ALİ BİN SADREDDÎN KONEVÎ

Hânefî mezhebi fıkıh âlimi olup, tasavvuf büyüklerindendir. Bedreddîn lakabı verilip, Konevî nisbet edildi, İmâm-ı Muhammed Birgivî’nin (r.aleyh), Birgivî vasıyyetnamesi ve Tarikat-ı Muhammediyye adlı eserlerini şerhetti. Ömrü boyunca ilim ve ibâdetle meşgûl olup, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirerek vakitlerini kıymetlendirdi. 1216 (m. 1801) senesinde vefât etti.

Ali bin Sadreddîn Konevî (r.aleyh), Birgivî vasıyyetnamesini şerhederken buyurdu ki:

“İmâm-ı Birgivî (r.aleyh), eserini yazmaya hamd ile başladı. Bunun sebepleri şunlardır: Birinci sebebi, Allahü teâlânın kitabına uymak içindir. Çünkü, ona hamd ile başlamak emrolunmuştur. İkincisi, Resûlullaha (s.a.v.) uymak içindir. Çünkü, Resûlullah (s.a.v.), hutbe ve va’zlarına hamd ile başlardı. Üçüncüsü, bu kitabı te’lîf etme saadetine erişmekten başka, üzerinde olan ni’metlerden dolayı edası vâcib olan şükürleri eda etmek içindir. Çünkü, ni’met verene şükretmek vâcibdir. Ahmed bin Abdullah Cerir; “Biz, insanın zâtına verilen seksenikibin ni’met saydık” buyurmuştur. Dördüncü sebep de, İslâm âdabı ile edeblenmek içindir. Zîrâ Allahü teâlâ, insanlara ve cinlere hamd etmelerini emreyledi. “Kulilhamdülillahi” buyurdu. Beşinci sebep, bir emr-i şerîfe hamd ile başlanmazsa o iş eksiktir. Onun faydası az olur.

Hamd dörttür: Kuldan Allahü teâlâya hamd, halktan devletin başındaki kimseye hamd, talebelerden hocaya hamd, fakirlerden zenginlere hamd. Bunlardan biri hakîkî hamd olup, diğer üçü mecazîdir. Hakîkî olanı, kulun Allahü teâlâya hamdetmesidir. Bütün hamdedicilerin hamdi, Allahü teâlâya mahsûstur.

Besmele: Misk-i anberden daha güzel kokulu, gün ve aydan daha nurludur. Cehennemden kurtuluş onunla, Cennette yüksek derecelere kavuşmak onunla, yine Cennette cemâlullahla şereflenmek onunladır. Besmele yazılı kâğıdı yerden kaldıranı, Allahü teâlâ sıddîklardan eyler. Nitekim Lokman Hakîm böyle bir ameli işlediği için hikmet ve nasîhata kavuştu. Cennette; bal, süt, su ve sâir içeceklerin ırmakları, büyük bir inciden yapılmış kubbenin içinde yazılı olan Besmelenin bir “he” ve üç “mim” harfinden akar. Besmele okuyan kimselerin o ırmaklardan içeceği bildirilmiştir. Beypazarî buyurdu ki: Allahü teâlânın üçbin ism-i şerîfi vardır. Binini melekler bilir, binini Peygamberler (a.s.) bilir, başkaları bilmez. Üçyüzü Tevrat’ta, üçyüzü İncîl’de, üçyüzü Zebur’da, doksandokuzu Kur’ân-ı azîmüşşândadır. Bir ismini, Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Bu üçbin esmâ-i şerîfenin ma’nâ-yı latifesi, Besmelede zikrolunan üç esmâ-i latifenin içine yerleştirilmiştir. Bir kimse bu Besmele-i şerîfeyi yerli yerince okusa, Allahü teâlâyı bütün isimleri ile zikretmiş gibi olur. Hazreti Ali’nin evlâdlarından nakledildi ki: Allahü teâlâ kalemi yaratınca “Bismillah” yazmasını emreyledi. Kalem, Allahü teâlânın ism-i şerîfini işitince mütehayyir (hayrette kalıp) olup iki parça oldu. Parçalanmış hâlde başını Levh üzerine koyup bin yıl yattı. Sonra Allahü teâlâ, kaleme; “Rahmânirrahîm” ism-i şerîfini işittirdi. Hemen iki parça bir araya gelip eski hâlini aldı.

Besmele-i şerîfe hakkında daha birçok faziletler vardır. Lisanlar onların hepsini anlatmaktan ve kalemler onları yazmaktan âcizdir. Bu faziletlerinden biri şudur. Îsâ (a.s.) birgün, bir kabrin yanından geçerken, azâb meleklerinin kabirdeki ölüye azâb ettiklerini gördü. Geçip işine gitti. İşinden dönerken yine o kabrin yanından geçti. Kabirdeki meyyitin başında rahmet meleklerinin toplandığını ve ona çeşitli ni’metleri ikram ettiklerini gördü, iki rek’at namaz kılıp, Allahü teâlâya bu işin sırrından suâl eyledi. Allahü teâlâ; “O meyyit âsî idi. Azâbımda mahbûs idi. Hayatta olan oğlancığı bugün hocaya başlayıp; “Bismillâhirrahmânirrahîm” dedi. Ben de, çocuğu dünyâda benim ismimi zikrederken, kabirde babasına azâb etmeyi keremime lâyık görmedim. Ona azâb etmekten haya edip, azâbımı kaldırarak rahmet ve ihsânım ile muâmele eyledim” buyurdu.

Besmele-i şerîfe ondokuz harftir. Azâb meleklerinin sayısı da ondokuzdur. Besmele-i şerîfeyi okuyan kimseyi, Allahü teâlâ, Besmele-i şerîfe hareketiyle bu ondokuz meleğin azâbından muhafaza eyler.

Gün ile gece (birgün) yirmidört saattir. Besmelenin ondokuz harfi beş vakit namaz ile yirmidört eder. Yirmidört saat içinde işlenen günahlara Besmele keffâret olur.

Abdullah İbni Abbâs (r.a.) şöyle rivâyet etti: Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Hoca çocuğa, Besmele okur, çocuk da söyleyince, Allahü teâlâ, çocuğun, anasının, babasının ve hocasının Cehenneme girmemesi için senet yazdırır.” Allahü teâlâ bu ni’metini cümlemize müyesser eylesin (Âmîn).

Hak teâlâ kullarına ba’zı şeyleri emretmiş ve ba’zı şeyleri de nehyetmiş, yasaklamıştır. Emîr ve nehyettiği şeylerin ba’zısını Kur’ân-ı kerîmde bildirerek, ba’zısını Resûlullahın (s.a.v.) dilinden hadîs-i kudsî veya hadîs-i şerîf şeklinde beyân ederek bildirmiştir. Hakîkatte emir ve nehyedici Allahü teâlâdır. Muhammed aleyhisselâm tebliğ edicidir.

Ba’zı şeyleri farz, ba’zı şeyleri vâcib, ba’zı şeyleri haram, ba’zısını tahrimen veya tenzîhen mekrûh, ba’zı şeyleri de mübah kılmıştır. Resûlullah efendimiz de ba’zı şeyleri sünnet ve ba’zı şeyleri müstehâb buyurmuştur.

Farz: Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmde yapılmasını açıkça emrettiği şeylere, ya’nî bu emirlere farz denir.

Farz üç kısma ayrılır: Bunlar da farzdan evvel farz, farz içinde farz, farzdan sonra farzdır. Farzdan evvel farz; Allahü teâlâyı bilmek, farz olan şeylerin ilmini bilmek, ya’nî ilmihâlini bilmektir. Farz içinde farz; bildikleri ile amel ederken ihlâs sahibi olmaktır. Farzdan sonra farz ise şirkten sakınmaktır. Bunları böyle bilmek ve inanmak herkese farz-ı ayndır.

Farzın i’tikâdı (farz olduğuna inanmak) farz, ilmi farz, miktarı farz, vakti farz, vaktinde edası farz, kazaya bırakırsa kazası farz, keffâreti lâzım olan farzların keffâreti farz, edada ve kazada niyeti farz, inkârı küfürdür. Riyası haram, ucbu haram, sum’ası (başkalarının işitmelerini istemek) haram, cehli haram, ya’nî bu bildirilen farzları bilmemek haramdır.

Farzı ehemmiyet vermediği için veya hafife aldığı için terketmemişse imansız olmaz. Fakat Cehennem azâbına lâyık olur. İnanmayan, ehemmiyet vermeyerek ve hafife alarak terkeden imansız olur. Bu farzlardan biri îmândır. İmânın altı şartına kalb ile inanıp, dil ile söylemek, âkil ve baliğ olan herkes üzerine farzdır. Bu altı şarttan birini inkâr eylese veya şüphe etse veya tereddüt eylese veya hâli-i zihn olsa (inanmak veya inanmamaktan birini bile düşünmese) mü’min olmaz. Abdest almak, cünüblükten gusletmek, beş vakit namaz kılmak, Ramazan orucunu tutmak, zenginlerin zekât vermeleri ve Kâ’be-i muazzamayı hac etmeleri gibi husûslar da, Allahü teâlânın kullarına farz kıldığı husûslardandır.

Vâcib: Vâcib oldur ki, onu Allahü teâlâ buyurmuş ola, buyurduğu şüpheli delîl ile belli olmuş ola. Ya’nî o delîlin delâleti kat’î olmaz ve başka birşeye delâlet etmesi ihtimâli olması. Vacibi işlemeyen, fâsık ve azâba müstehak olur. Allahü teâlânın muradı başka birşey olmak ihtimâli olduğu için vâcib olduğuna inanmayan imansız olmaz. Vitr namazı, zenginlerin Kurban bayramında kurban kesmeleri ve Ramazan bayramında fıtra vermek gibi...

Mübâh: işlenmesinde sevâb ve günah olmavan şeylerdir. Helâlliği sabit, nehyi de olmayan sevâb ve ceza beyân olunmayan şeylerdir. Oturmak, yatmak ve yürümek gibi. Eğer niyetsiz olursa mübah olur. Zira amel cisim gibi, niyet rûh gibidir. Ameller aynı olsa da niyetler değişik olur. Eğer yatmaktan maksat; “Vücûdumda olan yorgunluk gitsin de ibâdete kuvvet kazanayım, yahut teheccüd namazı kılmak için akşamdan uyuyayım, yahut dilimden mü’minler eziyet çekmesinler” olursa ibâdettir, sevâbtır.

Haram: Allahü teâlânın, “Yapmayınız” diye açıkça men ve yasak ettiği şeylerdir. Haramı işleyen Cehennem azâbına lâyıktır. Harama helâl diyen imansız olur. Haksız yere adam öldürmek, zinâ etmek ve köpek artığını yemek-içmek gibi. Köpek arttığı necistir, zarûret hâli müstesnadır.

Mekrûh: Resûlullah efendimizin (s.a.v.) beğenmediği ve ibâdetlerin sevâbını gideren şeylere denir. Onu işleyen azâba müstehak olmaz. Helâl diyen kâfir olmaz. Lâkin itaba, ya’nî azarlanmaya ve şefaatten mahrûmiyete lâyık olur. At etini yemek gibi. Ba’zı âlimler, bunun tenzîhen mekrûh olduğunu söylediler, sahih olanı da budur. Peygamberimizden (s.a.v.); “At etini yemek bizim için caiz midir?” diye suâl edildi. “Caizdir ve temizdir” buyurdu. Bu esnada müslümanların yiyeceğe ihtiyâçları vardı.

Daha sonra bir gazâda tekrar suâl edildi, at etini yemeye izin vermediler. Bu sırada yiyeceğe ihtiyâçları yok idi. Önceki hadîs-i şerîfi İmâm-ı Şafiî, sonraki hadîs-i şerîfi Ebû Hanîfe delîl aldı. Evlâ olan yememektir.

Sünnet: Allahü teâlânın açıkça bildirmeyip, yalnız Resûlullah efendimizin (s.a.v.) yapılmasını övdüğü, yahut devam üzere yaptığı, yahut yapılırken görüp de mâni olmadığı şeylere sünnet denir. Sünneti terk edene azâb olmaz. Lâkin ıtâba (azarlanmaya) müstehak olur. Misvak kullanmamak gibi. Dişi sararınca, ağız kokusu değişince, uykudan kalkınca, namaza durmadan önce misvak kullanmak mekrûhtur diyenlerin sözleri mu’teber değildir Eğer dişinin kanama korkusu varsa yavaş yavaş sürmeli, dişe ve dile de olsa sürüp, misvak kullanmayı terketmemelidir. Peygamberimiz (s.a.v.) dişleri misvâklayarak kılınan bir namazın, misvâksız kılınan yetmiş vakit namazdan efdal olduğunu beyân buyurmuşlardır. Oğlan çocuklarına da misvak kullanmayı âdet ettirmek müstehâbdır. Kadınların dişleri zayıftır. Onlar için sakız, misvak yerine geçer. Ezan ve ikâmet okumak, cemâatle namaz kılmak, oğlan çocuklarını sünnet ettirmek ve evlendiği vakitte yemek yedirmek sünnettir.

Sünnet ikidir. Biri sünnet-i müekkededir. Buna sünnet-i hüdâ da denilir, işlemesi vâcib hükmünde olup, terki de vacibin terki gibi tahrîmen mekrûh olduğu için, vâcib mesabesinde görüldü. Ba’zı ulemâ, sünnetin terki tenzîhen mekrûhtur dedi. Sabah namazının sünneti, yatsı namazının iki rek’at son sünneti, Cum’a namazının ilk ve iki rek’at son sünneti, akşam namazının sünneti, Cum’a namazının dört rek’at ilk sünneti ve dört rek’at son sünneti, müekked sünnetlerdendir. Biri de sünnet-i gayr-i müekkededir. İkindi ve yatsı namazının ilk sünneti gibi. Biri de sünnet-i kifâyedir. Ezan ve ikâmet sünneti gibi ki, bir müslüman okuyunca diğerinden sakıt olur. Resûlullah efendimizin (s.a.v.) dört halîfesinin de sünnetleri vardır. Hazreti Ebû Bekr’in sünneti, Kur’ân-ı kerîmi mıshaf hâline getirip toplamak. Hazreti Ömer’in sünneti Ramazan’ın başından sonuna kadar teravihi cemâatle kılmak. Hazreti Osman’ın sünneti, Cum’a günü hutbeden önce ezan okumak. Hazreti Ali’nin sünneti, her hafta, başını traş etmektir.

Müstehâb: Resûlullahın (s.a.v.) ömründe bir iki kere veya daha fazla işlemiş olduğu, fakat çok kere terk eylediği şeylere denir, işlemeyene ıtâb (azarlama), azâb ve şefaatten mahrûmiyet yoktur, işleyene ise, sevâb çoktur. Nafile namaz kılmak, nafile sadaka vermek, nafile oruç tutmak gibi.

Müstehâb da iki çeşittir. Biri Resûlullah efendimizin (s.a.v.) ümmetine öğretmek için ba’zı kere işlediği şeylerdir. İkincisi ulemânın müstehâb gördüğü şeylerdir. Hutbenin sonunda; “İnnallahe ye’müru bil-adli... “âyetini okumak ve Cum’a gününde zuhr-i âhır namazı kılmak gibi. Zuhr-i âhır namazını Resûlullah (s.a.v.) ve Eshâbı (r.anhüm.) kılmamış, sonra gelen ulemâ kılmışlardır. İmâm-ı Yûsuf, zuhr-i âhırdan sonra iki rek’at namaz daha kılmıştır. Peygamberimizin doğduğu günün yıl dönümünde sevinmek, mevlid okumak müstehâbdır, bunlara sevâb vardır. Sekiz rek’at teheccüd namazı, altı rek’at evvâbin namazı, iki rek’at abdestten sonra kılınan şükr-i vüdû’ namazı, dört rek’at tesbih namazı, iki rek’at husuf (ay ve güneş tutulması) namazı, Kur’ân-ı kerîmi ezberlemek için kılınan iki rek’at namaz, nikâh etmek için kılınan iki rek’at namaz, iki rek’at tövbe namazı, rüzgârın defi ve kar çokluğuna karşı kılınan iki rek’at namaz gibi, bunları kılmak müstehâbdır.

Ahlâk-ı zemîme (Kötü ahlâk):

“Mü’minler kalblerini temizleyip arıtsınlar. Mü’minlere sû-i zan etmekten sakınsınlar. Azıcık bir alâmet ile, şüphe ile onun günah işlediğine, kötü bir iş yaptığına hükmetmesinler. Mümkün oldukça onun sâlih olduğunu düşünsünler. Sû-i zan (mü’min kardeşini kötü bilmek) haramdır. Ama, namazı terk etmek, şarap içmek, zulüm etmek, yalan yere yemîn etmek, zinâ etmek gibi günahları işlerse, veyahut da galip zan ifâde eden; meyhâneye girmek, fâsıklarla ve zâlimlerle konuşmak gibi kuvvetli delîller bulunursa, böyle kimselere Allah için buğzetmek lâzım olur. Bu sû-i zan olmaz.”

İmâm-ı Birgivî (r.aleyh), ilk önce ahlâk-ı zemîmeyi anlattı. Çünkü bir yer bina edildikten sonra, ilk önce silinip süpürülür, sonra ipeklerle süslenir. Sehl bin Abdullah (r.aleyh); “Kerâmet, kötü bir huyu, güzel ahlâk hâline getirebilmektir” buyurdu. Resûlullah efendimiz (s.a.v.); “Ümmetimden bir taife, kötü ahlâkları sebebiyle sırat köprüsü üzerinden yağmur gibi Cehenneme dökülecektir” buyurdu.

Kalb bütün a’zâların başıdır. O iyi olursa bütün a’zâlar iyi olur. Allahü teâlâ; “Yâ eyyühellezîne âmenû” buyurdu. “Yâ” ile kalbe, “Eyyû” ile rûh’a. “Ha” ile nefse buyurur. Sanki; “Ey kalb huzûra gel, ey rûh rü’yete gel, ey nefs hizmete gel” buyurur.

Kalb hastalıklarından biri riyadır. Riya, âhıret amellerini yaparak, âhıret yolunda olduğunu göstererek, dünyâ arzularına kavuşmak demektir. Bunun üstünde küfür ve i’tikâdda bid’at vardır. Bunlar diğer kalb âfetlerinin en kötüleridir. Onun için riyaya şirk-i asgar (küçük şirk) denilmiştir. Bilhassa ücret karşılığı Kur’ân-ı kerîm okumaktan çok sakınmalıdır. Aldığı ücret haram olduğu gibi, dünyâ için okuduğu için de âsî, günahkâr olur. Riya sahibi, ameli ile halkın meylini kendisine çekmeye çalışır. “Oruç bizi zayıflattı”, “Çok az yemek yedim” gibi sözlerle, dünyâya meyletmediğini, ibâdete düşkün olup, zühd ve takvâ sahibi olduğunu söylemeye çalışır. “Sofi” desinler diye, onların giydiği kalın elbiselerden giyer, kısa, yamalı ve eski elbise giyer. Başkalarının onu bu haliyle sevmelerini ister. Ba’zıları da, başkasına gösteriş için güzel elbiseler giyer, evinde giydiği elbise ile başkalarının yanına çıkmaz. Va’z edenler, Kur’ân-ı kerîm okuyanlar, seslerini insanlara beğendirmek için ince ve hazîn bir şekilde çıkarırlar. “Kur’ân ezberledim” demek ve başkalarının doğru sözünü reddetmek de riyadır.

Kalb hastalıklarından biri de haseddir. Hased; kıskanmak, çekememek demektir. Allahü teâlânın ihsân ettiği ni’metin bir kimseden çıkmasını istemektir. Bu; sıhhat, mal, evlâd, ilim, reîslik, makam ve mansıp gibi şeylerde olur. Faydası olmayan, zararlı olan birşeyin, din kardeşinden ayrılmasını istemek hased olmaz, gayret olur. İlmini, mal-mevki ele geçirmek, günah işlemek için kullanan din adamından, ilmin gitmesini istemek gayret olur. Malını haram işlemek zulüm etmek, İslâmiyeti yıkmak için, bid’ati ve günahları yaymak için kullananın malının yok olmasını istemek de hased olmaz, din gayreti olur. Din kardeşindeki ni’metlerin onda olduğu gibi kendisinde de olmasını istemek hased olmaz, gıpta, imrenmek olur. Gıpta güzel bir huydur. İslâmiyetin ahkâmına, ya’nî farzları yapmağa ve haramlardan sakınmağa riâyet eden, gözeten sâlih kimseye gıpta edilmesi vâcibdir. Dünyâ ni’metleri için gıpta etmek tenzîhen mekrûh olur.

Kibir: Kalb hastalıklarından biri de kibirdir. Kendisini başkalarından üstün görmek demektir ki, haramdır. Hadîs-i şerîfde Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlâ buyuruyor ki, kibriyâ, üstünlük ve azamet bana mahsûstur. Bu ikisinde bana ortak olanı Cehenneme atarım, hiç acımam.” Allahü teâlânın emrine muhalefet edip de ilk defa kibirlenen şeytan oldu. Şeytan, Hazreti Âdem’e secde etmekle emrolununca; “Ben ondan üstünüm. Toprağa karşı niçin secde edeyim” diyerek kibirlendi. “Beni ateşten, onu çamurdan yarattın” deyip Rabbine karşı geldi. Ateşin alevini, latîfliğini ve ışık yaydığını görünce, onu sudan ve topraktan üstün sandı. Hâlbuki üstünlük, kendini üstün görmekte değil, tevâzu göstermekle olur. Kibirden çok sakınmak lâzımdır. Fakirlerin da’vetine gitmemek, iki parmak ile yemek yemek (üç parmakla yemek lâzımdır), sofraya düşen yiyecekleri yememek, uzun elbise giymek, kibrinden elbisesinin söküğünü dikmemek, yemek pişirmemek, evinin hizmetini görmemek, hizmetkârı ile beraber yemek yememek, fakirlerin yanına oturmamak kibirdir. Resûlullah efendimiz (s.a.v.), koyun sağar, merkebe biner ve ev hizmetini görürdü.

Ucb: Kalb hastalıklarından biri de ucbdur. Ucb, yaptığı ibâdetleri ve iyilikleri kendinden bilip, onlarla övünmek demektir. Ni’meti ulu görüp, ni’meti göndereni unutmak ve ni’mete meyletmek de ucbdur. Ucb, ni’meti verenle aradaki bağı unutup, amelin ve ibâdetinin de Allahü teâlânın tevfik ve ihsanıyla olduğundan gâfil olmaktır. Ucbun sebebi, cehâlettir, ilâcı, herşeyin Allahü teâlâdan olduğunu bilmektir.

Hıkd: Kalb hastalıklarından biridir. Kin tutmak demektir. Bir dünyâ mes’elesi için kalbiyle sevmemek, o kimseden nefret ederek ona düşman olmak, başkasını aşağı görmek, o kimse hakkında kötülük düşünmektir. Ama bir kimseyi başkalarına ve kendisine zulmettiği için sevmemek veya fısk ve günâhından dolayı sevmemek hıkd olmaz. Bu gadab-ı fillah, Allahü teâlânın rızâsı için sevmemektir.

Hubb-ı dünyâ: Kalp hastalıklarından biridir. Kişinin dünvâda zevk etmek istemesidir. Eğer, haram ile zevk etmek isterse haram olur. Eğer helâl ile zevk etmek isterse haram değildir. Ama mezmûmdur, kötülenmiştir. Gönül verip çoğalmasına çalışmamak lâzımdır. Peygamberimiz (s.a.v.); “Dünyâyı sevmek bütün günahların başıdır” buyurdu. Dünyâ mel’ûndur. Allahü teâlânın düşmanıdır, ibâdetlerin yapılmasına mâni olur. Günah işlemeye ve Cennette derecelerin düşmesine sebep olur. Dünyâ belâ ve mihnet yeridir. Buradan zevk almak istemek ahmaklıktır. Zîrâ zevk Cennettedir. Akıllı kimse dünyâya gönlünü bağlamaz.

Bakma bunun karasına akına,
Gönül verme bostanına bağına.

Dâr-ı dünyâ bir misâfirhânedir,
Göç bayrağın kurmayan divânedir.

Dünyâ, hevâ, şeytan, nefsin; almak diler îmânını,
Al ibret, lütf et, uyan, ısmarla Hakka canını.

Şayet öğüt tutmaz isen, fikr-i kefen etmez isen,
Doğru yola gitmez isen, anmazlar adın sânını.

Abdullah İbni Abbâs (r.a.) şöyle rivâyet etti: Resûlullah (s.a.v) buyurdu ki: “Kıyâmet gününde dünyâyı, kötü kokulu bir kocakarı sûretinde mahşer yerine getirirler. Mahşer ehli; “Bu kimdir?” diye sorduklarında, melekler; “Bu sizin muhabbet edip öğünerek kıskandığınız, birbirinize buğz edip küstüğünüz dünyâdır” derler. Sonra dünyânın Cehenneme atılması murâd olununca dünyâ; “Yâ Rabbî bana tâbi olanlar vardı” der. Hak teâlâ dünyâyı ehli ile birlikte Cehenneme atar.”

Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki: “Dünyalık olan şeylerin Allah indinde sivrisinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfire bir yudum su vermezdi. Allahü teâlâ dünyâya rahmet nazarı ile nazar etmedi. Siz de nazar etmeyip ikrah ediniz.” Dünyâyı taleb edenin âhıretten nasîbi olmaz.

Hubb-ür-riyâset: Hubb-ür-riyâset; başkan olmak sevgisi ve herkes tarafından bilinip tanınan bir adam olmayı sevmektir. İnsanlara hükmetmek, ders vermek, va’z vermek gibi kendisini insanlara tanıtacak mevkilerde bulunmayı sevmektir. Hubb-ür-riyâset, her halükârda mislinin bol olmamasını istemektir. Bu işte hırslı olanlar, ilmi ve malı kendisine eşit bir adam, onun yaptığı işi yapsa bundan hoşlanmazlar. Hubb-ür-riyâsetin, insanın dînine zararı sürüye salınmış aç kurdun zararından daha çoktur. Köpeği ve çobanı olmayan bir sürüye bir kurt girdiği zaman, o koyunlardan birini bile sağ koymaz. Bir makama bir mevkiye geçmek, başkan olmak arzusunun, dünyâ zevkleri, geçici lezzetler için olması kötülenmiştir. Allahü teâlânın dînine hizmet için olanı ise kötülenmemiş, bilâkis övülmüştür.

Makam, mansıp üzerine hırslı olmayan, ilim ve fazilet sahibi kimseye böyle bir vazîfe teklif edildiği zaman kabûl etmesi lâzımdır. Kabûl etmemek daha iyidir. Zîrâ İmâm-ı a’zam (r.aleyh) kadılığı bile kabûl etmemiştir.

Tûl-i emel: Kalb hastalıklarından biri de, tûl-i emel sahibi olmak olup, zevk ve safa sürmek için çok yaşamağı istemektir. Allahü teâlâya daha çok ibâdet etmek için uzun ömür istemek caiz ve mendûbtur. Peygamberimize (s.a.v.); “İnsanların en iyisi kimdir?” diye sorulunca; “İnsanların en iyisi, ömrü uzun ve ameli güzel olan kimsedir” buyurdu. “İnsanların en kötüsü kimdir?” denilince de; “İnsanların en kötüsü, ömrü uzun ameli kötü olandır” buyurdu.

Kalb hastalıklarından biri de, nefs-i emmârenin arzusuna tâbi olmaktır. Nefsi, yiyecekten, giyecekten, binadan, kadından ve başka türlü lezzetlerden neyi isterse, onları helâl ve haram demeden toplamaya çalışmaktır.

Kalb hastalıklarından biri de fakirlikten korkmaktır. Fakirlikten korkmak, Allahü teâlâya sû-i zanda bulunmaktır. Allahü teâlânın takdîrinden incinmek demektir. Allahü teâlânın takdîrine râzı olmak vâcibdir. O’nun takdîrine incinen kimse, râzı olmamış olur ve günahkâr olur.

Resûlullah efendimiz (s.a.v.) zamanında, Sa’lebe bin Ebî Hâtib isminde bir kimse vardı. Çok fakir idi. Her gece hücre-i saadete gider, Resûlullah efendimizden bir hadîs-i şerîf duyabilmek için çırpınırdı. Kendisine birazcık dünyalık verilmesi için duâ etmesini Resûlullaha (s.a.v.) rica etti. Resûlullah da (s.a.v.) ona duâ etti. Allahü teâlâ ona koyun verdi. Kısa zamanda sürü sahibi oldu. Sonra işinin çokluğundan namaza gelmez oldu. Zekât nisâbına mâlik olunca, Resûlullahın zekât istemek için gönderdiği me’mûra zekâtını vermedi. “Ben yahudi değilim, cizyeyi yahudiler verir” demek küstahlığında bulundu. Bir müddet sonra Resûlullaha (s.a.v.) zekâtını gönderdi. Kabûl buyurulmadı. Sonraları Hazreti Ebû Bekr ve Hazreti Ömer de kabûl etmediler. Hazreti Osman’ın halifeliği zamanında öldü. Belinde hıristiyanlık alâmeti olan zünnârın bağlı olduğunu gördüler.

Fakirliğin sebepleri çeşitlidir: Dünyâ malı toplamakta çok hırslı olmak, günahta ısrarlı olmak, işlerinde hîle yapmak, zekâtını vermemek, namazda ta’dîl-i erkânı terk etmek, seher vaktinde uyumak, eli arkasında yemek yemek, dişi ile tırnağım kesmek, ekmek ufağına basmak ve sabah namazında mescidden erken çıkmak.

Kalb hastalıklarından biri de övülmeyi sevmektir. Elin alkışlamasını sevmek ve arzu etmek, şirk-i asgar olan riyanın alâmeti ve delîlidir.

Nefsinin garazından dolayı hiddetlenip gadaba gelmek de kalb hastalıklarındandır. Sakınmak lâzımdır. Ama Allah için gadaba gelmek güzeldir, övülmüştür. Allahü teâlânın yasaklamış olduğu bir kötülüğü görünce gadab etmek böyledir.

Kalb hastalıklarından biri de, hak sözü kabûl etmemekte inâd etmektir. Hakkı bildiği hâlde inkâr etmek ve doğruyu kabûl etmekten ar eylemek kibir alâmetidir. Resûlullah efendimiz (s.a.v): “Kalbinde zerre kadar kibir bulunun kimse Cennete girmez” buyurdu.

Hiçbir kıymeti olmayan dünyalık şeylere karşı haris olmaktan, ya’nî başkasının elinde olan malda gözü olmaktan sakınmalıdır. Tama’ ve bahlden de (cimrilikten de) sakınmak lâzımdır. Resûlullah (s.a.v.); “Dikkat ediniz! Allahü teâlânın Cennetine koymayı va’dettiği ve benim de kefil olduğum kimseler cömertlerdir. Allahü teâlânın Cehennemine koyacağını bildirdiği kimseler cimrilerdir” buyurunca, Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm); “Cömert ve bahîl kimdir?” diye suâl ettiler. Resûlullah efendimiz (s.a.v.); “Cömert, malında bulunan Allahü teâlânın hakkında cömertlik edendir. Bahîl, Allahü teâlânın hakkını men edendir ve Rabbine cimrilik edendir. Haramdan kazandığını isrâf ederek dağıtmak cömertlik değildir” buyurdular.

Tamah sahibi, ağzında kemik bulunan köpeğe benzer ki, bu köpek bir su üzerine varınca, suda görünen kendi şeklini başka bir köpek zanneder. Onun ağzındaki kemiği alacağım derken kendi ağzındaki kemiği de kaybeder.

Hazreti Âdem bir kimse gördü. “Sen kimsin?” dedi. “Ben akılım” dedi. Hazreti Âdem; “Makamın nerdedir?” dedi. “Makamım dimağdır” dedi. Sonra güzel bir kimse daha gördü. “Sen kimsin?” dedi. “Ben hayayım” dedi. Hazreti Âdem; “Makamın nerdedir?” dedi. “Makamım gözdür” dedi. Sonra pis suratlı bir kimse daha gördü. “Sen kimsin?” dedi. “Ben İblîsin oğluyum” dedi. Hazreti Âdem; “Makamın nerdedir?” dedi. “Makamım dimağdır” dedi. Âdem (a.s.); “Dimağ aklın makamıdır” dedi. “Ben varınca akıl çıkar” dedi. Sonra bir kimse daha gördü. “Sen kimsin?” dedi. “Ben hışım’ım” dedi. “Makamın nerdedir?” dedi. “Makamım gözdür” dedi. Adem (a.s.); “Göz hayanın makamıdır” dedi. “Ben varınca o çıkar” dedi. Bir kimse gadaba gelse, şeytan beynine, hışım gözüne girer, Allah korusun belki selâmet bulmaz.

Resûlullah efendimiz (s.a.v.); “Bir kimse gadaplandığı zaman abdeat alsın. Zira gadap ateştir, onu su söndürür” buyurdu. Bir hadîs-i şerîflerinde de; “Bir kimse intikama gücü yeterken gadabını yenerse, Allahü teâlâ onun kalbini îmân ile doldurur” buyurdu.

Hazreti Ömer (r.a.) halîfe iken, üzerinde bir gömleği vardı. Gömleğin oniki yerinde yaması vardı. Hazreti Fâtıma; “Beş yıldan beri Hazreti Ali ve benim döşeğimiz bir koç postudur. Gündüz üzerinde devemize yem veririz, gece yere döşeriz” buyurdu.

Sabreden fakirler, Allahü teâlânın sevgili kullarıdırlar. Mü’mine yakışan Allahü teâlânın sevdiği bu insanları mahbûb edinip, onları hakîr görüp horlamaktan uzak olmaktır.

Başkasının aybını araştırmamalıdır. Resûlullah efendimiz (s.a.v.); “Bir kimse mü’min kardeşinin aybını araştırırsa, Allahü teâlâ da onun aybını araştırır. Allahü teâlâ, aybını araştırdığı kimseyi evi içinde de olsa rüsvây eder” buyurdu.

Yine buyurdu ki: “Bir kimse bir mü’min kardeşini, bir fâsıkın ayıbından ve mekrinden kurtarırsa, Hak teâlâ kıyâmet gününde ona bir melek müvekkel kılar, vücûdunu Cehennem ateşinden korur.”

Emânete hıyânet etmemelidir. Resûlullah (s.a.v.) emânete hıyânet eden kimse için; “İmânı olmayandır” buyurdu. Bu hadîs-i şerîfi açıklayan Ehl-i sünnet âlimleri; “Îmân-ı kâmili yoktur” şeklinde te’vîl etmişlerdir. Gerek Hak teâlânın hakkını, gerekse kullarının hakkını yerine getirmek vâcibdir. Ademoğluna emânet çoktur, imân, akıl, haya, dil, göz, el, ayak, kulak, vücûd, evlâd, hanım, mal ve başkaları hep emânettir.

Peygamberimiz (s.a.v.) “Din kardeşini aldatmak ona hıyânettir” buyurdu. Kıyâmet günü hâinler ve gaddarlar için zulümleri miktârı rüsvây bayrağı dikilecektir. Mahşer halkı içinde rüsvây olacaklar; “Yâ Rabbî! Bu rüsvâylığı ben görmeden Cehenneme ulaşmayı kolaylaştır” diye yalvaracaklardır.

Ahlâk-ı hamide (Güzel ahlâk):

Evlâdıma, arkadaşlarıma ve cümle din kardeşlerime vasıyyetim, kalblerini güzel ahlâkla donatmaları, belâlara, mihnet ve sıkıntılara, hastalık ve diğer musibetlere sabırla katlanmaları, metanetsizlik göstermemeleridir.

Kalblerini güzel ahlâkla bezesinler, donatsınlar. Ya’nî ahlâk nûru ile yıkasınlar, Cennet ipekleri ile döşesinler, takvâ yorganı ile örtünsünler, helâl yastığı ile yaslansınlar, sabır sofrasını yaysınlar. Nitekim Resûlullah (s.a.v.); “Cümle ilmin başı sabır, yarısı îmândır” buyurmuştur. İnsan, mübtelâ olduğu belâya sabretmeli, tövbe ve istiğfarda bulunmalıdır. Musibete uğrayan kişi, uğradığı musibet yüzünden kahırlansa, yüzü değişip ağlasa bile, kimseye şikâyet etmeyip saçını sakalını yolmazsa, yine sabır sevâbına kavuşur.

Hazreti Ebû Bekr’in dişi tam bir sene boyunca bütün şiddeti ile ağrıdı. Sıkıntısını Allahü teâlânın hiçbir kuluna bildirmedi. Bir yıldan sonra Allahü teâlâ, Cebrâil (a.s.) vasıtasıyla Muhammed aleyhisselâma bildirdi. Peygamberimiz (s.a.v.) Hazreti Ebû Bekr’e; “Sen bir yıldır diş ağrısı çekermişsin. Şimdi Rabbim bana bildirdi. Niçin bana bildirmedin? Sana bir ilâç yapsa idik” buyurdu. Ebû Bekr (r.a.); “O’ndan gelen birşeyi başkasına söylemeğe utandım” dedi.

Musibete düçâr olunca, hâlini başkasına şikâyet etmeyip, kendisini bundan men edenlere, sevâbları, âhırette sayısız olarak verilir. Resûlullah (s.a.v.); “Bir kimsenin malına veya canına bir belâ isâbet etse, onu gizleyip kimseye şikâyet etmese, o kimseyi bağışlamak, Allahü teâlânın üzerine vâcib mertebesinde olur” buyurdu. Sabır, her ibâdetin ve her günahdan kaçınmanın aslıdır. Hâsseten günâha başlamaktan alıkoyar.

Evlâdım ve din kardeşlerim tevfîz eyleyip, bütün işlerini Allahü teâlâya ısmarlayalar. Herkesin işlerini gören, arzu ettikleri murâdlarına kavuşturan O’dur. Onlara birşeyi veren de vermeyen de ancak O’dur. Allahü teâlâdan sonu belirli olmayan birşey istendiği zaman; “Yâ Rabbî! Hayır ise müyesser et” demelidir. Zira hayrı olmayan birşeyin yokluğu, varlığından hayırlıdır.

Karun, Mûsâ’nın (a.s.) amca çocuğu ve kızkardeşinin de kocası idi. Allahü teâlâ Mûsâ’ya (a.s.) Tevrat’ı altın ile yazmasını emredince; “Yâ Rabbî! Altını nerede bulayım?” dedi. Hak teâlâ, Cebrâil’i (a.s.) gönderdi.

Mûsâ’ya (a.s.) kimyayı öğretti. O sıralarda Karun gayet fakir ve çoluk-çocuk sahibi idi. İbâdete de çok düşkün idi. Gündüzleri birşey yemez, oruç tutar, geceleri uyku uyumaz, ibâdetle meşgûl olurdu. Ailesinin nafakasını te’min etmek telâşından kurtulup da Allahü teâlâya ibâdetini arttırması için Mûsâ (a.s.), ona kimyayı öğretti. Karun’un o kadar malı oldu ki, hazînelerinin anahtarlarını develer taşırdı. Atına bindiği zaman bin köle ve bin câriyesi de atlarına binerlerdi. Herbirinin atlarının eğerleri ve giydikleri altın idi. Ama, malı arttıkça ibâdet etmez oldu. Allahü teâlâ Mûsâ’ya (a.s.) vahyedip, Karun’un malından zekât almasını emretti. Karun hesâb etti. Malının zekâtı gözüne çok geldi. Vermeğe râzı olmadı. Mûsâ (a.s.) vermesi için ısrar etti. Karun, zekâtını vermediği gibi Mûsâ’ya da (a.s.) düşman oldu. İsrâiloğulları içinde cemâl sahibi (güzel) bir kadın vardı. Karun bunu evine çağırıp çok mal verdi. “Mûsâ (a.s.) (Hâşâ!) benimle zinâ etti” diye iftira etmesini istedi. Birgün Mûsâ (a.s.), İsrâiloğullarını başına toplamış nasihat ediyordu. “Bir kimse hırsızlık etse elini kesmek gerek, eğer yol kesse başını kesmek gerek, eğer zinâ etse taş ile taşlamak gerek” buyurunca, Karun; “Yâ Mûsâ! Sen de zinâ edince (Hâşâ!) hüküm yine böyle midir?” dedi. Mûsâ (a.s); “Evet böyledir” buyurdu. Karun; “Benim şahidim vardır. Sen filan kadına zinâ ettin (Hâşâ!)” dedi. Kadın ortaya geldi. İftira atmağa yeltendi.

Hak teâlâ kadının kalbine korku verdi. Doğruyu söyledi. “Mûsâ (a.s.) benim yanıma gelmedi. Benden haberi yoktur. Ama Karun, Mûsâ’ya (a.s.) iftira etmem için bana çok mal verdi. Ben Allahtan korkarım, Kelîm’i olan Mûsâ’ya (a.s.) iftira etmem” dedi. Mûsâ (a.s.), Karun’dan Allahü teâlâya şikâyet eyledi. Hak teâlâ; “Onu helak etmekte yeri senin hükmünde kıldım” buyurdu. Mûsâ (a.s.), asasını yere vurdu. Karun’un tahtına işâret eyledi. Karun’un tahtını yer yuttu. Karun ayaklarına kadar yere battı ve yalvarmaya başladı. Mûsâ (a.s.) iltifât etmedi. “Yâ yer! Yut!” buyurdu. Karun tepesine kadar yere battı. Sonra İsrâiloğulları, Mûsâ (a.s.) için; “Malının kendisine kalması için Karun’u yere yutturdu” dediler. Mûsâ (a.s.) da, duâ etti. Karun’un mallarını, hazînelerini, neyi varsa hepsini yer yuttu.

Ey kardeşim! Karun’un helak olmasına üç şey sebep oldu: 1- Dünyâyı sevmek. 2- Zekâtını vermemek. 3- İftira etmek. Bu üç şeyi sen de terk eyle, yoksa helak olursun.

Evlâdıma ve din kardeşlerime vasıyyetim, Allahü teâlânın ni’metlerini bilip, karşılığında Allahü teâlâya ta’zim, kulluk ve ibâdet etmeleridir. Kur’ân-ı kerîmde, İbrâhim sûresi 7. âyet-i kerîmede meâlen “Ni’metlerime şükrederseniz, elbette arttırırım” buyuruldu. Ni’mete şükür ni’meti arttırdığı gibi, ni’mete şükrün terki, hem ni’metin elden gitmesine, hem de azâba sebep olur. Allahü teâlâ yine İbrâhim sûresi 7. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Eğer siz şükrü terk ederseniz, muhakkak benim azâbım şiddetlidir” buyurdu. Asıl şükür, şükürden âciz olduğunu i’tirâf etmektir.

Mü’minler, kalblerini Allah korkusu ile bezeyip donatsınlar. Hadîs-i kudsîde Allahü teâlâ; “İzzetim hakkı için bir kulumda iki havfı (korkuyu) ve iki emni (güveni) bir araya getirmem. Eğer dünyâda benden korkarsa kıyâmette onu emîn ederim. Eğer dünyâda benden emîn olursa kıyâmette onu korkuturum” buyurdu.

Mü’minler, dâima Allahü teâlânın rahmetini ummalıdırlar. Ne kadar âsî ve günahkâr olursa olsun, Allahü teâlâdan ümidini kesmemelidir. Nitekim hadîs-i kudsîde Allahü teâlâ; “Ey Âdemoğlu! Sen duâ edip rahmetimi umduğun müddetçe, senden olan şey üzerine senin için mağfiret etmekten kaçınmam. Ey Âdemoğlu! Sen yeri doldurmaya yakın hatâ ile bana gelsen, şirk koşmuş olmadığın müddetçe, ben de sana yer dolmağa yakın mağfiret ve ihsân ederim. Ey Âdemoğlu! Senin günâhın semânın safhasına yetişse, bundan sonra benden mağfiret taleb etsen, mağfiret ederim” buyurdu.

Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Eğer mü’minler, Hak teâlânın gadabının ne kadar olduğunu bilselerdi, Cennete girmekten kat’i olarak ümit keserlerdi. Eğer kâfirler, Hak teâlânın rahmetinin miktarını bilselerdi, Cennete girmeğe tamah ederlerdi” buyurdu. Allahü teâlâ birçok şeyi saklayıp gizledi. Rahmetini tâat içinde, gadabını günahlar içinde, evliyâyı kulları içinde gizleyerek, kullarının beyn-el-havf ver-recâ içinde olmalarını istedi. Beyn-el-havf ver-recâ: “Mahşer ehlinden biri ehl-i Cehennemdir” deseler; “Acaba o ben miyim?” diye düşünmektir. Yine; “Mahşer ehlinden biri ehl-i Cennettir” deseler yine; “Acaba ben miyim?” diyerek, kişinin kalbinin sakin olmaması, ümîd ve korku içinde olması demektir.

Dünyâdan ya’nî haram, mekrûh ve şüpheli şeylerden yüz çevirmelidir. Resûlullah (s.a.v.); “Dünyâ mel’ûndur ve içinde olanlar da mel’ûndur. Yalnız Allahü teâlânın zikrine tâbi olan, ilim öğreten ve ilim tahsil eden hâriçtir” buyurdu.

Birgün Îsâ (a.s.), üç kişi ile beraber giderken yolda iki kerpiç altın gördüler. Îsâ (a.s.); “Bırakın gidelim. Bu fitnedir” buyurdu. Fakat onlar tamah edip aldılar, Îsâ (a.s.), onlardan ayrılıp gitti. Onlar da arkadaşlarından birini; “Balta getir de, bu altın kerpiçleri parçalayıp pay edelim ve hem de yiyecek getir, yiyelim” diyerek pazara gönderdiler. O kimse pazara varınca yiyeceğin içine zehir koydu. Onları öldürüp altınların hepsine sahip olmayı düşündü. Onlar da, onu pazardan gelince, öldürüp altını aralarında paylaşmayı plânladılar. Arkadaşları pazardan gelince, onu öldürdüler. Malı aralarında pay ettiler. Sonra da arkadaşlarının getirdiği yiyecekleri yediler. O ikisi de, zehirlenip öldüler. Îsâ (a.s.), işini bitirip tekrar oraya gelince, üç adamın da ölmüş olduğunu, altın kerpicin de, çamur kerpiçler arasında durduğunu gördü, Îsâ (a.s.), o altına ayağı ile vurup yuvarladı ve; “İnsanlar, birbirlerini senin yüzünden katlederler” buyurdu.

Maişeti düşük de olsa, kanâat etmelidir. Resûlullah efendimiz (s.a.v.); “Allahü teâlânın başkasına muhtaç olmaktan kurtulacak kadar şeyle rızıklandırdığı ve Allahü teâlânın verdiği şeye kanâat etmeyi ihsân ettiği kimse, muhakkak kurtuluşa erdi” buyurdu.

Cömert olmalıdır. Cömertliğin en yüksek derecesi, kendisi muhtaç iken malını başkasına vermektir. Resûlullah (s.a.v.); “Allahü teâlânın velî kulları, cömertlik ve güzel huy üzere yaratıldılar” buyurdu.

Cömertlik dört türlüdür: Birincisi can cömertliği olup, şehîdliktir. İkincisi ten cömertliğidir ki, âşıklara mahsûstur. Onlar güç ve kuvvetlerini Allah yolunda harcarlar. Üçüncüsü, cömertlere mahsûs olan mal cömertliğidir. Dördüncüsü, zâhidlere mahsûs olan gönül cömertliğidir. Zâhidler, dünyâda hiçbir şeye bağlanmazlar, hep âhıret ile meşgûl olurlar.

Allahü teâlâya olan minnetini zikretmek de güzel huylardandır. Her tâat ve ibâdetin Allahü teâlânın tevfîki ve lütfu ile olduğunu iyi bilmeli, ucba düşmemelidir. Yapılan ibâdet ve tâatın sevâbını çoğaltıp büyülten şey, ucbtan kaçınarak Allahü teâlâya olan minnetini ortaya koymaktır. Ucb (ya’nî yaptığı ibâdetleri ve iyilikleri beğenerek bunlarla övünmek) tehlikesi ortaya çıkarsa, minnetini ya’nî Allahü teâlânın kendisine yaptığı lütuf ve ihsânı düşünmek vâcibdir. Ya’nî herşey Allahü teâlânın kerem ve ihsânıyladır. İmân, ilim, amel, evlâd, hanım ve kendisine verilen diğer ni’metler, hep Allahü teâlânın kerem ve ihsânıyladır.

Evliyânın birine; “Kerâmete ne ile kavuşulur?” diye sordular. Buyurdu ki: “1- Sükût ile, 2-Açlık ile, 3- Uykusuzluk ile, 4- Halktan ayrılmak ile, 5- Devamlı Allahü teâlâyı zikretmek ile kerâmete kavuşulur.”

İhlâs ile ibâdet etmek de güzel huylardandır. İhlâs, ibâdeti yalnız Allahü teâlâya yaklaşmak için yapmaya denir. Nefsânî ve dünyevî şeyler için ibâdet etmeyip, yalnız Allahü teâlânın rızâsı için yapmaktır. Resûlullah (s.a.v.); “Bir kimse dünyâda, şeriki olmayan Allahü teâlâ için ihlâs üzere beş vakit namazı kılmak ve zekâtı vermek sûretiyle dünyâdan uzak olsa, o kimse Allahü teâlâ kendisinden râzı olduğu hâlde vefât eder” buyurdu.

Bana vasıyyet eyle” dedi. Resûlullah (s.a.v.); “İhlâs ile az amel sana yeter” buyurdu. İhlâsın meyvesi ihsândır. İhsân da, Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet etmektir.

İsrâiloğullarından âbid (çok ibâdet eden) bir kimse vardı. Allahü teâlâya nice yıllar ibâdet eylemişti. Birgün Hak teâlâ, onun hâlini ve ihlâsını meleklere bildirmeyi diledi. Bir meleğe emredip; “Filan âbide var; bu yaptığın ibâdetlerden sana fayda yoktur. Niye bu kadar çalışırsın? de” buyurdu. Melek de, varıp âbide bunları söyledi. Âbid; “Biz ibâdet için yaratıldık. Öyle olunca, bize lâyık olan; bize faydası olsun veya olmasın ibâdetimizde olmaktır” diye cevap verdi. Melek; “İlâhî! Sana malûmdur ki; âbid bana bu cevâbı verdi” dedi. Allahü teâlâ hitâb buyurup; “Ben ona azâb edeceğimi haber verdim. Rahmetimden ümîdsiz eyledim. Hâlâ ibâdetten yüz çevirmedi. Ondan yüz çevirmek benim keremime lâyık mıdır? Ey meleklerim! Cümleniz şâhid olsun ki: ben bu kulumun her ne miktarda günâhı varsa, cümlesini affedip rahmet eyledim” buyurdu.

Allahü teâlâya tevekkül etmelidir. Tevekkül, rızık ve sâir işleri husûsunda Allahü teâlâya dayanmaktır. Sebeplere yapışmak, tevekküle zarar vermez. Onun için muhtaç olanlara çalışarak kesb (kazanmak) farz kılındı. San’atına, malına, kuvvetine, beye, kadıya, kadıaskere ve başkalarına güvenmemelidir. Bunların hepsi âciz birer kuldur. Allahü teâlâ murâd etmeyince onlar, hiçbirşey yapamazlar.

Tevâzu sahibi olmalıdır. Tevâzu, kendisini herkesten aşağı görmektir. Bu, kullar için büyük fazilettir. Kişinin tevâzu göstermesi güzeldir. Ancak kendini çok çok aşağı kılmak, tabasbus, yaltaklanmak kötüdür. İlim talibinin dînini öğrendiği hocasına ve bu ilmi birlikte tahsil eden arkadaşlarına aşırı tevâzu’u kötü değildir.

İnsanlara nasihat edip, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmelidir. Nasihat etmek, başkalarının iyi yolda olmasını istemektir, vâcibdir. Peygamberimiz (s.a.v.); “Din nasihattir” buyurdu.

Allahü teâlâya hüsn-i zan etmek vâcibdir. Salah ve fesâd ihtimâli olan işlerinde mü’minlere hüsn-i zan etmek mendûbdur. Günah işlediği görülmeyen (âdil olan) mü’minlere hüsn-i zan vâcibdir. Sû-i zan haramdır. Mümkün oldukça sâlih olduğunu düşünmek lâzımdır Başkalarının kendisi hakkında ettikleri hatâ ve kusurları affetmelidir Nitekim Bekâra sûresi 237. âyet-i kerîmede meâlen; “Sizin affetmeniz, takvâca daha yakındır. Af, intikam almaktan efdaldir” buyuruldu.

Resûlullah (s.a.v.); “Ey Eshâbım! Cennette derecenin ziyâde olmasına sebep olan şeyi sizlere haber vereyim mi?” buyurunca, Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm); “Evet, yâ Resûlallah (s.a.v.)” dediler. Resûlullah (s.a.v.); “Sana cahillik edene sen yumuşaklık göster. Sana zulmedeni, sen affeyle. Sana vermeyene, sen ver. Sana gelmeyene sen git” buyurdu.

İbn-i Kays anlatır: “Bir câriyem var idi. Birgün ocakta pişirdiği yemeği getirirken elindeki tencereyi düşürüp, kızgın yemeği kucağımdaki çocuğun üstüne döktü. Çocuk öldü. Câriyenin korkudan beti-benzi attı. “Korkma ey câriye! Seni azâd eyledim” dedim.” İşte bu iş müttekîlerin (Allahü teâlâdan korkanların) işidir. Bu hikâyedeki gibi, günde yüz kerre affetmek caizdir. Allahü teâlâ, o kimsenin yüz türlü günâhını affeder.

Nefsin arzu ve isteklerine muhalefet etmelidir. Zîrâ nefsin arzu ettiği şeylerin hepsi zararlıdır. Hiçbir faydası yoktur. Nitekim Kur’ân-ı kerîmde Yûsuf sûresi 53. âyet-i kerîmede meâlen; “Nefs, gerçekten kötülüğü şiddetle emreder” buyuruldu.

Birkaç çeşit nefs vardır: Nefs-i emmârenin özellikleri: Bahl, hırs, cehl, kibir. Nefs-i mühmelenin özellikleri: Kanâat, tevâzu, tövbedir. Nefs-i râdiyenin özellikleri: Kerâmet, ihlâs, riyâzettir. “Kıyâmet günü iyi nefs de kötü nefs de pişman olacaktır. İyiler, daha fazla iyilik etmediklerine; kötüler, kötülüklerinin daha az olmadığına pişman olacaklar” buyurulmuştur.

Kendi ayıbını görmeli, başkalarının ayıblarını araştırmamalıdır. Mü’mine en uygun olanı, kendi ayıbları ile meşgul olup, onları mümkün olduğu kadar gidermeye çalışmaktır. Çünkü bir kimse, kendi ayıbı ve günâhı ile Allahü teâlâya karşı edebsizlik ettiğini ve cenâb-ı Hakkın yarattıklarındaki hikmetleri düşünse, sekerât-ül-mevt (ölüm hâli), kabir, kıyâmet ve hesâb hâllerini hatırlasa, başkalarının ayıbına bakmaz. Nitekim Hasen-i Basrî (r.aleyh); “Ben hiçbir kimsenin ayıbıyla meşgûl olup, onun ayıbından haberdâr olmadım. Çünkü kendi ayıbım her tarafımı sarmış iken başkasının ayıbını görmem doğru değildir” buyurdu. Resûlullah da (s.a.v.); “Kim mü’min kardeşinin ayıbını dünyâda gizlerse, Allahü teâlâ da dünyâda ve âhırette onun ayıbını gizler” buyurdu.

İnsan; 1- Acaba ibâdet ve tâatimiz kabûl olur mu, olmaz mı? 2- Acaba, Allahü teâlâ günâhımızı affeder mi, etmez mi? 3- Acaba Resûlullahı (s.a.v.) görür müyüz, görmez miyiz? diye düşünmeli, başkalarının ayıbları ile meşgûl olmamalıdır.

Söyleyen kim olursa olsun hakkı, doğru sözü kabûl etmelidir. Her ne kadar hak acı ise de hatâsını i’tirâf etmekten ar etmemeli, hemen doğruya yönelmelidir.

Bütün günahlarına vakit geçirmeden tövbe etmelidir. Resûlullah (s.a.v.); “Tövbe eden hiç günah işlememiş gibi olur” buyurdu. Tövbe; haram işledikten sonra pişman olup, Allahü teâlâdan korkmak, bir daha yapmamağa azmetmek, karar vermektir. Ya’nî tövbe etmeye sebep, yalnız Allah korkusu olmalıdır. Dünyâda zarar hâsıl olmasından korkarak pişman olmak tövbe olmaz. Kazası ve istihlâli (helâlleşmesi) lâzım olmayanlarda tövbe, kalb ile pişman olup, bir daha işlememek için tövbe etmek ve dil ile istiğfar etmekle olur. Eğer üzerinde kul hakkı varsa sahibi veya vârisi ile helâlleşmelidir. Eğer hiçbir şekilde hak sahibini bulup hakkını ödeyemezse ve hak sahibi mü’min ise, ona hayr duâ etmeli, onun günahlarının affı için Allahü teâlâdan mağfiret dilemeli, onun için sadaka vermelidir. Sevâblarını hak sahibine bağışlamalı, âhırete borçlu gitmemeye çalışmalıdır.

Eğer Allahü teâlâ ile ilgili ise; kazası lâzım olan ibâdetleri kaza etmeli, keffâreti lâzım olanların keffâretini yerine getirmelidir. Meselâ oruç keffâretinde, kaza için birgün keffâret için altmış gün oruç tutmalıdır.

Allahü teâlâ sevdiği kulunu derde mübtelâ eder. Çektiği eziyet ve sıkıntılar, günahlarının affolmasına ve derecesinin yükselmesine vesile olur. Başkalarının da ibret almasına sebep olur.

Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Kâmil tövbe yedi şeyden yedi şeye dönmektir. Biri, cehâletten ilme dönmektir. Ya’nî ilm-i hâlini öğrenmektir. İkincisi, günah işlemekten tâate dönmektir. Üçüncüsü, haramdan helâle dönmektir. Dördüncünü, yalandan doğruya dönmektir. Beşincisi, riyadan ihlâsa dönmektir. Altıncısı, kibirlenmekten alçak gönüllülüğe dönmektir. Yedincisi, bütün gece uyumaktan bir miktar namaz kılmaya dönmektir.”

Takvâ sahibi olmalı, Allahü teâlâdan çok korkmalıdır. Bütün evlâdıma ve din kardeşlerime vasıyyetim, takvâya sıkı sarılmalarıdır. Çünkü, ondan faziletli birşey yoktur. Allah indinde insanların en iyisi, takvâsı en fazla olanıdır. Kur’ân-ı kerîmde Allahü teâlâ takvâ sahiblerini medhettiği kadar, hiçbir şeyi medhetmedi. Başka ameller, takvâsız kabûl olmaz. Nitekim Mâide sûresi 27. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allahü teâlâ ancak, takvâ sahiplerinin kurbanını kabûl eder” buyuruldu. Kabûlden murâd sevâbı noksan olur, sâlih amel için söz verilmiş olan mertebeye, dereceye kavuşamaz, bu derecelere ancak takvâ ile kavuşulur demektir. Yoksa sahih olmaz demek değildir.

Takvâ sahibi olmayanların amelleri bâtıl ve fâsid olmaz ve kazası lâzım gelmediği gibi, terk eden için bildirilen azâba da müstehak olmaz. Ancak, yapılan amelin karşılığı olan sevâb, müttekîlere verilen gibi olmaz. Takvâ, Allahü teâlâdan korkarak günahlardan kat’î olarak kaçınmağa denir. Takvâ sahibi olabilmek için; büyük ve küçük bütün günahlardan sakınmak, kalbini ve uzuvlarını takvâyı yok edici şeylerden korumak lâzımdır. Kalb, göz, kulak, dil, el, ayak, karın gibi uzuvları Allahü teâlânın yasaklamış olduğu şeylerden korumalı, emirleri ile süslemelidir.

Hazreti Ali bir gazâda, kâfirlerden biri ile vuruşup onu alta düşürdü, göğsüne bastı, öldüreceği sırada, kâfir yattığı yerden Hazreti Ali’nin mübârek yüzüne tükürdü. Hazreti Ali onu katletmekten vaz geçip ayağa kalktı. Kâfiri serbest bıraktı. Adam bu işe hayret etti. “Yâ Ali! Beni katletmeye yatırdın. Yüzüne tükürdüğüm için, bana daha çok eziyet ederek öldüreceğin yerde, beni serbest bıraktın. Sebebi nedir?” dedi. Hazreti Ali; “Seni katletmeye azmettiğimde, azmim Allah rızâsı içindi. Yüzüme tükürünce kalbime gadab geldi, sana kızdım. Derhal hatırıma; gadabını def edip yutanlar için Allahü teâlânın Cennet va’deylediği geldi. Bu yüzden seni salıverdim” buyurdu. Kâfir, bu hâlden ibret alıp îmânla şereflendi.

Şimdi ey mü’min kardeşim! Kalbini güzel ahlâkla donatmak böyle olur. Yoksa bir kimseden bir miktar sıkıntı görünce, mukâbele edip, ona iki misli kötülük etmek, güzel ahlâk sahibinin husûsiyeti değildir. Böyle yapmak kötülenmiştir.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Şerh-i Vasıyyetnâme-i Birgivî

2) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 772