Hindistan’da yetişen tefsîr, hadîs, kelâm, tasavvuf ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Ahmed bin Abdürrahîm bin Vecîhüddîn olup, künyesi Ebü’l-Feyyâz, Ebû Abdullah ve Ebû Abdül’azîz’dir. Soyu, baba tarafından Hazreti Ömer’e, anne tarafından ise Hazreti Hüseyn’e ulaşır. Lakabı Kutbüddîn, Şah Veliyyullah ve Şah Sâhib, nisbesi ise Hindi, Dehlevî ve Fârûkî’dir. Daha çok Şah Veliyyullah Ahmed Sâhib-i Dehlevî diye tanınır. 1114 (m. 1702) senesi Şevval ayında Hindistan’ın Delhi şehrinde doğdu. 1176 (m. 1762) senesi Muharrem ayının yirmidokuzuncu günü öğleden sonra orada vefât etti. Şehrin dışında, bugün mehdiyân diye bilinen yerde, babasının yanında medfûndur. Kabri belli olup, ziyâret edilmektedir. Doğum ve vefât târihleri, 1110 (m. 1699) 1180 (m. 1766) olarak da rivâyet edilmiştir.
Şah Veliyyullah-ı Dehlevî’nin babası Şeyh Safiyyullah Abdürrahîm, Gürgâniyye Devleti’nin en büyük hükümdârı olan Âlemgîr Şah’ın hazırlattığı “Fetâvây-ı Âlemgirî”nin tashîh hey’eti a’zâlarından idi. Zamanının ulemâsı tarafından hürmet edilen, tasavvufta yüksek dereceler sahibi bir zât idi. Bu zâta rü’yâsında, Hindistan evliyâsının büyüklerinden Kutbüddîn Ahmed Bahtiyar Kâkî el-Uşî hazretleri görünüp bir oğlu olacağını, Allahü teâlânın dinine hizmet edeceğini ve ona kendi ismini vermesini bildirdi. Şeyh Abdürrahîm, başka bir rü’yâda gösterilen bir işâret üzerine de, zamanın ulemâsından Şeyh Muhammed isminde bir zâtın kızı ile evlendi. Bu hanımından Şah Veliyyullah doğdu. Onun doğduğunda, babasının, rü’yâsında Kutbüddîn-i Bahtiyar hazretlerini göreli çok zaman olmuştu ve babası bu rü’yâyı unutmuştu. Oğlu dünyâya gelince ona Veliyyullah ismini verdi. Bir müddet sonra o rü’yâyı hatırladı ve oğluna; “Kudbüddîn Ahmed” diye ikinci bir isim verdi.
O doğduğu sırada birçok kimseler Delhi’de Şeyh Safiyyullah’ın evinde bir çocuğun doğduğuna, bunun Allahü teâlânın dinine çok hizmet edeceğine dâir işâretler gördüler.
Şah Veliyyullah gün geçtikçe serpilip büyüdü. Çocukluğu bile diğer çocuklardan farklıydı. Oynamasında, gülmesinde, yiyip içmesinde bir başkalık vardı. Zekâ ve hafızası, edeb ve hayası fevkalâde idi. Birgün bahçede akranı olan çocuklarla oynayıp eve dönmüştü. Babası yanına çağırıp; “Evlâdım! Bu günden i’tibâren öyle şeylerle meşgûl ol ki, bu meşgûliyetten eline geçen şey yanında kalsın. Bunlar da, okumak, yazmak, ibâdet gibi şeylerdir” dedi.
Babasının sözlerini dikkatle ve can kulağıyla dinleyen Şah Veliyyullah; o zamana kadar geçen vakitlerine eyvâhlar edip, o günden sonra bir daha oyun oynamadı. Daha beş yaşındayken babasından Kur’ân-ı kerîmi okumayı öğrenip, temel din bilgilerini de ta’lim eyledi. Yedi yaşında ana dili olan Fârisîyi okuyup yazmayı öğrendi. On yaşında iken Arabî lisânının gramer bilgilerinde Molla Câmî’nin eserini okuyacak seviyeye geldi. Babasının nezâretinde, hadîs ilminde; Mişkât, Sahîh-i Buhârî, Şemâil-i şerîf kitaplarını okudu. Tefsîr ilminde; Şerh-i Vikâye’yi, usûl-i fıkıh ilminde; Hüsâmî, Tevdîh ve Telvîh kitaplarını okudu. Kelâm ilminde; Şerh-i Akâid, Şerh-i Hayâlî ve Şerh-i Mevâkıf ve diğer eserleri, mantık ilminde; Şerh-i Şemsiyye, tasavvuf ilminde; Avârif-ül-Meârif ve Resâil-i Nakşibendiyye’yi okudu. Nahiv ilminde, Molla Câmî’yi ve me’ânî ilminde, Mutavvel ve Muhtasar-ül-me’ânî adlı eserleri okudu. İlm-i hey’et (astronomi), hesab (aritmetik) ilimlerine âit çeşitli kitapları ve tıb ilminde El-Mu’cez fit-tıb adlı kitabı okudu. İlmin her dalında geniş araştırmalar ve incelemeler yaptı. Dört hak mezhebin fıkıh kitaplarını ta’lim edip, inceliklerine vâkıf oldu. Onbeş yaşına geldiğinde, zamanında okutulan zâhirî ilimlerdeki tahsilini tamamlayıp kemâle gelmişti. Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin yolunda mübârek bir kimse olan babasından feyz alarak, batınî hazînelere de kavuştu. Son olarak okuduğu Beydâvî tefsîrini tamamlayınca babası, ulemâ ve sâlihlerin fakir ve zenginlerin iştirâk ettiği bir yemekte, Şah Veliyyullah-ı Dehlevî hazretlerine icâzet verip, başına da âlimlere mahsûs sarığı giydirdi.
Bundan sonra üç sene daha babasının nezâretinde nefsini terbiye edip, evliyâlık yolunda ilerlemeye gayret etti. Onsekiz yaşında iken bahası Şeyh Abdürrahîm hastalandı. Zâhirî ve batını ilimlerde kemâle gelen oğlu Şah Veliyyullah’ı kendi yerine geçirip, talebelere ilim öğretmek ve hak yolu bildirmek ile vazîfelendirdi. Çok geçmeden de 1131 (m. 1719) senesinde vefât etti. Muhterem babasının vefâtından sonra, onun kürsisinden onbir sene zâhirî ve bâtınî ilimleri öğreten Şah Veliyyullah-ı Dehlevî’ hazretlerinin ilmî şöhreti her tarafa yayıldı. Her beldeden akın alan talebeler geldi. Ona gelenler, arzuladıklarına kavuşup memleketlerine geri döndüler. Bu arada kendisi, durmadan okuyor, araştırıyor, inceliyordu. Dört mezhebin hükümlerindeki delîllerini tek tek araştırıp tahkîk etti. Bunların neticesinde Hanefî, Hanbelî, Mâlikî ve Şafiî mezhebi İmâm ve âlimlerinin yüksekliklerini, çalışmalarını, gayretlerini daha iyi anladı.
Her ilimde söz sâhibi olduğu hâlde, yine de başka ilim sahiplerinden birşeyler öğrenmeye gayret eden Şah Veliyyullah-ı Dehlevî, hem hac farizasını îfâ etmek, hem de Haremeyn ulemâsının ilminden istifâde etmek maksadıyla, 1143 (m. 1730) senesinde Mekke-i mükerremeye gitti. Hac vazîfesini îfâ edip, dünyânın her tarafından oraya gelen Allah dostları ile de görüştü. İlim sahiplerinin ilminden istifâde etti. Medîne-i münevverede bir sene kadar kaldı. Ders verip ilim öğrendi. Muhammed Efdal Hâcı Siyâl-kûti, Ebû Tâhir Muhammed Medenî, Şeyh Vefdullah bin Süleymân Magribî, Mekke müftîsi Tâcüddîn Kal’i Hanefî, Şeyh Senâvî, Şeyh Kaşşâşî, Abdullah bin Sâlim Basrî, Hasen Acemî, Îsâ Ca’feri, Seyyid Abdürrahmân İdrîsî ve Şemseddîn Muhammed bin A’lâ Bâbilî gibi âlimlerden ilim öğrenip icâzet aldı. Bilhassa Ebû Tâhir Kürdî Medenî’nin ilim ve feyzinden çok istifâde etti. Tekrar hac ettikten sonra, 1145 (m. 1732) senesinde Hindistan’a döndü. Bu sırada Hindistan’da herşey karmakarışıktı. Siyâsi iktidar düzensiz ve kudretsizdi. İnsanlardan bir kısmı cahilliklerinden hindu ve diğer kâfirleri taklit eder olmuş, bir kısım müslümanlar da bid’at ehli kimselerin hâl ve hareketlerine kapılmışlardı. İlmin yerini cehâlet, faziletin yerini ise denâet (alçaklık) almıştı. Kötü din adamları ortalığı fitneye boğmuş, sâlih müslümanlar kıyıda köşede kalmışlardı. İşte böyle bir zamanda Hindistan’a dönen Şah Veliyyullah-ı Dehlevî hazretleri, Eski Delhi’de kına satıcılarının bulunduğu Mehendiyen Çarşısı civarında babasından kalan eve yerleşti. O mütevâzî evinde ders vermeye başladı. İlme susayanlar, akın akın gelip onun gönüllere ferahlık veren derslerinden, ilim deryasından istifâde ettiler. Şah Veliyyullah-ı Dehlevî hazretlerinin ilim ve feyzinin üstünlüğü bütün beldeye yayıldı. O mütevâzî ev, talebeye kâfi gelmez oldu. Zamanın Gürgâniyye Devleti hükümdârı Sultan Muhammed, Şah Veliyyullah hazretleri için bir medrese yaptırdı. 1274 (m. 1857) senesinde İngilizlerin işgaline kadar bu medresede ilim öğretildi. İnsanlığın ve İslâmiyetin en büyük düşmanı olan İngilizler, yıllarca insanlara ilim ve feyz saçan bu mümtaz mekânı yakıp yıktılar, târihe geçen zulümlerine bir yenisini daha eklediler.
Şah Veliyyullah-ı Dehlevî (r. aleyh), istikbâlin en büyük ilim merkezlerinden biri olacak olan bu medresede ilim ve feyz saçmaya başladı. Çok kimse kendisinden istifâde etti. Talebesinin adedi, bilinmemektedir. Talebelerinin hepsine temel bilgileri öğrettikten sonra, herbirini kabiliyetli olduğu ilimde yetiştirdi. Yetişen talebelerini memleketin çeşitli yerlerine gönderdi. Medresesindeki talebelerini kendi yetiştirdiği mütehassıs âlimlerin ellerine tevdî etti. Kendisi daha çok, kitap yazmak, ibâdet etmek, müşltil mes’eleleri halletmekle meşgûl oldu. Kendisini ilme öyle verirdi ki, sabah namazını müteakip çalışmaya başlar, uzun zaman devam eder, yemek yemek bile hatırına gelmezdi. Namaz hâricinde bütün dikkatini çalışmaya verirdi. Allahü teâlânın kelâmı olan Kur’ân-ı kerîmi tilâvet ederken, tam bir edeb ve dikkat üzere bulunur, Resûlullah efendimizin mübârek hadîs-i şerîflerini mütâlâa ederken bambaşka bir şekil alırdı. Bilmeyen biri görse onun hâline acırdı. Allahü teâlâ, onun Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere gösterdiği edeb ve hürmetin bereketine, kendisine yüksek dereceler ihsân etti. Fârisî olarak kısa ve özlü bir tefsîr yazdı. İlim sahibi olup, tefsîr okuyabilecek seviyeye gelen talebelerine ta’lîm ettirdi. Tefsîr okuyabilecek seviyeye gelmeyenlerin bu pek kıymetli eserden fayda yerine zarar görebileceklerini anlatırdı. Bilhassa hadîs-i şerîf ilminde çok ilerleyen Şah Veliyyullah-ı Dehlevî hazretleri, kendisi de tasavvufta yüksek derecelere erişmiş olmasına rağmen; “Allahü teâlâ, bize sahih keşfler ihsân eyledi. Bu zamanda, hiçbir yerde Mirzâ Cân-ı Cânân’ın benzeri yoktur. Makamlarda ilerlemek isteyen onun hizmetine gelsin!” buyururlar ve talebelerden istidat ve istekli olanları Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine gönderirlerdi. Ayrıca Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine yazdıkları mektûplarında; “Allahü teâlâ faziletlerin tecellî yeri olan sizlere uzun zaman selâmet versin ve bütün müslümanları bereketlerinize kavuştursun!” diye yazardı. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri de; “Şah Veliyyullah derin hadîs âlimidir. Ma’rifet esrârının tahkîkinde ve ilmin inceliklerini bildirmekte, yeni bir çığır açmıştır. Bütün bu bilgileri ve üstünlükleri ile birlikte doğru yolun âlimlerindendir” buyurur, talebelerinden istidatlı ve istekli olanları Şah Veliyyullah’a (r. aleyh) gönderirlerdi.
Bütün ilimlerde söz sahibi olan, fakat ba’zı ilimlerde daha fazla mütehassıs olan Şah Veliyyullah-ı Dehlevî (r.aleyh), Kur’ân-ı kerîmin kırâati ve nüzûlü, tefsîr, hadîs, fıkıh, siyer, tasavvuf bilgileri gibi ilim dallarında pek kıymetli olan ikiyüz civârında eser kaleme aldı. Otuzyedi-otuzsekiz senelik bir zaman zarfında yazılan bu kıymetli eserlerden bir kısmı kütüphânelerde mevcût olup, bir kısmının ise sâdece isimleri eserlerde zikredilmektedir. Hindistan’ı İngilizlerin yağmalaması esnasında yok olduğu tahmin edilen bu kıymetli eserlerden mevcût olanların çoğu defalarca basılmış, insanlar bunlardan istifâde etmişlerdir. Şah Veliyyullah-ı Dehlevî’nin; Şah Abdül’azîz Sâhib, Şah Refi’uddîn Sâhib, Şah Abdülkâdir Sâhib ve Şah Abdülganî Sâhib isimlerinde dört oğlu olup, hepsi de fazilet ve kemâl sahibi, olgun ve yüksek zâtlar idiler.
Arabî ve Fârisî lisânlarında güzel eserler verdiği gibi, şiirler de yazan Şah Veliyyullah’ın eserlerinden ba’zıları şunlardır: 1- Feth-ür-Rahmân fî tefsîr-il-Kur’ân: Fârisî olarak yazılan ilk Kur’ân-ı kerîm tefsîridir. 2-El-Fevz-ül-kebîr fî usûl-it-tefsîr, 3-El-İ’tikâd-üs-sahîh. 4- Te’vîl-ül-ehâdîs fî rümûz-i kısâs-ül-Enbiyâ, 5- El-Müsevvâ min-el-Muvattâ’, 6-El-Mûsâffâ fî şerh-i Muvattâ’, 7- Şerh-i terâcîm-i ebvâb-i Sahîh-i Buhârî, 8- Huccetullah-il-bâliga, 9- İzâlet-ül-hafâ an hilâfet-il-hulefâ, 10-El-Büdûr-ül-bâziga, 11-Et-Tefhimât-ül-ilâhiyye, 12-El-Hayr-ül-kesîr, 13-Füyûz-ul-Haremeyn, 14-Ikd-ül-ceyyid fî beyân-ı ahkâm-il-ictihâd vet-taklîd, 15- El-Belâg-ül-müsîn, 16- Es-Sâf fî beyân-il-ihtilâf, 17-Kurret-ül-ayneyn fî tafdil-iş-Şeyhayn, 18-Ed-Dürr-üs-semîn fî mübâşşerât-in-nebiyy-il-emîn, 19- Heme’ât, 20- Eltâf-ül-kuds, 21- El-Kayl-ül-cemîl fî beyân-ı sevâ-is-sebîl, 22-Enfâs-ül-â’rifîn, 23-İnsan-ül-ayn fî meşâyih-il-Haremeyn, 24- El-İntibâh, 25- Kırk hadîs, 26- El-makâlet-ül-vad’iyye fi-nasîhati vel-vasiyye, 27- El-İnsâf fî sebeb-il-ihtilâf. Şah Veliyyullah-ı Dehlevî’nin, mezhepsiz, sapık kimselere cevap veren; “El-İnsâf fî beyân-ı sebeb-il-ihtilâf’ ve “Ikd-ül-ceyyid” adlı eserleri İstanbul’da Hakîkat Kitabevi tarafından bastırılarak bütün dünyâya dağıtılmaktadır.
Şah Veliyyullah hazretlerinin eserlerinde, her müslümanın mutlaka dört hak mezhepten birine tâbi olması gerektiğine ve Ehl-i sünnet âlimlerinin üstünlüklerine dâir yazdıklarından ba’zıları aşağıdadır:
Ehl-i sünnet âlimlerine olan saygısını anlatmak için, yazdığı “İzâlet-ül-hafâ” kitabının ikinci cildinin 377. sahifesinde buyuruyor ki: “Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Fâris’den (ya’nî İran’dan) büyük âlimler hâsıl olacaktır.” Buhârî, Müslim, Tirmizî, Ebû Dâvûd, Nesâî, İbn-i Mâce, Dârimî, Dâre-Kutnî, Hâkim ve Beyhekî ve daha nice büyük hadîs âlimleri hep Fâris’de yetiştikleri gibi, Ebü’t-Tayyib Kâdı Tâhir Taberî, Ebû Hâmid İsferâînî, Ebû İshâk-ı Şirâzî ve Abdullah bin Yûsuf Cüveynî ve oğlu, İmâm-ül-Haremeyn Abdülmelik bin Abdullah Cüveynî ve İmâm-ı Muhammed Gazâlî gibi fıkıh âlimleri Fâris’de yetişmişlerdir. Hattâ İmâm-ı Ebû Hanîfe ile Mâverâünnehr ve Horasan’daki talebeleri de Fâris âlimleridir ve bu hadîs-i şerîfteki müjdeye dâhildirler. Resûlullah (s.a.v.); “Her yüz senede bir müceddid hâsıl olacaktır” buyurdu. Buyurduğu gibi her yüz senede bir müceddid hâsıl olup, dîni kuvvetlendirdiler. Birinci yüzyılda, Ömer bin Abdülazîz, meliklerin, zulmlerini kaldırıp, adâletin esâslarını kurdu. İkinci yüzyılda İmâm-ı Şafiî îmân bilgilerini açıkladı ve fıkıh bilgilerini ayırdı. Üçüncü yüzyılda Ebü’l-Hasen-i Eş’arî, Ehl-i sünnet bilgilerini şekillendirdi ve bid’at sahiplerini susturdu. Dördüncü asırda Hâkim, Beyhekî ve benzerleri, hadîs ilminin temellerini kurdular. Ebû Hâmid ve benzerleri de fıkıh bilgilerini yaydılar. Beşinci asırda İmâm-ı Gazâli yeni bir çığır açıp, fıkıh, tasavvuf ve kelâm bilgilerinin başka başka şeyler olmadıklarını bildirdi. Altıncı asırda, İmâm-ı Fahrüddîn-i Râzî, kelâm bilgilerini yaydı. İmâm-ı Nevevî de fıkıh bilgilerini yaydı. Böylece zamanımıza gelinceye kadar her asırda bir müceddid gelerek dîni kuvvetlendirdi. Yukarıdaki hadîs-i şerîfi ve benzerlerini, olacak şeyleri haber veren mu’cizedir diyerek geçmemelidir. Bildirilen şeylerin ehemmiyetini ve kıymetlerini de anlamalıdır.”
Şah Veliyyullah-ı Dehlevî, “El-İntibâh” kitabının üçüncü kısmında diyor ki:
“İslâmın emirlerinden biri “Ahkâm-ı ilâhî”yi öğrenmektir. Ahkâm-ı İlâhiyyeyi bildiren ilme “Fıkıh” ilmi denir. Fıkıh âlimlerine “Fukahâ” denir. Fıkıh ilmi, fukahânın, ya’nî hakîkî İslâm âlimlerinin sırf Allah rızâsı için yazdıkları, ilmihâl kitaplarından öğrenilir.”
Yine Şah Veliyyullah-ı Dehlevî hazretleri, “Ikd-ül-ceyyid” kitabında diyor ki: “Dört mezhebden birine uymak lâzımdır. Bunlardan ayrılmanın zararları çoktur. Bunu çeşitli yollarla isbât ederim. Bugün dört mezhebden (Hanefî, Şafiî, Mâlikî ve Hanbelî) başka doğru mezheb yoktur. İmâmiyye ve Zeydiyye fırkaları bozuktur. Bid’at üzeredirler. Bunlara güvenilmez. Dört mezhebden ayrılmak, Sivâd-i a’zamdan ya’nî çoğunun bildirdiği Ehl-i sünnet yolundan ayrılmaktır.”
Diğer Ehl-i sünnet âlimleri gibi, Şah Veliyyullah hazretleri de, Resûlullah efendimizin ve Eshâb-ı Kirâm efendilerimizin tam bir âşığı idi. Ehl-i sünnetin temeli olan; “Eshâb-ı Kirâmın istisnasız hepsini sevip, hürmet etmek, dil uzatmaktan kaçınmak” i’tikâdı üzere, o büyüklerin hepsini çok severdi. Bunlar arasında ayırım yapanları, o büyüklere dil uzatanları hiç sevmezdi. Böyle sapık kimselerin doğruyu öğrenmeleri ve doğru yoldaki müslümanların da sapıkların yaldızlı sözlerine kanmamaları için, Eshâb-ı Kirâm içinde en yüksek olan hazret-i Ebû Bekr ve Hazret-i Ömer’in (r.anhümâ) faziletlerini bildirmek üzere “Kurret-ül-ayneyn fî tafdîl-iş-Şeyhayn” isminde bir kitap yazdı. Hindistan ve Pakistan’da defalarca basılan bu kıymetli eser; “Müslümanların iki gözbebeği” adıyla ve özetlenerek Türkçeye de tercüme edilmiş ve Hakîkat Kitabevi tarafından İstanbul’da, “Eshâb-ı Kirâm” kitabının içinde bastırılmıştır. Şah Veliyyullah-ı Dehlevî hazretleri, bu eserinde buyurdu ki:
“Şeyhayn, ya’nî Hazreti Ebû Bekr ve Hazreti Ömer, Eshâb-ı Kirâmın en üstünleridir. Zamanımızda bid’at sahipleri, ya’nî sapıklar çoğaldığı için, bu üstünlükte şüpheler hâsıl olmağa başladı. Hattâ, Selef-i sâlihînin doğru inanışları unutuluyor. Hâlbuki, Şeyhayn’ın üstünlüğü, hem akıl ile, hem de nakil yolu ile meydanda olan bir gerçektir. Nakil üç yoldan gelmektedir. Allahü teâlâ, sevgili Peygamberine mü’min ve sâlih halîfeler vereceğini, dînini bunlarla kuvvetlendireceğini, Nûr sûresinin 55. âyetinde va’d buyurdu. Resûlullahın gördüğü ve Eshâb-ı Kirâmın görüp Resûlullahın açıklamış olduğu rü’yâlar da bunu bildirmiştir. Resûlullah (s.a.v.) kendinden sonra, Şeyhayn’ın halîfe olacaklarını, hem açık olarak, hem de işâret ederek, çok bildirmiştir. Hak halîfe olduklarını’bildiren bu vesîkalar, tevâtür yolu ile bizlere gelmiştir. O hâlde Şeyhayn, müslümanların en üstünleridir.
Tirmizî’nin ve Hâkim’in bildirdikleri hadîs-i şerîfde; “Benden sonra, Ebû Bekr’e ve Ömer’e iktidâ ediniz!” buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfi, Huzeyfe ve İbn-i Mes’ûd haber verdiler. Hâkim’in kitabında, Enes bin Mâlik diyor ki; “Benî Mustalak kabilesi, beni, Resûlullaha gönderdi. “Senden sonra, zekâtlarımızı kime vereceğiz diye sor” dediler. Gelip sordum. Resûlullah (s.a.v.); “Ebû Bekr’e veriniz!” buyurdu. Tekrar gönderdiler. Gelip; “Ebû Bekr’den sonra kime verelim” dediklerini söyledim. “Ömer’e!” buyurdu. Bir daha gelip; “Ömer’den sonra kime verelim” dediklerini söyledim. “Osman’a!” buyurdu.
Resûlullah (s.a.v.) son hastalığında kendi yerine Hazreti Ebû Bekr’i İmâm yaptı. Başkasının İmâm olmasını açıkça reddeyledi. Eshâbın büyüklerinden Hazreti Ömer ve Hazreti Ali, Ebû Bekr’in halîfe olacağını buradan da anladılar. Eshâb-ı Kirâmdan hiçbiri buna karşı olmadı. Buhârî’de diyor ki: “Resûlullahın emri ile, Ebû Bekr-i Sıddîk, Eshâb-ı Kirâma sabah namazı kıldırıyordu. Resûlullah, ansızın oda kapısının perdesini aralayıp, Eshâbını namazda görünce tebessüm eyledi. Ebû Bekr-i Sıddîk, Resûlullahı namaz kıldırmağa geliyor sanarak geri çekildi. Eshâb-ı Kirâm da, anlayarak sevindiler. Mübârek eli ile işâret ederek “Namazınızı tamamlayınız!” buyurdu. Perdeyi indirdi. O gün vefât etti.”
Hadîs âlimleri sözbirliği ile bildiriyorlar ki: Bir kadın, Resûlullahdan birşey sordu. “Sonra gel, sor!” buyurdu. Yâ Resûlallah! Gelince, seni bulamazsam ne yaparım” deyince; “Gelince beni bulamazsan, Ebû Bekr’e sor!” buyurdu.
Hâkim’in kitabında Hazreti Ali’nin bildirdiği hadîs-i şerîfde; “Allahü teâlâ, Ebû Bekr’e çok rahmet eylesin! Bana kızını verdi. Hicrette beni Medine’ye götürdü” buyuruldu. Eshâb-ı Kirâmdan Nizâl bin Sebre (r.a.) diyor ki; “Hazreti Ali’ye neş’eli bir zamanında, kimleri arkadaş edindin diye suâl eyledim. “Resûlullahın Eshâbının hepsi benim arkadaşlarımdır” buyurdu. “Ebû Bekr için ne dersin!” dedim. “O öyle bir insandır ki, Allahü teâlâ Cebrâil (a.s.) vâsıtası ile ve peygamberi Muhammed aleyhisselâm vâsıtası ile ona Sıddîk ismini vermiştir” buyurdu.
Sa’îd bin Müseyyeb diyor ki: “Ebû Bekr-i Sıddîk, Resûlullahın veziri idi. Resûlullah (s.a.v.) bütün işlerinde onun ile meşveret ederdi. İslâmda Resûlullahın ikincisi idi. Mağarada Resûlullahın ikincisi idi. Bedr gazâsında, çardak altında Resûlullahın ikincisi idi. Kabirde de Resûlullahın ikincisi oldu. Resûlullah, hiç kimseyi onun önüne geçirmez idi.”
Abdürrahmân bin Ganem’in bildirdiği hadîs-i şerîfde; Resûlullah (s.a.v.) Hazreti Ebû Bekr’e ve Hazreti Ömer’e; “İkinizin sözbirliği ettiğiniz hiçbir işte sizden ayrılmam” buyurdu.
Allahü teâlâ, İslâm dînini hazret-i Ömer ile kuvvetlendirdi. Tirmizî, Ebû Dâvûd ve Hâkim’in bildirdikleri hadîs-i ışerîfde; “Allahü teâlâ, hakkı Ömer’in diline ve kalbine yerleştirmiştir” buyurdu. Buhârî’nin ve Müslim’in bildirdikleri hadîs-i şerîfde; “Şeytan, Ömer’in gölgesinden kaçar” buyuruldu. Buhârî’nin ve Müslim’in bildirdikleri hadîs-i şerîfde; “Mi’râcda, Ömer’e verilecek olan köşkü gördüm” buyuruldu. Makâm-ı İbrâhim, kadınların örtünmesi ve Bedr gazâsında alınan esîrler için, Allahü teâlâ Hazreti Ömer’in sözüne uygun âyet-i kerîme göndermişir. Hâkim’in bildirdiği hadîs-i şerîfde; “Allahü teâlâ kıyâmet günü evvelâ Ömer’e selâm verecektir” buyuruldu. Ebû Sa’îd-i Hudrî’nin bildirdiği hadîs-i şerîfde; “Cennette ümmetim arasında derecesi en yüksek olan budur” buyurarak, Ömer’i gösterdi. Hazreti Ömer, umre yapmak için Resûlullahdan izin isteyince, izin verdi ve “Ey kardeşim, duâ ederken bizi unutma!” buyurdu. Abdullah İbni Abbâs’ın bildirdiği hadîs-i şerîfde; “Ömer îmân ettiği gün, Cebrâil aleyhisselâm geldi ve melekler birbirlerine Ömer’in müslüman olduğunu müjdelediler” buyurdu. Tirmizî’de yazılı Akabe bin Âmir’in bildirdiği hadîs-i şerîfde; “Benden sonra peygamber gelseydi, Ömer bin Hattâb peygamber olurdu” buyuruldu. Tirmizî’de yazılı hadîs-i şerîfde, İmâm-ı Zeynel’âbidîn Ali, babası Hazreti Hüseyn’den, o da babası Hazreti Ali’den haber veriyor Resûlullah (s.a.v.) ile birlikte oturuyordum. Ebû Bekr ile Ömer geldiler. “Bu ikisi, peygamberlerden başka, Cennette olanların en üstünleridir” buyurdu.
İbn-i Mâce’de, Enes bin Mâlik diyor ki; “En çok kimi seviyorsun yâ Resûlallah denildikte; “Âişe’yi” buyurdu. Erkeklerden kimi denilince, “Âişe’nin babasını” buyurdu.
Tirmizî’de yazılı, Huzeyfe’nin ve Abdullah İbni Mes’ûd’un bildirdikleri hadîs-i şerîfde; “Benden sonra Ebû Bekr’e ve Ömer’e iktidâ ediniz!” buyuruldu. Tirmizî de Enes bin Mâlik diyor ki: Eshâb-ı Kirâm otururlarken, Resûlullah da gelip aralarında otururdu. Ayağa kalkmalarına izin vermezdi. Hiçbiri Resûlullahın (s.a.v.) yüzüne bakamazdı. Yalnız Ebû Bekr ve Ömer bakarlardı. Resûlullah da onlara bakar, karşılıklı gülüşürlerdi.
Hâkim’in kitabında yazılı Huzeyfe-i Yemânî’nin bildirdiği hadîs-i şerîfde; “Eshâbımı her memlekete gönderip sünnetlerin ve farzların her yerde öğretilmesini istiyorum. Îsâ aleyhisselâm da Havarilerini bunun için göndermiştir” buyurdu. “Ebû Bekr’i ve Ömer’i de gönderir misin?” denilince; “Bu ikisini yanımdan ayırmam. Bunlar benim kulağım ve gözüm gibidirler” buyurdu.
Abdullah İbni Ömer’in bildirdiği ve Tirmizî ile Hâkim’de yazılı hadîs-i şerîfde, Resûlullah (s.a.v.) mescide girdi. Sağında Ebû Bekr, solunda Ömer vardı. Ellerinden tutmuştu. “Kıyâmet günü kabirden böyle kalkarız” buyurdu.
Hâkim’in bildirdiği hadîs-i şerîfde, Ebû Ervâ diyor ki, Resûlullah (s.a.v.) ile oturuyorduk. Ebû Bekr ile Ömer geldiler. Resûlullah (s.a.v.); “Allahü teâlâya hamd olsun ki, beni bu ikisi ile kuvvetlendirdi” buyurdu. Tirmizî’de ve İbn-i Mâce’de yazılı, Ebû Sa’îd-i Hudrî’nin haber verdiği hadîs-i şerîfde; “Cennette yüksek derecelerde olanlar, aşağıdan, gökdeki yıldızlar gibi görünürler. Ebû Bekr ve Ömer onlardandır” buyuruldu.
Hadîs âlimleri söz birliği ile bildiriyorlar ki, Ebû Mûse’l-Eş’arî (r.a.) dedi ki; Resûlullah (s.a.v.) ile bir bahçede oturuyorduk. Birisi kapıya vurdu. Resûlullah; “Kapıyı aç ve gelene Cennetlik olduğunu müjdele!” buyurdu. Kapıyı açtım. Ebû Bekr içeri girdi. Resûlullahın müjdesini kendisine söyledim. Kapı yine vuruldu. “Kapıyı aç ve gelene Cennetlik olduğunu müjdele!” buyurdu. Kapıyı açtım. Ömer içeri geldi. Ona da müjdeyi söyledim. Kapı yine vuruldu. “Kapıyı aç! Gelene Cennetlik olduğunu müjdele ve başına belâlar geleceğini de söyle!” buyurdu. Kapıyı açtım. Osman içeri girdi. Müjdeyi ve Allahü teâlânın kaderini kendisine söyledim. “Allahü teâlâya hamd olsun. Kazalarda, belâlarda ancak Allahü teâlâya sığınılır” dedi.
Hâkim’de ve İmâm-ı Ahmed’in Müsned’inde yazılı, Hazreti Ali’nin haber verdiği hadîs-i şerîfde; “Başınıza Ebû Bekr geldiği zaman, onu dünyâda zâhid ve âhırete râgib bulursunuz. Başınıza Ömer geldiği zaman, onu kuvvetli, emîn ve Allah yolunda kimseden çekinmez görürsünüz. Başınıza Ali geldiği zaman, hadi ve mühdî olur. Sizi doğru yola götürür bulursunuz” buyuruldu.
Tirmizî’de ve İbn-i Mâce’de yazılı, Saîd bin Zeyd’in haber verdiği hadîs-i şerîfde; “On kişi Cennettedir: Ebû Bekr, Ömer, Osman, Talha, Zübeyr, Abdürrahmân bin Avf, Ali bin Ebî Tâlib, Sa’d bin Ebî Vakkâs, Ebû Ubeyde bin Cerrah.” Saîd bin Zeyd bu dokuz sahabinin isimlerini saydı. Onuncusunun ismini söylemedi. Bunu sordular “Ebü’l-A’ver” diyerek kendisi olduğunu işâret eyledi.
İbn-i Mâce’de ve Tirmizî’de yazılıdır ki, İrbât bin Sâriye (r.a.) diyor ki: “Eshâb-ı Kirâm toplanmıştık. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlâdan korkunuz. Başınızdaki emîr, Habeşî köle olsa bile, itaat ediniz! Benden sonra müslümanlar arasında ayrılıklar olacaktır. O karışıklık zamanlarında benim sünnetime ve Hulefa-i râşidînin sünnetlerine sarılınız. Benim halîfelerim doğru yolu gösterirler. Onların gösterdiği yolda olunuz! Sonradan çıkarılan şeylerden sakınınız! Bid’atlerin hepsi dalâlettir, sapıklıktır.” Resûlullaha senelerce hizmet etmiş olan Sefîne hazretleri diyor ki Resûlullahdan işittim: “Benden sonra halîfelerim otuz sene benim yolumu yaşatırlar. Ondan sonra, ümmetimin başına melikler gelir” buyurdu. Hazreti Ebû Bekr’in hilâfeti iki sene, Hazreti Ömer’in hilâfeti on sene, Hazreti Osman’ın hilâfeti oniki sene ve Hazreti Ali’nin hilâfeti altı sene oldu dedi.
Hazreti Ebû Bekr’in ve Hazreti Ömer’in üstünlüklerini ve Cennetlik olduklarını bildiren bunlar gibi daha nice hadîs-i şerîfler vardır. Eshâb-ı Kirâmın, Muhacirlerin, Bedr, Uhud, Bî’at-ür-rıdvân ve diğer gazâlarda bulunanların üstünlüklerini bildiren yüzlerce hadîs-i şerîf, bu iki halîfeyi de, medh ve sena etmektedir.
Bu ümmetin en üstünü Ebû Bekr ve ondan sonra Ömer olduğunu, Eshâb-ı Kirâm ve Tâbiîn-i izam sözbirliği ile bildirmişlerdir. Hazreti Ebû Bekr halîfe seçildikten sonra, Eshâb-ı Kirâmdan hiçbiri buna karşı birşey söylemedi. Hazreti Ebû Bekr, kendisinden sonra Hazreti Ömer’in halîfe olmasını vasıyyet ettiği zaman, Eshâb-ı Kirâmdan hiçbiri buna karşı birşey söylemedi. Abdürrahmân bin Avf, Hazreti Osman’ı halîfe seçerken, Şeyhayn’ın yolunda bulunmasını şart eyledi. Hazır olanların hiçbiri buna karşı birşey söylemedi.
Hazreti Ali, halîfe iken çeşitli yerlerde, Şeyhayn’ın kendinden üstün olduklarını çok söylerdi. Bu sözüne karşı şüpheye düşenleri azarlardı. Eshâb-ı Kirâmın büyükleri bunu işitirlerdi. Hiçbiri karşı gelmezdi. Buhârî’de diyor ki: “Enes bin Mâlik; “Ebû Bekr, Resûlullahın en yakınıdır. Birçok yerde Resûlullahın ikincisi olmuştur. Başımıza onun gelmesi lâzımdır. Kalkınız ona bî’at ediniz!” dedi. Yine Buhârî’de Enes bin Mâlik diyor ki “Bir kimse, Resûlullaha (s.a.v.) kıyâmet alâmetlerini sordu. “Kıyâmet için ne hazırladın?” buyurdu. “Hiçbirşey yapmadım. Yalnız Allahü teâlâyı ve O’nun Resûlünü (s.a.v.) çok seviyorum” dedi. “Kıyâmette, sevdiklerinin yanında olursun!” buyurdu. Resûlullahın bu sözünü işitince çok sevindim. Ben de, Resûlullahı (s.a.v.), Ebû Bekr’i ve Ömer’i çok seviyorum. Onlar gibi olamadı isem de, bu sevgimin, beni onların yanında bulundurmasını istiyorum dedim.”
Hazreti Ali; “Allahü teâlâ, Ebû Bekr’e rahmet eylesin. Kur’ân-ı kerîmi o topladı. Resûlullah hicret ederken, o hizmet eyledi. Ömer mescidlerimizi aydınlattığı gibi, Allahü teâlâ Ömer’in kabrini nûr ile aydınlatsın” diye duâ etti.
Sâlim bin Ebi’l-Ca’d diyor ki: “Necrân’da kırkbin kişi barınıyordu. Hazreti Ömer onları vatanlarından çıkardı. Hazreti Ali’ye gelip, şefaat etmesini yalvardılar. Hazreti Ali bunları kovdu ve; “Ömer’in her işi doğrudur” dedi. Eshâb-ı Kirâmın düşmanlarının söyledikleri gibi, Hazreti Ali, Hazreti Ömer’i kötüleyici olsaydı, Necrânlılara karşılık olarak söylerdi. Hâlbuki söylemedi. Onu övdü. Ebû Ya’lâ’nın haber verdiği rü’yâ ta’birinde Hazreti Hasen, Hazreti Ömer’i medh etmiştir.”
Hâkim, kitabında diyor ki: Abdullah bin Ca’fer-i Tayyar; “Ebû Bekr bize vâli olduğu zaman, onu insanların en iyisi ve en merhametlisi bulduk” derdi. Zeyd-i Şehîd, savaşa giderken; “Babalarım, Şeyhayn’ı çok severlerdi” demiştir. Hâkim’in kitabında, Abdullah İbni Abbâs’ın Hazreti Ömer’i öven sözleri uzun yazılıdır. İmâm-ı Ahmed’in Müsned’inde, Hasen bin Zeyd diyor ki: “Babam Zeyd, babası Hasen’den işiterek dedi ki: Babam Hazreti Ali’den işittim. Dedi ki: “Resûlullah ile oturuyordum. Ebû Bekr ile Ömer geldiler. Resûlullah (s.a.v.); “Yâ Ali! Bu ikisi, Cennette bulunanların en üstünleridir. Peygamberlerden başka, bunlardan üstün kimse yoktur!” buyurdu.
Bir kimsenin başkasından efdal olması demek, birçok iyiliklerde ortak olup, birincisinde başka iyiliklerin de bulunması demektir. Bütün kemâlâtın kaynağı, Resûlullahın sohbetidir. Eshâb-ı Kirâmın hepsi, bu sohbette bulunmakla şereflendiler. Böylece, bütün ümmetten üstün oldular, “radıyallahü teâlâ anhüm ecmaîn”. Ebû Bekr-i Sıddîk, sohbette hepsinden çok bulundu. Hepsinden üstün oldu. Şeyhayn’de ayrıca, hakkı anlamak ve bildirmek üstünlüğü de herkesten çok idi. Abdullah bin Mes’ûd diyor ki: “Arabistan halkının bilgileri terazinin bir kefesine, Ömer’in ilmi de öteki kefesine konsa, Ömer’in bilgisi ağır gelir.” Bugün bilinen hadîs-i şerîflerin hemen hepsinde Şeyhayn’ın rivâyetleri vardır. Şeyhayn’ın bildirdiği hadîsleri, yalnız râvileri arasında Şeyhayn’ın isimleri bulunan hadîsler sanmamalıdır. Kitaplarda bulunan Merfû’ hadîslerin hepsini Şeyhayn rivâyet etmiş olup, bunları başka Sahâbîler irsal eylemiştir. Şeyhayn (r.anhümâ), Eshâb-ı Kirâmı, feth olunan memleketlere gönderdiler. Hadîs-i şerîfleri yaymalarını emreylediler. Hâkim’in kitabında, Mûsâ bin Ali bin Rebâh haber veriyor: Hazret-i Ömer, hutbede dedi ki: “Kur’ân-ı kerîmde müşkili olan, Übeyy bin Kâ’b’a sorsun. Helâlı-harâmı Mu’âz’dan, ferâiz bilgisini Zeyd bin Sâbit’ten, mal kazanmak yollarını da benden sorup öğreniniz!”
Din âlimleri; kırâat, fıkıh, hadîs, tefsîr, usûl, tasavvuf, kelâm ve lisan âlimleridir. Kırâat âlimlerinden yedisi meşhûrdur. Bunların hepsinin ilmi, Hazreti Osman’ın yazdığı Kur’ân-ı kerîmden alınmıştır. Bu Kur’ân-ı kerîmi ise, Şeyhayn topladı. Bunu da Hazreti Ömer’in seçip gönderdiği âlimler, her yere ulaştırdı. Hazreti Ali’den ise, yalnız iki rivâyet gelmiştir. Fıkıh âlimlerinden, Hanefî, Şafiî ve Mâlikî mezheblerinin temelleri, Hazreti Ömer’in yaptığı icmâ’ bilgilerine dayanmaktadır. Bunların ana kitaplarında, Hazreti Ali’den gelme rivâyet pek azdır. Hadîs âlimlerine gelince, bunların bildirdikleri hadîs-i şerîflerin çoğunu, Ebû Hüreyre, Abdullah İbni Ömer, Hazreti Âişe, Abdullah bin Mes’ûd, Abdullah bin Abbâs, Enes bin Mâlik, Ebû Sa’îd-i Hudrî ve Câbir bin Abdullah (r.a.) haber vermişlerdir. Bunların da çoğu Şeyhayn’den rivâyet etmektedir.
Şeyhayn’ın tevâzuu pek çoktu. Meselâ, Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a.) dalda bir kuş görünce; “Ne mutlu sana ey kuş! Dilediğin dala konarsın. Dilediğin meyveleri yersin. Kıyâmet günü hesaba çekilmez, azâb görmezsin. Keşki, senin gibi bir kuş olsaydım” dediği meşhûrdur. Hazreti Ömer’in de, bir avuç toprak olmak için söyledikleri, kitaplarda yazılıdır.”
Şah Veliyyullah-ı Dehlevî hazretleri Fârisî olarak yazdığı, “İzâlet-ül-hafâ” adlı eserinde, Resûlullah efendimizin vahiy kâtibi ve kayınbirâderi, mü’minlerin emîri Muâviye (r.a.) hakkında şöyle buyurmaktadır:
“Muâviye bin Ebû Süfyân, Resûlullahın (s.a.v.) eshâbından biridir. Sahabe arasında güzel faziletleri ile tanınmıştır. Onu kötü zannetmekten çok sakınınız! Ebû Davud’un bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Eshâbıma dil uzatmayınız! Uhud dağı kadar altın sadaka verseniz, onların bir avuç arpa sadakalarının sevâbı kadar olamaz!” buyuruldu. Yine onun bildirdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullahın (s.a.v.) Hazreti Hasen’i göstererek; “Bu, benim oğlum, olgundur. Allahü teâlânın bunun vâsıtası ile, ümmetimden iki orduyu barıştırmasını umarım” buyurdu. Tirmizî’nin bildirdiği hadîs-i şerîfte, Hazreti Muâviye için; “Yâ Rabbî! Onu hadi ve mühdî eyle!” buyuruldu. Ya’nî, onu doğru yolda bulundur ve başkalarının da doğru yola kavuşmalarına vâsıta yap buyurdu. İbn-i Sa’d ve İbn-i Asâkir’in bildirdikleri hadîs-i şerîfte, Hazreti Muâviye için; “Yâ Rabbî! Ona kitap öğret ve memleketlere sâhib et ve azâbdan koru!” buyuruldu. Resûlullah (s.a.v.) onun halîfe olacağını biliyordu. Ümmetine çok acıdığı için, başlarına geçecek olanın doğru yolda bulunması ve doğru yola götürmesi için duâ etmesi îcâb edeceği meydandadır. Hazreti Hasen’in bildirdiği ve Deylemî’nin haber verdiği hadîs-i şerîfte; “Birgün gelir, Muâviye devlet reîsi olur” buyuruldu. Hazreti Muâviye buyuruyor ki: “Resûlullahın (s.a.v.) bana; “Ey Muâviye! Devlet başkanı olduğun zaman, iyilik et!” buyurduğu günden beri, halîfe olacağım zamanı bekliyordum.”
Eshâb-ı Kirâmdan Ümm-i Hirâm’ın bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Ümmetimden ilk olarak, denizde gazâ edenler, elbette Cennete girecektir” buyuruldu. Müslümanlardan ilk deniz gazâsı yapan, Hazreti Osman zamanında, Hazreti Muâviye idi. Ümm-i Hirâm da, bu müjdeye kavuşmak için, Hazreti Muâviyenin askeri arasında bulundu ve karaya çıkınca (Kıbrıs’ta) şehîd oldu. Resûlullahın bu duâları bereketi ile, Hazreti Muâviye âdil ve emîn bir halîfe oldu. Hazreti Muâviye, Resûlullahın (s.a.v.) birkaç saçını sakladı. Vefât ederken, bereketlenmek için, bunların yüzüne konmasını vasıyyet eyledi.”
İzâlet-ül-Hafâ kitabının 342. sahifesinde diyor ki:
“Resûlullahın (s.a.v.) irşâd vazîfesi, üç kısım idi. Birincisi, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını, güç ve kuvvet kullanarak yaptırmak idi. Buna “Saltanat” denir, ikinci vazîfesi, Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğretmekti. Üçüncü vazîfesi, “İhsân” olup, kalbleri temizlemekti. Hulefâ-i Râşidîn, bu üç vazîfeyi birlikte yaptı. Sonra gelenler, yalnız saltanat vazîfesini yaptılar, öğretmek vazîfesi, mezheb imamlarına, ihsân vazîfesi de tasavvuf büyüklerine verildi.”
Şah Veliyyullah hazretlerinin yazdığı Hüccetullah-il-Bâliğa adlı eserden ba’zı kısımlar:
Namazın sırları: Namaz şu üç şeyden ibârettir, 1- Allahü teâlânın azametini ve büyüklüğünü düşünerek kalbin hudû’ ve huşû’ hâlinde olması, 2- Dilin, Allahü teâlânın azamet ve kibriyâsını (büyüklüğünü) söylemesi. Kulun hudû’ ve huşû’ üzere olması, Allahü teâlânın azamet ve kibriyâsını, celâlini, ifâde etmesi hâlinde en yüksek şeklidir. 3- A’zaları, bu huşû’ ve hudû’ hâline göre bulundurmak, ona göre hareket etmek.
Allahü teâlâya ta’zim ifâde eden işlerden ba’zısı şunlardır: Allahü teâlânın huzûrunda yalvarıp yakarırcasına durmak. Bütün varlığı ile ona yönelmek. Bundan daha üstün ta’zim şekli ise, Allahü teâlânın huzûrunda en aşağı ve muhtaç bu hâlde durmak, başını öne eğmektir. Çünkü başı yukarıya kaldırmak, tekebbür, kibirlenmek alâmetidir. Bu, insanların yaratılışında, tekebbürü ifâde eden bir harekettir. Başı yukarıya kaldırmamak ya’nî başını önüne eğmek ise hudû’ ve itaat ma’nâsını ifâde eder. Bundan da daha üstün ta’zim şekli, insanın en şerefli a’zâsı olan yüzünü yere sürmesi ya’nî Allahü teâlâya secde etmesidir.
En faziletli namaz bu üç ta’zim şekliyle kılınan namazdır. Namaz, kulu Allahü teâlâya yaklaştıran amellerin en kıymetlisidir. Rükû’ ve secde de, ta’zim ifâde eden fiillerdendir. Bunlardan herbiri diğerini takviye eder. Namaz mü’minin mi’râcıdır. Mü’mini uhrevî tecellîlere hazırlar.
Namaz, Allahü teâlânın sevgisini, muhabbetini ve rahmetini kazanmaya büyük vesiledir. Resûlullah efendimiz (s.a.v.); “Çok secde etmem lâzımdır” buyurdu.
Namaz kılmak lezzeti bir mü’minde yerleşince, artık o kimse Allahü teâlânın nûruna dalar. Namaz o kimsenin hatâ ve günahlarına keffâret olur. Çünkü iyilikler, kötülükleri yok eder. Allahü teâlâyı tanımak için namazdan daha fâideli birşey yoktur. Bilhassa namaz, kalb huzûru ve ihlâsla kılınırsa çok kıymetli olur. Nefsin akl-ı selime itaat etmesi husûsunda, namazdan daha fâideli birşey yoktur.
Zekâtın sırları: Bir fakir muhtaç olduğu zaman, sözle veya lisân-ı hâl ile bu durumu Allahü teâlâya arz eder. Ba’zan Allahü teâlâ, kalbi uyanık ve basiret sahibi bir kulunun kalbine, o muhtacın ihtiyâcını gidermesini ilham eder. O kimsenin kalbinde böyle bir ilham meydana gelince, ona muvafık hareket ederse, Allahü teâlâ ondan râzı olur ve ona her tarafından bereketler akıtır. Allahü teâlânın rahmetine kavuşur.
Şah Veliyyullah-ı Dehlevî şöyle anlatır: Birgün bir fakir benden birşey istemişti. O fakir çok zarûret içerisinde idi. Kalbime gelen ilham bana, o fakire ihtiyâcı olan şeyi vermemi emrediyor, dünyâ ve âlurette bana pekçok ecir ve mükâfatı müjdeliyordu. Nihâyet, o fakire istediği şeyi verdim, ilham yoluyla bana va’dedilen şeye gerçekten şâhid oldum. O gün yaptığım bu iyiliğin karşılığını gördüm.
Mal sevgisi ve cimrilik, insana zararlı olur, onu asıl maksattan uzaklaştırır. Bu ise insanı sıkıntıya düşürür, manen rahatsız eder. İnsanın cimrilikten ve mal sevgisinden kurtulması ancak, yanında bulunan çok sevdiği şeyleri fakirlere vermeye kendini alıştırmakla olur. O zaman bu infak ya’nî Allah rızâsı için ihtiyâç sahiplerine dağıttığı, onun hakkında çok fâideli olur. Şayet fakirlere, muhtaçlara vermeye kendisini alıştırmasaydı, onda bulunan cimrilik ve mal sevgisi olduğu gibi kalırdı. Bu takdîrde infâk etmediği, muhtaçlara vermediği o mallar, onun için yılan olarak görünür ve onun hakkında zararlı olurdu.
Zekât bereketi çoğaltır. Gazâb-ı ilâhiyi söndürür. Feyz ve bereketin gelmesine sebep olur. Âhırette, cimriliğin sebep olduğu azâbı defeder.
Orucun sırları: insanın nefsi ba’zan taşkınlık yapar. Bu sebeple insan şehvetine, arzu ve isteklerine uyar. İnsan nefsini böyle işlerden muhafaza etmesi için ba’zı çârelere başvurması gerekir. Oruç bu husûsta en güzel çâredir.
İnsan şehvetini oruç tutmak sûretiyle kırar. Oruç insanın kötü isteklerini zayıflatır. Rûhun parlaması, şehvetin ve kötü arzuların kırılmasında oruçtan daha te’sîrli bir çare yoktur. Kişi oruç tutmak sûretiyle şehvet ve kötü arzularından ne kadar ayrılabilmiş ise, oruç o derece günahlarına keffâret olur. Melekler oruç tutan kimseyi severler.
Oruç tutan cemiyetlere şeytan te’sîr etmez. Çünkü o cemiyette oruç tutulduğu için şeytanlar bağlanmışlardır. Onlar için Cennetin kapıları açık, Cehennemin kapıları ise kapalıdır. Ancak ba’zan insan, oruç tuttuğu hâlde diline sahip olamayabilir. Bu durumda tövbe etmek lâzımdır.
Haccın sırları: Haccın hakîkati, müslümanlardan büyük bir topluluğun bir araya gelmesidir. Onlar öyle bir vakitte bir araya gelirler ki, o vakitte peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlihler gibi, Allahü teâlânın ni’metine kavuşmuş olanların hâllerini hatırlarlar. Onların toplandıkları bu yerler, Allahü teâlânın kudret ve azametinin, alâmet ve delîllerinin bulunduğu yerlerdir. Bütün din büyükleri buralara gelmişler, Allahü teâlâdan rahmetini istemişler, günahlarının bağışlanması için yalvarıp yakarmışlardır. Bütün himmet ve gayretler bu minval (şekil) üzere olunca, Allahü teâlânın rahmet ve mağfireti oraya iner. Resûlullah efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Şeytan arafe gününde olduğu kadar, başka hiçbir günde daha küçük, daha hakîr ve daha kızgın görülmemiştir.”
Kâ’be-i muazzamada, Allahü teâlânın kudret ve büyüklüğünü gösteren alâmet ve delîller vardır. Onu, Allahü teâlânın emri ile İbrâhim aleyhisselâm bina etti. Ka’be-i muazzamada çok yüksek hâllere şâhid olunmuştur. Müslümanlar, Kâ’be-i muazzamaya çok kıymet vermişler ve hürmet etmişler, orada Allahü teâlâyı zikretmek sûretiyle orayı ma’mur etmişlerdir.
Hac ibâdetinin yapıldığı mukaddes yerler görülünce Allahü teâlâ hatırlanır. Hac zamanı, müslümanlar birbirlerinden istifâde eder. Aynı zamanda hac meşakkatli bir yolculuk olduğu için, büyük bir gayreti îcâbettirir. Nasıl yeni îmânla şereflenen bir kimsenin daha önceki günahları siliniyorsa, ihlâsla yapılan ve kabûl olan hac da günahlar için keffârettir.”
Zamanında bulunan ve daha sonra gelen büyük âlim ve velîler, Şah Veliyyullah hazretlerini çok medhetmişler, çok övmüşlerdir. Fevâid-ül-behiyye ve başka kıymetli kitapların sahibi olan Muhammed Abdülhayy el-Lüknevî, Şah Veliyyullah’ı anlatmaya başlarken buyuruyor ki “Himmet sahibi büyük İmâm, insanlar arasında Allahü teâlânın hucceti, hidâyete kavuşanların önderi, ümmetin dayanağı, ulemânın âlimi ve öncüsü, enbiyânın vârisi, sünnet-i seniyyenin ihyâ edicisi olan Şeyhülislâm Kutbüddîn Veliyyullah bin Abdürrahîm el-Ömerî ed-Dehlevî, ilimde derya misâli, fâzıl bir zâttır...” Müftî Ahmed Kâgûri diyor ki: “Şah Veliyyullah (r.aleyh), aslı (kökü) kendi evinde, dalları ise müslümanların evlerine kadar uzanmış olan mübârek bir ağaç gibidir. İlim ve feyzi her tarafa yayılmıştır.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1134, 1166, 1169, 1170, 1175
2) Eshâb-ı Kirâm (Müslümanların iki Gözbebeği bölümü) sh. 167
3) Fâideli Bilgiler sh. 337
4) Rehber Ansiklopedisi cild-16, sh. 36
5) Hüccetullah-il-bâliga İstanbul. 1317
6) Mu’cem-ül-müellifîn cild-4: sh. 292
7) El-A’lâm cild-1, sh. 149
8) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 177
9) İzâh-ül-meknûn cild-2, sh. 212, 248, 485
10) Philosophy of shah Waliullah (Dr. A. J. Halepota), Sind Sagar Academî. Lahor (Pakistan)
11) Makâmât-ı Mazhariyye (Abdullah Müceddidî). İstanbul 1986, sh. 39