Osmanlılar zamanında Anadolu’da yaşayan evliyânın en büyüklerinden. Seyyid olup: “Âlim-i Arvâsî”, “Kutb-i Arvâsî” lakabları ile meşhûr oldu. Seyyid Fehîm hazretlerinin dedesi, Seyyid Abdülhakim-i Arvâsî hazretlerinin de dedesinin dedesidir. Zamanının kutbu idi. Onüçüncü asrın başlarında vefât etti. Hoşâb’da medfûndur.
Annesi, küçük yaşta babasız kalan Seyyid Abdürrahmân’ın üzerine titredi, okuyup büyük âlim olması için husûsî bir itinâ gösterdi. Daha küçük yaşta âlimlerin huzûruna gönderip, ilim öğrenmesini sağladı. Abdürrahmân, yedi-sekiz yaşlarında Arabî ilimleri öğrenmeye başladı. Kısa zamanda; tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimlerde ve zamanın fen ilimlerinde büyük bir âlim oldu. Büluğ çağına gelince, Arvâsîler hânedanının devam etmesi için annesi onu zorla evlendirdi. Her çocuğu dünyâya geldikçe, kendisinden çok annesi seviniyordu. Tâhir, Lütfî, Abdülhamîd, Muhammed isminde dört oğlu oldu. Bugünden sonra Arvâsî ailesinden gelen seyyidler silsilesi, Seyyid Abdürrahmân hazretlerinin vasıtasıyla olduğu için, ona, Nûh aleyhisselâmın ünvanı gibi ikinci peder dediler.
Seyyid Abdürrahmân hazretleri, tasavvuf yolunda da yetişerek büyük bir velî oldu. Zamanının mürşid-i kâmili idi. Medresesinde talebe yetiştirmeğe başladığında, her taraftan akın akın yüzlerce Hak âşığı huzûruna koştular. Sohbetleriyle şereflenip bereketli feyzlerine kavuştular. Seyyid Abdürrahmân’ın ömrü, zâhir ve bâtın ilimlerini yaymakla geçti. İstanbul, Hicaz, Mısır, Irak gibi memleketlerde çözülemeyen mes’eleler Abdürrahmân hazretlerine getirilirdi. Çevredeki bütün bölgeler, onun irşâd nûruyla aydınlanmıştı. Bu sebeple Sultan İkinci Mahmûd Hân ona çok hürmet gösterir, duâsını istirhâm eder, husûsî hediyeler ve selâmlarını gönderirdi.
Seyyid Abdürrahmân, çok cömert ve ihsân sahibiydi. Mal ve canını Allahü teâlânın dînini yaymak için ortaya koydu. Uzak yerlerde Allah yolunda cihâd edenlerin yardımına koşardı. Hanımı şöyle anlattı: “Efendim, arada-sırada silâhlarını kuşanır, evden çıkar, sabahtan önce yine eve gelirdi. Geldiğinde üstünde-başında kan lekeleri olurdu. Elbiselerini yıkar sesimi çıkarmazdım. Yine elbiseleri kan içinde kaldığı birgün kendisine; “Efendi! Sık sık gidip, sabaha bu vaziyette geliyorsun. Nereye gidiyorsun ve elbisen niçin kan içinde olarak dönüyorsun?” diye sordum. O da; “Hanım, sağlığımda iken kimseye söylemez isen, bu sırrı sana söylerim” dedi. Ben de; “Söylemem” dedim. Bunun üzerine; “Biz vazîfemiz îcâbı zaman zaman dünyânın neresinde müslümânlarla kâfirlerin harbi varsa oraya gideriz. Müslümanlara yardım eder, küffâr ile harbederiz. Ayrıca darda kalmış müslümanların da yardımına yetişiriz” buyurdu. Ben bu sırrı hiç kimseye söylemedim, sakladım.”
Seyyid Abdürrahmân, zamanın beylerine, paşalarına mektûplar yazarak nasihat eder, uzak memleketlere dahî mektûplar gönderirdi. İrisân beylerinden Emîr Şerefüddîn Abbasî’ye yazdığı Fârisî mektûplar çok kıymetlidir. Bu mektûplardan birinde Muhammed Kerîm Hân, Mustafa ve Feyzullah beylere selâm ve duâ etmektedir. Şerefüddîn Hân, Seyyid Abdürrahmân’dan gelen başka bir mektûbun sonuna şu satırları eklemiştir “Mevlânâ hazretleri bu mektûbu bu fakire 1192 (m. 1778) senesinde göndermiştir. Musibete sabretmek lazım olduğu ve sabrın kıymetini bildirmiştir. Birkaç ay sonra pederim Abdullah Hân vefât etmiştir. Mevlânâ’nın kerâmetini buradan anlamalıdır.”
Seyyid Abdürrahmân, yakınlarından birini dünyâ malına muhabbeti sebebiyle yanından uzaklaştırmıştı. O zât da Beyrut’a gidip, zekâsıyla vâli olmuştu. Birgün kendisine; “Efendim! O yakınınız Beyrut’ta vâli oldu” dediklerinde, onlara; “O, ateşte yanmadı mı?” buyurdu. O günün târihini bir yere kaydettiler. Sonradan haber geldi ki, Beyrut Vâlisi bir gece konağında çıkan bir yangın sebebiyle çocuklarıyla birlikte yanmıştı. Târihini sordular, Seyyid Abdürrahmân hazretlerinin onun hakkında söylediği günün târihini tutuyordu.
Seyyid Tâhâ hazretleri onun hakkında; “Seyyid Abdürrahmân Kutb” diye bahsederdi.
Abdürrahmân Tâgî, babasının tövbe etmesinin sebebini şöyle anlattı: “Babam, Budağ Hân’ın yanında çalışırdı. Hân, askerleriyle beraber Seyyid Abdürrahmân Kutb hazretlerinin kabrinin yakınlarına gelmişti. Mola verdikleri bir yerdi’, babam Yûsuf Efendi askerlerden ayrılıp, Seyyid Abdürrahmân’ın kabri başına geldi. Bir de gördü ki, Seyyid hazretleri kabrin üzerinde oturuyor. Kendini görünce, yüzünü babamdan çevirdi, başka yere bakmaya başladı, hiç iltifât etmedi. Babam, yüz bulamayınca, doğru askerin yanına gelip komutana silâhını ve elbiselerini çıkararak teslim etti. Silâhını teslim ettiğini gören Hân, babam Yûsuf Efendi’yi tehdit ederek; “Bizden vaz geçersen seni Nirib nahiye müdürlüğünden azlederim, evini oradan çıkarır, seni de öldürürüm” dedi. Babam aldırış etmedi. Doğru Abdürrahmân hazretlerinin kabri başına geldi. Bu defa kabrinin üzerinde oturduğu hâlde babama güleryüzle bakıyordu ve; “Mevlânâ Yûsuf! ilk geldiğinde senden yüz çevirmiştim. Şimdi ise yüzümü sana döndüm, tövbe et!” buyurdu. Babam da şimdiye kadar yaptıklarına tövbe edip Abdürrahmân hazretlerinin elini öptü. Ondan nasîhat alarak ayrıldı. O nasîhatlara uyarak mutlu bir hayat yaşadı. Hân ise ona hiçbir kötülük yapamadı.”
Torunlarından Muhammed Emîn anlattı: “Van’da, yaz ayları çok kurak geçer. Halk yağmur yağmasını arzu ettikleri zaman, dedem Seyyid Abdürrahmân hazretlerinin mezârı başındaki taşı alırlar, alt taraflarda akan derenin suyuna sokarlar. O zaman yağmur yağmaya başlar. Bu taş zaman zaman alınıp suya sokulduğu için incelmiş durumdadır. Bu, dedemin Allahü teâlâ katında ne kadar makbûl bir zât olduğunu gösterir.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Eshâb-ı Kirâm sh. 288