SÜVEYDÎ

Bağdat’ta yetişen âlimlerin büyüklerinden. Şafiî mezhebi fıkıh âlimidir. İsmi, Abdullah bin Hüseyn bin Mer’î bin Nâsırüddîn el-Bağdâdî es-Süveydî el-Abbâsî’dir. Otuzuncu dedesi Abbasî halîfelerinden Ebû Ca’fer Abdullah Mensûr’dur. Künyesi Ebü’l-Berekât, lakabı ise Cemâlüddîn’dir. Süveydî-zâde diye meşhûr oldu. 1104 (m. 1692) senesinde Bağdat’ın batısında Kürh mahallesinde dünyâya geldi. 1174 (m. 1760) Senesi Şevval ayının onbirinde Cumartesi günü öğle vakti, Bağdat’ta vefât etti. Evliyânın büyüklerinden Ma’rûf-i Kerhî hazretlerinin yanında medfûndur.

Süveydî altı yaşında iken babası vefât etti. Yetim olarak büyüdü. Asrının meşhûr âlimlerinden olan Şeyh Ahmed Süveydî’nin terbiyesinde yetişti. İlk tahsiline onun yanında başladı. Onun huzûrunda ilk olarak Kur’ân-ı kerîmi okumayı öğrendi. Sonra kitabet (hattâtlık) san’atında yetişti. Bağdat’ta iken, Arab edebiyatına âit ilimleri Hüseyn bin Nûh el-Hanefî’den ve Şeyh Sultan bin Nasır el-Hâbûrî’den okudu. Sonra Musul’a gidip, orada bulunan âlimlerden aklî ve naklî ilimleri tahsil etti. Hanefî âlimlerinden Fethullah-ı Mûsulî ve Şeyh Yâsîn Efendi’nin derslerine devam ederek, onlardan çok istifâde etti. 1157 (m. 1744) senesinde, Musul, Haleb ve Şam yolu ile Mekke-i mükerremeye, orada hac vazîfesini yaptıktan sonra, Medîne-i münevvereye gitti. Ravda-i mutahherada, hadîs kitaplarını ve bilhassa “Kütüb-i sitte”yi teberrüken kırâat eyledi. Burada bulunan birçok âlim ve fâzıl zâtların ilimlerinden çok istifâde etti. Hacdan dönüşlerinde, asrının meşhûr ve büyük âlimlerinden Abdülganî Nablüsî, İstanbullu Ali Efendi, Şeyh Ahmed bin Akîl el-Mekkî, Muhammed bin Tayyib el-Medenî, Mustafa bin Kemâlüddîn el-Bekrî gibi zâtlardan ilim ve feyz aldı. Bunların herbiri, kendisine icâzet verdiler. Haleb âlimlerinden Abdülkerîm Şerâbâtî, Şerîf Muhammed bin İbrâhim Trablusî, Şeyh Tâhâ el-Cübeyrînî, Şeyh Muhammed ez-Zümmâr, Ali Debbâğ, Şeyh Muhammed el-Mevâhibî ve Şam âlimlerinden İsmâil Aclûnî el-Cerrâhî, Şihâbüddîn Ahmed bin Ali el-Münîbî, Şeyh Sâlih bin İbrâhim, Şeyh Abdülganî es-Saydâvî gibi zâtların herbirinden icâzet aldı.

Bağdat’a dönüşünde İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin ve Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî’nin kabirleri yanında bulunan medreselerde yıllarca ders okuttu. Birçok kıymetli kitaplar yazdı.

Eserleri: 1- Enfa’ul-vesâil fî şerh-ıd-delâil: Delâil-il-hayrât kitabının şerhidir. 2- İthâf-ül-habîb alâ mugni’l-lebîb, 3- El-Cemânât, 4- El-Emsâl-üs-sâire, 5- Reşf-üd-darb Şerh-u Lâmiyet-il-Arab, 6- En Nefhat-ül-miskiyye fir-rihlet-il-mekkiyye, 7- Fetvâlar: Şafiî mezhebine dâir fetvâları toplayan bir kitaptır. 8- El-Hucec-ül-kat’ıyye: İran hükümdârlarından Nâdir Şah (1099-1160) (m. 1687-1747) İran ve Buhârâ âlimlerini toplayarak, sünnî ve şiî fırkalarından hangisinin doğru olduğunun anlaşılmasını, râfizâlerle Sünnîler arasında birbirine uymayan inanışları ortadan kaldırmak, doğru olana sarılarak, iki fırkayı birleştirmek için emretmiş ve bu iş için toplanan meclisteki iki tarafın âlimlerine, Abdullah-ı Süveydî’yi reîs (başkan) yapmıştı. Hepsinin karşısında Abdullah Efendi, ilim, akıl ve senetlerle uzun konuşmalar sonunda, râfizîleri cevapsız bırakmıştı. İki tarafın soru ve cevapları, “Hucec-ül-kat’ıyye” ismi ile bir kitap hâlinde neşredildi. Bu kitap çok kıymetlidir. Bu mecliste, râfizî âlimleri ile uzun konuşma sonunda Ehl-i sünnetin haklı olduğunu isbât etmişti. Bu husûs, Şâh’ın çok hoşuna giderek, Süveydî’yi tebrik etmiştir. “Hücec-ül-kat’ıyye” kitabının Arabî olan aslı, İstanbul’da, 1323 (m. 1905) ve 1402 (m. 1981) senesinde bastırılmıştır.

Abdullah-ı Süveydî ile İran âlimleri arasındaki toplantıdan sonra, uzun bir kâğıda Fârisî olarak bir ahidnâme (sözleşme) kaleme alındı.

Türkçesi şöyledir:

“Allahü teâlânın âdeti ve hikmeti şöyledir ki, emirlerini, yasaklarını bildirmek için, insanlara peygamberler göndermiştir. Peygamberler arasında, sıra, Peygamber-i zîşânımız (Muhammed Mustafâ) (s.a.v.) hazretlerine geldi. Peygamberlerin sonuncusu olarak, Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını bildirip, vazîfesini yaptıktan sonra, vefât etti. Bundan sonra Eshâb-ı güzîn, Ebû Bekr-i Sıddîk’ın üstünlüğünü, iyiliklerini, işlerinin sâlih olduğunu düşünerek, halifeliğe en haklı olduğunda sözbirliği ederek ve birleşerek, onu seçtiler. Seçenler arasında Hazret-i Ali de vardı. Bu da, zorlanmadan, korkutulmadan, isteği ile seçti. Böylece, onun hilâfeti, Eshâb-ı Kirâmın hepsinin birleşmesi ve sözbirliği ile oldu. Onu seçen Eshâb-ı Kirâmın hepsi, âdildir. Kur’ân-ı azîm-üş-şânda; “Muhacirler ve Ensâr herkesin önünde, üstünde olanlar...” (Tövbe-100) ve “Sana ağaç altında söz veren mü’minlerden Allahü teâlâ, elbette râzı oldu” (Fetih-18) meâlindeki âyet-i kerîmeler ile medh edildiler. Bunları Fahr-i âlem de (s.a.v.); “Eshâbım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidâyete kavuşursunuz!” diye övmüşlerdir.

Ebû Bekr-i Sıddîk’dan sonra, onun ta’yin buyurduğu Ömer Fârûk hazretleri halîfe oldu. Hazret-i Ali de, bunu seçenler arasında idi. Hazret-i Ömer, vefât ederken, altı kişiyi gösterdi. Bunlar kendi aralarından birini seçsin buyurdu. Bu altı kişiden biri, hazret-i Ali idi. Beşi, sözbirliği ile hazret-i Osman’ı halîfe seçti. Hazret-i Osman, kimseyi göstermeyerek şehîd olduktan sonra, bütün Eshâb sözbirliği ile, hazret-i Ali’yi halîfe seçti. Bu dördü bir arada yaşadıkları zaman, aralarında, hiçbir geçimsizlik, hiçbir çatışma olmadı. Hep, birbirlerini severler, medh ve sena ederlerdi. Hattâ, hazret-i Ali’ye, Şeyhaynı (Hazreti Ebû Bekr ile Hazreti Ömer’i) sorduklarında; “Bu iki zât, âdil ve haklı olarak seçilmiş imamlardır” buyurmuştu. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk da, halîfe olunca: “İçinizde Ali de bulunduğu hâlde, beni seçtiniz mi?” dedi.

Ey acemler! Dört halîfenin üstünlükleri ve hilâfetleri, işte bu sıra üzeredir. Her kim bunlara söğerse, kötüler, lekelemeğe dil uzatırsa, çoluk-çocukları ve kanı Şâh’a helâl olacaktır. Öyle kimseler, Allahın, meleklerin, Kitab ve peygamberlerin la’netinde olsun! 1148 (m. 1735) senesinde Megan meydanında beni şâh yaptığınız zaman, size şartlar vermiştim. Şimdi bu şartı da ekliyorum ki, ben Şeyhaynı söğmeyi ya’nî hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ömer’e dil uzatmayı, onları kötülemeği yasak ediyorum. Siz de, elbette vaz geçmelisiniz! Her kim, bu çirkin, söğme işine bulaşırsa, çoluğu-çocuğu esîr edilecek, malı ve mülkü elinden alınacaktır. Kendisi de öldürülecektir. İran memleketinde önceleri, Şeyhaynı söğmek alçaklığı yoktu. Şah İsmâil Safevî ile onun yolunda giden çocukları, bu çirkin işi meydana çıkardı. Üçyüz sene kadar sürdü.”

İşte böyle hazırlanan ahidnâmeyi, ya’nî sözleşmeyi âlimlerin hepsi imzâladı ve mühürledi. Sonra Nâdir Şâh’ın bütün millete karşı çıkardığı (Fermân-ı âlî) okundu ki, Türkçesi şudur:

Fermân-ı Şâhî: Önce Allahü teâlâya sığınırım. Biliniz ki, Şah İsmâil-i Safevî, 906 (m. 1500) senesinde zuhur etti. Câhil halktan bir kısmını yanında topladı. Bu alçak dünyâyı ve nefsinin isteklerini ele geçirmek için, müslümanlar arasına fitne ve fesad soktu. Eshâb-ı Kirâmı söğmeği ve hidâyet yıldızlarına dil uzatmayı ortaya çıkardı. Böylece müslümanlar arasına büyük bir düşmanlık soktu. Münâfıklık ve saldırmak bayraklarının açılmasına sebep oldu. Öyle oldu ki, kâfirler, rahat ve korkusuz yaşıyor, müslümanlar ise, birbirlerini yiyor, birbirlerinin kanlarını, nâmûslarını telef ediyor, işte bunun için, Megan meydanındaki toplantıda, büyük-küçük hepiniz beni Şah yapmak istediğiniz zaman, bu isteğinizi kabûl edersem, siz de, Şah İsmâil zamanından beri, İran’da yerleşmiş olan bozuk inançlardan ve boş sözlerden vazgeçeceğinizi bildirmiştiniz. Kıymetli dedelerinizin mezhebi olan ve mübârek âdetlerimiz olan, dört halîfenin hak ve doğru olduğuna kalb ile inanacağınızı ve dil ile de söyleyeceğinizi, bunları, söğmekten, kötülemekten sakınacağınızı ve dördünü de seveceğinizi söz vermiştiniz. İşte bu hayırlı işi kuvvetlendirmek için, seçilmiş âlimlerden, dînine bağlı yüksek zâtlardan soruşturdum. Hepsi dedi ki, Peygamberimizin (s.a.v.) Hak yoluna çağırdığı günden beri, Sahâbe-i râşidîn olan dört halîfenin (r.anhüm) herbiri, dîn-i mübînin yayılması için, canlarını ve mallarını feda ettiler ve bu uğurda, çoluk-çocuklarından, amca ve dayılarından ayrıldılar, her söze, iftiraya ve oka katlandılar. Bundan dolayı, Resûlullah efendimiz hazretlerinin (s.a.v.) husûsî sohbetleri ile şereflendiler. Böylece; “Muhacirlerden ve Ensârdan, ileri olanlar...” (Tevbe-100) meâlindeki âyet-i kerîme ile medh ve senaya kavuştular. İyilerin efendisi vefât ettikten sonra ümmetin işlerini gören Eshâb-ı Kirâmın büyüklerinin sözbirliği ile, hilâfete, birinci halîfe, mağara arkadaşı Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a.) getirildi. Bundan sonra, halîfenin ta’yin ve Eshâb-ı Kirâmın kabûl etmesi ile hazret-i Ömer Fârûk (r.a.) ve ondan sonra, altı kişi arasından ve sözbirliği ile, Zinnûreyn Osman bin Affân (r.a.) ve bundan sonra, Allahın arslanı, şaşılacak şeylerin hazînesi, emîr-ül-mü’minîn Ali İbni Ebî Tâlib “kerremallahü vecheh” halîfe oldu. Bu dört halîfeden herbiri, kendi hilâfetleri zamanında, birbirleri ile uygun ve her türlü ayrılık lekesinden temiz idi. Kardeşlik ve birlik üzere idiler. Herbiri, İslâm memleketlerini şirkden ve müşriklerin kininden korudular. Bu dört halîfeden sonra, müslümanlar îmân ve i’tikâdda birlik idi. Her ne kadar, zaman ve asırlar geçmesi ile, İslâm âlimlerinin oruç, hac, zekât ve başka yapılacak işlerde (ictihâd) ayrılıkları oldu ise de, inanılacak şeylerde, Resûlullahı (s.a.v.) ve O’nun Eshâbını sevmekte ve hepsini hâlis olarak tanımakda hiçbir kusur, noksanlık bozukluk ve gevşeklik olmadı. Şah İsmâil’in ortaya çıkmasına kadar bütün İslâm memleketleri, böyle saf ve temiz idi. Sizler selim aklınızla ve temiz kalblerinizin irşâdı ile, sonradan çıkarılan Eshâb-ı Kirâmı söğmek yolunu, çok şükür bıraktınız. Dîn-i İslâm sarayının dört temel direği olan döt halîfenin sevgisi ile kalblerinizi süslediniz. Bunun için, ben de, bu söz verdiğimiz beş karârımızı, gökler gibi yüksek, karaların ve denizlerin hakanı, Haremeyn-i şerîfeynin hizmetçisi, yeryüzünün ikinci Zülkarneyn’i, büyük İslâm pâdişâhı, kardeşimiz, Rûm memleketlerinin sultânına bildirmeyi söz veriyorum. Bu işi arzumuza uygun olarak bitirelim. Bu yazdıklarımız, Allahü teâlânın yardımı ile, çabuk meydana çıksın!” Şimdi bu hayırlı işi kuvvetlendirmek için, allâme-i ulemâ (Molla Ali Ekber) molla başı ve başka yüksek âlimlerimiz bir tezkire yazdılar. Böylece bütün şüphe perdelerini yırttılar. İyice anlaşıldı ki, bütün bu iftiralar, bid’atler ve ayrılıklar, Şah İsmâil’in çıkardığı fitnelerden doğmuştur. Yoksa ondan önceki zamanların hiçbirinde ve İslâmın başlangıcında, bütün müslümanların îmânları, düşünceleri tek bir yolda idi. Bunun için, Allahü teâlânın yardımı ile ve O’nun kalblerimize sunması ile, bu şerefli ve yüksek kararı almış bulunuyoruz. İslâmiyetin başlangıcından, tâ Şah İsmâil’in çıkmasına kadar bütün müslümanlar, Hulefâ-i râşidîni hak, doğru halîfe bilirdi. Herbirini haklı olarak halîfe oldu bilirlerdi. Bunları söğmekten, kötülemekten çekinirlerdi. Hatîb efendiler ve büyük vâ’izler, minberlerde ve derslerde, bu halîfelerin iyiliklerini, güzel hâllerini, üstünlüklerini söylerlerdi. Mübârek isimlerini söylerken ve yazarlarken “radıyallahü anhüm” derlerdi. Derin âlim ve üstünlerin özü Mirzâ Muhammed Ali hazretlerine emir eyledim ki, bu Fermân-ı hümâyûnumuzu, bütün İran şehirlerine yaysın. Milletim de işitsin ve kabûl eylesin! Buna uymamak, karşı gelmek, Allahü teâlânın azâbına, gazâbına sebep olacaktır. Böyle bileler.

Abdullah Süveydî (r.aleyh) şöyle anlatır: Bu ferman okunup, anlaşıldıktan sonra, Şâh’ın huzûruna kabûl olundum. Çok iltifâta kavuştum. Nâdir Şah, bu başarıdan çok sevindi ve çok teşekkür etti. Cum’a namazının Kûfe Câmii’nde sahîh olarak kılınmasını emir buyurdu. İ’timâdüddevle’ye dedim ki: “Bu namaz sahîh olmaz. Çünkü Şafiî mezhebine göre şehir halkından kırk kişinin namazda bulunması lâzımdır. İ’timâdüddevle, yalnız hutbeyi dinlemek için çağrıldığını söyledi. Câmi’ye geldim. Beşbin kadar âlim, me’mûr vardı. Minber üzerinde şâhın imâmı olan Ali Meded vardı. O sırada, Molla başı ile Kerbelâ âlimleri konuşarak, Ali Meded minberden indirildi. Yerine, Kerbelâ âlimlerinden biri çıktı. Hamd ve salevâttan sonra, dört halîfenin ismini söyleyip, herbirine “radıyallahu anh” dedi ise de, hazret-i Ömer’e gelince Arabîyi iyi bildiği hâlde, Ömer ismini münsarif olarak okudu. (Ya’nî “Ömer’e” yerine “Ömer’i” dedi). Böylece, bu ismi gayr-i münsarif kılan (adl) ve (ma’rifeti) hazret-i Ömer’den ayırmış oldu. Bunda bir hile olduğu anlaşılıyordu. Nâdir Şâh’ın emri ile, önce halîfe-i müslimîn olan Mahmûd Hân bin Mustafa Hân hazretlerinin, bundan sonra Nâdir Şâh’ın şevket ve saadetlerine duâ edildi. Birinci rek’ atda, Cum’a sûresi okundu. Namazdan sonra, Nâdir Şâh’dan izin alınarak Bağdat’a döndüm. Olanı, biteni, Vâli Ahmed Paşa’ya anlattım. İki fırkanın birbirine verdiği i’timâdnâmenin sûreti ile Şah tarafından acem milletine yayılan Fermân-ı Şâhî’nin bir örneğini takdim eyledim. Bunlar ve olan bitenlerin açıklanması, İstanbul’a gönderilerek halîfeye arz olundu. Bu âciz hakkında, taraf-ı hilâfet-i âliyyeden in’âmlar, ihsânlar o kadar çok oldu ki, üzerime ölünceye kadar farz olan hayr duâları edadan âciz bulunduğumu i’tirâf ederim.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-6, sh. 48

2) Silk-üd-dürer cild-3, sh. 84

3) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 483

4) El-A’lâm cild-4, sh. 80

5) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1070

6) İzâh-ül-meknûn cild-1, sh. 16, 17, 125, 509, cild-2, sh. 286

7) Hak Sözün Vesîkaları sh. 5, 6, 42, 43, 44, 45,