Lügat, kelâm, hadîs ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. Onikinci asrın ikinci yarısında Antep’de doğdu. Babası Antep şer’iyye mahkemesi başkâtiplerinden Seyyid Mehmed Cenânî idi. Onun babası da Maraş’ın Pazarcık kasabasında medfûn Seyyid Osman Semerkandî soyundan âlim bir zât olan Seyyid Husûlî Efendi idi. Âsım Efendi 1236 (m. 1820) senesinde Üsküdar’da vefât edip, Nûh-kuyusu kabristanına defnedildi.
Aile çevresinde, âlimlerin çoğunlukta olması sebebiyle, küçük yaşta ilim öğrenmeye başladı. Ömer-zâde Hâfız Efendi ve Hâcı-zâde Efendi’den âlet (yardımcı) ilimleri öğrendi. Zamanında Antep’in ileri gelen âlimlerinden olan Hoca Necîb Abdullah Efendi’den, Hacı Mehmed ve Ahmed efendilerden fıkıh, kelâm, tefsîr, hadîs gibi yüksek ilimleri tahsil etti. Devrinin güçlü ilim merkezlerinden biri olan Antep’de, daha birçok âlimin ilminden istifâde ederek kendisini yetiştirdi. Kilisli şâir Rûhî Mustafa Efendi’den ve babasından Farsça’yı öğrenip, edebiyat bilgilerini genişletti. Bir müddet şer’iyye mahkemesi kâtipliği yaptı. Zekâ ve hafızası, bitmez-tükenmez çalışma azmi ve kabiliyetleri ile, kısa zamanda Antep’in ileri gelenlerinin takdîrine mazhar oldu. Antep mutasarrıfı Battal Paşa-zâde Seyyid Mehmed Paşa’nın dîvân kâtibi oldu. Bir isyan neticesinde Antep’in ileri gelen otuz-kırk âlimi ile birlikte Kilis’e gitti. Baba ve dedelerinden gelen pekçok kıymetli kitaplarının bulunduğu kütüphânesi isyancılar tarafından yağmalandı. Bir müddet Kilis’te kaldıktan sonra, ailesini tekrar Antep’e bırakıp, 1204 (m. 1789) senesinde İstanbul’a gitti. İstanbul’da ulemâ arasına karıştı. Ancak müderrislik için sıra bekleyen medrese me’zûnlarının çokluğu, Âsım Efendi’nin işini bir hayli zorlaştırdı. Kadıasker Tatarcık Abdullah Efendi ile tanışıp takdîrlerine mazhar oldu.
1211 (m. 1796) senesinde müderrislik imtihanını kazanıp, rü’ûs adı verilen berâtı aldı. Bu arada hem ilim sahiplerinin ilminden istifâdeye çalışıyor, hem de Farsçadan, Farsçaya en meşhûr lügat kitabı olan “Burhân-ı kâtı’”ı Türkçeye tercüme ediyordu. Bu tercümenin ilk bölümünü bir vesile ile Sultan Üçüncü Selim Hân’a takdim etti. İlim ve ilim ehline düşkün olan Pâdişâh, Âsım Efendi’yi takdîr ve taltif ederek, sefâret hâdiselerinin kaydı, resmî mektûpların yazılması gibi münâsip hizmetlerde bulunmasına, kendisine bir ev ve ücyüz kuruş maaş verilmesine dâir emir verdi. Ailesini İstanbul’a getirip yerleştirmesi için de, yüksekçe bir meblağ tutan atiyye (hediye para) verdi. Daha sonra sıkıştığı anlarda, devamlı şekilde Pâdişâh’ın yardımlarını gördü. Bu arada “Burhân-ı katı’”ı tercümesini tamamladı. Arabça öğrenenlere yardımcı olmak için manzûm “Tuhfe-i Âsım” adlı eseri yazdı. Râgıb Paşa Hocası nâmıyla bilinen İbrâhim Halebî’nin “Siyer-i Halebî” isimli Arabça manzûm eserini Türkçeye tercüme ve şerhederek, Pâdişâh’a takdim edip, hacca gitmek ve dönüşte ailesini getirmek için izin aldı. Gemiyle Mısır’a oradan Mekke-i mükerremeye gitti. Hac vazîfesini ifâ ettikten sonra Medîne-i münevvereye gidip, Resûlullah efendimizi (s.a.v.) ziyâret etmekle şereflendi. Orada Antep’deki hocası Necîb Efendi ile görüştü. Hocası Fîrûz-âbâdî’nin “Kâmûs” unu tercüme etmesini tavsiye etti. Resûlullah efendimizin huzûrunda murâkabe yapıp, bu hizmetinde muvaffakiyeti ve eserinin Allahü teâlânın dînine hizmette kullanılması için duâ etti. Resûlullahın (s.a.v.) şefaatini taleb etti. Şam ve Haleb’e uğrayan Âsım Efendi, Antep’deki ailesini alıp İstanbul’a döndü. 1220 (m. 1805) senesinde “Kâmûs”un tercümesine başladı. 1222 (m. 1807) senesinde istifâ eden Âmiri Efendi yerine, Osmanlı Devleti’nde geçen, günlük mühim hâdiseleri kaydetmek ve geçmiş olayların târihini yazmakla ya’nî “Vak’anüvislik”le vazîfelendirildi. Kendinden önceki vak’anüvislerin eserlerini ve vesîkaları görüp inceledi. Sultan Üçüncü Selim Hân’ın tahttan indirilmesi üzerine, büyük bir hamisini kaybetti ve ilk zamanlar bir hayli sıkıntı çekti. Sultan Dördüncü Mustafa Hân’ın bir yıllık saltanatı sırasında da Pâdişâh’ın huzûrunda dersler verdi. Bu arada İstanbul’a, Osmanlı elçisi Seyyid Refi Efendi ile birlikte, İran’dan bir elçilik hey’eti geldi. Elçi, Hoy’daki din adamlarının başı olan Ali İbrâhim adında Eshâb-ı Kirâm düşmanı azgın bir sapıktı. Acemlere yakışır bir yüksekten bakma edasıyla, Osmanlı diyarında âlim bulunmadığı iddiasında bulundu. Fakat Seyyid Refî Efendi’den Âsım Efendi’nin Kâmûs’u tercüme ettiğini duyunca adamcağız küçük dilini yutacak, olmayan aklını kaçıracak oldu.
Âsım Efendi ile görüşmek istedi. Âsım Efendi de, tercümesinin bir kısmını çantasına alıp, Refi Efendi’yle beraber Ali İbrâhim’in yanına gitti. Yapılan görüşme ve ilmî sohbetler sonunda Âsım Efendi’nin ilmini takdîr etti. Bu hâdiseden çok duygulanan Osmanlı elçisi Refi Efendi, dışarı çıkar çıkmaz ilminin yüksekliğini gördüğü ve oradaki sohbetinden çok istifâde ettiği Âsım Efendi’nin ellerini öptü. Elçi, şeyhülislâmı ziyâreti esnasında, fevkalâde beğendiği Âsım Efendi’nin lügatı basıldığında, Bağdat vâlisi vâsıtasıyla hiç olmazsa bir nüshasının gönderilmesini istirhâm etti.
Sultan İkinci Mahmûd’un tahta çıkmasından bir müddet sonra tekrar i’tibârı artan Âsım Efendi, Süleymâniye Medresesi müderrisliğine ta’yin edilip, büyükçe de bir ev verildi. 1225 (m. 1810) senesinde Kâmûs’un tercümesini bitiren Âsım Efendi, pâdişâha takdim etti. Tekrar gözden geçirildiği tahmin edilen eser, daha sonra 1229 (m. 1814) senesinde zamanın şeyhülislâmı tarafından pâdişâha arzedilip kitap hâlinde basılması tavsiye edildi. Bu arada Âsım Efendi’ye mühim me’mûriyetlerden olan Selanik kadılığı verildi. Kâmûs’un basılması isteği derhal kabûl edilerek, bu işle Abdürrahîm Muhib Efendi vazîfelendirildi. Eser 1230 (m. 1815) - 1233 (m. 1818) seneleri arasında basıldı. Pâdişâhın emriyle her kütüphâneye birer nüsha dağıtıldı. 1235 (m. 1820) senesinde Selanik’teki me’mûriyet müddeti biten Âsım Efendi, İstanbul’a döndü. Çok geçmeden Üsküdar’daki evinde vefât etti.
“El-Okyanus-ül-basît fî tercümet-il-Kâmûs-il-muhît”, “Burhân-ı kâtı’ tercümesi”, “Siyer-i Halebî”, “Emâlî şerhi”, “Tuhfe-i Âsım”, Abdürrahmân Cebertî’nin Mısır’ın Fransızlarca işgali ile ilgili olarak yazdığı “Muzhîr-it-takdîs bi-hurûc-i tâifet-ül-Fransîs adındaki Arabca risalenin Türkçeye tercümesi, “Târih-i Âsım” adlı eserleri ve şiirleri ile Allahü teâlânın dînine ve Türk kültürüne büyük hizmetlerde bulunan Âsım Efendi, çok zekî ve çalışkan bir şahsiyetti. Vakitlerini hep faydalı işlerle değerlendirir, ya öğrenici, ya da öğretici olurdu. İlim ve ibâdetten arta kalan zamanı olmaz, uykuyu daha iyi ibâdet edebilmek için, uyur, yemeği Allahü teâlânın dînine hizmet için, kuvvet kazanmak niyetiyle yerdi. Osmanlı Devleti içinde yeni başlayan Avrupa hayranlığına şiddetle karşı çıkar, Fransa’ya gidenlerin onların tekniklerinden önce dînimize, yaşayışımıza uygun olmayan örf ve âdetlerini aldıklarını söylerdi. Bilhassa devletin dış münâsebetlerinde, Fransızca bilen gayr-i müslim tercüman kullanmasını şiddetle tenkid ederdi. Onlara güvenilemiyeceğini söylerdi. Bilhassa Rum beylerinden bir kısmının Fransız, bir kısmının da Rus taraftarı olduğunu ifâde ederdi.
Kendisi ilmi ile âmil bir zât-ı muhterem olan Seyyid Ahmed Âsım Efendi, mühim işlerinde, sünnet-i şerîfe uyarak ehil kimselerle istişâre yapar, istihârede bulunurdu. Âsım Efendi, pâdişâh ve devlet adamlarına emr-i ma’rûfta bulunur, işlere ehil kimselerin getirilmesini, ilim ve irfan sahiplerine gereken alâkanın gösterilmesini, sahte din adamlarına iltifât edilmemesini sık sık anlatırdı. Bilhassa büyüklerin yolunda olduğunu iddia edip, İslâmiyetin emir ve yasaklarına uymayan sahte şeyhleri şiddetle tenkid eder, onlara yüz verilmemesini arzu ederdi.
Bilhassa tarihçiler tarafından çok ehemmiyet verilen “Târih”inde, İbn-i Haldûn ve Nâimâ’nın te’sîri görülür. Eserinde devletin düzelip, nizâm ve intizâmın sağlanması için ba’zı tavsiyelerde bulunur, şöyle derdi.
Pâdişâh ve onun emrindeki teşkilât, bütün kuvvet ve kudretiyle selâhiyyeti elinde bulundurmalı, İslâmiyetin emir ve yasaklarına uyarak kesin bir adâlet tatbik edilmelidir. Devletin varlığına ve müslümanların huzûruna kasteden, zorba ve eşkiyaya, rüşvetçi ve dalkavuklara asla fırsat verilmemelidir. Avrupalılara ve gayr-i müslim vatandaşlara asla güvenilmemelidir. Hele ahlâk, örf ve âdetlerde onlara benzemeye çalışmak, memleket için çok kötü neticelerin ortaya çıkmasına sebep olur. Emr-i ma’rûf ve nehy-i anil-münker yapıp, Allahü teâlânın emir ve yasaklarının yayılmasıyla meşgûl olmadan geçen zengin bir hayat, toplumun cihâd ve cengâverlik duygularını körletir, isrâf ve sefâhata yol açar. Osmanlı Devleti’ndeki duraklama ve gerileme bundan dolayıdır.”
Ahmed Âsım Efendi’nin “Emâli kasidesi” üzerine yazmış olduğu “Merâh-ül-me’âlî fî şerh-il-Emâlî” adlı eserinden seçmeler:
Allahü teâlâ vâcib-ül-vücûd ve hakîkî ma’bûd ve bütün varlıkların yaratıcısıdır. Vücûdu kendindendir (zâtı ile kâimdir). Ya’nî varlığının devamı için başka bir varlığa muhtaç değildir. Her üstünlük, her kemâl sıfat O’nundur. O’nda hiçbir kusur, hiçbir noksan sıfat yoktur. Dilediğini yapabilir. Yaptıkları, kendine veya başkasına fâideli olmak için değildir. Bir karşılık için yapmaz. Bununla beraber, her işinde hikmetler, fâideler, lütuflar, ihsânlar vardır. Dünyâ âleminde ve âhıret âleminde bulunan herşeyi maddesiz, zamansız ve benzersiz olarak yoktan var eden ancak Allahü teâlâdır.
Hiçbirinde hiçbir değişiklik olmaz. Fakat mahlûklara ta’alluk bakımından herbiri çoktur. Bir sıfatın mahlûklara ta’alluku, etkisi bakımından çok olması, bunun basit olmasına zarar vermez.
Allahü teâlânın sıfât-ı zâtıyyesi altıdır. Bunlar, Vücûd, Kıdem, Bekâ, Vahdâniyyet, Muhalefetün lil-havâdis ve Kıyâm-binefsihî’dir. Subûti sıfatları ise sekiz tane olup, Hayat, ilim, Semi’, Basar, Kudret, Kelâm, irâde ve Tekvîn’dir. Allahü teâlâ dilemezse kimse kâfir olamaz ve kimse isyan edemez. Küfrü ve günahları diler ise de bunlardan râzı değildir.
Allahü teâlânın zâti sıfatları, zâtı gibi ezelî ve ebedîdir. Ya’nî sonsuz olarak vardırlar. Mukaddestirler. Mahlûkların sıfatları gibi değildirler. Akıl ile, zan ile, dünyâdakilere benzetilerek anlaşılamazlar. Allahü teâlânın sekiz sıfât-ı subûtiyesi, zâtının aynı da değildir, gayrı da değildir. Ya’nî sıfatları kendisi değildir. Kendisinden başka da değildir. Allahü teâlânın sekiz sıfatından herbiri basittir, bir hâldedir.
Allahü teâlâ madde değildir. Cisim değildir. Sayılı değildir, ölçülemez. Hesâb edilmez. O’nda değişiklik olmaz. Mekânlı değildir. Zamanlı değildir. Öncesi sonrası, önü arkası, altı üstü, sağı solu yoktur. Bunun için insan düşüncesi, insan bilgisi, insan aklı, O’nun hiçbir şeyini anlayamaz.
Kur’ân-ı kerîm Allahü teâlânın kelâmıdır. Hadîs (sonradan olmuş) ve mahlûk (yaratılmış) değildir. Allahü teâlânın zâtı ile kâimdir.
Allahü teâlâ zâtında ve sıfatlarında, yaratmış olduğu şeylere benzemez.
Allahü teâlâ zevce edinmekten, oğul ve kız doğurmaktan münezzehtir. Yahudiler, (Hâşâ) Uzeyr aleyhisselâm Allahü teâlânın oğludur; Hıristiyanlar, Îsâ aleyhisselâm Allahü teâlânın oğludur; Melihoğulları kabilesi de, melekler Allahın kızlarıdır dediler. Bu sözlerin hepsi aklî ve naklî delîllerle reddedilmiştir.
Naklî delîl; “Yahudiler, Üzeyr aleyhisselâm Allahın oğludur” dediler. Hıristiyanlar da; “Mesih (Îsâ) aleyhisselâm Allahın oğludur” dediler. Bu onların ağızlarıyla uydurdukları sözlerdir ki, daha önce küfr edenlerin (melekler Allahın kızlarıdır diyenlerin) sözlerine benziyor. Allah onları kahretsin, hakdan bâtıla nasıl çeviriyorlar” meâlindeki Tevbe sûresi 30. âyet-i kerîmesi ve; “Yahudi ve Hıristiyan müşrikler; “Allah çocuk edindi” dediler. Allah o zâlimlerin bu sözünden münezzehtir” meâlindeki Bekâra sûresi 116. âyet-i kerîmesi ve İhlâs suresidir.
Aklî delîl ise şöyledir: Allahü teâlâ için oğul olsa parçalanmak gerekir. Allahü teâlânın parçalanması muhaldir. Allahü teâlâ kadın edinse şehveti olması gerekir. Şehvet ise yaratılanların sıfatlarındandır. Bu ise Allahü teâlâ için noksanlıktır.
Allahü teâlâ bütün mahlûkâtı yok eder. Daha sonra hepsini tekrar diriltir ve Kıyâmet günü Mahşer meydanında toplar. Amellerine uygun karşılık verir. Amelleri hayır ise hayır ile, şer ise şer ile karşılık verir.
Allahü teâlâ güzel işler yapıp sâlih amel işleyen mü’minleri Cennet ve ni’metleriyle ni’metlendirecek, kâfirleri ise Cehennem azâbıyla azâblandıracaktir. “Şüphe yok ki Allahü teâlâ sâlih amel işleyenleri, (ağaç ve evlerinin) altından ırmaklar akan Cennetlere koyacak. Muhakkak ki Allah dilediğini yapar” meâlindeki Hac sûresi 14. ve; “Rabbimizin mağfiretine ve genişliği göklerle yer kadar olan Cennete koşuşun, O Cennet takvâ sahipleri için hazırlanmıştır” meâlindeki Âl-i İmrân sûresi 133. âyet-i kerîmeleri ve başka birçok açık ve kesin delîller, Allahü teâlânın mü’min ve müttekî kulları için Cennette; hûrîler, gılmanlar ve hiçbir gözün görmediği ve kulağın işitmediği sayısız ni’metler ihsân edeceğini bildirmektedir.
“Kâfirler için hazırlanan ateşten korkun” meâlindeki Âl-i İmrân sûresi 131. ve; “Doğrusu Allah kâfirleri rahmetinden koğmuş ve onlara şiddetli bir ateş hazırlamıştır” meâlindeki Ahzâb sûresi 64. âyet-i kerîmeleri de Allahü teâlânın kâfirler için Cehennem ve çeşitli azâblar hazırladığını bildirmektedir.
Cennet ve Cehennemin yerleri konusunda açık nass (delîl) vârid olmadı. Âlimlerin çoğu; “Sidret-ül-müntehânın (yedinci göğün) yanında... Takvâ sahiplerinin barınağı olan Me’vâ Cenneti onun (sidrenin) yanındadır” meâlindeki Necm sûresi 14 ve 15. âyet-i kerîmelerinden ve; “Cennetin tavanı Rahmânın arşında, Cehennem yerlerin altındadır” hadîs-i şerîfinden Cennetin yedi kat semâvâtın üstünde ve Arşın altında, Cehennemin ise yedi kat yerin altında olduğunu bildirdiler.
Cennet ve Cehennem hâlen mevcûddurlar. Üzerlerinde değişiklikler olmaktadır. Cennet, Cehennem ve sakinleri fenâ (yok) olmazlar. Başka bir yere gitmezler. Ebedî olarak kalıcıdırlar. Cennet ve Cehennemin yaratılmış ve var olduğuna, Âdem aleyhisselâm ve Havva vâlidemizin kıssası delîldir.
Mü’minler Cennete, kâfirler Cehenneme gideceklerdir. Gerek Cennet gerekse Cehennem ehli yok olmazlar, başka yerlere nakledilmezler. Ehl-i Cehennemden murâd kâfirlerdir. Zîrâ günahkâr mü’min yer değiştirir. Mü’minlerin çocukları Cennet ehlindendir, anne ve babalarına şefaat edeceklerdir. Bu husûsda; “Mü’minlerin çocukları Cennetin kapısına gelir, annemi ve babamı almadan Cennete girmem der” hadîs-i şerîfi buna delîldir. Kâfirlerin çocukları husûsunda ihtilâf edildi. Ba’zıları; “Her çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. Sonra annesi ve babası onu yahudi, hıristiyan ve mecûsî yapar” hadîs-i şerîfini delîl gösterdiler. Ba’zıları da; “Sen onları bırakırsan, senin kullarını sapıtırlar ve ancak bir nankör fâcir doğururlar” meâlindeki Nûh sûresi 27. âyet-i kerîmesini ve Hazreti Hadîce’den (r.anhâ) rivâyet edilen; “Resûlullaha (s.a.v.) câhiliyye devrinde ölen çocuklar hakında sordum; “Onlar Cehennemdedir” buyurdu” hâdîs-i şerîfini delîl gösterdiler. Ba’zıları da bülûğa erdikten sonra îmân ve itaat sahibi olacağını Allahü teâlânın bildiği çocuklar Cennete, küfür ve isyan edeceğini bildiği çocuklar Cehenneme dâhil olur dediler. İmâm-ı Nevevî Sahîh-i Müslim şerhinde; “Müşrik çocukları Cennete girer diye açıklamıştır. Şeyh Lakânî (r.aleyh); “Müşrik çocukları azâba dâhil değildir” dedi. Kâdı Iyâd ve Kurtubî de bu kavli tercih ettiler. Çünkü azâb, mükellef olma ve peygamber gönderilmekle olur. İmâm-ı Buhârî de böyle söyledi. (İmâm-ı Rabbânî hazretleri de 1. cild 259. mektûbunda; “.... Kâfirlerin çocukları mahşer günü hesapları görüldükten sonra yok olacaklar (toprak olacaklardır). Çünkü Cennete girmek îmân iledir. Ya kendisi îmân etmiş olacak veya imanlının çocuğu olduğu için, yahut ana-babası birlikde mürted olunca kendisi dâr-ül-İslâmda kaldığı için îmânlı sayılmış olacaktır. Dâr-ül-İslâmda bulunan müşriklerin ve zımmîlerin çocukları da dâr-ül-harbdeki kâfirlerin çocukları gibidir. Çünkü bu çocuklarda îmân yoktur. Bunlar Cennete giremez. Cehennemde sonsuz kalmak da teklifden sonra inanmamanın cezasıdır. Çocuk ise mükellef değildir. Bunlar hayvanlar gibi diriltilip hesapları görüldükten sonra yok edileceklerdir” buyurdu.)
Allahü teâlâ Cennette mü’minlere cemâlini gösterecekdir. Mü’minler de keyfiyetsiz, nasıl olacağı idrâk edilemeyen bir şekilde, hiçbir mahlûka benzemeksizin Cemâl-i ilâhî’yi göreceklerdir.
Şerh-i Mevâkıf da bildirildi ki: Ehl-i sünnet İmâmları ittifâk ettiler ki, dünyâ ve âhırette Allahü teâlânın cemâlini görmek aklen caizdir. Dünyâda görülmesi husûsunda ihtilâf ettiler. İmâm-ı Beydâvî dahi, dünyâda rü’yetin caiz olduğunu bildirmiştir. Allahü teâlâyı dünyâda baş gözü ile görmek caizdir. Fakat kimse görmemiştir. Kıyâmet günü mahşer yerinde kâfirlere ve günahı olan mü’minlere kahr ve celâl ile, sâlih olan mü’minlere lütf ve cemâl ile görünecektir. Mü’minler Cennette cemâl sıfatıyla görecekdir. Melekler ve kadınlar da görecekdir. Kâfirler bundan mahrûm kalacaklardır. Cinnîlerin de mahrûm kalacaklarını bildiren haber kuvvetlidir. Âlimlerin çoğuna göre, mü’minlerin makbûl olanları her sabah ve akşam, derecesi aşağı olanlar ise her Cum’a günü ve kadınlar dünyâ bayramı gibi yılda birkaç kerre, tecellî-i cemâl ile ve rü’yetle müşerref olacaklardır. Allahü teâlânın görüleceğine inanmalı, nasıl görüleceği düşünülmemelidir. Çünkü Allahü teâlânın işleri akl ile anlaşılmaz.
Muhammed aleyhisselâm, Allahü teâlâyı mi’râcda gördü. Bu görmesi dünyâdaki baş gözü ile görmek gibi değildi. Evliyânın görmesi dünyâ ve âhıret görmeleri gibi değildir. Ya’nî (rü’yet) değildir. Onlara “Şühûd” hâsıl olmaktadır.
Mü’minler Allahü teâlânın cemâlini görmekle şereflendikleri zaman, sevinçlerinden Cennetin türlü türlü ni’metlerini unuturlar. Çünkü Cennet ni’metleri, Allahü teâlânın cemâlini görmek şerefi yanında, denize nazaran zerre mesabesindedir.
Âkil baliğ olan her mükellefe, Allahü teâlânın birliğine, peygamberlere ve meleklere îmân etmesi farzdır. Muhammed aleyhisselâm Hâtem-ül-enbiyâ (peygamberlerin sonuncusu) olup, nübüvvet (nebîlik) ve risâlet (resûllük) O’nunla son bulmuştur. O’ndan sonra nebî ve resûl gelmeyecektir. Muhammed aleyhisselâm enbiyânın (peygamberlerin) önde gideni, seçilmişlerin en ilerisidir.
Resûlullah efendimizin (s.a.v.) getirmiş olduğu yüce İslâm dîni nesh olmaksızın (yürürlükten kaldırılmadan) ve değiştirilmeden kıyâmete kadar devam edecektir.
Resûlullah efendimizin (s.a.v.) mi’râc mu’cizesi hakdır. Vukû’ bulması husûsu mütevâtir haberle sabit olmuştur. Bütün Ehl-i sünnet âlimleri mi’râcın vukû’ bulduğu husûsunda ittifâk ettiler. Dinde mütehassıs âlimler, hicretten bir sene evvel Receb ayında, uyanık iken, rûh ve beden ile mi’râca yükseldiğini bildirdiler. Nitekim İsrâ sûresi 1. âyet-i kerîmesinde meâlen: Her türlü noksanlıktan münezzeh olan O Allahdır ki, kulunu (Hazreti Muhammed aleyhisselâmı) gece Mescid-i Haram’dan (Mekke’den alıp) o etrâfını mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya kadar götürdü. O’na âyetlerimizden (kudretimize delâlet eden acâibliklerden) gösterelim diye yaptık” buyuruldu. Âyât’dan maksad, İsrâ gecesinde Peygamber efendimizin (s.a.v.) müşâhede ettikleri husûslardır. Peygamberlerle karşılaşması, Sidre-i müntehâ, Beyt-i ma’mur ve başka hâdiselerdir.
Bütün peygamberler küfür ve günahtan ma’sûm (korunmuş) durlar. Peygamberlik vazîfesinden azledilmezler (vazîfeden alınmazlar). Kadınlar peygamber olamazlar. Kadın cinsinden peygamber gelmemiştir. Hür kimseler peygamber olur.
Kıyâmet alâmetlerinden olmak üzere Muhammed Mehdî zuhur edip, ondan sonra Deccâl ortaya çıkacak. Kırk gün doğuda ve batıda fesâd ve kötülük tohumlarını saçtıktan sonra, Hazreti îsâaleyhisselâm gökyüzünden inip. Deccâl’i ortadan kaldıracaktır.
Ehl-i sünnet âlimleri sözbirliği ile bildirdiler ki, âhır zamanda Deccâl zuhur edip, doğu ve batı arasında kırk gün hayat sürecek. Her milletten özellikle yahudi milletinden çok kimse ona tâbi olacaktır. Onun emriyle; bulut yağmur yağdıracak, yeryüzü bitki bitirecektir. İnsanlar arasından bir kimseyi öldürüp diriltecek. Harab yerlere uğrayıp gizli hazînelerini ortaya çıkaracaktır. İlâhlık iddiasında bulunup insanları kendine ibâdet etmeye çağıracaktır. Bu sırada Îsâ aleyhisselâm yere inecek, Deccâl’i öldürecektir. Yahudi milleti perişan olacak, müslümanlar onları buldukları yerde kılıçla öldüreceklerdir. Hattâ arkasına gizlendikleri taşlar; “Ey Allahın kulları, işte burada yahudi vardır” diye nidâ edecek ve müslümanlar varıp onları öldüreceklerdir. Mişkât-ül-Mesâbih’de yazılı bulunan Abdullah bin Ömer’den rivâyet edilen hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: “Îsâ bin Meryem yere inip evlenecek ve evlâdı olacaktır. Yeryüzünde kırkbeş sene kaldıktan sonra vefât edip benim kabrime defn olunacaktır. Ben ve Îsâ bin Meryem, Ebû Bekr (r.a) ve Ömer (r.a.) arasında kıyâm edeceğiz.”
Rivâyet olunur ki Îsâ aleyhisselâm Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin evliyâsından olup, O’nun şeriatı üzere hükmedecektir. O’nun ilk askerleri Eshâb-ı Kehf olacaktır. O zaman yeryüzünde öyle bir huzûr ve güven olacak ki, koyun kurt ile birlikte yaşayıp, çocuklar yılanlarla oynayacaktır. Hazreti Îsâ’ya Mesih de denilir.
Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk, Resûlullah (s.a.v.) efendimizin ilk halîfesi ve Sahâbe-i Kirâmın en fazîletlisidir. Onun fazilet ve üstünlüğünde şüphe yoktur. Peygamberlerden sonra insanların en üstünü Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk’dır. “Eğer Ebû Bekr’in (r.a.) îmânı ile yeryüzünde bulunan kimselerin îmânı tartılsaydı, Ebû Bekr’in îmânı ağır gelirdi” hadîs-i şerîfi onun yüksekliğinin delîlidir.
Ebü’d-Derdâ (r.a.), birgün Hazreti Ebû Bekr’in önünde gitmekteyken, Resûlullah efendimiz (s.a.v.) onu görünce; “Senden daha hayırlı bir kimsenin önünden mi yürüyorsun’ Allaha yemîn olsun ki, peygamberlerden sonra Ebû Bekrîden (r.a.) daha üstün bir kimse üzerine güneş doğmamış ve batmamıştır” buyurdu. Peygamber efendimiz (s.a.v.) hastalandığı sırada Hazreti Ebû Bekr’i imamete vekîl etmişdi. Peygamber efendimizin (s.a.v.) techîz, tekfin ve defnedilmesinden önce, Hazreti Ebû Bekr’in halifeliği husûsunda İcmâ’ı ümmet vukû’ bulmuşdu.
Fârûk-ı a’zam Ömer bin Hattâb da (r.a.), Hazreti Osman’dan daha yüksek ve faziletlidir. Hazreti Ömer müslüman olunca, küfür ile îmânın arasını veya Hak ile batılın arasını ayırdığı için, “Fârûk” denilmiştir. Hazreti Osman’a da, Peygamber efendimizin (s.a.v.) Rukayye ve Ümmü Gülsüm ismindeki kızlarıyla evlendiği için, iki nûr sahibi ma’nâsına, “Zinnûreyn” denilmiştir. Ehl-i sünnet âlimleri sözbirliği ile bildirdiler ki, Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk’dan sonra Eshâb-ı Kirâmın en faziletlisi Hazreti Ömer’dir. Şu hadîs-i şerîf onun yüksekliğine işâret etmektedir. “Ümmetimin en hayırlısı Ebû Bekr’dir. Ondan sonra Ömer’dir, Benden sonra peygamber gelmeyececektir. Eğer benden sonra peygamber gelseydi Ömer bin Hattâb olurdu. Şeytan Ömer’in (r.a.) gölgesinden kaçar. Ömer nerede bulunursa hak (doğru) oradadır.”
Birgün Cebrâil aleyhisselâm gelip; “Yâ Muhammed! Allahü teâlâ Hazreti Ömer’e selâm gönderip, “Benim kendinden râzı olduğum gibi kendi de benden râzı mıdır?” diye suâl etmenizi emr ediyor” buyurdu. Hazreti Ömer’in yüksekliğini ve faziletini anlatan birçok hadîs-i şerîf ve haberler vardır.
Hazreti Osman da, Hazreti Ali’den efdaldir. Hazreti Osman’ın faziletiyle ilgili birçok hadîs-i şerîf ve haber vârid olmuştur. Peygamber efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Eğer kırk tane kızım olsaydı bir tanesi kalmayıncaya kadar Osman’la evlendirirdim.” Başka bir hadîs-i şerîfde; “Yâ Osman! Sen benim dünyâda ve âhırette dostumsun. Beni hak peygamber olarak gönderen Rabbime yemîn olsun ki, Osman bin Affân’ın şefaati ile, Cehennemi hak etmiş yetmiş bin kişi hesâbsız Cennete girecektir” buyurarak Hazreti Osman’ın üstünlüğünü bildirdi.
Tebük gazâsından önce; “Ey îmân edenler! Gerek hafif (süvari), gerek ağırlıklı (piyade) olarak seferber olun ve mallarınızla, canlarınızla Allah yolunda cihâd edin. Eğer bilirseniz bu sizin için pek hayırlıdır” meâlideki Tevbe sûresi: 41. âyet-i kerîmesi nâzil oldu. O sırada Hazreti Osman-ı Zinnûreyn ticâret için ikiyüz deve yükü mal hazırlamıştı. Hepsini yükleriyle getirip Allah yolunda cihâd için sarf edilmek üzere sevgili Peygamberimize (s.a.v.) teslim etti. Hilâfeti esnasında birçok beldeler fethedilip, İslâm ülkesine katıldı ve islam sancağı çok uzak yerlere ulaştırıldı. Hazreti Ömer yaralanınca hilâfet konusunu Hazreti Ali, Abdürrahmân bin Avf, Talha, Zübeyr ve Sa’d bin Ebî Vakkas’ın (r. anhüm) aralarında istişâre etmelerini tavsiye buyurdu. Onların hepsi Hazreti Osman’ı halîfe seçip bî’at ettiler, tâbi olduklarını bildirdiler. Hilâfet müddeti oniki senedir.
Hazreti Ali de diğer Sahâbe-i Kirâmdan efdaldir. Eshâb-ı Kirâmın hepsi Hazreti Ali’nin Hazreti Osman’dan sonra en faziletli kimse olduğu husûsunda ittifâk ettiler. Peygamber efendimiz (s.a.v.) onun üstünlüğüyle ilgili olarak hadîs-i şerîflerinde buyurdu ki: “Ali’ye (r.a.) muhabbet bana muhabbettir. Bana muhabbet Allahü teâlâya muhabbettir: Ali’ye düşmanlık bana düşmanlıktır. Bana düşmanlık ise Allahü teâlâya düşmanlıktır” ve “Ali’nin (r.a.) bana olan yakınlığı, Hârûn peygamberin Mûsâ aleyhisselâma olan yakınlığı gibidir.” Hârûn aleyhisselâm Mûsâ aleyhisselâmın kardeşi, veziri ve muavini idi. Başka bir hadîs-i şerîfde; “Cennete girdiğimde Cennetin kapısı üzerinde; “Allahtan başka ilâh yoktur. Muhammed (aleyhisselâm) O’nun resûlüdür. Ali, Resûlullahın kardeşidir” yazılı olduğunu gördüm” buyuruldu.
Hazreti Osman âsîler tarafından şehîd edilince, Eshâb-ı Kirâm toplanıp Hazreti Ali’den halifeliği kabûl etmesini istediler. Hazreti Ali üç gün müddetle kabûl etmedi. Daha sonra Muhacirînin ileri gelenleri Hazreti Ali’ye gelip ikinci defa ısrar ettiler. Bunun üzerine Hazreti Ali halifeliği kabûl etti. Orada bulunan bütün Eshâb-ı Kirâm ona bî’at edip halîfeliğini kabûl ettiler.
Akıl ve baliğ olan kimse, cehli sebebiyle Allahü teâlâyı tanımaktan mahrûm olsa Allahü teâlânın huzûrunda özrü kabûl olmaz.
Bir kişinin korku hâlindeki îmânı (ya’nî Cehennemi ve azâblarını gördüğü zaman ölüm hâlindeki îmânı) makbûl değildir. Ya’nî o kimse Allah indinde mü’min değildir. Çünkü daha önce Allahü teâlânın emrine uyup îmâna gelmedi. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: “Bir kişi Cennetteki veya Cehennemdeki yerini görmeden ölmez,” Bu hadîs-i şerîfde bildirildiği gibi gerek mü’min, gerekse kâfir, vefât etmeden önce Cennet ve Cehennemdeki gidecekleri yerleri ve makamlarını görürler. Ömrünü küfür ve sapıklıkla geçirmiş olan bir kâfir ölürken, yukarıda zikredilen hadîs-i şerîfde bildirildiği üzere gideceği yeri, kendisi için hazırlanan azâbları ve cezayı görerek îmân etse, bu îmân Allahü teâlâ indinde makbûl olmaz. Çünkü Allahü teâlâ Mü’min sûresi 85. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Fakat azâbımızı gördükleri vakit, îmânları kendilerine fayda verecek değildir. Allahın kulları hakkında olagelen sünneti (nizâmı) budur. İşte kâfirler burada aldanmışlar, ziyana uğramışlardır” buyuruyor. “O kimseler ki, kötü işlerde ısrar ederken, onlardan birine ölüm gelip hayattan ümidini kesince; “Ben şimdi tövbe ettim” der. O kimseler için tövbe kabûl değildir. Kâfir oldukları hâlde ölenlere de tövbe yok. İşte biz onlar için âhırette acıklı bir azâb hazırlamışızdır” meâlindeki Nisa sûresi 18. âyet-i kerîmesinde bildirildiği üzere, kâfirin îmânı makbûl değildir. Fakat günahkâr mü’minin ye’s hâlindeki tövbesi makbûldür. Zîrâ Allahü teâlâ Şûra sûresi 25. âyetinde meâlen; “O’dur ki, kullarından tövbeyi kabûl buyuruyor, günahlardan affediyor. O bütün yaptıklarınızı bilir” buyuruyor. Bu âyet-i kerîme umûmîdir husûsi değildir.
Yapılması farz olan, namaz ve oruç gibi ibâdetler îmândan parça değildir. Her ne kadar bu iyi işler cenâb-ı Hakkın rızâsına kavuştursa da, îmân olmadıktan sonra yapılan hayır işler yok gibidir. Îmânda eksilme veya artma olmaz. Îmânın kalbdekı nûru itâat ve tâatle artar, günahlar ile noksanlaşır.
Bir kimsenin, İslâm dininin haram kıldığı zinâ, adam öldürme gibi işleri yapmasından dolayı dinden çıktığına hükmetmek caiz değildir.
Küfür, îmân edilmesi vâcib olan şeyleri inkâr etmek demektir. Küfür dört nevidir. Birincisi “Küfr-i inkârî”dir. Kalb ve lisanla bir şeyin inkâr edilmesidir. Ebû Cehl’in küfrü gibi. İkincisi “Küfr-i cuhûdî”dir. Kalbiyle bilip diliyle ikrâr etmemektir. İblîsin ve yahudilerin küfrü gibi. Çünkü, yahudiler Peygamber efendimizin (s.a.v.) hak peygamber olduğunu bildikleri hâlde îmân etmemişlerdir. Üçüncüsü “Küfr-i ârî”dir. Kalbiyle bilip, îmân eder, ancak başkalarından ar edip çekindiği için diliyle söyleyemez. Ba’zıları, buna küfr-i inâdî dediler. Dördüncüsü “Küfr-i Nifakı”dır. Diliyle kabûl ettiğini söyleyip kalbiyle tasdik etmemektir. İbn-i Ubey bin Selûl’ün küfrü gibi. En şiddetli küfür de budur.
Günahlar da iki kısımdır. Büyük günahlar ve küçük günahlar.
Büyük günahlar: İbn-i Ömer’den (r.a.) rivâyet edildiği üzere dokuz tanedir: 1- Allahü teâlâya şirk (ortak) koşmak, 2- Haksız yere adam öldürmek, 3-Nâmuslu ve iffet sahibi kadına zinâ isnâd etmek, 4- Zinâ, 5- Cihâddan, cephedeki düşman karşısından firar etmek, 6- Sihir yapmak, 7- Yetim malı yemek, 8- Müslüman olan anne ve babasının haklarına riâyet etmemek, 9- İlhad: Allahü teâlânın haram kıldığı husûslarda dinin emrinden çıkmak. Bunlara Ebû Hüreyre (r.a.); faiz yemeyi, Ali (r.a.) da hırsızlık ve içki içmeyi ilâve ettiler.
Ba’zıları ısrar olunan günah, büyük, ısrar olunmayan günah, küçüktür dediler.
Ehl-i sünnet âlimleri sözbirliği ile bildirdiler ki: Şirkten (Allahü teâlâya ortak koşmaktan) başka büyük günahlar mü’mini îmândan çıkartmaz. Ancak o kimse îmânı sebebiyle itaatkâr, günâhı sebebiyle âsîdir. Çünkü îmânın asıl mâhiyeti olan kalb ile tasdik mevcûddur. Allahü teâlâ Nisa sûresi 48. âyetinde meâlen: “Doğrusu Allah kendine eş koşulmasını (eş koşanın günahını) bağışlamaz. Ondan başkasını dilediği kimse için bağışlar ve mağfiret buyurur. Kim de Allaha eş koşarsa gerçekten pek büyük bir günah işlemiş olur” buyuruyor. Bu âyet-i kerîme; büyük günah işleyen kimselerden tövbe etmeksizin ölenlerin Allahü teâlânın affına ve bağışlamasına mazhar olacağına, şirk işleyenin af ve mağfiretten mahrûm kalacağına delâlet etmektedir.
Bir kimse cehâleti sebebiyle, küfür olduğunu bilmeyerek, istek ve ihtiyârıyla bir küfür sözünü söylese dinden çıkar İmânsız olur. O kimseye istiğfar, tecdîd-i îmân (îmân tazelemek) ve tecdîd-i nikâh (nikâh tazelemek) vâcib olur. Ancak bilmeyerek ve hatâ ile küfür sözü söylerse kâfir olmaz. Mü’mine yakışan ise bu çeşit sözlere lisânını alıstırmamaktır. Eğer bir kimse, ikrahla (ya’nî ölüm tehdidi veya herhangi bir uzvunun kesileceği tehdidi ile) küfür olan bir sözü söylerse, îmândan çıkmaz.
Küfre giren kimsenin yapmış olduğu iyi amellerinin sevâbı gider. Zevcesiyle (hanımıyla) arasındaki nikâhı bozulur. İmâm-ı Şafiî hazretleri; “Amelleri ancak küfür üzere devam ederse bâtıl olur” buyurdu. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretleri ise; “O vakitteki amelleri gider. Hac ibâdeti varsa iade etmesi gerekir. Zîrâ haccın vakti ömrün sonuna kadardır. Bunun gibi o vakite namaz kıldıktan sonra vaktin sonunda îmâna gelse, o namazın iadesi vâcibdir. Fakat irtidat ettiği (dinden çıktığı) günlerdeki geçmiş namazlarının kazası lâzım değildir” buyurmuştur. Kaldı ki mü’minin her sabah ve akşam tazarru ve niyaz ile; “Allahümme innî e’ûzü bike min en üşrike bike şey’en ve ene a’lemühû ve estegfiruke mimmâ lâ a’lemühû ve ente ta’lemü” duâsını okumalıdır.
Bir kimse şarap içip sarhoş olunca küfür sözünü söylese imansız olmaz. Ancak sarhoş iken talak ile ilgili sözünden dolayı talâkı vâki olur. (nikâhı gider). Köle azâd edeceğini söylemişse kölesi serbest olur. Yaptığı alış-veriş akdi sahih olur.
Âlem, bütün parçaları ile birlikde hâdisdir. Ya’nî, yok iken, sonradan var olmuşlardır. Yerler, gökler, herşey yok idi. Hıristiyanlar, yahudiler ve mecûsîler de, böyle inanmakdadırlar. Aristo, Fârâbî ve İbn-i Sînâ, madde kadîmdir dediler. İslâm âlimleri diyor ki: “Ezelî olan şey değişmez. Maddenin (elementlerin) fizik ve kimya özellikleri, hep değişmektedir. Maddeler, ezelde değişmemiş olsalardı, ebedî olarak, şimdi de, değişmezlerdi. Önceden değişmek yokdu. Sonradan değişmeler hâsıl oldu da denilemez. Çünkü değişmek için, bir kuvvetin te’sîr etmesi lâzımdır. Değişmek sonradan başlayınca, kuvvetin de sonradan var olduğu, ezelî olmadığı anlaşılır.” Görülüyor ki, maddenin ezelî olduğunu söylemek, tabiat kuvvetlerinin hadîs olduklarını, ezelî olmadıklarını ortaya koymaktadır.
Ahmed Âsım Efendi, yine diyor ki: “Allahü teâlâ, kadîm olmasaydı, hadîs olsaydı, onu yaratan bir yaratıcı bulunurdu. Bu yaratıcı kadîm ise, Allah O’dur. Hadîs ise, onu da yaratan biri lâzım olur. Böylece, kadîm olmayan yaratıcılar zinciri mevcûd olur. Bu zincire, “Teselsül” denir. Teselsül ise, muhaldir, olacak şey değildir. Teselsülün muhal olduğu, Burhân-ı tatbik ile isbât olunur: Birşeyin sonsuz yaratıcılarını birinciden başlayarak, sonsuz olarak yanyana dizelim. İkinci yaratıcıdan başlayarak ikinci bir sıra daha düşünelim. Sonsuza giden ikinci sıra, birinci sıradan bir noksan olduğu için, kısadır. Kısa olana sonsuz denilemez. İkinci sıra, sonsuz olamadığı için, bundan bir fazla olan birinci sıra da, sonsuz olamaz. Ya’nî, bir ucu sonsuza giden yarım doğru düşünülebilir. Fakat böyle birşey mevcûd olamaz. Teselsül olamaz. Sonsuz sayıda yaratıcılar olamaz. Sonsuz var olan bir yaratıcı olur. Bu tek yaratıcı, ezelîdir, ebedîdir, sonsuz olarak vardır. Varlığı kendindendir, başkasından değildir. Akıl ve baliğ olan kimse Allahü teâlânın sonsuz var olduğunu ve başka herşeyin yokdan var edildiklerini işittikten sonra, aklını kullanmayıp, düşünmeyip, buna inanmazsa veya aklını kullanıp, düşünüp de, bunu akıl kabûl etmez, fenne uygun değildir diyerek inanmazsa imansız olur. Cehennemde sonsuz azâb görür, yanar.” (İnsan, işitmediği için düşünmezse ve düşünmediği için de, anlamaz, îmân etmez ise, yine imansız olur. Cennete girmez. Fakat, Cehenneme de girmez. Kâfirlere yapılan azâb, buna yapılmaz. Hesabı görüldükten sonra, hayvanlar gibi, toprak olur, yok olur. Allahü teâlâ, İsrâ sûresinin 15. âyetinde meâlen; “Peygamber göndermedikçe azâb yapmayız!” buyurdu. Bu âyet-i kerîmeden anlaşılıyor ki, Allahü teâlânın var olduğunu, bir olduğunu anlamak için, tabiatdaki nizâmı, düzeni incelemek, peygamberlerin (a.s.) haber vermelerinden ve bu haberleri işiterek, okuyarak öğrendikten sonra farz olmaktadır. İbn-i Âbidîn mürted babında buyuruyor ki: Buhârâ âlimleri dediler ki: Peygamber gönderilmeden, tebliğ yapılmadan önce teklif yapılmaz. Eş’arî mezhebi böyledir. Muhtâr olan kavl de budur. Bu âlimler, “Yerleri, gökleri ve kendini gören, aklı başında bir kimsenin Allahü teâlânın varlığını anlamaması özür olmaz” sözünden murâd ve maksad, peygamberlerden (a.s.) işitdikten sonra, anlamaması özür olmaz demektir dediler.)
Sâlihlerin, velîlerin ve bütün mü’minlerin ölü ve diri olan kimseler hakkında yaptıkları duâlar te’sîrlidir ve faydaları duâ edilene ulaşır.
Ehl-i sünnet âlimleri sözbirliği ile bildirdiler ki: Hayatta olan ve ölmüş olan kimseler için mü’minlerin etmiş olduğu duâlar makbûl ve müessirdir.
Allahü teâlâ, Bekâra sûresi 186. âyet-i kerîmesinde meâlen; “(Ey resûlüm) kullarım sana benden sordularsa, muhakkak ki ben çok yakınımdır. Bana duâ edince duâ edenin duâsını kabûl ederim. O hâlde onlar da benim da’vetime koşsunlar ve bana hakkıyla îmân etsinler ki, doğru yola ulaşmış olsunlar” ve Mü’min sûresi 60. âyetinde meâlen; “Rabbiniz buyurdu ki: “Bana duâ edin size karşılığını vereyim” buyurdu. Bu âyet-i kerîmeler hayatta olan kimseler hakkında yapılan duânın te’sîrli olduğuna delîldir. Peygamber efendimiz (s.a.v.); “Ölülerinize hediye gönderiniz” buyurdu. Sahâbe-i Kirâm (r.anhüm); “Hediye nedir yâ Resûlallah?” diye sorunca; “Onlar için duâdır” buyurdu. Başka bir hadîs-i şerîfde de; “Ölünün mezardaki hâli imdâd diye bağıran denize düşmüş kimseye benzer. Boğulmak üzere olan kimse, kendisini kurtaracak birisini beklediği gibi, meyyit de babasından, anasından, kardeşinden, arkadaşından gelecek bir duâyı gözler. Kendisine bir duâ gelince, dünyânın hepsi kendine verilmiş gibi sevinmekten daha çok sevinir. Allahü teâlâ yaşayanların duâları sebebiyle ölülere dağlar gibi çok rahmet verir. Dirilerin de ölülere hediyesi, onlar için duâ ve istiğfar etmektir” buyurdu. Bu hadîs-i şerîfler, ölmüş bir kimse için yapılan duânın te’sîrli olduğuna delâlet etmektedir.
İmâm-ı Cezerî (r.aleyh), duânın kabûl olması için şu şartların olması gerektiğini bildirdi: Duâ eden kimsenin yedikleri, içtikleri, giydikleri ve kazancı helâl olmalı. Duâ ihlâsla yapılmalı, temiz elbiseli ve abdestli olarak kıbleye yönelmeli ve diz üstü oturarak elleri göğüs hizasında semâya kaldırmalıdır. Nafile namazdan veya sâlih bir âmel işledikten sonra hamd, sena ve salevât-ı şerîfe getirerek duâya başlamalıdır. Edeb, huşû’ ve kırık kalb ile Allahü teâlânın güzel isimlerini, peygamberleri ve sâlih kimseleri vesile ederek alçak sesle, günahlarını i’tirâf edip tövbe ve istiğfar ederek, hazır kalble, hayırlı ve güzel şeyleri cenab-ı Hakdan istemeli, sonunda tekrar hamd ve salevât-ı şerîfe okuyarak ellerini yüzüne sürmelidir.
Her insan vefât ettikten sonra, kabre defnedilince, Allahü teâlânın birliğinden suâl olunacaktır. Kabir suâli hakdır. Kabir suâliyle ilgili haberler tevâtür derecesindedir. “Allah îmân edenleri hem dünyâda hem âhırette (kabirde) sabit söz olan şehâdet kelimesi ile tesbit eder, tevhîde bağlı kılar. Allah zâlimleri (kafirleri) şaşırtır ve Allah dilediğini yapar” meâlindeki İbrâhim sûresi 27. âyeti, kabir azâbı ile ilgili olarak nâzil olmuştur. “Üzerinize idrar sıçratmayınız! Çok kimseye kabir azâbı bundan olacaktır” ve İbn-i Mes’ûd’dan rivâyet olundu ki: “Yâ Resûlallah (s.a.v.)! ölü, kabre konduğu vakit ilk karşılaştığı şey nedir?” diye suâl eyledi. Peygamber efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Yâ İbn-i Mes’ûd! Bunu bana senden başka kimse suâl etmedi. Ancak sen suâl ettin. Ölü kabre konulduğu vakit önce bir melek nidâ eder. O meleğin ismi “Rûmân”dır. Kabirlerin arasına girer der ki: “Yâ Abdellah! Amelini yaz!” O kimse der ki: “Benim burada ne kâğıdım var ne divitim var. Ne yazayım?” O melek der ki; “Bu söz kabûl edilmez. Senin kefenin kağıdındır. Tükrüğün mürekkebindir. Parmakların kalemindir. Melek kefeninden bir parça kesip verir. O kul dünyâda her ne kadar yazı yazmak bilmese de, orada sevâbını ve günâhını adetâ bir günde işlemiş gibi yazar. Bundan sonra melek o yazdığı kefen parçasını dürer, o ölünün boynuna asar” hadîs-i şerîfi ve başka hadîs-i şerîfler kabir suâlinin ve azâbının hak olduğuna delîldir.
İmâm-ı Süyûtî kabir suâlini görmeyecek kimseleri şöyle bildiriyor: Bunlar; şehîdler, Allah rızâsı için sınırda nöbet bekleyenler, Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a.), müslümanların âkil baliğ olmadan ölen çocukları, Cum’a gününde ve gecesinde vefât edenler, her gece uyumadan önce Mülk sûresini okumaya devam edenlerdir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Tercümet-il-kâmûs (Ahmed Âsım Efendi mukaddimesi.)
2) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 374
3) Sicilli Osmânî cild-3, sh. 283
4) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 183
5) Son asır Türk şâirleri (İbn-ül-Emin Mahmûd Kemâl) İstanbul 1330, cild-1, sh. 66
6) Ayine-i zurefâ (Cemâleddîn Efendi) sh. 65
7) Eshâb-ı Kirâm sh. 309
8) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 980
9) Târih-i Âsım, İstanbul, baskı târihi yok, muhtelif sayfalar.
10) Rehber Ansiklopedisi cild-1, sh. 120