İslâm mücâhidlerinden. Hadîs ve tefsîr âlimi. İsmi, Abdülkâdir bin Muhyiddîn bin Mustafa bin Muhammed bin Muhtâr bin Abdülkâdir Hasenî Cezâyirî’dir. 1222 (m. 1807) senesi Receb ayının yirmiüçünde Cezayir’in Muasker yakınındaki Kaytana çiftliğinde doğdu. 1300 (m. 1883) senesi Receb ayının ondokozunda Dımeşk’ın (Şam’ın) Demir Köyü’nde vefât etti. Naşı, Sâlihiyye’de Muhyiddîn-i Arabî türbesine defnedildi.
Emîr Abdülkâdir Cezâyiri’nin nesebi, hazret-i Hasen bin Ali’ye (r.anhümâ) dayanır. Ya’nî şerîflerdendir. Baba ve dedeleri Cezayir’in Vehrân tarafında, şerefli, âlim, fâdıl, zâhid ve takvâ sahibi, herkesin sevip saydığı kimselerdi. Cedlerinden biri olan Seyyidî Muhammed bin Abdülkâdir, Barbaros Hayreddîn Paşa’nın Cezayir’i fethine yardım etmişti. Osmanlılar zamanında, bunun oğulları ve torunları hürmet ve i’tibâr görürlerdi. Dedesi, Vehrân eyâletinin Muasker yakınında bulunan Kaytana çiftliğinde oturduğu için Abdülkâdir de orada yetişti. Üstün bir zekâya sâhib idi. Henüz çocuk iken tefsîr, hadîs ve diğer ilimlerde üstün bir dereceye yükseldi. Geniş ma’lûmâtıyla, fazilet ve takvâsıyla şöhreti heryere yayıldı. Bu ma’nevî faziletler yanında, cesâret ve kahramanlık, ata binmek, silâh kullanmak gibi husûslarda da üstün maharet sahibi idi. Abdülkâdir Cezâyirî, 1242 (m. 1826) senesinde babasıyla birlikte Cezayir’den ayrılarak Mısır’a, oradan Hicaz’a gitti. 1245 (m. 1829) senesine kadar orada kaldı. Daha sonra Cezayir’e dönen Abdülkâdir Cezâyirî ile babası, evvelâ münzevî (kendi hâlinde) bir hayat sürdüler. Fakat Cezayir’in Fransızlar tarafından işgalini ta’kib eden vak’alar, kendilerini, kabilelerin başına geçmek ve vatanlarını müdâfâ etmek mecbûriyetinde bıraktı. Vehrân ve Müstefânem bölgelerindeki halk, düşmana karşı ayaklanarak babasını emîr seçtiler. Fakat babası emirliği oğlu Abdülkâdir Cezâyirî’ye verdi. Kendisi Oran’daki Fransız kuvvetleri ile harb eden askerin kumandasını ele aldı. Bu seferler esnasında Abdülkâdir’in gösterdiği harikulade şecaat (kahramanlık), binicilikteki maharet ve soğukkanlılığı herkesi hayran bıraktı. Muhyiddîn, oğlunun, kabilelere emîr olmasını teklif etti. Abdülkâdir Cezâyirî, 1248 (m. 1832) senesi Receb ayında bütün Cezayir’e emîr olup, Fransızlan Cezayir’den çıkarmak için çalışmalara başladı.
Kuvvetli bir ordu kurarak Fransızları bir çok defalar yendi. Bu zaferlerini siyâsî sahada da sürdürerek birçok bölgeleri de bu yolla ele geçirdi. Böylece Abdülkâdir Cezâyirî, başta Muasker merkezi olmak üzere, Merakeş sınırına kadar olan bir ülkeye sâhib oldu. Âsileri yola getirdikten sonra, Fransızlan birkaç kere daha yendi. Yeni bir anlaşma yaparak zaferini perçinledi. Bunun üzerine Fransızlar, hîle ve fitne çıkararak, Abdülkâdir Cezâyiri’nin etrâfındakileri etkilemeye başladılar. Bunun üzerine Abdülkâdir Cezâyirî, yeniden askerini toplayarak, Fransızlan denize kadar sürdü, iki yıl sonra, Fransızlarla tekrar savaş başladı. Abdülkâdir, ordusunun içindeki tefrika ve anlaşmazlıklar yüzünden Merâkeş’e çekildi. Akrabası olan Merâkeş hâkimi Abdürrahmân ile Merâkeş’in müslüman halkının yardımıyla Fransızlarla savaşmaya devam etti. Ancak yine tefrika yüzünden ordusu kendisine yüz çevirdi. Bunun üzerine, kendisine sâdık olan adamlarıyla, Büyük Sahra’ya çekildi. Orada da taraftarlarının çoğunun telef olması üzerine, 1263 (m. 1847) senesinde İskenderiyye veya Akka’da kalmak şartıyla General Lamoriciere’ye teslim olmak mecbûriyetinde kaldı. Cezayir vâlisi Duc d’Aumele tarafından Fransa’ya gönderildi. Bir müddet Toulon’da Lamalgue kalesinde, sonra Pau ve nihâyet Anboise kalesinde bulunduruldu. Napolyon İmparatorluğunu îlân ettiği zaman, Abdülkâdir Cezâyirî’ye Osmanlı ülkesinde kalması için müsâade verdi. Abdülkâdir Cezâyirî İstanbul’a geldi. Sultan Abdülmecîd Hân’ın iltifâtına kavuşup, Bursa’da kendisine tahsis edilen konakta oturdu. Bursa’da 1272 (m. 1855) senesinde büyük bir zelzele olunca Şam’a geçti.
Abdülkâdir Cezâyirî, Şam’a gidince, zamanını ilmî çalışma, ibâdet ve çocuklarının terbiyesi ile geçirdi. Kimseyle görüşmedi. Bu sırada İngiliz ve Fransızlar, Osmanlı Devleti’ni kuvvet zoruyla yıkamayacaklarını anlamışlar, işi fitne ve fesatla hâlletme yoluna gitmişlerdi. Osmanlı Devleti içerisindeki çeşitli fırka ve milletleri birbirleriyle çarpıştırmaya başlamışlardı. Lübnan ve Suriye’de Dürzileri İngilizler silâhlandırmış, Mârunîlere de Fransızlar arka çıkmışlardı. Her iki devlet, yaptıkları çalışmalarla, Osmanlı teb’asını Osmanlı topraklarında birbirine kırdırıp, kendi emellerine âlet etmeye kalkışmışlardı. Bu oyunların bir sahnesi olarak, 1277 (m. 1860) senesinde Dürzî âsileri, Hıristiyan ahâliyi öldürmeye teşebbüs ettikleri vakit, Abdülkâdir, Cezayirli muhacirlerin yardımı ile Fransa konsolosunu ve binbeşyüz kadar insanı kurtardı. Bu hareketi Osmanlı hükümeti tarafından taltif edildi. Fransa hükümeti, bu hareketin mükâfata olarak Emîr’e, legion d’honneur nişanının grand-cruix’sını verdi. Abdülkâdir Cezâyirî 1279 (m. 1862) senesinde hacca gidip iki sene Hicaz’da kaldıktan sonra İstanbul’a gelerek, Abdülazîz Hân tarafından Birinci Osmânî Nişanı’yla taltif edildi.
Peygamberimizin soyundan olan Abdülkâdir Cezâyirî, her şeyden evvel sağlam ve doğru îmân sahibi, vakarlı bir zât idi. Bu hâli, yalnız dindaşlarının değil, kendisini yakından tanımak fırsatını bulan Avrupalıların da takdîrini celbetmişti. Çok adâletli idi. Âlicenâb ve merhametli ise de, düşmanlarını yıldırmak için zarurî gördüğü anlarda şiddetli çarpışmalardan hiç çekinmezdi.
Abdülkâdir Cezâyirî, ilim ve irfana çok ehemmiyet verirdi. Âriflerin büyüklerinden idi. Dünyâ ve âhıretin kemâlâtım kendisinde toplamıştı. Kahraman bir mücâhid idi. Şân ve şöhreti doğudan batıya her yere yayıldı. Zamanının âlimleri arasındaki ihtilâfları hallederdi. Aynı zamanda kerâmet ehli idi. Çok kerâmetleri görüldü.
Kıymetli eserler yazdı. Bunlardan tasavvuf ve inceliklerine dâir yazdığı “Mevâkıf” adlı kitabının her bir bölümü ma’rifetlerle doludur. Kitabının seksenüçüncü mevkifinde (bölümünde) şöyle yazmaktadır.
“Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: “Allahü teâlâ bir kimseye bir ni’met verdiğinde o ni’metin onun üzerinde görülmesini ister.” Hulâsa budur ki, eğer ni’metin görülmesi yalnız fiil (iş) ile olursa onu fiil (iş) ile izhâr etmek ve eğer ni’metin izhârı kavl (söz) ile olursa onu da kavl (söz) ile izhâr etmek (açıklamak göstermek) lâzımdır.”
Bir diğer mevkifde (bölümde) der ki: “Medîne-i münevvereye vardığımda Resûlullahın Ravda-i mutahherasına gittim. Resûlullaha (s.a.v.), Hazreti Ebû Bekr ve Hazreti Ömer’e selâm verdikten sonra, Resûlullahın huzûrunda edeble durdum ve; “Yâ Resûlallah! Köleniz kapınızda durmaktadır. Yâ Resûlallah! Sizin bir nazarınız bana herşeyden daha sevgilidir ve beni zengin eder. Yâ Resûlallah! Sizin himâyeniz benim için kâfidir” dedim. O zaman Eşref-i âlem (s.a.v.) buyurdular ki: “Sen benim evlâdımsın ve yanımda makbûlsün.” Bana evlâdım buyurmaları, sulbî evlâdlığı mı, yoksa kalbi evlâdlığı mı idi. Benim maksadım her ikisinde idi. Allahü teâlâya hamd ve şükr edip; “Yâ Rabbî! Bunu bana Peygamberimizin (s.a.v.) zât-ı şerîfini göstermekle tahakkuk ettir. Zîrâ Habîbin (s.a.v.) buyuruyor ki; “Beni gören hakîki görür. Zîrâ şeytan benim şeklimde kendini hiç kimseye gösteremez” diye duâ ettim. Sonra da Kademeyn-i şerîfeynin (mübârek iki ayağının tarafına) geçtim ve şark taraftaki bir duvara yaslanıp tefekkürle meşgûl oldum. O hâlde iken kendimden geçtim. Herşeyden habersiz kaldım. Mescid-i Nebevî’de kimi namaz kılar, kimi zikreder, kimi Kur’ân-ı kerîm okur, kimi duâ ederdi. Hiç birşey duymaz ve herşeyden habersiz oldum, o esnada; “Bu seyyidimizdir” sesini işittim. Gaybet hâlimde gözlerimi açtım. Resûlullah (s.a.v.) beni ayak tarafından şebeke arasına çektiler. Heybetli ve sakin idiler. Mübârek sakalının aklığı fazla idi. Yanakları kırmızı idi. Lâkin mübârek şemaili vasfedenlerin yazdıklarından çok daha kırmızı idi. Bana yaklaştıkları vakit kendime geldim. Allahü teâlâya hamdettim. Allahü teâlânın zikrine başladım. Sonra yine eskisi gibi kendimden geçtim. O anda Allahü teâlânın Ahzâb sûresi 53. âyet-i kerîmesinin; “Fakat çağırıldığınız zaman girin. Yemeği yediğinizde de hemen (yanından) dağıtın” meâli kalbime doğdu. Kendime geldiğim vakit Allahü teâlâya şükrettim. Âyet-i kerîmenin tefsîrine baktığımda gördüm ki, bu çeşitli müjdeleri içine alır. Daha sonraları kendimden geçtiğim anlarda da bana şu âyet-i kerîmeler telkin olundu:
Yûnus sûresi 2. âyeti (mâlen): “İnsanlar arasında bir ere (peygambere); “İnsanları Allahın azâbı ile korkut ve îmân edenleri de Rableri katında yüksek dereceleri almakla müjdele.”
Âl-i İmrân sûresi 73. âyeti (meâlen): Ey Resûlüm! Onlara de ki: Doğrusu fazilet ve ihsân Allahın elindedir. Onu dilediği kimseye verir.”
Nahl sûresi 102. âyet-i kerîmesi (meâlen): “Onlara şöyle de; “Cebrâil, Kur’ân-ı kerîmi, îmân edenlere sebat vermek, müslümanlara bir hidâyet ve müjde olmak için Rabbinin katından hak olarak indirdi.”
Mü’min sûresi 81. âyet-i kerîmesi (meâlen): “Ve size (kudretinin kemâline, rahmetinin genişliğine delâlet eden) alâmetlerini gösteriyor; artık Allahın hangi âyetlerini inkâr edersiniz, (bu Allah’tan değildir dersiniz?)”
Hâşâ Allahü teâlânın hiç bir âyeti inkâr edilmez. Yine kendime geldim. Allahü teâlâya şükredip; “Allahü teâlânın âyetlerinden hiç birini inkâr etmem. Kul mevlâsının fadlını i’tirâf edicidir” deyip yerimden kalktım. O sırada evliyâdan bir zât yanıma geldi. Bana; “Resûlullahın (s.a.v.) teveccühünü irâde ettiğin vakit kendin ve Resûlullahın (s.a.v.) arasında büyük zâtlardan birisini vâsıta et. Bu zâtlar; Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî, Muhyiddîn İbni Arabî, Şâzilî ve benzeri gibi büyüklerdir” dedi. Sonra da Allahü teâlânın zikrine devam ettim.
Abdülkâdir Cezâyirî’nin eserlerinden ba’zıları şunlardır: 1- Zikr-il-âkıl ve tenbîh-ül-gâfil: Bursa’da ikâmeti sırasında yazdığı tasavvufa dâir bir eserdir. 2- De lâ fidelite des Musulmans a observer Leurs Traites d’alliance et autres (Müslümanların ittifâk ve sâir ahidlerine sadâkatleri) adında Fransızca bir eserdir. 3- Dîvân.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-5, sh. 304
2) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-2, sh. 99
3) El-A’lâm cild-4, sh. 45
4) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 605
5) Kâmûs-ül-a’lâm cild-4, sh. 3084
6) Târih-ül-Halef cild-2, sh. 316
7) İzâh-ül-meknûn cild-1, sh. 326, cild-2, sh. 545
8) Brockelmann Sup-2, sh. 886
9) Rehber Ansiklopedisi cild-1 sh. 35