AHMED SA’ÎD-İ FÂRÛKÎ

Hindistan evliyâsının büyüklerinden. Seyyid Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin talebelerinin üstünlerindendir. İsmi, Ahmed Saîd bin Ebî Saîd bin Safi bin Azîz bin Muhammed Îsâ bin Muhtesib-ül-ümme Şeyh Seyfeddîn-i Fârûkî bin Muhammed Ma’sûm bin İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî’dir (r.aleyhim). Künyesi Ebü’l-Mekârim, lakabı Sirâc-ül-evliyâ (evliyânın ışığı) olup, nisbesi Fârûkî, Müceddidî ve Serhendî’dir. İkinci halîfe Hazreti Ömer-ül-Fârûk soyundandır. Bunun için Fârûkî diye nisbet edilmiştir. 1217 (m. 1802) senesi Rebî’ul-âhır ayında, Hindistan’da Rampûr şehrine bağlı Mustafa âbâd beldesinde dünyâya geldi. 1277 (m. 1861) senesi Rebî’ul-evvel ayının ikinci günü öğle ile ikindi arası vefât etti. Vefâtında, Medîne-i münevverede Resûlullah efendimizin mübârek mihrabının yanında bulunuyordu. Yüksek ceddi Hazreti Ömer’in cenâze namazının kılındığı yerde namazı kılınıp, Bakî’ kabristanında defnolundu. Kabri, Hazreti Osmân-ı zinnûreynin kabri yakınındadır.

Ahmed Sa’îd-i Fârûkî, yüksek babası Ebû Sa’îd’in en büyük oğlu idi. Ebû Saîd, kıymetli cevher misâli olan bu oğlunu çok güzel terbiye edip yetiştirdi. Küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi ezberledi.

Ebû Sa’îd, Seyyid Abdullah-ı Dehlevî’nin sohbet ve hizmetlerinde bulunmakta idi. Ahmed Sa’îd de babası ile birlikte o vilâyet güneşinin sohbetlerine devam etmeye başladı. Bu sırada henüz on yaşında idi.

Abdullah-ı Dehlevî (r. aleyh), onun evliyâlık yolundaki istidâd ve kabiliyetinin fevkalâde olduğunu keşf yolu ile anladığından, onu çok sever ve iltifât ederdi. Onun terbiyesi ve yetişmesi ile bizzat alâkadar olup, onu kendi evlâdı yerinde tutardı. Çok defa; “İnsanlardan bir çocuk istedim. Şeyh Ebû Sa’îd’den başkası, çocuğunun işlerini bana havale etmedi. Ya’nî, çocuğunu yetiştirmem için bana teslim etmedi. Ben de onun çocuğunu (Ahmed Saîd’i) kendi evlâdım yerinde tutuyorum” buyurmuştur.

Bir cevher misâli olan Ahmed Sa’îd’i, hocası Abdullah-ı Dehlevî o kadar severdi ki, sohbet esnasında, insanların çokluğundan oturacak yer bulunmadığı zamanlarda bile, onu görünce hemen yanında yer açar, oturtur ve ona uzun müddet teveccühde bulunurdu. Ahmed Sa’îd-i Fârûkî, hocasının yanında ma’nevî kemâlâta kavuştuktan sonra, onun emir ve işâretleri ile, o zamanda bulunan âlimlerden zâhirî ilimlerdeki tahsilini de tamamladı. Böylece, aklî ve naklî zâhirî ve bâtınî ilimlerde pek derin ve çok ileri bir âlim, olgun ve yüksek bir velî oldu. Devamlı olarak, ilim, ibâdet, zikr ve tâat ile meşgûl olur, bir ânını boş ve beyhude yere harcamaz idi. Diğer hocalarından tam bir icâzetle me’zûn olup hilâfet aldığında, daha yirmi yaşına girmemiş idi. Otuziki yaşında iken de Abdullah-ı Dehlevî’den me’zûn olarak, talebeleri ma’nevî olarak terbiye edip, yetiştirmek üzere vazîfelendirildi.

Abdullah-ı Dehlevî hazretleri bir defasında buyurdu ki: “Mevlânâ Şeyh Ahmed-i Saîd; ilim, amel ve Kur’ân-ı kerîmi ezberleme bakımından, babası Ebû Saîd’e benzemektedir.” Başka bir defasında da buyurdu ki: “Bu oğlu (Ahmed Sa’îd), babasından (Ebû Sa’îd’den) daha faziletlidir.”

Ebû Saîd, hacca gittiğinde, yerine vekîl olarak bu oğlunu bıraktı. Babasının vefâtından sonra da yerine geçip vekîli oldu. O da hocalarının yolu olan Müceddidiyye yolunu yaymak, bu büyüklerin temiz kalblerinden nehirler misâli gelmekte olan feyz ve bereketleri, Hak âşıklarının kalblerine akıtmak husûsunda çok büyük hizmette bulundu. Talebelerine, başka hocalardan yıllarca, uzun zamanlarda öğrenemeyecekleri husûsları, büyük bir maharetle çok kısa zamanda öğretir, hiçbirini mahrûm bırakmazdı. Talebelerine olan şefkat ve merhameti, bir annenin çocuklarına olan şefkatinden az değildi. Talebelerinin geçimlerini, maddî ihtiyâçlarını, bizzat kendisi karşılardı. Talebelerine; tefsîr, hadîs, fıkıh, Mektûbât-ı şerîf ve Mesnevî okuturdu.

Delhi’de uzun müddet kalıp talebe yetiştirdikten sonra, orada büyük bir fitne meydana geleceği ilham yoluyla kendisine bildirildiğinden, 1273 (m. 1856) senesinde çoluk-çocuğu ve yakınları ile birlikte hicret ederek Hicaz’a gitti. Orada yerleşti. Bu yüksek yolun ince bilgilerini, kalbe âid yüksek ma’rifetleri ilim ve edeb âşıklarına sunmaya devam etti. Ömrünün sonuna kadar orada bu hizmeti sürdürdü.

Ahmed Sa’îd-i Fârûkî hazretleri, Delhi’den ayrıldıktan bir sene sonra, İngilizler Hindistan’da büyük bir fitne çıkardılar. Bu fitne büyük-küçük herkesi kuşattı. Müslümanların çoğu Medîne-i münevvereye hicret etti. Kalanların çoğu da şehîd edildi. Sultan İkinci Behâdır Şah, iki zevcesi ve iki oğlu ile birlikte Kalkute’ye götürülüp hapsedildi. Büyük zâtlarla ma’mûr olan Delhi şehri harabe hâline geldi. Allahü teâlâ, Ahmed Sa’îd hazretlerine, yakınlarıyla birlikte o memleketten hicret etmesini ilham ederek, onu bu fitneden muhafaza eyledi. İngilizler onu da yakalayıp şehîd etmek istediler ise de, Allahü teâlâ onlara fırsat ve imkân vermedi.

Ba’zı kaynaklarda Ahmed Saîd hazretlerinin, İngiliz fitnesi başladığında Hindistan’da bulunduğunu, fitne esnasında hicret ettiğini, fitnecilerin ona zarar veremediklerini, hattâ heybetinden korkarak yardımda bile bulunduklarını bildirmektedir.

Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevverede ilim talibleri Ahmed Sa’îd hazretlerinden çok istifâde edip, feyz ve ma’rifetler elde ettiler. Kendisi bir taraftan talebe yetiştirirken, bir taraftan bu yüksek yolda daha çok ilerlemeye ve çalışmaya gayret ediyordu. Resûlullah efendimizin (s.a.v.) kabr-i şerîflerini ziyâret ettikçe, daha yüksek feyz ve ma’rifetlere sâhib oldu. Bu sırada kendisine; “Seni ve kıyâmete kadar seni tevessül edenleri (seni vesile ederek bana duâ edenleri) af ve mağfiret eyledim” ilhamı geldi. Kendisinden önce, üstâdlarının ve dedelerinin seçilmişlerinden sâdece birkaçına nasîb olan bu müjdeyi almakla çok sevindi. Allahü teâlâya, O’nun Resûlüne ve bu yolun büyüklerine olan muhabbet ve bağlılığı daha da arttı.

Ahmed Sa’îd-i Fârûkî’nin, Abdülganî ve Hâfız Abdülmugnî isimlerinde kardeşleri olup, onlar da tasavvuf yolunda çok ilerlemiş, ilim, irfan sahibi olmuş, çok mübârek zâtlar idiler.

Ahmed Saîd hazretlerinin üç oğlu vardı. Birincisi Muhammed Mazhar olup, 1248 (m. 1832) senesinde doğdu. 1301 (m. 1883) senesi Muharrem ayının onbirinde Medîne-i münevverede vefât etti. Kabri, mübârek babasının yanındadır. Fârisî olarak, babasının ve hocalarının hâllerini ve yüksek makamlarını anlatan Makâmât-ı sa’îdiyye kitabını yazmıştır.

Daha çocuk yaşta iken dedesi Ebû Saîd hazretleri bu torununu çok sever; “Bu çocukta yüksek ilim kokusu var. Yakında şânı her tarafta duyulacak ve herkes feyzinden istifâde edecektir” buyururdu. Hakîkaten de Muhammed Mazhar çok kısa zamanda yetişti. Dokuz yaşında Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Babasından zâhirî ve bâtınî ilimleri öğrenerek, az zamanda tahsilini tamamladı. Peygamber efendimize tam bir muhabbetle bağlı, sâdık bir âşık idi. Medîne-i münevverede babasının vefâtından sonra yerine geçip hizmete devam etti. Orada üç katlı bir bina yaptırıp, birinci katını kütüphâne, ikinci katını medrese, üçüncü katını da sohbethâne olarak kullandı.

Babaları ve hocaları gibi Muhammed Mazhar da, kerâmetler ve faziletler hazînesi, ilim ve evliyâlıkta çok yüksek derecelerin sahibi, sohbetleri çok tatlı ve te’sîrli, olgun ve yüksek bir velî idi. Devamlı ibâdet ve tâat ile meşgûl olur, Kur’ân-ı kerîmi haftada bir defa hatmederdi. Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutardı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât-ı şerîfini çok okurdu. Dünyâya düşkün olmaktan, hattâ dünyâ ile ilgilenmekten çok çekinen ve uzak duran, eline geçeni ihtiyâç sahiplerine dağıtan, gayet cömert, eli açık ve çok tevekkül sahibi, makbûl bir zât idi.

Muhammed Mazhar (r.aleyh) Medîne-i münevverede ilim neşretmekte iken, bir hac mevsiminde, İslâm âlimlerinin ve evliyânın gözbebeği, zamanın bir tanesi, Silsile-i aliyye büyüklerinin otuzüçüncüsü olan Seyyid Fehîm bin Abdülhamîd Arvâsî (r.aleyh) ile buluştu. Bu iki büyük zât muhabbetle birbirlerine sarıldılar. Sohbet ettiler.

Ahmed Sa’îd hazretlerinin ikinci oğlu Mevlânâ Ebü’s-Se’âdet Muhammed Ömer, 1244 (m. 1828) senesinde doğup, 1298 (m. 1881) senesinde Rampûr’da vefât etti. Oğlu Ebü’l-Hayr’ın hocası idi. Ebü’l-Hayr, 1341 (m. 1922) senesinde Delhi’de vefât etti. Kabri, Abdullah-ı Dehlevî dergâhında, büyükdedesi Ebû Sa’îd’in yanındadır. Ebü’l-Hayr’ın oğlu Ebü’l-Hasen Zeyd-i Fârûkî, 1324 (m. 1906) senesinde, Delhi’de Abdullah-ı Dehlevî dergâhında doğdu. Bu dergâhda senelerce ilim ve feyz neşretti. Câmi’ul-Ezher’de okuduğunu, Mısır’da Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi ile çok sohbet ettiğini de söylerdi. 1394 (m. 1974) senesinde Kandihâr’da bastırdığı, Fârisî Makâmât-ı ahyâr kitabında dedelerini uzun anlatmaktadır.

Diğer oğlu Mevlânâ Abdürreşîd, 1237 (m. 1821) senesinde Luknov’da doğdu. 1287 (m. 1870) senesinde Mekke-i mükerremede vefât etti. Bu da, oğlu Şah Muhammed Ma’sûm-i Ömerî’nin hocası idi. Şah Muhammed Ma’sûm-i Ömeri 1263 (m. 1847) senesinde Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin dergâhında doğdu. 1274 (m. 1858)’de İngilizler’in Delhi’de çıkardıkları (çıkaracakları) büyük fitne sebebiyle o da babası ve diğer yakınlarıyla birlikte Medîne-i münevvereye hicret etmiş idi. 1290 (m. 1873) senesinde Hindistan’a döndü. Bundan otuzüç sene sonra akraba ve talebesinden altmış kişi ile birlikte tekrar Medîne-i münevvereye gitti. 1341 (m. 1923) senesinde Mekke-i mükerremede vefât etti.

Ahmed Sa’îd hazretlerinin üç oğlunun da hâl tercümeleri, kendi maddelerinde ayrıca verilmiştir.

Bunlardan başka, Abdülhamîd ve Rûşen-ârâ isimlerinde bir erkek ve bir kız evlâdı daha olup, bu ikisi küçük yaşta vefât ettiler.

Ahmed Sa’îd hazretlerinin, kıymetli eserleri olup, ba’zılarının isimleri şöyledir, 1- Saîd-ül-beyân fî mevlid-i seyyid-il-insü vel-cân, 2- Ez-zikr-uş-şerîf fî isbâtı mevlid-ül-münîf, 3- İsbât-ül-mevlidi vel-kıyâm, 4- El-fevâid-üz-zâbıta fî isbât-ir-râbıta, 5-El-Enhâr-ül-erbe’a, 6- Tahkîk-ül-hakk-ül-mübîn fî ecvibet-il-mesâil-il-erbe’în, 7- El-Hakk-ül-mübîn fî reddi ale’l-vehhâbîn, 8- Mektûbât-ı Ahmediyye.

Ahmed Sa’îd hazretlerinin Tahkik-ül-hakk-ül-mübîn kitabından ba’zı kısımlar:

Kabir ziyâret eden kimse kabre varınca; “Esselâmü aleyküm yâ ehle dara kavmin mü’minîn. Ve innâ inşâallahü an karibün biküm lâhıkûn” der. Yâsîn-i şerîf okur.

Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Bir kimse, kabristandan geçerken, onbir kerre İhlâs sûresi okuyup, sevâbını meyyitlere hediye ederse, kendisine ölüler adedince sevâb verilir.”

Meyyiti ziyâret, onu hayâtında iken ziyâret gibidir. Ziyâret eden yüzünü meyyitin yüzüne döner. Ziyâret ettiği zât büyük bir zât olup, dünyâda iken kendisini ziyâret ettiğinde huzûrunda nasıl duruyorsa o edeb ile durur. Hayâtında iken, huzûrunda bulunduğunda edebe riâyetle biraz uzakça oturuyorsa, kabrini ziyâret ederken, yine aynı şekilde hareket eder.

Ziyâret ettiği kimse ile, ünsiyeti, yakınlığı çok olup, beraber oturuyor, yakınında bulunuyor idiyse ziyâret ânında da o şekilde yakın oturabilir.

Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Bir kimse tanıdığının kabri yanından geçerken selâm verirse, meyyit bunu tanır ve selâmına cevap verir.”

Tavâli’ul-envâr kitabında diyor ki: “Tefekkür ile ve kendinden evvel vefât etmiş olan akraba ve dostlarının hâlinden ibret alarak kabir ziyâreti yapmak, katı kalbleri yumuşatmakta pek fâidelidir. Bu sebeple kabir ziyâretini çok yapmak lâzımdır.

Enes (r.a.), Resûlullah efendimize; “Yâ Resûlallah! Biz mevtalarımız (ölülerimiz) için sadaka veriyoruz. Onlar nâmına (sevâbı onlara olmak üzere) hac yapıyoruz. Onlara duâ ediyoruz. Bu yaptıklarımız onlara ulaşır mı?” diye suâl edince, Resûlullah (s.a.v.); “Evet. Onlara ulaşır ve bunlardan dolayı sevinirler” buyurdu.

Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine göre, bir kimse amelinin sevâbını, ölü veya diri başka bir kimseye hattâ birçok kimseye verebilir. Bu sevâblar taksim edilmeksizin kendilerine hediye olunanların hepsine ayrı ayrı olarak gider ve hediye edenin sevâbında da bir eksilme olmaz. İnsanın; namaz, oruç, hac, sadaka, Kur’ân-ı kerîm okumak, zikr ve daha başka iyiliklerini meyyitlere hediye etmesi çok fâidelidir. Bu iyilikler meyyite ulaşır ve ona fâide verir.

Çok kimse kabir ehlinden istifâde edildiğine inanmıyor. “Kabir ziyâreti, ölülere okumak ve onlara duâ etmek için yapılır” diyorlar. Tasavvuf büyükleri ve fıkıh âlimlerinden çoğu ise, kabirdekilerden yardım görüldüğünü bildirdiler. Keşf sahibi olan evliyâ da, bunu sözbirliği ile bildirdiler. Hattâ, bunlardan çoğu, rûhlardan feyz alarak olgunlaştıklarını haber vermişlerdir. Böyle olgunlaşıp, yetişenlere üveysî denilmiştir. Abdülhakîm-i Siyâlkûti hazretleri buyuruyor ki: “Ölü, yardım yapamaz diyenlerin, ne demek istediklerini anlıyamıyorum. Duâ eden, Allahü teâlâdan istemektedir. Duâsının kabûl olması için, Allahü teâlânın sevdiği bir kulunu vâsıta yapmaktadır. Yâ Rabbî! Kendisine bol bol ihsânda bulunduğun bu sevgili kulunun hatırı ve hürmeti için bana da ver demektedir. Yahut, Allahü teâlânın çok sevdiğine inandığı bir kuluna seslenerek; “Ey Allahın velîsi! Bana şefaat et’ Benim için duâ et! Allahü teâlânın, dileğimi ihsân etmesi için vesile, vâsıta ol!” demektedir. Dileği veren ve kendisinden istenilen, yalnız Allahü teâlâdır. Velî, yalnız vesiledir, sebeptir. O da fânidir. Yok olacaktır. Hiçbirşey yapamaz. Tasarrufa, gücü, kuvveti yoktur. Bu şekilde söylemek, böyle inanmak şirk olsaydı, Allahdan başkasına güvenmek olsaydı, diriden de duâ istemek, birşey istemek yasak olurdu. Diriden duâ istemek, birşey istemek, dînimizde yasak edilmemiştir. Hattâ müstehab olduğu bildirilmiştir. Her zaman yapılmıştır. Buna inanmayanlar, öldükten sonra kerâmet kalmaz diyorlarsa, bu sözlerini isbat etmeleri lâzımdır. Evet, evliyânın bir kısmı öldükten sonra, âlem-i kudse yükseltilir. Huzûr-u ilâhîde herşeyi unuturlar. Dünyâdan ve dünyâda olanlardan haberleri olmaz. Duâları duymazlar. Birşeye vâsıta, sebep olmazlar. Dünyâda olan, diri olan evliyâ arasında da böyle meczûblar bulunur. Bir kimse, kerâmete hiç inanmıyor ise, hiç ehemmiyeti yoktur. Sözlerini isbat edemez, Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler ve asırlarca görülen, bilinen olaylar, onu haksız çıkarmaktadır. Bir câhil, bir ahmak, dileğini Allahü teâlânın kudretinden beklemeyip, velî yaratır, yapar derse, bu düşünce ile ondan isterse, bunu elbet yasak etmeli, ceza da yapmalıdır. Bunu ileri sürerek, İslâm âlimlerine, âriflere dil uzatılamaz. Çünkü, Resûlullah (s.a.v.) kabir ziyâret ederken, mevtaya selâm verirdi. Mevtadan birşey istemeği yasak etmedi. Ziyâret edenin ve ziyâret olunanın hâllerine göre, kimine duâ edilir, kiminden yardım istenir. Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) kabirlerinde diri olduklarını her müslüman biliyor. Buna karşı kimse birşey diyemiyor. Fakat, evliyânın kabirde yardım yapacaklarına, onlardan yardım istenmesine inanmayanları işitiyoruz.”

Resûlullahın (s.a.v.) kabr-i şerîfini ziyâret: Resûlullah efendimizin kabrini ziyâret eden kimse, dünyâ işlerini ve bu ziyâretle alâkalı olmayan herşeyi kalbinden çıkarır. Bunun için gayret gösterir. Bu gayrete, kalbinde, Resûl aleyhisselâmdan istimdâd (yardım isteme) hâli meydana gelinceye kadar devam eder.

Dünyâ sevgisi ve nefsin arzu ve istekleri gibi kirli düşüncelerle meşgûl olan bir kalb, Resûlullah efendimizin yardımlarına kavuşmaktan mahrûmdur. Hattâ o huzûrda böyle bir kalb ile bulunmak bile uygun değildir. Mümkün olan nisbette kalbini uygunsuz düşüncelerden temizlemeye gayret ederek ve o huzûrda bulunmaya lâyık olmadığını düşünerek, mahzûn bir gönülle, Resûlullah efendimizin af ve merhametlerinin genişliğinde ümitli olarak O’nun (s.a.v.) kabr-i şerîfinde bizim bilmediğimiz bir hayat ile diri olduğunu, ziyâretine gelenleri, ziyâretçinin derecesi, hâli ve kalbine göre tanıyıp, yardım ettiğini ve daha bunun gibi şeyleri düşünerek ziyâret eder. Muhabbet ve bağlılığı nisbetinde o deryadan feyz alır. İki cihan saadetine kavuşmanın, ancak ve yalnız dünyâ ve âhıretin efendisi olan Muhammed aleyhisselâma tâbi olmaya bağlı olduğunu düşünerek, her hâlinde O’nun (s.a.v.) sünnet-i seniyyesine uymağa çalışır.

İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretleri, İbn-i Ömer’den (r.a.) rivâyet ederek buyurdu ki: “Resûlullahın (s.a.v.) kabr-i saadetini ziyâret eden, kıble tarafından yaklaşır. Sırtını kıbleye verip, yüzünü kabr-i şerîfe döner. Sonra; “Esselâmü aleyke eyyühen-Nebiyyü ve rahmetullahi ve berekâtühü” der. Ayakta ziyâret etmenin, oturarak ziyâretten efdal olduğunu, İbn-i Hacer-i Mekkî bildiriyor. Hanefî fıkıh âlimlerinden, Rüknüddîn Ebû Bekr Muhammed Kirmanî buyuruyor ki: “Ziyâret ederken, namazda olduğu gibi sağ el sol elin üstüne konur.”

Ziyâret sırasında kabr-i şerîfe dört zrâ’ (iki metre kadar) yaklaşılır. Müstehâb olan bu şekilde olmasıdır. Daha fazla yaklaşmak büyüklerin, sâlih kimselerin âdetlerinden değildir. Âlimlerimiz böyle bildirmişlerdir.

Resûlullah efedimizin (s.a.v.) mübârek yüzüne karşı, iki metre kadar uzakta edeble durup, Resûlullahın (s.a.v.) kendisini gördüğünü, selâmını ve duâlarını işittiğini, cevap verdiğini ve âmîn dediğini düşünerek ziyâretini yapan kimse, üzerinde emânet selâmlar varsa onları da söyler. Bundan sonra, Allahü teâlânın, kendisini, dünyâ husûsunda, ibâdet ve tâata muvaffak kılması, âhıret husûsunda da günahlarını af ve mağfiret etmesi için Resûlullah efendimizden şefaat ister. Ya’nî bunların nasîb olması için, O’nu vesile eder. Yaptığı duâların, O’nun hatırı ve hürmeti için kabûl olunmasını Allahü teâlâdan diler. “Yâ Resûlallah! Senden şefaat istiyorum” der. Bunu üç defa söyler.

Bundan sonra yarım metre sağa gelip; “Esselâmü aleyküm yâ halîfete Resûlullah (Ey resûlullahın halîfesi)” diyerek Hazreti Ebû Bekr’e selâm verir. Yarım metre daha sağa gelerek Hazreti Ömer’e de selâm verip, ziyâret eder. Bildirilen duâları okur. Sonra Hazreti Ebû Bekr ve Hazreti Ömer’e hitâb edip; “Allahü teâlânın, işlerimizi (amellerimizi) kabûl etmesi, bizi müslüman olarak öldürüp, müslüman olarak diriltmesi, bizleri rahmeti ile kendi zümresi (olan sâlihler zümresi) içinde haşretmesi husûslarında, Resûlullahın (s.a.v.) Allahü teâlânın katında bize şefaatçi olması için, Resûlullahın (s.a.v.) katında sizi vesile ediyoruz” der.

Nezr (Adak):

Ahmed Sa’îd hazretleri, “Tahkîk-ül-hakk-ül-mübîn” kitabında, Kâdı Beydâvî’nin (r.aleyh), “Tavâli’ül-envâr” kitabından alarak buyuruyor ki: “Nezr; “Allahım, eğer hastamı iyi edersen veya kaybettiğim şeyi bana tekrar kavuşturursan veya şu hacetimi yerine getirirsen, falanca velînin kapısında (türbesinde hizmet eden ve o civarda) bulunan fakirleri senin için doyuracağım veya onların mescidine bir hasır alacağım veya lâmbalarını yakmaları için yağ satın alacağım ve sevâbını o velînin rûhuna hediye edeceğim” gibi fakirlere fâidesi bulunan birşeyi adamak, bunu ifâde eden bir sözü söylemektir.” Nezr bu demektir. Burada nezr, Allah içindir. O velî veya fakirler için değildir. Fakirlere verilen sadaka sevâbını velînin rûhuna hediye edip ve o velîyi vesile, vâsıta ederek Allahü teâlâdan istemekdir.”

Ahmed Sa’îd-i Müceddidî hazretlerinin yazdığı, “İsbât-ül-mevlidi vel-kıyâm” kitabından ba’zı kısımlar:

“İmâm Ebû Abd bin el-Hâc (r.aleyh), Resûlullah efendimizin dünyâya teşrîf buyurdukları Rebî’ul-evvel ayı hakkında buyurdu ki: “Resûlullah efendimizin bu ayda dünyâya gelmeleri sebebiyle, Allahü teâlâ bu ayı, faziletli ve üstün kıldı. Bu ayda bize O’nu (s.a.v.) ihsân eyledi. Onun için, bu ayda, Allahü teâlânın bize olan bu büyük ni’metine karşılık, ibâdet ve hayır işlerini daha fazla yapmamız lâzımdır.”

Resûlullah efendimize, Pazartesi günleri oruç tutmalarının hikmeti suâl olunduğunda, bu ayın faziletine işâret ederek; “Bu (Pazartesi günü), benim doğum günümdür” buyurmuştur. Bir ayın içerisindeki bir günün faziletini söylemek aynı zamanda bu ayın faziletini söylemek demektir. Bu bakımdan bu aya, lâyık olduğu hürmeti yapmak, Allahü teâlânın bu ayı üstün tuttuğu için üstün tutmak lâzımdır.

Zamanlar ve mekanların faziletli olmaları ancak, taşıdıkları ba’zı husûsiyetleri sebebiyledir. Meselâ, Pazartesi günü oruç tutmak çok faziletlidir. Çünkü, Resûlullah efendimiz o gün dünyâya teşrîf etmiştir. Bu sebeple Rebî’ul-evvel ayı girince O’na uyarak, bu aya lâzım gelen hürmeti göstermek lâzımdır. Resûl aleyhisselâm efendimiz, faziletli zamanlarda iyilik ve hayr işlerini daha çok yapardı.”

İmâm-ı Kastalânî hazretleri Mevâhib-i ledünniyye kitabında diyor ki: “Allahü teâlâ, Adem aleyhisselâmı Cum’a günü yarattı. Cum’a gününde öyle bir saat (vakit) vardır ki, bir müslüman o saatte Allahü teâlâdan birşey istese, Allahü teâlâ o müslümanın isteğini red etmez, duâsını geri çevirmez. Buna göre, kâinatı O’nun hürmetine yarattığı, sevgili habîbi Muhammed aleyhisselâmın doğduğu saatin (vaktin) kıymetinin, Allahü teâlâ katında ne derece olduğu kolayca anlaşılır. Nitekim yukarıda da zikredildiği gibi, Katâde (r.a.) Resûlullahdan (s.a.v.) Pazartesi orucunu suâl edince; “Ben bu günde doğdum ve nübüvvetimin gelmesi (Peygamber olduğumun bildirilmesi) de o gün oldu” buyurmuştur.”

İmâm-ı Müslim’in Müsned’inde Abdullah İbni Abbâs’dan (r.anhümâ) rivâyet, edilerek buyuruldu ki: “Resûlullah (s.a.v.) Pazartesi günü doğdu. Peygamber olduğunun bildirilmesi, hicrette Mekke-i mükerremeden (Sevr dağındaki mağaradan) çıkması, Medîne-i münevverede Kûba köyüne varması hep Pazartesi günlerinde olmuştur.

Ebû Muhammed Abdürrahmân bin İsmâil dedi ki: “Zamanımızda ortaya çıkan en güzel işlerden birisi de, her sene Resûlullahın (s.a.v.) dünyâya teşrîf ettiği gün sadaka verilmesi, iyilikler yapılması, güzel giyinilmesi, neş’ eli ve sevinçli olunmasıdır. Bu günde bunları yapmak, kalbinde, Resûlullah efendimize olan sevinci, hürmeti ve Resûlullahın (s.a.v.) ümmeti olmayı nasîb eden Allahü teâlâya şükrü ifâde eder. Bu ve buna benzer rivâyetlerin çoğu Sîret-üş-Şâmiyye’de yazılıdır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, âdabına uygun olarak güzel sesle mevlid okumağı değil, tegannî yapılmasını, mevlid cemiyetlerine karıştırılmasını yasak etmiştir. Bunları, nağme yapmadan, (ya’nî sesi mûsikî perdelerine uydurarak, şarkı söyler gibi yapmadan) okumanın caiz olduğunu bildirip; “Fakat dinlerini kayıramayanlar bu şartları gözetemeyeceklerinden, buna da müsâade etmemek bu fakire daha uygun geliyor” buyurmaktadır. Mevlid cemiyetlerinde, kadın, erkek bir arada bulunmamak da şarttır.”

Şafiî müftîlerinden Osman Hasen Dimyâtî (r. aleyh) buyurdu ki: “Mevlid-i şerîfde, Resûlullahın (s.a.v.) dünyâya teşrîflerinden (doğumlarından) bahseden kısmı okurken, O’na hürmet için ayağa kalkmanın güzel bir iş olduğunda şüphe yoktur. Böyle yapan kimse çok sevâba kavuşur. Çünkü, Resûlullaha (s.a.v.) hürmet ve ta’zim, Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya vesiledir ve O’na ta’zim ve hürmet, dinde yerine getirilmesi lâzım olan en büyük vazîfelerdendir. Dînimizin emrettiği şeylere kıymet vermek ve onları yapmak kalbdeki takvâdandır.”

Âlimlerimiz, mevliddeki velâdet (doğum) bahsini okurken ayağa kalkılmasını çok güzel görmüşler, o sırada, Resûlullah efendimizin mübârek rûhâniyetlerinin orada hazır bulunacağını bildirmişlerdir.

Müslümanların, sâdece Resûlullah efendimizin dünyâya teşrîf buyurdukları gecede değil, Rebî’ul-evvel ayının bütün gecelerinde bayram yapmaları lâzımdır. Nitekim büyük hadîs âlimi Ahmed bin Muhammed Kastalânî hazretleri de, Mevâhib-i ledünniyye’de bu husûsu zikretmiştir.

Hâfız İbni Cezri diyor ki: “Ebû Leheb rü’yâda görülüp, ne hâlde olduğu soruldukta, kabir azâbı çekiyorum. Ancak, her sene, Rebî’ul-evvel ayının onikinci geceleri, azâbım hafifliyor. İki parmağım arasından çıkan serin suyu emerek ferahlıyorum. Bu gece, Resûlullah dünyâya gelince; Süveybe ismindeki câriyem, bunu bana müjdelemişti. Ben de, sevincimden, onu azâd etmiş ve ona süt annelik yapmasını emretmiştim. Bunun için, bu gecelerde azâbım hafifliyor” dedi. Âyet-i kerîme ile kötülenmiş olan, Ebû Leheb gibi azgın kâfirin azâbı hafifleyince, O yüce peygamberin ümmetinden olan bir mü’min, bu gece sevinir, malını dağıtır, (ya’nî gücünün yettiği kadar ihtiyâç sahiplerine yardımda bulunur, sadaka verir) böylece, Peygamberine olan sevgisini gösterirse, Allahü teâlâ ihsân ederek, onu Cennetine sokar. Mevlid cemiyeti yaparak, Kur’ân-ı kerîm ve mevlid-in-Nebî okumak, sonra yiyecek ikram etmek, sonra dağılmak, iyidir. Bunu yapana ve orada bulunanlara sevâb verilir. Bunun için, müslümanların mevlid gecelerinde toplanarak, mevlid kasidesi okumaları, tatlı şeyler yedirmeleri, hayrat ve hasenat yapmaları, böylece, o gecenin şükrünü yerine getirmeleri, müstehâb oldu. Sünen-i İbn-i Mâce şerhinde, haram, yasak şeyler karıştırmadan mevlid cemiyeti yapmanın zararlı olmadığı ve müstehâb olduğu bildirildi.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Hadîkat-ül-evliyâ 1, kısım sh. 139

2) Makâmât-ı ahyâr sh. 76

3) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1034, 1166, 1171, 1174

4) Makâmât-ı Mazhariyye

5) Makâmât-ı Saîdiyye

6) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 190

7) Mu’cem-ül-müellifîn cild-1, sh. 232