur mu? Belli bir mezhebe girmek lâzım mıdır? Yoksa herkes dilediği mezhebi seçmekte serbest midir? Sâlih bir kulun veya sahâbînin kabrini ziyâret eden, buna adak yapan, kabir yanında hayvan kesen, onu vesile ederek duâ eden, toprağından alıp bereketlenmek için saklayan, tehlikeden kurtulmak için, Resûlullahdan veya sahâbîden yardım isteyen bir müslüman, dinden çıkar mı? Ben bu kabrin sahibine tapınmıyorum, onun birşey yapacak güçte olduğuna inanmıyorum. Onun Allahü teâlânın sevgili kulu olduğuna inandığım için, Allahü teâlânın dileğime kavuşturması için, onu vesile, sebep yapıyorum dediği hâlde, böyle yapanı öldürmek helâl olur mu? Allahdan başka birşey ile yemîn eden kimse dinden, îmândan çıkar mı?

Cevap: iyi anlamalıdır ki, ilim üstâddan öğrenilir. İlmi, dîni, kendi kendine kitaptan öğrenenler çok yanılır. Yanlışı, doğrusundan çok olur. Bugün, ictihâd edecek kimse yoktur. İmâm-ı Râfi’î ve İmâm-ı Nevevî ve Fahreddîn Râzî dediler ki, bugün hiç müctehid kalmadığında âlimler sözbirliğine varmışdır. İmâm-ı Süyûtî gibi her ilimde deniz gibi olan derin bir âlim; nisbî müctehid, ya’nî mezheb içinde müctehid olduğunu bildirince, hiçbir âlim bu sözünü kabûl etmedi. Hâlbuki, mutlak müctehid olduğunu, mezheb sahibi olduğunu söylememişti. Beşyüzden fazla kitap yazdı. Her kitabı, tefsîr ve hadîs ilimlerinde ve din bilgilerinin her birinde çok yüksek derecede olduğunu göstermektedir. İmâm-ı Süyûtî gibi bir âlimin nisbî müctehid olduğu kabûl edilmeyince, onun yüksek derecesinden çok uzak olanların böyle sözlerine inanılır mı? Hiç dinlenmez bile. Hele İslâm âlimlerinin kitaplarının bozuk olduğunu da söylerse, bunun aklından ve dininden şüphe olunur. Çünkü bu kimse Resûlullahı (s.a.v.) ve Eshâb-ı Kirâmdan hiçbirini görmediğine göre, ilmini nereden öğrendi? Birşeyler öğrendi ise, İslâm âlimlerinin kitaplarından öğrenmiştir. O âlimlerin kitaplarına bozuk derse, kendisi doğru yolu nereden bulmuştur? Bunu bize açıklasın! Dört mezhebin imamları ve bunların mezheblerinde yetişmiş olan büyük âlimler, bütün bilgilerini âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden çıkarmışlardır. Bu adam onlara uymayan bilgilerini nereden çıkarmıştır? Onun ictihâd derecesine varamamış olduğu meydandadır. Bu adama düşen iş, sahih bir hadîs görüp, anlamadığı zaman, müctehidlerin bu hadîs-i şerîfden anlayıp bildirdiklerini araştırmalıdır. Bunlar arasında beğendiğine uymalıdır. Böyle yapmak lâzım geldiğini, derin âlim İmâm-ı Nevevî “Ravda” kitabında bildirmektedir. Âyet-i kerîmeleri ve hadîs-i şerîfleri, ancak ictihâd derecesine yükselmiş olan derin âlimler anlayabilir. Müctehid olmayanların, âyet-i kerîmeleri ve hadîs-i şerifleri anlamağa kalkışmaları caiz değildir. Abdülvehhâb oğlunun ve ona aldanmış olan zavallıların doğru yola gelmeleri bozuk sözlerinden vaz geçmeleri lâzımdır.

Onların, müslümanlara kâfir demelerine gelince, hadîs-i şerîfte; “Bir kimse bir müslümana kâfir dese, ikisinden biri kâfir olur. Söylediği kimse müslüman ise, kendisi kâfir olur” buyuruldu. İmâm-ı Râfi’î “Şerh-ül-kebîr” kitabında “Tuhfe”den alarak diyor ki: “Müslümana kâfir diyen ve te’vil edemiyen kimse, kâfir olur. Çünkü, İslama küfür demektedir.” İmâm-ı Nevevî de, “Ravda” kitabında bunu bildiriyor. Birçok âlimler, te’vil etse de etmese de, imansız olur diyorlar.

Müslümanların kanı ve malı helâl olur demesine gelince, hadîs-i şerîfte; “Kâfirlere Lâ ilahe illallah dedirtinceye kadar, harb etmekle emrolundum” buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki, müslümanı öldürmek caiz değildir. Bu hadîs-i şerîf, Tevbe sûresinin 6. âyeti olan meâlen; “Tövbe edenleri ve namaz kılıp zekât verenleri serbest bırakınız”dan alınmıştır. Tevbe sûresinin 12. âyetinde; “Onlar din kardeşlerinizdir” buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde; “Biz görünüşe göre anlarız. Gizli olanları Allahü teâlâ bilir” buyuruldu. Başka bir hadîs-i şerîfde; “İnsanların kalblerini yarmak gizli şeylerini anlamak için emrolunmadım” buyuruldu.

Bir müctehidin insanları kendi mezhebine girmek için zorlaması caiz değildir. Müctehid olan zât, mahkemede kadı ise, o zaman kendi ictihâdı ile karar verir ve bu kararın yapılmasını emreder.

Evliyâ için adak yapmağa gelince, âlimler bunu uzun bildirmektedir. “Hibe” kitabı, “Tuhfe” kitabından alarak bildiriyor ki: ölmüş bir velî için nezr eder ve adak ettiği malın ölünün olmasını niyet ederse, bu nezr sahîh olmaz. Ölünün olmasını niyet etmezse, nezri sahîh olup, nezr olunan mal, hizmetçilere, türbe yanındaki mektep, talebe ve hocalarına, fakirlere verilir. Türbe yanında adak malını almağa alışık kimseler toplanmış ise ve velîye nezr olunan malın bunlara verilmesi âdet olmuş ise, bunlara verilir. Böyle bir âdet yoksa, nezr bâtıl olur. Herkes bilir ki, evliyâ için adak yapanlar arasında hiç kimse yoktur ki, adak olunan malın ölüye verilmesini düşünmüş olsun. Çünkü, ölünün birşey almayacağını, birşey kullanmıyacağını herkes bilir. Bu malların fakirlere veya türbede hizmet edenlere verileceğini bilmeyen yoktur. Bunun için ibâdet olmaktadır. Çünkü Şâfi’î mezhebinde mübah olan, mekrûh ve haram olan şeylerin nezr edilmesi sahîh olmaz.

Yapması zâten farz ve vâcib olmayan ibâdetler ve sünnetler nezr olunur.

Mezarları öpmek, yüzünü gözünü sürmek için, caiz olur da denildi. Olmaz da denildi. Caiz olmaz diyenler mekrûh dedi. Haramdır diyen olmadı. Peygamberleri ve sâlih kulları tevessül etmek, onları vesîle ederek Allahü teâlâya yalvarmak caizdir. Hadîs-i şerîflerle bildirilmiştir. Sâlih ameller ile tevessül etmek caiz olduğunu bildiren çok hadîs-i şerîf vardır. İyi işlerle tevessül caiz olunca, iyi insanlarla tevessül daha çok caiz olur. Allahü teâlâdan başka şeylere yemîn etmeğe gelince, yemîn olunan şey, ta’zim olunursa, Allahü teâlâya şerik ortak tutulursa, ancak o zaman küfür olur. Hâkim’in ve İmâm-ı Ahmed’in bildirdiği ve Münâvî’de yazılı; “Allahdan başkası ile yemîn eden kâfir olur” hadîs-i şerîfi de bunu bildirmektedir. Fakat İmâm-ı Nevevî âlimlerin çoğundan alarak, mekrûh olduğunu bildirmekte ve müslümanların icmâ’ı huccettir demektedir.

Nisa sûresinin 114. âyetinde meâlen; “Kendisine tevhîd ve doğru yol bildirildikten sonra, Resûlullahın doğru yolundan sapan, i’tikâd ve amelde mü’minlerden ayrılan kimseyi, âhırette kâfirlerle birlikte Cehenneme sokarız” buyuruldu. Her mü’minin Ehl-i sünnet ve cemâat mezhebine uyması lâzım geldiği, bu âyet-i kerîmeden de anlaşılmaktadır. “Sürüden ayrılan koyunu kurt kapar” sözünü unutmamalıdır. Ehl-i sünnet ve cemâatden ayrılan da Cehenneme gider.

Derin âlim Muhammed bin Süleymân Medenî’nin “Eşedd-ül-cihâd” kitabında bildirilen bu fetvâsı uzundur. Biz kısaltarak bildirdik. Allahü teâlânın hidâyet nasîb ettiği kimseye bu kadar yetişir. Bu âlim 1195 (m. 1781) senesinde vefât etmiştir.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) El-A’lâm cild-2, sh. 332

2) Mu’cem-ül-müellifîn cild-4, sh. 136

3) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 363

4) İzâh-ül-meknûn cild-1, sh. 263

5) Brockelmann Sup-2 sh. 789

6) El-Müncid 2. kısım, sh. 201

7) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1050, 1167, 1172

8) Kıyâmet ve Ahıret (Müslümanlara nasihat kısmı. Madde 24, 30, 31)