Mâlikî mezhebi fıkıh ve hadîs âlimlerinden. İsmi, Muhammed bin Abdülbâkî bin Yûsuf bin Ahmed bin Alvân Zerkânî’dir. Babası gibi Zerkânî adıyle meşhûr oldu. Künyesi Ebû Abdullah’dır. 1055 (m. 1645) senesi Mısır’da Zerkân köyünde doğdu. 1122 (m. 1710) senesi Ramazân-ı şerîf ayında, Kâhire’de vefât etti. Cenâze namazını büyük âlim Şeyh Muhammed Kûşî kıldırdı.
Muhammed Zerkânî, önce âlim bir zât olan babasından okudu. Sonra da zamanın büyük âlimlerinden Nûreddîn Ali Şebrâmelîsî, Şeyh Yasin Hımsî, Şeyh Muhammed Bâbilî, Şeyh Muhammed bin Halîl Aclûnî, Cemâleddîn Abdullah Şibrâvî ve başkalarından ilim tahsil etti. Fıkıh, hadîs ve Arabî ilimlerde üstün bir dereceye yükseldi. Bütün hocalarından icâzet (diploma) aldı. Ebi’l-İkrâm bin Vefi’den tasavvuf yolunu öğrendi. Ezher Üniversitesi’nde ders okuttu.
Zerkânî, çok kıymetli eserler yazdı. Bunlardan ba’zıları şunlardır: 1- Telhis el-Mekâsid-ül-hasene (hadîs ilmine dâir), 2- Şerh-ül-Beykûniyye, 3- Şerh-ül-Mevâhib: Bu eser, sekiz cild olarak; 1329 (m. 1911) senesinde Mısır’da ve 1393 (m. 1973)’de Lübnan’da basıldı. 4-Şerh-u Muvattâ-ı İmâm-ı Mâlik, 5-Vusûl-ül-emânî.
Zerkânî’nin Şerh-ül-Mevâhib adlı eserinden ba’zı bölümler:
Tıbb-ı Nebevi: Peygamber efendimiz (s.a.v.), Eshâbından bir kimse hasta olsa, onu görmeye giderdi. Hattâ kâfirlerin hastasını da ziyâret ederdi. Hadîs-i şerîfde; “Hastaları ziyâret ediniz” buyurulmuştur. İbn-i Battal; “Bu hadîs-i şerîfdeki emir, farz-ı kifâye ve ziyâret edenle ziyâret edilen arasında yakınlık, sevgi ve muhabbetin meydana gelmesine teşvik içindir” demektedir.
Taberî’den şöyle nakledilir: “Bereketi ve ma’nevî yönden fâidesi umulan kimsenin hasta ziyâreti daha mühimdir. Çünkü hasta, böyle kimselerden fâide görür.”
Ka’b bin Mâlik’in (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Hastayı ziyâret eden kimse (hastanın ziyâretine giderken) Allahü teâlânın rahmetine dalar. Hastanın yanına oturduğu zaman, rahmet onun (bütün vücûdunu) kaplar.” Taberî eserinde bu hadîs-i şerîfden hemen sonra; “Ziyâret eden kimse hastanın yanından kalkdığı zaman, geldiği yere dönünceye kadar rahmet içerisinde bulunur” hadîs-i şerîfini de yazdı. Bu hadîs-i şerîfler hasta ziyâreti yapan kimsenin ziyârete giderken, hastanın yanında kaldığı müddet içerisinde ve dönerken Allahü teâlânın rahmeti içerisinde bulunduğunu ifâde etmektedir.
Ebû Sa’îd-i Hudrî’nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfde, Resûl-i ekrem (s.a.v.) şöyle buyurdu: “(Ziyâret için) bir hastanın yanına girdiğiniz zaman, ömrünün uzun olacağına dâir ümîdlendiriniz veya eceli ile ilgili husûslarda, onun gam ve kederini gideriniz. Böyle yapmak onun gönlünü hoş tutar, rahatlamasına vesile olur.”
Diğer bir hadîs-i şerîfde şöyle buyuruldu: “Hastaya yüzünün iyi göründüğünü ve buna benzer kalbini rahatlatacak şeyleri, hastalık sırasında pekçok ecir ve sevâba kavuştuğunu, hastalığın günahlara keffâret olduğunu hatırlatmalıdır.” Bu hadîs-i şerîfde çok mühim ve kıymetli bir tedâvi usûlü bildirilmektedir. Bu ise hastanın gönlünü rahatlatıcı, moralini düzeltici sözlerle, hastalığın giderilmesine veya hafiflemesine yardımcı olmaktır. Hastanın gönlünü rahatlatacak, hastalık sebebiyle bozulan moralini düzeltecek, onu neş’elendirecek sözlerle hastaya yardımcı olmak pek kıymetli bir tedâvi usûlüdür. Çünkü ziyâretçilerin bu çeşit sözleri hastanın moralini düzeltir. Hastaların kendisini sevenlerin ziyâreti ile zindeleştikleri, kendilerini iyi hissettikleri çok görülmüştür.
Enes bin Mâlik (r.a.) şöyle rivâyet etti: “Resûlullah (s.a.v.) ölüm hâlindeki bir hastanın yanına geldi. Ona selâm verdi. “Kendini nasıl buluyorsun?” buyurdu. O da; “Hayr ile, yâ Resûlallah! Allahü teâlânın rahmetini umuyor, günahlarımdan dolayı Allahü teâlânın azâbından korkuyorum” dedi. Bunun üzerine Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Bu anda bir kimsenin kalbinde bu ikisi bulunursa, Allahü teâlâ ona umduğunu verir ve onu korktuğundan emîn kılar” buyurdu.
Hastalık iki kısımdır: 1- Kalb hastalıkları, 2- Bedenin normal hâlini kaybetmesi ve bozukluğu. Herbirinin tedâvisi vardır.
Kalb hastalığının tedâvisi: Bu, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) bildirdikleri ile olur. Bunun başka yolu yoktur. Çünkü kalblerin ıslâhı ve iyiliği ancak, Allahü teâlâyı tanımak, O’nun mübârek isimlerini, sıfatlarını, fiillerini, emir ve yasaklarını bilmekle olur. Yine kalblerin salâhı; Allahü teâlânın rızâsını ve sevgisini başkalarına tercih etmek, O’nu her şeyden önde tutmak ile olur. O’nun yasak ettiği ve gazâbına sebep olan şeylerden sakınmakla olur. Kalblerin sıhhati ve hayat sahibi olması ancak bununla mümkün olur. Bunlar ise sâdece Resûlullah efendimiz (s.a.v.) vasıtasıyla elde edilir.
Bedenin tedâvisi ile alâkalı tedâvi şekillerinin tamâmı, Resûlullah efendimiz (s.a.v.) tarafından bildirilmemiştir. Bunların bir kısmı bildirilmiştir. Böyle bildirilenlerin, hak ve doğru olduğuna i’tikâd etmek lâzımdır. Şayet şifâ elde edilmezse; bunun ya hastada, yahut ilâcda bulunan bir mâniden dolayı olduğunu kabûl etmelidir. Diğer tedâvi usûlleri ihtisas sahiplerine bırakılmıştır. Resûlullah efendimiz (s.a.v.), insanları Allahü teâlâya da’vet eden bir hidâyet rehberi olarak gönderildi. Ümmetine, Allahü teâlânın râzı olduğu ve beğendiği şeyleri beyân edip, onların yapılmasını emretti. Gazâbına ve azâbına sebep olan şeyleri de beyân etti ve onların yapılmasını yasakladı. Ümmetine, daha önceki peygamberlerin haberlerini ve onların ümmetleri ile olan hâllerini haber verdi. Âlemin yaratılışını, insanların şakî ve sa’îd olmalarını ve bunların sebeblerini beyân eyledi. İyilerin Cennete, kötülerin Cehenneme gideceğini bildirdi.
İslâmiyette, bedenin tedâvisi, bizzat maksûd olan birşey değildir. Çünkü, bedenin tedâvisine her zaman ihtiyâç duyulmaz. İhtiyâç hâlinde bedenin tedâvisine müracaat edilir. Kalbin tedâvisi ve ıslâhına gelince: İslâmiyette maksûd olan budur. Zâten bedenin tedâvisinden maksat, kalbin ıslâhıdır. Kalbin ıslâhı olmadan bedenin ıslâhı faydasızdır. Hattâ zararlıdır bile. Fakat, kalb ıslah olduğu hâlde bedenin sıhhati yerinde olmazsa, bunun zarârı kalbin bozuk olması hâlindeki zarârından daha hafiftir. Çünkü bedende bozukluk olduğu zaman, dünyevî bir zarar meydana gelir. Bu ise geçicidir. Fakat peşinden Cennette devamlı ni’metlere kavuşulur. Kalbdeki bozukluk böyle değildir. Maazallah bu ebedî azâba sebep olabilir.
İşte günahların kalbdeki zararı, zehirlerin bedendeki zararı gibidir. Dünyâda ve âhırette ne kadar kötülük ve hastalık varsa, hepsinin sebebi, günah işlemek ve Allahü teâlânın emirlerine karşı gelmektir. Günahların dünyâda ve âhırette, kalbe ve bedene verdiği zararların büyüklüğünü ancak Allahü teâlâ bilir.
Günahların zararlarından ba’zısı şunlardır:
1- Günahlar sebebiyle ilimden mahrûm olur. Çünkü ilim bir nûrdur. Allahü teâlâ onu kulun kalbine koyar. Bu nûr, kulun Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınabilmesini te’min eder. Günahlar ise, bu ilim nûrunu söndürür. İlim nûrunun sönmesi ise, ya kulun o ilimden birşey anlamaması sûretiyle o ilimden mahrûmiyetine, yahut tahsil ettiği ilmin fâidesini görmemeye sebep olur. Hattâ tahsil ettiği ilim, her iki dünyâda da o kimse için zararlı olur.
İmâm-ı Mâlik (r.aleyh) bir gencin zekâsının ve anlayışının parlaklığını çok beğendi. Bunun üzerine ona; “Allahü teâlânın kalbine attığı nûru, günah işlemek sûretiyle söndürme!” buyurdu.
İmâm-ı a’zam hazretlerinin talebelerinden Vekî bin Cerrah’a, bir talebesi ezberlemekte zorluk çektiğinden bahsetti. O da, günahları terketmesini tavsiye ederek; “İlim bir nûrdur. Allahü teâlâ nûrunu âsî olana (günah işliyenlere) vermez” buyurdu.
2- Günah, insanı helâl rızıktan mahrûm eder. İnsan kazansa bile, günah işlemesi sebebiyle bereketini göremez.
3- Günah işleyen kimse, kalbinde bir yalnızlık hisseder. Bu sebeple o kimse ibâdetlerini yapsa bile onlardan lezzet alamaz. Vehîb İbni Verd’e; “Günah işleyen kimse, yaptığı ibâdetin tadını duyar mı?” diye sorulunca; “Hayır ne o, ne de günaha yönelen kimse, ibâdetin tadını duymaz” buyurdu.
4- Kişi işlediği günah sebebiyle, kalbinde hissettiği bir zulmet (karanlık) bulunur. Kalbindeki bu zulmet, günahlarla beslendikçe ve kuvvetlendikçe, o kimsenin şaşkınlığı da artar. Neticede bid’atleri, dalâlet olan ve onu helake götüren işleri yapmaya başlar. Fakat o kimse bunun farkında olmaz. Kalbindeki zulmet o derece kuvvet bulur ve çoğalır ki, bu durum yüzüne akseder. Bunu basiret sahibi herkes görür.
5- Günah işleyen kimse, işlerinde zorluklarla, mânilerle karşılaşır. Bir ise başladığı zaman önüne bir mâni çıkıverir veya yapacağı işler ona zor gelir. Bir işi yaparken onda yorgunluk ve isteksizlik meydana gelir. O işi yapmaya muvaffak olamaz.
6- Günah, kalbi ve bedeni zayıflatır ve kuvvetten düşürür.
7- Günah işleyen kimse, tâatları yapmaktan mahrûm olur. Ömrü kısalır. Günahlar, ömrünün bereketini yok eder. Denilir ki: “Günahların ömrü kısaltması şu ma’nâdadır Hakîkî hayat, kalbin hayâtıdır, insanın hakîkî hayatı, Allahü teâlâyı hatırlıyarak, O’nun her zaman kendisini görüp gözettiğini bilerek geçirdiği vakitlerdir. Hayatının bu anları en faydalı ve bereketli anlarıdır. Böyle vakitlerde insan iyilik, ibâdet ve tâati çok yapar, takvâ üzere olur. Bunlarsız geçen ömür, onun için hayat sayılmaz. Hülâsa kul, cenab-ı Hakdan yüz çevirdiği, günahlarla meşgûl olduğu zaman, hem dünyâ, hem de âhıret saadetini kazanmaya vesile olan kıymetli vakitlerini zayi etmiş, boşuna harcamış olur.
8- Günah işleyen kimse, insanlar arasında zelîl (i’tibârsız) olur.
9- Günah, aklı bozar. O zaman insan doğruyu yanlış, yanlışı doğru görür, insanda aklının doğruyu bulmasına yardımcı olan bir nûr vardır. Günahlar ise insandaki bu nûru söndürür.
10- Günahlar ni’metin gitmesine, Allahü teâlânın azâbının gelmesine sebep olur. Kulda bulunan her ni’met, bir günah sebebiyle ondan ayrılır. Ona gelen her azâb ise, ona yine günah sebebiyle gelir.
Ebü’l-Hasen Kindî, bu husûsta şu ma’nâda bir şiir söylemiştir. “Ni’met içerisinde olduğun zaman, o ni’metin hakkını yerine getir! Ni’met içerisinde iken günah işleme! Çünkü günahlar, ni’meti yok eder. Allahü teâlânın sana verdiği ni’metleri, O’nun beğendiği işleri yapmakla süsle. Yoksa O’nun intikam alması, azâbını göndermesi çok sür’atlidir. Gücün yettiği zaman zulümden çok sakın. Çünkü zulüm, çok şiddetli bir hastalıktır. Zâlimlerin akıbetlerinin ne olduğunu görmek için, insanlar arasında bir dolaş, işte onlardan kalan şu gördüğün meskenleri, akıbetlerinin ne olduğuna şâhiddir. O zaman, insanların belini, zulümden daha fazla kıran birşeyin olmadığını görürsün. Onlar arkalarında ne güzel saraylar, bağlar ve bahçeler bırakıp gittiler.”
Şiirin birinci kısmının ma’nâsına şu hadîs-i şerîf şâhiddir Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Bir kul üzerine Allahü teâlânın ni’meti büyüdüğü müddetçe, insanlardan gelen sıkıntılar da büyür. Bunlara tahammül edemeyen, sabredemeyen kimseden o ni’met gider.”
İbn-i Ömer’in (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfde şöyle buyuruldu: “Allahü teâlânın ba’zı kulları vardır ki, onlara ba’zı fâidelerinden dolayı ba’zı ni’metler verilmiştir. Onlar o ni’metlerden başkalarına verdikleri, başkalarını faydalandırdıkları müddetçe, Allahü teâlâ onların elinden o ni’metleri almaz. Fakat onlar, o ni’metlerden başkalarına vermezler, onları faydalandırmazlarsa, Allahü teâlâ o ni’metleri onların elinden alır, başkalarına verir.”
Ebû Hüreyre’nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfde ise, Resûl-i ekrem (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Allahü teâlâ bol ni’met verdiği kimseye, insanların muhtaç olduğu birşey verir. Şayet o kimse insanların muhtaç olduğu o şeyi insanlara vermekten rahatsız olur, sıkılırsa o ni’met onun elinden gider.”
Fudayl bin Iyâd şöyle buyurdu: “Bilmez misiniz, insanların size muhtaç olması, Allahü teâlânın size bir ni’metidir. Bu ni’metler husûsunda usanma ve isteksizlik göstermekten çok sakınınız. Yoksa bu ni’metler, musibet ve azâb olur.”
Günahlar, kulu, dünyâ ve âhıret helâkına sebep olan şeylerin içerisine düşürür. Günahlar iyice yerleşince, öldürücü olur. Bedenin sıhhati, bedenin kuvvetini muhafaza eden gıdayı almak, zararlı maddeleri vücûdundan atmak, bedene zarar veren şeylerden sakınmakla olur. Bunun gibi, kalbin gıdası da îmândır. Sâlih ameller de îmânı kuvvetlendirir ve parlatır. Tövbe-i nasûh, insandaki günahları dışarı atar. Günahlardan sakınmak ise, kalbin sıhhatini muhafaza eder. Bunlar da takvâ ile mümkün olur. Takvâ şu üç şeyi içerisine alır: İmân gıdası, tövbe-i nasûh ile günahları atmak ve günahlardan sakınmak. Bu üç taneden bir tanesi noksan olursa takvâ da noksan olur.
Bütün bunlardan sonra şu ortaya çıkıyor: Günahlar insanı zararlı işlere sürükler ve tövbe ile günahlardan sıyrılmaya mâni olur. Dikkat edilirse, hasta bir kimsede bunun aynısı görülür. Çünkü onda hastalık sebebi olan maddeler bulunur; hastalık sebebi olan bu şeyleri dışarı atamaz ve onlardan sakınamaz. Böyle bir kimsenin bedeni nasıl sıhhatli olur?
İnsan, Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından tövbe-i nasûh ile temizlenirse, Allahü teâlânın rahmetine sebep olacak hiçbir şeyi tekretmez. Şerre götürecek herşeyden de uzak durur.
Resûl-i ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: “Dikkat ediniz! Sizin hastalığınızı ve onun şifâsını size söyleyeyim mi? Dikkat ediniz! Şüphesiz sizin hastalığınız günahlardır. (Çünkü günahlar sizin Cehenneme girmenize sebep olur. Bu ise en büyük hastalıktır.) Şüphesiz sizin ilâcınız istiğfardır, (istiğfar tövbe etmek, günahlardan sıyrılmak, günahlardan dolayı pişmanlık duymak, bir daha günaha dönmemeye azmetmektir)”
Bütün bunlardan anlaşıldı ki, kalblerin tedâvisi Resûlullah efendimizin (s.a.v.) bildirdiği şeylerdedir. Bedenin tedâvisi husûsuna gelince, bu tedâvinin ekserisi tecrübeye bağlıdır.
Enes bin Mâlik’in (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfde ise, Resûl-i ekrem (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Allahü teâlâ hastalığı yarattığı zaman onun ilâcını da yarattı, öyleyse tedâvi olunuz.”
Eshâb-ı Kirâmdan Usâme bin Şüreyk şöyle anlattı: “Resûlullahın (s.a.v.) huzûrlarına varmıştım. Huzûrlarında Eshâbdan ba’zıları vardı. Sanki başlarının üzerinde kuş varmış gibi sessiz duruyorlardı. Bu sırada Resûlullah efendimize hastalık tedâvisinden soruldu. Bunun üzerine Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Ey Allahın kulları! Tedâvi olunuz. Çünkü Allahü teâlâ koyduğu her hastalığın şifâsını da yaratmıştır. Ancak bir şeyin ilâcı yoktur. O da ihtiyârlıktır” buyurdu. Allahü teâlâ dileseydi hastalığı yaratmazdı. Hastalığı yarattığı zaman dileseydi ilâcını yaratmazdı. İlâcı yarattığı zaman dileseydi, onun kullanılmasına izin vermezdi. Fakat Allahü teâlâ hastalık için ilâç kullanılmasına izin vermiştir. Şifâyı ilâcın verdiğine değil, Allahü teâlânın yarattığına inanmak lâzımdır.”
Câbir’in (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfde ise şöyle buyurulmaktadır: “Her hastalığın bir ilâcı vardır. Hasta, tecrübeyle veya bir bilenin haber vermesi ile hastalığın ilâcını bulduğu zaman, Allahü teâlânın izni ile iyileşir.”
Tedâvi olmak tevekküle mâni değildir. Tedâvi de Allahü teâlânın kudretindedir. Herşeyi yaratan ve yapan Allahü teâlâdır. Haris el-Muhâsibî’ye; “Tevekkül sahibi tedâvi olur mu?” diye sorulunca; “Evet, tedâvi olur” dedi. “Sen bunu nereden biliyorsun?” diye sorulunca; “Tevekkülde derecesine hiç kimsenin erişemediği Resûl-i ekrem (s.a.v.), hem tedâvi etmiş, hem de tedâviyi emretmiştir” buyurdu.
Resûl-i ekrem’in (s.a.v.); “Her hastalığın ilâcı vardır” hadîs-i şerîfinde hasta ve onu tedâvi eden tabib için, bir moral takviyesi ve gönlü rahatlandırmak vardır. Çünkü hasta, hastalığının ilâcı olduğunu bilince, bu ümîd ondaki hastalığı giderir, Ümitsizlik ateşi için bir serinlik olur. Onun için ümîd kapısı açılır. Böylece morali düzelir. Bu ise hastanın rûhen ve bedenen kuvvetlenmesine sebep olur. Rûhen ve bedenen kuvvetli olan kimse, Allahü teâlânın izni ile yakalandığı hastalığa galip gelir.
Şüphesiz Resûl-i ekremin (s.a.v.) bildirdiği tedâvi usûlünde iyileşmek kat’îdir. Çünkü Resûlullah efendimizin (s.a.v.) bildirdiği tedâvi şekli, vahye dayanır. Başka tabiblerin tedâvisinin ekserisi, tecrübeye dayanmaktadır. Hastalığın tedâvisinde isâbetli de hatalı da olabilirler. Ba’zan Resûlullah efendimizin (s.a.v.) tavsiye buyurdukları tedâvi şeklini tatbik eden kimse de şifa bulamayabilir. Bu, tedâviyi yapan kimsenin bu tedâvi usûlünün şifa vereceğine i’tikâdının zayıf olması sebebiyle olabilir. Yoksa Resûlullah efendimizin (s.a.v.) bildirdikleri tedâvi şekli mutlaka şifâ verir. Kur’ân-ı kerîm hastalıklara şifâdır. Fakat bu tedâvi usûlünü tatbik eden ba’zı kimselerin Kur’ân-ı kerîmin şifâ olduğuna i’tikâdları zayıf olduğu için, onlara şifâ hâsıl olmuyor. Tıbb-un-Nebevî, ancak i’tikâd zayıflığından temizlenmiş olan, temiz bedenlere te’sîrli olur. Nitekim Kur’ân-ı kerîmin şifâsı, onun şifâ vereceğine tam olarak i’tikâd eden temiz rûhlara ve diri kalblere te’sîr eder.
Resûlullah efendimizin (s.a.v.) hastaya olan ilâcı üç çeşittir 1- İlâhî ilâçlarla tedâvi, 2- Tabiî ilâçlarla tedâvi, 3-Her ikisinden meydana gelen ilâçlar.
Allahü teâlâ, hastalık için, Kur’ân-ı kerîmden daha faydalı, daha büyük ve daha te’sîrli bir şifâ kaynağı yaratmamıştır. Kur’ân-ı kerîm, hastalıklar ve kalbdeki paslar (zulmet) için bir ciladır. Kur’ân-ı kerîm rûhanî hastalıklara şifâ olduğu gibi, bedenî hastalıklara da şifâdır. Rûhanî hastalıklar iki çeşittir, 1- Bâtıl i’tikâdlar, 2-Kötü ahlâk. Rûhanî hastalıkların en şiddetlisi, Allahü teâlâ hakkındaki bozuk i’tikâdlardır. Kur’ân-ı kerîm bu gruptan olan ma’nevî hastalıklara şifâdır. Kötü ahlâka gelince; Kur’ân-ı kerîm bunları da geniş olarak beyân etmekte ve onların ne kadar bozuk olduğunu ortaya koymaktadır. Ayrıca faziletli ahlâkı ve işleri de bildirmektedir. Kur’ân-ı kerîm bu çeşit hastalığa da şifâdır.
Resûlullah efendimiz (s.a.v.) bir duâlarında Kur’ân-ı kerîm için; “Kalbimin ilkbaharı, gönlümün şifâsı” diye buyurmuşlardır. Kur’ân-ı kerîm, hastalığı kökünden kazıyıp, bedeni, sıhhate ve normal hâle kavuşturan bir ilâç mertebesindedir.
Hazreti Ali’nin (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfde şöyle buyurulmuştur “Devanın en hayırlısı Kur’ân-ı kerîmdir. Çünkü Kur’ân-ı kerîm kalblerin, rûhların ve bedenlerin devâsıdır.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-10, sh. 124
2) Acâib-ül-âsâr cild-1, sh. 116
3) Silk-üd-dürer cild-4, sh. 32
4) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 311
5) El-A’lâm cild-6, sh. 184
6) Brockelmann Sup-2, sh. 439
7) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1088