AHMED BİN İDRÎS

Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Ahmed bin İdrîs Hasenî’dir. Künyesi Ebü’l-Abbâs’dır. Hazreti Hasen soyundan ya’nî şerîflerdendir. 1172 (m. 1758) senesinde Fas’ta doğdu. 1253 (m. 1837) senesinde Yemen’de vefât etti. Subye köyüne defnedildi. Kabri ziyâret mahallidir.

Ahmed bin İdrîs; uzun boylu, beyaz yüzlü, bedenen zarif, iri gözlü bir zât idi. Memleketi olan Fas’ta ilim tahsil etti. İlimde üstün bir dereceye yükseldi. Ders okuduğu hocalarından icâzet (diploma) aldı. Ders okutmaya başladı. Abdülvehhâb Tâzî’nin derslerinde bulundu. Bu zât yaşlı ve insanların, üstünlüğünü anlayamadığı bir kimse idi. Yaşlı olması sebebiyle hürmet görürdü. Ahmed bin İdrîs’in, bu zâtın büyüklüğünü anlayıp, ona talebe olması şöyle oldu: Ahmed bin İdrîs’in, Şenkît âlimlerinden Allâme Müceydirî isminde bir hocası vardı. Bu zât zaman zaman Fas’a gelirdi. Fas’ta ikâmeti esnasında, Ahmed bin İdrîs onun yanına gider, ba’zı hadîs-i şerîf ve fıkıh kitaplarını mütâlâa ederdi. Bir zaman Müceydirî yine Fas’a geldi. Ders okuttu. Ba’zı kitaplar tamamlanmadı. Şenkît’e döneceği zaman Ahmed bin İdrîs ona; “Efendim! izin verirseniz zât-ı âliniz ile birlikte geleyim. Geri kalan okuyamadığım yerleri okumuş olurum” dedi. Müceydirî o zaman; “Hocamdan senin için izin alıncaya kadar sabret. O zaman olur” buyurdu. Ahmed bin İdrîs hayretle; “Efendim siz büyük bir âlimsiniz. Bu hâlinizle hocanız mı var?” dedi. Müceydirî de; “Evet, hocam Abdülvehhâb Tâzi’dir” buyurdu. Ahmed bin İdrîs, söylenen bu zâtın büyük bir âlimin hocası olabileceğine çok şaştı. Çünkü onu kendi hâlinde, zikr ehli, yaşından dolayı hürmet gören bir zât olarak tanımıştı. Aradan az bir zaman geçtikten sonra Müceydirî: “Hocam sizin benimle Şenkît’e gitmenize izin vermedi. Bana; “Onu getir, Resûlullah (s.a.v.) ile görüştüreyim” diye buyurdu” dedi. O zaman Ahmed bin İdrîs’in hayreti daha da arttı. Beraberce Abdülvehhâb Tâzî’nin huzûruna gittiler. Ahmed bin İdrîs o zaman onun evliyâ bir zât olduğunu anladı. Ona talebe oldu. Huzûrunda edeble durdu. Abdülvehhâb Tâzî ona; “Nerede o boşa geçen günlerin” buyurup, ders okuttuğu zamanlarını hatırlattı. Daha sonra da kendisine tasavvuf yolunun edebini öğretti. Bir süre sonra, Abdülvehhâb Tâzî; “Şimdi hocan Müceydirî vefât etti” buyurdu. Ahmed bin İdrîs; “Nereden anladınız efendim?” diye sorduğunda Abdülvehhâb; “Falan zamanda Şenkît’ten bir kâfile çıktı. O onun vefât haberini getirir” buyurdu. Dediği gibi gelen kâfile Müceydirî’nin vefât haberini getirdi.

Ahmed bin İdrîs, Magrib’de yetişen âlimlerin ve evliyânın en büyüklerinden oldu. Çok kerâmetleri görüldü. Her taraftan insanlar gelip sohbetine katıldılar. Âlimler ve fazilet sahipleri dersini dinlediler. İlim ve irfandaki şöhreti her yere yayıldı. 1213 (m. 1798) senesinde Mısır’a, oradan da Mekke-i mükerremeye gitti. Otuz sene kadar orada ikâmet etti. Medîne-i münevvere ve Tâif de bulundu. Bulunduğu yerde, derslerine devam eden insanlara ilim ve edeb öğretti. Onlara dünyâ ve âhıret saadetinin yolunu gösterdi. Daha sonra Yemen’e gitti. Zebîd, Maha ve meşhûr bir köy olan Subye’de ikâmet etti. Vefâtına kadar orada dokuz sene, gece-gündüz durmadan Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara öğretmekle meşgûl oldu. Zamanında zâhirî ve bâtınî ilimlerde emsalsiz idi. Birçok âlimler, onun üstünlüğünü bildirdiler. Yüzlerce talebe yetiştirdi. İçlerinden birçoğu zamanın büyük âlimlerinden oldular. Yetiştirdiği âlimlerden ba’zıları şunlardır: Zebîd müftîsi Seyyid Abdürrahmân bin Süleymân Ehdel. Medîne-i münevverede zamanının büyük hadîs âlimi Şeyh Muhammed Âbid Sindî, din ve fen âlimi Muhammed Senûsî, Magrib evliyâsından Şeyh Arabî Derkâvî, Seyyid Ebi’l-Abbâs Ahmed Tlcânî, Şeyh Muhammed Meczûb Sevâkinî, Şeyh İbrâhim Reşîd’dir. İbrâhim Reşîd, hocası vefât edene kadar onun yanından ayrılmadı. Onun feyz ve bereketlerinden devamlı istifâde etti.

İbrâhim Reşîd anlatır: “Hocamın ilim meclislerinde bulundum. Hergün, biri sabah namazından sonra öğleye kadar, diğeri ikindiden sonra olmak üzere iki meclis teşekkül ederdi. Hocam âyet-i kerîmelerdeki esrâr ve incelikleri anlatır, akılları hayrette bırakırdı. Âlimler, müftîler, eşraf ve çok kimseler dersini dinlerdi. Ba’zan kısa bir âyet-i kerîmenin tefsîri günlerce sürerdi. Hocam; “Nûh aleyhisselâmın ömrü kadar ömrüm olsa, bu âyet-i kerîmenin tefsîrini yine bitiremem” buyururdu.

Ahmed bin İdrîs’in en büyük kerâmeti uyanık hâlde iken Resûlullahı (s.a.v.) görmesi ve Resûlullahdan (s.a.v.) şifahen salevât-ı şerîfeleri öğrenmesi idi. Kendisi şöyle anlatır: “Resûlullahı (s.a.v.) gördüm. Yanında Hızır aleyhisselâm da vardı. Resûlullah (s.a.v.) Hızır aleyhisselâma benim için Şâziliyye yolunun dersini (edebini) öğretmesini emrettiler. O da bana Resûlullahın (s.a.v.) huzûrunda nasıl olacağını öğrettiler. Daha sonra Resûlullah (s.a.v.), Hızır aleyhisselâma sevâbı daha çok olan zikr, salevât ve istiğfarları öğretmesini buyurdu. O zaman Hızır aleyhisselâm; “Onlar hangileridir yâ Resûlallah?” diye suâl etti. Resûlullah (s.a.v.); “La ilahe illallah Muhammedün Resûlullah fî külli lemhatin ve nefesin adede mâ vese’ahü ilmüllah...” diye üç defa, sonra da; “Külillâhümme innî es’elüke bi nûr-i vechillah-il-azîm” sonra da; “Estağfurullah el-azîm el-kerîm ellezî lâ ilahe illâ hüvel hayyül kayyûm Gaffâr-üz-zünûb. Yâ zel-celâli vel-ikrâm” diye buyurdular. Sonra da Resûlullah (s.a.v.) bana; “Ey Ahmed! Yer ve göğün hazînelerini sana verdim. O da bu zikr salevât ve istiğfardır” buyurdular. Çok iltifât ve teveccühlere mazhar oldum.”

Talebelerinin en büyüklerinden olan Şeyh İbrâhim Reşîd, hocasının ba’zı kerâmetlerini Ikd’üd-dürer-in-nefîs adlı eserde bildirdi. Ba’zı kerâmetlerini İbrâhim Reşid şöyle anlatır: “Ahmed bin İdrîs, Yemen’in Zebîd şehrine geldiğinde, Zebid müftîsi Seyyid Abdürrahmân ve şehrin ileri gelen âlimleri, sabah ve akşam onun kurmuş olduğu ilim meclisine gidip gelmeye başladılar. Sohbetini dinleyip, çeşitli mes’eleler sordular. Ahmed bin İdrîs, kendisine sorulan sorulara, gönüllere ferahlık verecek şekilde cevaplar verdi. Seyyid Abdürrahmân ve iki âlim arkadaşı, onu imtihan etmek üzere aralarında anlaşıp, tefsîr ve hadîs ilminden zor sorular tesbit edip bir kâğıda yazdılar. “Eğer suâllerimize cevap verirse, onun büyük olduğunu anlarız” dediler. Hep birlikte Ahmed bin İdrîs’in ilim meclislerine gittiler. Ahmed bin İdrîs onları karşıladı ve o daha birşey söylemeden, Seyyid Abdürrahmân’a; “Yanındaki suâller yazılı kâğıdı çıkar. Birinci suâl falanın, ikinci suâl falanın, üçüncü suâl senindir” buyurarak, herbirine hiç zorlanmadan birbirinden güzel ve akılları hayrette bırakan cevaplar verdi. Hepsi onun keşfine şaştılar. Sanki Ahmed bin İdrîs soruları hazırlarken yanlarında bulunmuştu. O zaman onun fazilet ehli, Allahü teâlânın velî bir kulu olduğunu anladılar ve ona teslim oldular.”

“Birgün meclisine, başlarında reîsleri Kâdı Hasen Ahmed olduğu hâlde bir kısım âlimler geldiler. Ahmed bin İdrîs’e çeşitli ilimlerde çeşitli mes’eleler sordular. O da her birine akla hayâle gelmeyen çok güzel cevaplar verdi. Daha sonra o âlimler meclisten ayrıldılar ve Ahmed bin İdrîs’in sözlerini beğendiklerini ifâde ettiler. Lâkin biz bu konuda falan âlimin sözünü tercih ediyorduk dediler. Reîsleri Kâdı Hasen onlara; “Gelin hep birlikte duâ edelim ve Allahü teâlâ Ahmed bin İdrîs’in söylediklerinin mi yoksa falan âlimin dediklerinin mi hak olduğunu bize bildirsin” dedi. Hepsi bunu kabûl edip, Allahü teâlâya duâ ettiler. O gece içlerinden biri, rü’yâsında Resûlullahı (s.a.v.) gördü, ihtilaf ettikleri mes’eleleri arzedip; “Yâ Resûlallah (s.a.v.)! Falan âlimin sözlerine tâbi olayım mı?” diye sordu. Resûlullah da; “Onun sözlerinden Kitaba ve sünnetime uyan sözlerine tâbi ol” buyurup sözlerinden hangilerine uyacağımı tek tek saydı. Daha sonra da; “Yâ Resûlallah (s.a.v.)! Seyyid Ahmed İdrîs hakkında ne buyurursunuz? Onun dediğine tâbi olayım mı?” dedi. O zaman Resûlullah (s.a.v.); “Sübhânallah. O benim sünnetime uygun konuşur. Ona tâbi ol” buyurdu. O âlim sevinçle uyandı. Gidip diğer arkadaşlarına rü’yâsındakileri anlattı. Hep birlikte Ahmed bin İdrîs’e gidip rü’yâyı anlattılar. O zaman Ahmed” bin İdrîs; “Sizin için hakîkati ortaya çıkaran Allahü teâlâya hamd ederim” buyurdu.

“Hocam ve birkaç kişi, birgün Magrib sokaklarından birinde yürürken, sultânın adamlarının, bir mazlûmu yakalayıp, ellerini ve kollarını bağlayarak götürdüğünü gördük. Mazlûmun kurtulması mümkün değildi. Hocam Ahmed bin İdrîs bize dönüp; “Sizde bunun kurtuluşu için bir yol var mıdır?” diye sordu. Biz de olmadığını söyledik. O zaman; “Şimdi Allahü teâlâ bakalım ne gösterecek” buyurdu ve sultânın adamlarına dönüp; “Bağlarını çözünüz” buyurdu. O esnada o adamcağızın ellerindeki ve boynundaki bağlar çözülüp yere düştü. Sultânın adamları da öteye beriye dağılıp gittiler. Mazlûm da böylece kurtulmuş oldu.”

“Birgün Ahmed bin İdrîs, Fas şehrinin kapısına gelmişti. O esnada sultânın adamlarının, gelen geçen fakirlerin sebze ve meyvelerinden, haksız yere vergi aldıklarını gördü. Fakir fukara çaresizlikle; “İnşâallah Allahü teâlâ bize bir yardımcı gönderir” dediler. O zaman Ahmed bin İdrîs, hiçbir menfaat gözetmeden, sâdece Allahü teâlânın rızâsı için duruma müdâhele edip, yanlarına vardı ve; “İçinizden cesur birisini bana getirin” buyurdular. Ortaya birisi çıktı. Ona; “Şimdi sen sultânın yanına git. Ona Müslüman fakirlere yapılan bu zulmü kaldırmasını söyle ve; “Bunda senin için hayır vardır. Eğer böyle yapmaz isen başına geleceklere râzı ol” de. Yalnız benim ismimi söyleme” diye tenbîh etti. O kişi de sultâna gidip, onun söylediklerinin aynısını iletti. Sultan bunları duyunca başını önüne eğip bir müddet düşündü. Daha sonra başını kaldırıp; “Seni kim gönderdi?” diye sordu. O haberci de; “Bunu söyliyemem. Zîrâ bana ismini gizli tutmamı söyledi” dedi. Sultan; “İsmini söyle, istediğin herşeyi vereceğim ve malları alınan fakirlerin mallarını iade edeceğim. Yalnız benim de bir isteğim var. Ba’zı kabileler bana isyan ettiler. Onları itaat altına almak için bir ordu hazırladım. Onların ıslâhı ancak itaatim altına girmeleriyledir” dedi. Haberci gidip durumu Ahmed bin İdrîs’e anlattı. O, haberciyi tekrar gönderdi ve sultâna; “İstediğin olacak duâ ediyoruz” diye dediğini bildirmesini söyledi. Çok geçmeden, âsîler sultâna itaat ettiler. Her taraf huzûra kavuştu.”

“Sudan’da idim. Daha o zamanlar babam, Kâdı Sâlih Reşîdî’nin terbiye ve himâyesinde idi. Büyük kardeşim benim yanıma gelip, gördüğü bir rü’yâyı anlattı: “Vefât eden hanımımı rü’yâmda gördüm. Ona; “Allahü teâlâ sana ne muâmele yaptı” diye sordum. O da; “Allahü teâlâ biz mevtaları bir yere topladı ve bize; “Siz sevdiğim bir zât olan Ahmed bin İdrîs’in zamanında yaşadınız. Onun sebebi ile sizleri mağfiret ettim” buyurdu” dedi. Biz o zamanlar Sudan topraklarında, Ahmed bin İdrîs de Yemen’de idi. Aramızda uzun mesafeler vardı. Üstelik biz kendisini tanımıyor ve ona talebe de olmuş değildik. Sâdece ismini duymuştuk. Çok sonraları kendilerini tanımak ve talebesi olmakla şereflendik. O zaman bu rü’yâyı kendilerine arzettim. Mahcubiyetle; “Doğrudur” buyurdu.

İbrâhim Reşîd, bir arkadaşından şöyle anlattı: “Seyahate çıkmıştım. Bir çölde mahsur kaldım. Suyum tükendi. Hava da çok sıcaktı. Güneş her tarafı kavuruyordu. Açlık ve susuzluktan öleceğimi anladım. Çaresizlikle yol kenarındaki bir ağaca yaslandım. Orada kendim için bir yer hazırladım ve; “Herhalde burası kabrim olacak” dedim. Sonra Hocam Ahmed bin İdrîs’in şu sözünü hatırladım: “Bizim bir talebemiz garbta olsa, biz de şarkta olsak ve bizden yardım istese, yardımına koşarız.” Bu hâlimle ona sığınıp yardım istedim. Ağaç kenarında sırt üstü yatmış ve yüzümü elbisemin bir parçasıyla örtmüş idim. O esnada bir ses duydum. Yüzümü açüm. Ağacın bir dalında, bir torbada iki çörek ve bir karpuz gördüm. Kendi kendime hayal görüyorum deyip, örtüyü yüzüme çektim. Bu yerde bana kim ekmek ve karpuz verecekti, ölüme iyice yaklaştığımı anladım. O zaman içimden; “Gördüğüm hakîkat olmasın?” diye geçti. Tekrar örtüyü açtım. Karpuz ve çörekler aynen duruyordu. Derhal kalkıp torbayı aldım. Çörekler fırından yeni çıkmış gibiydi. Karpuz serin ve tatlı idi. Çörekleri ve karpuzu yedim. Doydum ve karpuzun suyuyla, suya kandım. Yeni bir enerji ve kuvvet bularak yoluma devam edip memleketime vardım. Hocam Ahmed bin İdrîs’in maddî ve ma’nevî yardımları ile kurtuldum.”

“Ahmed bin İdrîs bir kısım talebelerine bir yere gitmelerini emretti. İçlerinden birini de, sünnet üzere, emîr yaptı. Onlar da yola çıktılar. Cidde’ye yaklaştıklarında azıksız ve parasız kaldılar. Onların emîri gece rü’yâsında Ahmed bin İdrîs’i gördü. Ahmed bin İdrîs kendisine bir mektûp verip; “Bunu al, Allahü teâlânın izniyle yoluna devam et” buyurdu. O da alıp cebine koydu. Sabahleyin emîr olan kişi rü’yâsını hatırlayıp arkadaşlarına anlattı. Elini de cebine soktu. Oradan bir mektûp çıkardı. Mektûbun üzerinde zorluk ve sıkıntı zamanlarında okunup da faydası görülen “Rabbi yessir velâ tüassir Rabbi temmim bilhayr. Yâ Kerîm” duâsı yazılı idi. Hepsi buna çok sevindiler. Sonra da okuyup yollarına devam ettiler. Hiçbir sıkıntı görmeyip arzu ettiklerine de kavuştular.”

“Mekke-i mükerremede hac farizasını eda ettikten sonra, şiddetli bir hastalığa tutuldum. İhtiyâcımı görecek kadar bile ayağa kalkamıyordum. Bu hâl üzere öleceğimden çok korktum. O hâlde Allahü teâlâya duâ edip; “Yâ Rabbî! Bana sevdiğin bir kulunu tanıt. Ondan senin ve Resûlünün sevgisini ve rızâna kavuşturan işleri öğrenip; tam bir sâlih müslüman olarak yaşayıp, sonra da vefât etmeyi isterim” diye yalvardım ve Ahmed bin İdrîs’in rûhâniyetinden yardım istedim. O anda uyudum. Karşımda Ahmed bin İdrîs’i gördüm. Ben bir divanda sırt üstü yatıyordum. O yanımda durdu. Bana; “Senin ilâcın Zemzem suyu ve ameliyat” buyurdu. Takatim hiç yoktu. Beni ameliyat etti. Çok terledim. Hattâ divandan yerlere terler damladı. O esnada uyandım. Kendimi yokladığımda bir dinçlik hissettim. Ayağa kalkıp yürümeğe başladım. Hocamın bereketiyle şifâ buldum. Günler sonra tekrar hastalandım. Tekrar hocamı vesile ederek yardım istedim. Rü’yâmda onu yüksek bir mekânda, büyük bir çadır içinde tek başına otururken gördüm. Selâm verdim. Bana: “Otur” buyurdu. Huzûrunda oturdum. Bana; “Sen ölümden korkuyorsun değil mi?” buyurunca; “Evet efendim” dedim. Bir kâğıt alıp üzerine iki satır hâlinde, birinci satırda ömrün seksen seneye ulaşmadan ölmezsin, ikinci satıra da inşâallah âriflerden bir zât olursun diye yazdı. Sonra o kâğıdı bana verdi ve “Oku” buyurdu. Ben de okudum. Bu husûsta Allahü teâlâya şükrettim. Sonra da Resûlullahı (s.a.v.) göremediğimi hatırlayıp, görmekle şereflenmek istediğimi arzettim. O zaman; “Otur, görmene yardımcı olayım” buyurdu. O esnada karşımda sırasıyla; Hazreti Ali, Hazreti Osman, Hazreti Ömer, Hazreti Ebû Bekr ve Resûlullahı (s.a.v.) gördüm. Sonra uyandım. Gördüğüm rü’yâ sebebiyle çok sevinçli idim. Daha sonra Mekke-i mükerremeden Yemen’e gittim. Subye şehrinde hocam Ahmed bin İdrîs’e kavuştum. Birinci günün gecesi, rü’yâmda nûrlara gark olduğumu gördüm. Nûrun çokluğu sebebiyle kendimden geçtim. Uyandığımda vücûdum titriyordu. Daha sonra hocamdan İdrîsiyye yolunun edebini öğrendim. Bana: “Bizim yolumuza giren, yüce maksada kavuşur. Allahü teâlâyı tanır” buyurdu.

“Birgün Medîne-i münevverede bir yerde oturmuştuk. O esnada başımızın üzerinde bir grup kuş uçmaya başladı. Hâl sahibi bir arkadaş; “Bu kuşlara hocamızın ismini söyleyerek çağırsak, hepsi yanımıza gelirler” dedi. Öyle söylediler. Kuşların tamâmı orada bulunanların ellerine kondular.”

“Ahmed bin İdrîs birgün katarına binerken, üzengi demiri kırılıverdi. Hizmetçisine emredip, onu ta’mir için demirciye gönderdi. Demirci o parçayı yumuşaması için ateşe attı. Bir müddet ateşte kaldıktan sonra demiri çıkardı. Demire, ateşin hiç te’sîr etmediğini gördü. Ne yaptı ise de bir fayda etmedi. Hizmetçi gidip durumu Ahmed bin İdrîs’e anlattı. O da; “Ben, Allahü teâlânın zaîf bir kuluyum. Allahü teâlâ bana komşu olandan ateşin yakıcılığını kaldırdı. Şu emîn mübârek beldelerdeki komşularım elbette kurtulurlar” buyurdu. O mecliste onun yakınında olanların bir fayda görmeyeceğine inanan biri vardı. O, bu hâdiseden ibret alıp, ona yakın olanların kurtulacağını anladı ve komşu hukukunu öğrenmiş oldu.”

Ahmed bin İdrîs’in talebelerinden biri, Mekke-i mükerremede vefât etti. Onu Muallâ kabristanlığına defnettiler. Defn esnasında orada bulunan keşf sahibi bir talebe, Azrail aleyhisselâmın Cennetten bir yaygı ve büyük kandiller getirdiğini ve kabri göz alabildiğine genişlettiğini gördü. Bu hâle gıpta edip; “Keşke, öldüğümde benim için de Rabbim böyle bir ikramda bulunsa” dedi. O zaman Azrail aleyhisselâm da; “Sizden herbiriniz, Allahü teâlânın sevgili kulu olan hocanız Ahmed bin İdrîs’in devamlı okumuş olduğu salevât-ı şerîfeler bereketiyle böyle ikram ve ihsânlara kavuşacaksınız” buyurdu. O büyük salevât da şöyledir: “Allahümme innî es’elüke bi nûri vechillahil azîm. Ellezî melee erkân’el azîm bi kadri azameti zâtıllahil azîm fî külli lemhatin ve nefesin adede mâfi ilmillahil azîm salaten dâimeten bi devâmillahil azîm, Ta’zîmen li hakkıke yâ Mevlânâ yâ Muhammed yâ zel hulukil azîm ve sellim aleyhi ve alâ âlihî mislü zâlike vecma’ beynî ve beynehû kemâ Cema’te beyner’rûh-ı ven-nefsi zâhiren ve bâtınen yakazaten ve menâmen. Vec’alhü yâ Rabbi rûhan lezzâtı min cemî’il vücûhi fid-dünyâ kablel âhıra yâ Azîm.”

Ahmed bin İdrîs’in yazmış olduğu eserlerinden ba’zıları şunlardır: 1-Risâlet-ül-esâs, 2- Risâlet-ül-Kavâ’id, 3-Rûh-üs-Sünne, 4- El-Ikd-ün-nefîs fî nazm-i Cevâhir-it-tedrîs, 5- Es-Sülûk, 6- Kitâb-ül-ahzâb, 7- Kimyâ-ül-yakîn.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-1, sh. 158

2) El-A’lâm cild-1 sh. 95

3) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 341

4) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 186

5) İzâh-ül-meknûn cild-2, sh. 111, 263, 396