AHMED KUDDÛSÎ

Anadolu’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi, Ahmed bin Hâcı İbrâhim’dir. 1183 (m. 1769) senesi Rebî’ul-evvel ayının onbirinci gecesi, Niğde’nin Bor kazasında doğdu. 1265 (m. 1849) senesi Cemâzil-âhır ayında Bor’da vefât etti. Vasıyyeti üzerine Eski Mezarlık’a defnedildi.

Ahmed Kuddûsî’nin babası büyük bir velî idi. Babası bir gece rü’yâsında üç ay gördü. Ortadaki ay diğer aylardan daha büyük ve parlaktı. Bu rü’yânın ta’birinde kendisinin üç oğlu olacağını ve ortanca oğlunun büyük bir velî ve âlim olacağını anladı. Ahmed Kuddûsî, bu sâdık rü’yânın zuhur ettiğini Dîvân’ında şöyle anlatır:

Rü’yâda hem görmüş peder, üç ay semâda hoş kamu,
Ortadaki ayda çoğimiş behcet-ü nûr-u ziya.

Ana demişler Bil, bu ay, oğlun ana rahmindeki,
Halk-ı cihanın ekserin irşâda olısar seza.

Ona muhabbet eyleyen âşıkları Mevlâ sever,
Bulmaz felah kim ki ider ise ana buğzu cefâ.

Telkîn-i zikr eyle ona ersin makama küçük iken,
Hem eyle telkin ki, hemen zikr eylesin ol dâima.

Vakt-ı sahavette bana Tevhîdi, telkin eyledi,
Der idi: Kuddûsî! Verdim icâzeti ben sana.

Ahmed Kuddûsî, küçük yaşta babasından ders almaya başladı. Ahrâriyye yolunun edebini babasından öğrenen Ahmed Kuddûsî, zâhirî ilimleri öğrenmek için de uzun müddet medrese tahsili gördü. 1201 (m. 1786) senesinde babası vefât edince, ilâhî bir emir üzerine Turhal’a gitti. Turhal’da bulunan ve Turhal Şeyhi denilen zâtın sohbetlerinde bulunarak kemâle erdi. Oradan bir arkadaşı ile ayrılıp Erzincan’a geldi. Sert geçen kış mevsimi yüzünden Erzincan’da birkaç ay kaldı. Yaz mevsimi gelince, Erzincan’dan ayrılarak, önce Şam’a sonra Mısır’a gitti. Daha sonra hac farizasını yerine getirmek için Mekke-i mükerremeye gitti. Bu ilk Hicaz seferinde Hira ve Uhud dağında, Hazreti Hamza ve Uhud harbinin diğer şehîdlerinin medfûn bulunduğu sahada ve dağın kayalıkları arasındaki mağaralarda uzun günler uzlette kaldı. Mescid-i Nebî çevresinde riyâzetler çekti. Resûlullah efendimizin (s.a.v.) lütuf ve hitaplarına kavuşarak, üstün derecelere yükseltildi. Bu sırada; “Anadolu’ya git, orada evlen. Senin için üstün derece ve makamlar ve aile kadrosu içinde hâsıl olacaktır” îkâz ve işâreti üzerine, bir dahaki hac mevsiminde tekrar hac ederek Bor’a geri döndü. Bu süre içerisinde, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) yüksek hürmetlerine nail olduğunu bir şiirde şöyle ifâde eder:

Da’vet etti köyüne çünkü bizi ol şahımız,
Pes icabet eyledik bugün açıldı rahımız.

Etti ta’lim hem bize seyr-i sülûkin tarzını,
Pîşüvâ-i sâlikîn olan Resûlullahımız.

Doldu ışk-u-cezbe dil iklimine derya misâl,
Bu sebeple mürtefi’ oldu begâyet câhımız.

Bakmanız hışm-ı-hakâretle bize ey zâhidân.
Dost yanında mu’teber hor görünen gümrâhımız.

Yanarız ışk oduna Kuddûsîyâ leyl-ü-nehâr,
Kıldı âlem halkını âciz figân-ü âhımız.

Ahmed Kuddûsî, ilki 1222 (m. 1807) ve 1225 (m. 1810) senelerinde olan Osmanlı-Rus savaşlarına katıldı. Kuddûsî böylece sünnete uyarak, nefsini ıslâh etmek için yaptığı halvet (yalnızlık), çile ve riyâzetleri ya’nî cihâd-ı ekberi cihâd-ı asgarla da tamamladı.

Bir süre Anadolu’da kalan Kuddûsî hazretleri tekrar Hicaz’a gitti. Uzun süre Mekke ve Medine arasındaki ıssız çöllerde, dağlarda nefsini safiyyete ulaştırmak için çektiği çileler, onun derecesini bir kat daha yükseltti. Bu sırada günlük yiyeceği, hergün belli saatte kendiliğinden gelen bir ceylanın verdiği süt idi. Hicaz’da geçen günlerini Dîvân’ında şöyle anlatır:

Çıktım vatandan gittim Hicaz’a,
Dağ-ü çöl bana gülîzâr oldu.

Yalınız yayan râh’a azm itdim,
Köşküm sarayım kûhisâr oldu.

Vahşî ahular gibi insandan.
Kaçmak bana bir hoşça kâr oldu.

Susuz azıksız ulu dağlarda,
Rûz-u şeb rızkım tatlı nâr oklu.

Görmedim açlık hem susuzluk hiç,
Her ne istersem çün o var oldu.

Tevhîd ile bu devleti buldum,
Çok diyen ânı bahtiyar oldu.

Düşdü Kuddûsî damına ışkın,
istemez çıkmak hoş şikâr oldu.

Ahmed Kuddûsî, Hicaz’dan Bor’a döndükten sonra, birçok din düşmanının düşmanlıkları sebebiyle, onüç yıl kadar evinde inzivâ hayatı yaşadı. Bu arada, birgün Cum’a vaktinden önce bir tanıdığı, misâfir olarak onun evine geldi. Cum’a vakti yaklaştığı hâlde Ahmed Kuddûsî hiçbir acelecilik göstermedi. O zât Cum’a’ya gitmek için izin istedi. Ahmed Kuddûsî; “Biraz daha beklesen iyi olacaktı. Namazdan sonra seni beklerim” buyurarak misâfirini uğurladı. Cum’a’dan sonra biraz gecikerek gelen misâfir zât, yemekle beraber taze hurma ve o mevsimde Bor’da olmayan taze sebzeler ikram edilince, çok şaşırdı ve; “Efendim, hurma ve sebzeler buranın olamaz. Siz Cum’ayı nerede kıldınız?” diye sorunca, Kuddûsî hazretleri; “Evlâdım söz dinleyip, biraz daha beklesen, ihlâsının karşılığını görecek, bizimle birlikte sen de Cum’a’yı Kâ’be-i muazzamada kılacaktın” buyurdu.

O devrin ileri gelenlerinden makam sahibi biri, bir sohbette; “Zamanımızın büyük velîsi kim ise onunla görüşmek istiyorum” diye yakınlarına bildirir. Bunun üzerine orada Kuddûsî hazretlerini tanıyan biri; “Zamanımızın büyük velîsi Ahmed Kuddûsî’dir” deyince, kendisini İstanbul’a da’vet ederler. Ahmed Kuddûsî, İstanbul’a gelip huzûra girince, orada bulunan kimseler, onun taşralı kıyâfeti ile huzûra girmesini pek beğenmeyip, ona yukardan bakıcı bir tavır takındılar. Ahmed Kuddusi sohbet sırasında hiç konuşmayınca, o makam sahibi kimse; “Şeyh efendi! Siz de bir beyân buyursanız” deyince; “Efendim! Bendeniz ilmi olmayan bir kişiyim. Huzûrunuzda konuşmaya haya ederim. Ancak emrinize uyarak başımdan geçen bir hâdiseyi anlatayım” diyerek şu hikâyeyi anlattı: “Birgün bendeniz Sarayburnu’nda sahil boyunca gezerken, çok güzel bir hanım sandala bindi. Gönlümü cezbeden bu güzelin peşinden başka bir sandala binerek, onu ta’kip ettim. Üsküdar iskelesinde karaya çıkıp, falan sokaktaki büyük bahçeli konağa giren bu hanımı bir daha göremedimse de asla unutmadım. Gönlüm onun hicranı ile rahatsızdır efendim.” O makam sahibi kimse, bu hikâyeyi duyar duymaz, yanında bulunanların hepsini dışarı çıkararak, Ahmed Kuddûsî’ye; “Efendi, anlattığınız benim hâlen içinde yaşadığım elemli hâlimin ifadesiydi. Şu anda ise o dertten kurtuldum. O hanım gönlümden silindi” dedi. Sonra Kuddûsî hazretlerine görülmemiş ihsânda bulundu.

Yine birgün sultan, huzûrunda bulunanlara; “Şu avucumda gizlediğim şeyi tahmin etmenizi istiyorum” dedi. Herkes birşey söylemişse de kimse bilememiştir. Bir köşede oturan Ahmed Kuddûsî’ye; “Siz de bir tahminde bulunun” dediler. Ahmed Kuddûsî de; “Yedi iklim ve yedi deryayı gezdim. Bir balığı, yavrusunu arar gördüm” dedi. Meğerse pâdişâhın avucunda küçük bir balık varmış. Bunun üzerine Ahmed Kuddûsî’ye ta” zim ve ikramda bulunularak, sarayda kalması teklif edildi. Fakat o; “Ben âciz bir kulum, burada kalsam dünyâ imtihanından berât edemem” buyurdu ve kalmayı kabûl etmedi.

Bir süre İstanbul’da kalan Ahmed Kuddûsî, Bor’a döndü. Bor’da iken birgün sultan, Bor’a iki me’mûr gönderip, onun durumunu öğrenmek istedi. Gelen me’mûrlar onu bahçesini bellerken buldular. Ahmed Kuddûsî hazretleri onlar daha birşey söylemeden; “Siz İstanbul’dan geldiniz. Bizim birşeye ihtiyâcımız yok” buyurdu. Onlar; “Pâdişâhımız bizi me’mûren gönderdi. Size tahsisat bağlayacağız” dediler. Ahmed Kuddûsî onlara; “Açın eteğinizi” diyerek her ikisinin eteğine birer kürek toprak döktü. İki me’mur bu toprakların altın olduğuna şâhid oldular. Bu sefer Ahmed Kuddûsî; “Eteklerinizdekileri dökün” deyince hemen yere döktüler. Bu defâ toprakların yılan-çiyan olduğuna şâhid oldular. Ahmed Kuddûsî; “Evlâtlarım! Allahü teâlânın keremi ile bizim pâdişâhımızın tahsisatına ihtiyâcımız yoksa da, fukara ve âcizlere dağıtmak için bırakın” diyerek bu tahsisata bir müddet alıp yoksullara dağıttı.

Ahmed Kuddûsî, birgün Konya’ya giderek, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin kabrini ziyâret etmek istedi. Türbenin önüne vardığı zaman, türbedâr kapıları kilitleyip gidiyordu. Ahmed Kuddûsî türbedâra ne kadar açması için rica edip yalvardı ise de türbedâr: “Akşam oldu, açma müsâdesi yoktur” diyerek kesin bir şekilde reddetti. Bunun üzerine Ahmed Kuddûsî şu medhiyeyi okumaya başladı;

Sensin velîler şahı,
Yâ hazret-i Mevlânâ!
Af et şu ben gümrâhı,
Yâ hazret-i Mevlânâ!

Bed-kâr-u âvâreyim,
Pür-zenb bir bî-çâreyim,
Âsî yüzü kareyim,
Yâ hazret-i Mevlânâ!

Gayet azîmdir câhın,
Mahbûbısın Allahın,
Dâr-ül-emân dergâhın,
Yâ hazret-i Mevlânâ!

Sen şol ulu sultânsın,
Ki server-i merdânsın,
Hem ma’den-i irfansın,
Yâ hazret-i Mevlânâ!

Çün tıfl iken ey Sultân,
Eflâki etdin seyrân,
Oldu melâik hayran,
Yâ hazret-i Mevlânâ!

Muhtâcınam in’âm et,
Mihmânınam ikram et,
İhsânını itmam et,
Yâ hazret-i Mevlânâ!

Kapunda çok muhtâcân,
Erer murada her ân,
Devrinde sürer devrân,
Yâ hazret-i Mevlânâ!

Bencileyin yok gümrah,
Lâkin dedim eyvallah,
Geldim sana şey’en lillah,
Yâ hazret-i Mevlânâ!

Âriflerin sultânı,
Dertlilerin dermanı,
Kuddûsî’nin cânânı,
Yâ hazret-i Mevlânâ!

Ahmed Kuddûsî son dörtlüğü söylediği anda, kapılar kendiliğinden açıldı. Ahmed Kuddûsî, türbedârın şaşkın bakışlarından habersiz, ziyâretini yaparak oradan ayrıldı. Ertesi gün bu hâdiseyi duyan Mevlevi şeyhleri ile bir kısım ulemâ; “Bu mutlaka Bor’lu Kuddûsî’dir” dediler.

Medîne-i münevverede saatçilik yapmakta olan Ali Osman isimli İzmirli bir Türk vardı. Bu zât Medîne-i münevvereye hicret ettikten bir müddet sonra, mesleği olan işi yapmak üzere bir dükkân açmak için izin almaya çalıştı. Uzun süre bunu sağlayamadı. Yanında bulunan bütün parası bitti. Bir gece Allahü teâlâya iltica ile yalvardı. O gece rü’yâsında esmer, kır sakallı, uzunca boylu bir zât “Evlâdım, resmî dâireye girdiğinde sağ tarafında gördüğün şu üçüncü şahsa müracaat et. Gerisine karışma buyurdu. Ali Osman Efendi sabahleyin doğruca denilen şahsın yanına gitti. O şahıs, Ali Osman Efendi’ye; “Seni Kuddûsî hazretleri mi gönderdi? Git hemen dükkânını aç, işine başla” dedi. Ali Osman hemen gidip dükkânı izin almış gibi açtı. O şahıs izin belgesini sonradan gönderdi. Bir müddet sonra rü’yâsında aynı zâtı gördü. O zât; “Oğlum bana Kuddûsî derler. Cebine bir hediye koydum, onu al ve amel et” dedi. Ali Osman Efendi uyandığında cebinde Kuddûsî hazretlerinin şu şiirinin yazılmış olduğu kâğıdı buldu:

Ey rahmeti bol pâdişâh,
Cürmüm ile geldim sana.
Ben eyledim hadsiz günâh,
Cürmüm ile geldim sana.

Hadden tecâvüz eyledim,
Deryayı zenb’i boyladım,
Ma’lum sana ki neyledim,
Cürmüm ile geldim sana.

Senden utanmayup hemân.
Ettim hatâ gizlü-âyân,
Urma yüzüme el-emân,
Cürmüm ile geldim sana.

Aslım çü bi katre menî,
Halk eyledin andan benî,
Aslım denî, fer’îm denî,
Cürmüm ile geldim sana.

Gerçi kesel fısk-ü-fücûr,
Ayb-u zelel çok hem kusur,
Lâkin senin adın Gafûr,
Cürmüm ile geldim sana.

Zenbim ile doldu cihan,
Sana ayan zâhir nihân,
Ey lütfu bî-had Müste’ân,
Cürmüm ile geldim sana.

Adın senin Gaffar iken,
Ayb örtücü Settâr iken,
Kime gidem sen var iken,
Cürmüm ile geldim sana.

Hiç sana kulluk etmedim,
Rah-ı rızâna gitmedim,
Hem buyruğunu tutmadım,
Cürmüm ile geldim sana.

Bin kerre bin ol pâdişâh.
Etsem dahî böyle günâh.
Lâ-taknetû yeter penâh
Cürmüm ile geldim ma

İsyanda Kuddûsî şedîd,
Kullukda bir battal pelîd,
Der kesmeyûp senden ümîd.
Cürmüm ile geldim sana.

Ali Osman Efendi, o günden sonra bu şiiri okumadan işine gitmedi ve verilen vazîfeleri devamlı yaptı.

Ahmed Kuddûsî hazretleri, gerek şiirlerinde, gerekse mektûp ve sâir yazılarında, hak yolundaki tehlikelere dikkatleri çekerek, bu yoldaki sâdıklarla, sapıkların hâl ve durumlarını tekrar tekrar anlatmaktadır. Ehl-i dünyâ ile mülhîde yaklaşmamayı, câhil ve inatçı sofulardan kaçınmayı, küfür ehli ile münâfıklardan şiddetle sakınmayı, hased, kin, istihzâ ve nemime ehlinden uzaklaşıp onlarla beraber olmamayı tavsiye ederek, şöyle buyurmaktadır:

Nâr-ı ışk ile yanub kül olmayan nâdân’e yuf,
Ölmeden evvel ölüp dirilmeyen bî-cân’e yuf.

Kadrini uşşâk-ı Hakkın bilmeyup ta’n eyleyen,
Bed-kelâm-u bed-likâ-u bed-nefes hayvân’e yuf.

Zu’m eder ki özi yahşî tâgiyândır ehl-i ışk,
Yuf o tâgî’nin özine ettiği tuğyân’e yuf.

Mü’minin budur nişanı ki seve mü’minleri,
Ehl-i îmâne adavet eyleyen insân’e yuf.

Zemm-u istihzâ-ı kazf-u ıfk-u gaybet âdeti,
Ana insan deyû rağbet eyleyen insân’e yuf.

Söyleyub elfâz-ı küfr-i güldürür nâs-ı müdâm,
Dinleyub ânın kelâmın gülüşen yârân’e yuf.

Ger gazâb eylersen kalmaz anda asla akl-udîn,
Bî-vefâ-u akl-u hem bî dîn-ü-bî-Îmân’e yuf.

Kârıdır gamz u nemîme kizb-ü-sebb-ü-ifk-ü-zem,
Hak içinde fitne iykâz edici fettan’e yuf.

İ’tirâzı cenâb-ı Hakka hem Cebrâile,
Şeyhime etmez mi ya ol âsî-i Rahmân’e yuf.

Asdıkâ’yı fırka fırka eyleyûb iblîs kişi,
Ara yerde ceng-i gavga buğz-u kin koyana yuf.

Nân-ı-ni’met ıyş-u sohbet hakkını nisyân edip,
Sol kuduz hayvan gibi her gördüğün kapana yuf.

Çün ayan oldu bu yüzden, dostumuz düşmanımız,
Bize dostluk gösterip gizlü aduv olana yuf.

İsteyen bizim rızâmız varmasun hiç yanına,
Bize rağmen ol sefihin yanına varana yuf.

Etmeniz anınla ülfet, ey bizim ahbabımız,
Pes dedik ol münkire yuf, hem ana uyana yuf.”

Hâsılı anda vefa yok, neyleriz lâkin ana,
Taş verüp -Kuddûsî’ye ur deyûben salana yuf.

Yine birçok şiirinde Allahü teâlâyı taleb etmeyi, mal ve mevkî ile şöhret, dünyâya ve maddeye âit herşeyin sevgisini kalbden çıkarmayı tavsiye etmekte, kalbde yerleşmiş sevgisi olmayan; mal, mülk, makam ve mevkînin de bir mahzuru olmadığını belirtmektedir. Ahmed Kuddûsî, İslâmı tek bir bütün olarak görür. İslâmiyete uyanı ve İslâmın yüceliğini anlatmak için, devrindeki sağlam idârecilerle pâdişâhları birçok defa medhetmiş ve onlara itaati, tavsiye etmiştir. Müslümanların eğer fitneye uyup, din ve devletine ihânet etmezse, yer ve gök ehlinden duâ ve yardım alacaklarını, şayet din ve devletine ihânet ederlerse zulüm ve belâlara uğrayacaklarını belirterek şöyle buyurmaktadır:

Zulm eylemez nâsa zerrece Huda,
Lâyık olduk geldi bize bu şifâ,
Amele göredir herkese ceza,
Taksir iden lâ-bud cezasını bulur.

Kalbinde adâlet merhamet gitti,
Pâdişâhı bize musallat etti,
Emr-i Hallâk ile halkı incitti,
Anlayamayan onu kul itti sanır.

Uzattın kat’î sözün Kuddûsî,
Uyandırmak kasdın pend idip nâsî,
Vir nefsine öğüt ey kalbi kâsî,
Gözsüzleri nice edebilir kör.

Ahmed Kuddûsî, farz, vâcib ve sünnet olan ilimleri bilip, kendisine kâfi olanını öğrendikten sonra, ilmi ile amel ederek, Allahü teâlâyı anmaya devam etmeyi bütün eserlerinde tekrarlamaktadır. Baş olmak, dünyâlık elde etmek veya halkı başına toplayıp, onların hürmet ve hizmetlerini celbetmenin, insanı şeytana oyuncak edeceğini tekrar tekrar anlatan Ahmed Kuddûsî; Azâzil’i, Belâm bin Baûrâ’yı, Bersisa’yı ve sahabeden iken dünyalıklara mağlûb olan Sa’lebe’yi anlatmaktadır. Allahü teâlâya kulluğu, Allahü teâlânın emri için yapmayı, yeterince ilim ve bilgiyi kazanıp farz-ı ayn olan bilgileri edinmeyi, bu şartların kazanılmasından sonra da ihlâs ile zikr, fikr ve şükr ibâdetlerini gücü yettiği nisbette yerine getirmeyi tavsiye etmektedir.

Ahmed Kuddûsî, Kuddûsî mahlasını almasını şöyle anlatmaktadır. “Ben, daha doğmadan önce ana karnında iken, Kuddûs Kuddûs diye Allahü teâlâyı zikr ediyormuşum. Birgün annem babama bu durumu söyleyince, babam; “Kimseye söyleme bu oğlumuz kemâl sahibi olur inşâallah” demiş.” Ahmed Kuddûsî bu durumu şu şiirinde de şöyle anlatır:

Kuddûs’a mensûb olmuşam,
Kuddûsî’yem! Kuddûsî’yem!
Hem O’na meczûb olmuşam,
Kuddûsî’yem! Kuddûsî’yem!

Bil ana rahminde beni,
Ki etmişem takdîs O’nu,
Anam işitmiştir bunu,
Kuddûsî’yem! Kuddûsî’yem!

Onikiye erdi yaşım,
Işk oldu yâru yoldaşım,
Takdîs-i Hakk idi. İşim,
Kuddûsî’yem! Kuddûsî’yem!

Yiğirmide ettim hereb,
Gezdim Hicaz’ı, Şam’ı heb,
Kuddûs’e çektim çün nasab,
Kuddûsî’yem! Kuddûsî’yem!

Şevkiyle oldum bî karar,
İçimde ışk odu yanar,
Kuddûs’e etmişem firar,
Kuddûsî’yem! Kuddûsî’yem!

Çektim sıvasından eli,
Buldum O’na giden yolu,
Varsun desün münkir, deli!
Kuddûsî’yem! Kuddûsî’yem!

Yetmiş, dahî üç oldu sin,
Hayran bana hep ins’ü cin,
Kuddûs’e kalbim mutma’în,
Kuddûsî’yem! Kuddûsî’yem!

Tedbîr-i dünyâ bilmezsem,
Arzû-i Cennet kılmazsam,
Ağyara mensûb olmazsam,
Kuddûsî’yem! Kuddûsî’yem!

Kuddûsî’yi cezb etti ol,
İster O’na her dem vusul,
Der bilmeyip iz’an usûl,
Kuddûsî’yem! Kuddûsî’yem!

Ahmed Kuddûsî hazretlerinin vasıyyetnamesi şöyledir: “Ey evlâdım, eşim, akrabâ-ı tâlükâtım! Size vasıyyet ederim ki: Allahü teâlâya ve Resûlüne (s.a.v.) itaat edesiniz, benim için ağlamayasınız. Gece vefât edersem, gasl edip sabah namazının akabinde birkaç komşu ile cenâze namazımı kılıp, Eski Mezâr’da uygun bir yere defnedin. Halka zahmet olmasın. Beni medhetmeyin. Zîrâ kabirde bu söylenilen sıfatlar sende var mıydı diye melekler sorarlarmış. Hemen duâ ve istiğfar edin. Kur’ân-ı kerîm ve tevhîd okuyup, rûhuma hediye edersiniz. Nasihat kitaplarımı okuyup, nasihat alasınız, inşâallah bana ve size fâideli olur. Beni seven talebelerim; evlâdıma nasihat, hüsn-i nazar ve terbiye etsinler. Nasîhatta esrâr ve çok faydalar vardır. Zikr ederken Allahü teâlânın emrine yapışmak niyeti ile etmelidir. Kefenimi Niğde bezinden yapın. Cesedime ve kefenime yazı yazmayın. Kabristanda tegannî ile Kur’ân-ı kerîm okuyarak, oradaki müslümanları bıktırmayın. Allahü teâlâ benden râzı olur ise, tegannîsiz üç İhlâs-ı şerîf yeter. Allah korusun râzı her biri bir hatm-i şerîf okusalar fâide vermez, ilmi, taliplerine ve fukaranın sâlihlerine verin. Dostlarınız ne kadar kusurları olursa da, onlara muhabbet besleyin ve ihsân edin. Dervişlerin İslâm dînine uymayanlarından uzaklaşınız. Ekseri sihir ve simya kullanarak herkesi aldatıp, mürşid-i kâmiliz derler. Kıyâmet, yeryüzünde âlim var iken kopmayıp, câhil üzerine ve Allahü teâlânın ism-i şerîfini bilip söylemeyen kimselerin üzerine kopacakdır. Siz bu durum karşısında mağrur olup, nefsin hevâsına tâbi ve Allahü teâlânın mekrinden emîn olmayasınız. İblîs ve emsalini düşünesiniz. Sâlih amel işledikten sonra hamd ve şükür etmeli. Beşeriyet sebebiyle günah sâdır olur ise hemen istiğfar etmeli, Allahü teâlânın rahmetinden ümîd kesmemeli. Bu vasıyyetnamemi mü’min kardeşlere gösteresiniz.”

Ahmed Kuddûsî’nin yazmış olduğu eserler şunlardır: 1- Hazâ Dîvân-ı Kuddûsî, 2- Külliyât-ı Kuddûsî Efendi: Bu külliyât, şu eserlerden meydana gelmiştir 1- Dîvân, 2- Pendnâme, 3-Vasıyyetnâme, 4- İcâzetname, 5-Nesâyıh-ı Ahmed Kuddûsî, 6-Hazînet-ül-esrâr ve Ganîmet-ül-ebrâr, 7- Medâyıh risalesi, 8- Muhtasar Tıbb-ı Nebevî, 9- Mektûplar, 10- Çeşitli konularda Arabça risaleler.

Dîvân’ından ba’zı şiirler:

Gönlüm

Aradım, bulamadım Rum’da Hicaz’da,
Kandedir ey gönlüm! Bilmem durağın.
Eylenüben kaldı ışk-ı mecazda,
Hakîkat râhına gitmez ayağın.

Kalbin bünyâdı buldu vehânet,
Etmedin sen, onu asla sıyânet,
Ben, seni eyledim Hakka emânet,
Söyünmesûn her ki nûr-ı çerâğın.

Mecnûn olup sahralarda gidersin,
Dâima Leylâ’nın izin güdersin,
Bekleyüp bir dem, feryâd idersin,
Yerin oldu başı pes yüce dağın.

Aceb niçün gelmez uyku gözüne?
Bir kimse de, mahrem olmaz râzına,
İnanmazam şimden sonra sözine,
Bellisizdir zira sol ile sağın.

Coşkun sular gibi akup çağlarsın,
Kendini odlara yakup dağlarsın,
Gice-gündüz efgân idüp ağlarsın,
Eridi, kalmadı yürekte yağın.

Meyil verme derdim naks-ı cihâna,
Tutmadın sözümü atan yabancı,
Işk derdini eyledin sen behâne,
Duymadı pendimi asla kulağın.

Gel geç mecaziden divâne gönlüm,
Tâlib ol ilm ile irfana gönlüm,
Dost elinden nûş et peymâne gönlüm,
Dersen yakın olsun eğer ırağın.

Kuddûsî’ye cefâ etme ey gönül!
Hem ömrünü heba etme ey gönül!
Gel meyl-i mâsivâ etme ey gönül!
Bakî kalur sanma, geçer bu çağın.

* * *

Taşlanmayınca

Velî olmaz kişi taşlanmayınca,
Sivâ endişesi boşlanmayınca.

Kemâle iremez sâlik dirîga,
Bu ışkın oduna haşlanmayınca.

Söğütte hiç biter mi tatlu elma,
Yarılup, sarılup aşlanmayınca.

Yiyemez körpe kuzu dürlü otu,
Büyüyüp gün be gün dişlenmeyince.

Ne denlü aklı olsa da, kişinin,
Okumaz hocaya başlanmayınca.

Dahî başlanmağıle âlim olmaz,
Çalışup dersine düşlenmeyince.

Sabî, baliğ, hemen âkıl olur mu,
Nice yıllar geçüp yaşlanmayınca?

Amel çokluğuna yok i’tibâr hiç,
Kulundan, Halıkı, hoşlanmayınca.

Bu Kuddûsî’leyin sen olma tenbel,
Vücûd bulmaz bir iş, işlenmeyince.

* * *

Çekerler

Merdim deme zinhar, seni meydâna çekerler,
Dâva edeni bahsile, burhana çekerler.

Kaldırma sakın başını kibr ile semâya,
Müstekbir olan serkeşi, Nîrâna çekerler.

Suçunu bilüb tevbe iden, buldu selâmet,
Kibr eyleyeni, adl ile mîzâna çekerler.

Sen nefsini alçakta gözet, etme tereffu’.
Fir’avn gibi, ben! diyeni, ummana çekerler.

Tur dağı tevâzu edüben buldu tecellî,
Yükseklik eden dağları, hırmâna çekerler.

İlmü amele etme gurûr misl-i Azâzil,
Mağrur olanı, vâdî-i hızlâna çekerler.

Dûr olma heman meclis-i uşşâk-ı Hüdâdan,
Ân’lar, nice fâcirleri, Yezdâna çekerler.

Dünyâyı sevenlerden ırağ ol, sözümü tut,
Karun’a karîn olanı, yeksana çekerler.

Doymaz gözü çok olsa dahî, malı harisin,
Geldikte ecel, cismini, dîdâna çekerler.

Vârislere kalup nesi var ise, kamusu,
Cem’ ettiği sîm’ü zeri yabana çekerler.

Müflis ona derler ki, yârın rûz-i cezada,
Eshâb-ı hukuk hak diye dîvâna çekerler.

Kuddûsî’yedir hep bu nesâyıh, dahî sana,
Kim tutar ise, bil, onu Rıdvâna çekerler.

* * *

Geldim

Arz-ı hâl içün sultâna geldim,
Sâilim lütf-ü-ihsâna geldim.

Derd-i firaka derman aradım,
Ben ol tabibe dermana geldim.

Can kulağıyla hüsnünü duyup,
Cem’-i Cemâle pervane geldim.

Işkına oldum O’nun giriftar,
Kalmadı aklım dîvâne geldim.

Amade olmuş çün Hamr-ı safi,
Nûş eyleyüben mestâne geldim.

Yağmaladı ışk, zühd-ü-takvâmı,
İlmü amelden bî-gâne geldim.

Hükmünü icra etti ışk bende,
Yanmağa nâr-ı sûzâna geldim.

Mahv’u fenâda buldum safâyı,
Yokluk ile râh-ı merdâna geldim.

Bildim ki varlık, perdedir Hakka,
Ref edip ânı, Cânâna geldim.

Eyledi Tevhîd, hoş beni irşâd,
Bir katre iken ummana geldim.

Der ki Kuddûsî, Elhamdü lillâh,
Kaçtım sivâdan, Yezdan’a geldim.

* *.*

Namaz

Ol Hüdânın kullarına, ulu ihsânı namaz;
Menzîl-i a’lâya insanı ref eyleyen namaz.

Var ibâdetlerin pekçok gerçi envâ’ı fakat
Onların hep cümlesinin şems-i tabanı namaz.

Onda topladı ibâdetleri, Cebbâru Celîl,
Bil muhakkak ki hepsinin oldu sultânı namaz.

Halık buyurdu. (İsteînû!) sabr ile namazla,
Çaresiz dertlilerin te’sîrli dermanı namaz.

Dedi. nebiler şahı, (Dînin direğidir) ona,
Şüphesiz dimdik tutuyor, dîni, îmânı, namaz.

İslâmiyet bir kal’adır, giren elbet kurtulur,
Bil ki, bu kal’anın temel ve duvarları namaz.

Pes onu, abdest alarak, şartlarına uyarak,
Kılanları elbet korur, kötülüklerden namaz.

Eyle Kudsî sen namaza gece-gündüz hep devam,
Arttırır gönül içinde nûr-ı irfanı namaz.

Olunmaz

Bugün, ışk ile ki, nâlân olunmaz,
Yârın vasle erüb handan olunmaz.

Temelluk eyleyüb yalvar Hûda’ya,
O’nun babında hiç hırman olunmaz..

Tefekkür eyle masnûunu Hakkın,
Ne var âlemde ki, burhan olunmaz?

Hüdâdan gâfil olma tarfat-ül-ayn,
Huzûrsuz bendelik bir an olunmaz.

Tama’dan ictinâb edib ganî ol,
Kanâat kenzi hiç talan olunmaz.

Elin aybını görme kendine bak,
Suçunu bilene hızlan olunmaz.

Sana kemlik edene eyle ihsân,
Af olmasa, âlîşân olunmaz.

Ne derlerse desinler, kıl tahammül,
Sabırsızlıkla dervîşân olunmaz.

Demâdem tokluğu âdet edinme,
Karın aç oluncak tuğyan olunmaz.

Zamane halkına keşf etme râzı,
Ki, a’dâya silâh ihsân olunmaz.

Yüzüne her gülen, zan eyleme dost,
Nifak ehli ile yaran olunmaz.

Eder bir aybını gördükte ifşa,
Karin-i sûe itmi’nân olunmaz.

Bu halkdan uzlet et, Hakkı, bulasın,
Ki, hiltât ile yol asan olunmaz.

Halâık fitnesinden kurtulana,
Kıyâmette hisâb, mîzân olunmaz.

Mücâhid ol! Mücâhid ol! Mücâhid,
Cihâdsız nâil-i ferzân olunmaz.

Revamı subhadek yatub uyuman,
Dûn’u gün hâb ile merdân olunmaz.

Taleb kıl sen de Kuddûsî! bu ışkı,
Ki, ansız sâhib-i irfan olunmaz.

İster

Cânân ise gönlüm, O’na râm olmayı ister,
Gönlüm ise O’nunla müdâm olmayı ister.

Cânân ise ister, ola gönlüm O’na bende,
Gönlüm ise kullukda devam olmayı ister.

Cânân ise ister ki, vere gönlüme ışkın,
Gönlüm ise ışkıyla kıyâm olmayı ister.

Cânân ise der, gönlüme kim nûş-u şarab et,
Gönlüm ise mestâne İmâm olmayı ister.

Cânân ise der, gönlüme ko ârı ol âşık,
Gönlüm ise rüsvâyı enam olmayı ister.

Cânân ise der gönlüme geç nâm-u nişândan,
Gönlüm ise bi-şöhret-i nâm olmayı ister.

Cânân ise der gönlüme Kuddûsî’ye yâr ol!
Gönlüm ise uşşâka gulâm olmayı ister.

Muhammed Mustafâ

Allahın Habîbidir Muhammed Mustafâ,
Beni dûr etmesin rahmetle ışkdan ol Hüdâ.

Teşerrüf eylerem ism-i şerîfin yâd ile,
Sevâb olur anı yâd edene bî-had şehâ.

Cemâli nûrunun bir zerresidür âfitâb,
Hayât-ı câvidân bulur olan âşık O’na.

Halîlidir Hüdânın hem resûl-i bî-gümân,
Dedi Peygamberimdür ol Habîb-i bâ-safâ.

Zelîl olmaz O’na her kim ki eyler ittibâ’
Risâlet tahtının sultânı Fahr-ı enbiyâ.

Zeval yok şer’ine O’nun ilâ yevmi’l-kıyâm,
Se’âdet bulur ol Şaha eden iktidâ.

Şefaatin tâcını başına giydirdi Hüdâ,
Salât ile selâm üstüne olsun bi-inkizâ.

Dalâlet üzre etmez ümmeti hiç içtimâ’
Taparlar Hakka ancak dileyip vasl-ü-likâ.

Zuhur ettikde nûru gitti küfrün zulmeti,
Âlemlere rahmet geldi ol Hayr-ül-Verâ.

Gârât eyledi ışkı bu gönlüm şehrini,
Firâkıyle tutuşup yanarım subh-u mesâ.

Kudûmiyle teşerrüf eyledi halkı cihan,
Kerîmdür sâiline bî-hisâb eyler ata.

Livâ-ül-Hamd-ı ihsân etti Yezdan hem O’na,
Muhabbet eyleyen bulur o Sultâna ulâ.

Nebiler Hâtemîdir hem kamunın efdalî,
Vücûda geldi anınçün bu arz ile semâ.

Hidâyet bulmuşuz O’nunla biz Hak râhına,
Elif-lâ lâ-Yezâlın dostudur ol tâ-u-hâ.

Yaraşır Hâlık-u mahlûk O’nu medh etmeğe,
Sen de Kuddûsî O’nun meddahı ol-gıl dâima.

Yıkar

Zâhid-i meşhûru, ancak zühd ile şöhret yıkar,
Âbid-i Cennet-peresti, gayriye rağbet yıkar.

Eylemez hüzn-ü-keder ârif kıyâmet kopsa da,
Ma’rifetsiz müdde’inin, gönlünü kurbet yıkar.

Rızk-ı maksûma kanâ’at eyleyen olur aziz,
Şol tamâhkârı harisi, hırs ile şöhret yıkar.

Gece-gündüz iştigâl et zikr-i Hakka sâlika,
Sa’y eden erer murada, gâfili gaflet yıkar.

Bir kişi kimi severse ismini çok yâd eder,
Yârini yâd etmeyen battalı gam-kasvet yıkar.

Ehl-i dünyâ ehl-i ukbâ oldular Hakdan cüda,
Kimini dünyâ yıkar nâsın, kimin ukbâ yıkar.

Çok ibâdet çok kerâmet etmesin mağrur seni,
Kimini dünyâ yıkar, halkın kimin kesret yıkar.

Işkdan özge nesneyi, etme taleb Kuddûsî’yâ!
Aşıkı irşâd eder ışk, münkiri reybet yıkar.

Ölüm var

Cem’ eyleme bu cîfe-i murdarı ölüm var,
Kenz etme sakın dirhem-ü-dînarı ölüm var.

Şeddâd ile Nemrûd’i ölüm neyledi fikr et,
Mahv oldu kamu asker-ü câhları ölüm var.

Karun ile Fir’avn’ı düşün var ise aklın,
Kurtaramadı kenzleri anları ölüm var,

Zikr eylese çok ölümü insan uyanır hemâ,
Der nefsine hiç işleme evzârı ölüm var.

Kuddûs-i miskin sözünü tut, sana der ki,
Hak isteyelim nidelim ağyârı ölüm var.

Âhır zaman

Ey mü’min-i mü’minân âhır zamandır bu zaman!
Oldu alâmetler ayan, âhır zamandır bu zaman!

Hem tövbe istigfâre, meşgûl olalım leyl-ü-nehâr,
Sa’y edelim zikre hemân, âhır zamandır bu zaman.

Mevlâ celisi zâkirin, bulmaz O’na düşman zafer,
Zikre çalış ol şâdumân, âhır zamandır bu zaman.

Kuddûsî’yâ işit sözü, dünyâ evin çok yapmagil,
Olur harab işbu cihan, âhır zamandır bu zaman.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 150

2) Sicilli Osmânî cild-4, sh. 58

3) Kuddûsi Divânı