Evliyânın büyüklerinden. Halvetî yolunun Mısriyye kolunun şeyhidir. Adı Muhammed bin Ali Çelebi’dir. Mahlası Niyâzî olup, uzun müddet Mısır’da kaldığı için de Mısrî denilmiştir. 1027 (m. 1618) senesinde Malatya’nın Soğanlı köyünde doğdu. 1105 (m. 1693) senesi Receb ayının yirmisekizinde Çarşamba günü kuşluk vakti Limni adasında vefât etti.
Niyâzî-i Mısrî, Malatya’da, önce İslâmî ilimlere âit temel bilgileri, sonra da medrese tahsiline başlayıp tefsîr, hadîs, fıkıh ve tasavvuf ilimlerini öğrendi. Tahsilini tamamladıktan sonra, câmilerden gayet te’sîrli va’zlar vermeye başladı. Daha sonra Malatya’da bulunan Halvetî şeyhi Hüseyn Efendi’nin sohbetinde bulunarak, ondan feyz aldı. Hüseyn Efendi’nin vefâtından sonra, onun hasretinin te’sîri ile seyahate karar verdi. Diyarbakır-Mardin yoluyla Bağdat’a gitti. Burada, büyük âlimlerin, evliyânın ve Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî’nin kabrini ziyâret ederek bereketlendi. Sonra Hazreti Hüseyn’in kabr-i şerîfini ziyâret etti. Buradan Bağdat’a dönerek, dört sene ilim tahsil etti. Tahsilini tamamlayan Niyâzî-i Mısrî, Kâhire’ye gitti. Şeyhûniyye denilen yerde, Kâdiriyye tarikatı büyüklerinden olan bir zâtın dergâhında misâfir olarak kaldı. O zâta talebe oldu. Hocasının bereket ve himmetleriyle kemâle erdi. Kerâmetleri görülmeye başladı. Câmi-ül-Ezher’de hem ders verdi hem de ilmini genişletti. Mübârek günlerde va’z ve nasihat ederdi. Gayet güzel Arabca konuşurdu. Niyâzî-i Mısrî, elde ettiği ilim ve ma’rifetlere doymuyor, daha fazlasına kavuşmak için Allahü teâlâya şöyle yalvarıyordu:
Yâ Rab bize ihsân et,
Vuslat yolunu göster.
Sûretde koma Can et,
Uzlet yolunu göster.
Nefsimi hevâdan kes,
Kalbimi riyadan kes,
Meylimi sivadan kes,
Halvet yolunu göster.
Candan sana lâtib kıl,
Her tâata râgıb kıl,
Bir pîre musâhib kıl,
Hizmet yolunu göster.
Ta’lim edip esmayı,
Bildir bize eşyayı,
Doymaya “Ev ednâyı”,
Hikmet yolunu göster.
Har içre biter gülzâr,
Zar içre doğar envâr,
Herşeye tecellîn var,
Kurbet yolunu göster.
Niyâzî-i Mısrî, devamlı ibâdet ve tâatla meşgûl olduğu sırada, bir gece rü’yâsında Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerini gördü. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri büyük bir taht üzerinde oturmaktaydı. Etrâfına ise talebeleri toplanmıştı. Niyâzî-i Mısrî, kendisini onların arasında görünce, hayasından dışarı çıkmaya yol ve fırsat aradığı bir sırada, Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, onu yanına çağırıp, bir kese altın hediye verdi ve; “Senin nasîbin diyâr-ı Rûm’dadır. Mısır’da değildir.” buyurdu. Ertesi gün Niyâzî-i Mısrî bu rü’yâsını hocasına anlatınca, hocası hemen ona hilâfet verdi ve duâ etti. Bunun neticesinde Niyâzî-i Mısrî 1056 (m. 1646) senesinde Mısır’dan ayrılarak İstanbul’a gitti, İstanbul’da Sultan Ahmed Câmii civârında Sokullu Mehmed Paşa dergâhında ikâmet edip, uzun süre riyâzette kaldı. Kaldığı odada çok gözyaşı döktü. Halîl Paşa, Niyâzî-i Mısrî hazretlerinin kaldığı odanın döşemelerini yenilemek için teşebbüste bulunduğu zaman Niyâzî-i Mısrî hazretlerini rü’yâsında gördü. Rü’yâda “Gözlerimin yaşı ile yıkanmış olan tahtaları muhafaza ediniz” diye emretmesi üzerine, tahtalarını muhafaza etmek sûretiyle odayı ta’mir etti. Niyâzî-i Mısrî, bir süre Uşak ve Afyon’da insanları doğru yola sevk etmeye çalıştı. Daha sonra Bursa’ya gitti. Halkın isteği üzerine, Şeker Hoca Câmii’nde Cum’a geceleri va’z verdi. Niyâzî-i Mısrî, namazını cemâatle kılmaya dikket ederdi. Ekseriyetle Ulu Câmi’de Kur’ân-ı kerîm okur ve imamlık yapardı. Ba’zan va’z ve nasihat ederdi. Dördüncü Sultan Mehmed Hân’ın da’veti üzerine İstanbul’a tekrar giden Niyâzî-i Mısrî, Ayasofya Câmii’nde va’z ve nasihat vermeye me’mur edildi. Ayasofya Câmii’nde, Sultan Dördüncü Mehmed, âlimler, tasavvuf büyükleri ve devlet erkânının da hazır bulunduğu birgün, va’z kürsüsünden tasavvuf yolunun hak olduğuna, onların yaptıkları zikirlerin İslâm dinine aykırı olmadığına dâir hakîkati gayet açık bir şekilde anlattı. Herkes izahına hayran oldular. Tasavvufun, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını seve seve yapmaya yardımcı olduğunu anladılar. Niyâzî-i Mısrî, tekrar Bursa’ya döndü. İnsanları doğru yola sevk etmek için vazîfesine devam etti.
Niyâzî-i Mısrî’nin şöhreti günden güne arttı. 1080 (m. 1669) senesinde Bursa’daki dergâhı yapıldı. Allahü teâlâya kavuşmak isteyen ilâhî aşk sahibleri bu dergâhta toplanmaya başladı. Birçok ilim taliblisi, ilim öğrenmek için dergâha koştular. Rusya ile harb başlayınca, Sadrâzam Köprülü-zâde Fâzıl Ahmed Paşa, pâdişâh nâmına Niyâzî-i Mısrî’yi Edirne’ye da’vet etti. Niyâzî-i Mısrî üçyüz talebesi ile orduya katılmak için Edirne’ye gitti. Daha sonra tekrar Bursa’ya döndü. 1082 (m. 1671) senesinde Kamaniçe seferinde ikinci defa Edirne’ye gitti. Oradaki eski Câmi’de va’z ederken, yapılan muharebenin millet ve devlet üzerindeki acı te’sîrlerini anlattı. Niyâzî-i Mısrî hazretlerinin bu va’zı yanlış anlamalara sebep oldu. Kendisini çekemeyenlerin şikâyeti dolayısıyla Rodos’a gönderildi. Dokuz ay sonra mecbûrî ikâmet şartıyla Bursa’ya dönmesine izin verildi. Yine Bursa’daki va’zı sırasında ba’zı konuşmaları sebebiyle Limni adasına gönderildi. 1104 (m. 1692) senesi Şevval ayında tekrar Edirne’ye gitti. Selîmiye Câmii’nde kaldı. Ziyâretine gelen kalabalık halka va’z ve nasihat ederken, devlet işlerine dâir söylediği ba’zı sözlerden dolayı tekrar Limni’ye gönderildi. Bir sene sonra burada vefât etti.
Niyâzî-i Mısrî, ilim, irfan ve ma’rifet sahibi idi. Zaman geçtikçe, eserleri tedkik edildikçe, kadri ve kıymeti çok iyi anlaşıldı. Sâdece zâhirle meşgûl olup, bâtından haberi olmayanlar, onun ba’zı sözleri karşısında hayrette kalarak, bu mübârek zât hakkında yanlış düşüncelere kapıldılar. Ârif olanlar ise Niyâzî-i Mısrî’nin bu sözlerindeki tasavvufî incelikleri anlayarak, bu inceliklerdeki lezzeti tatmışlardır. Niyâzî-i Mısrî hazretleri şöyle buyurur:
Zât-ı Hakda mahrem-i irfan olan anlar
bizi,
İlm-i sırda bahr-ı bî pâyân olan anlar bizi,
Ey Niyazi katremiz deryaya saldık bizi
bugün,
Katre nice anlasın, umman olan anlar bizi.
Sezâî Gülşenî’ye, Niyâzî-i Mısrî hazretlerinin tenkid edilen bir sözü sorulunca, Gülşenî soruyu sorana; “Oğlum Niyâzî-i Mısrî’nin sözü anlaşılamamıştır. Onun burada muradı şu idi” diyerek, Niyâzî-i Mısrî hazretlerinin o sözündeki murâd ve maksadını açıkladı.
Şeyh Abdüllatîf Gazzî Efendi, Vâkiât adlı eserinde şöyle yazmaktadır “Birisi şeyhülislâmın huzûruna varıp, Niyâzî-i Mısrî hakkında tenkid mevzû olan sözü kastederek; “Efendim bu sözü söyleyenlerin cezası nedir ve dinde ne lâzım gelir” diye suâl edince, ârif ve kâmil bir zât olan şeyhülislâm; “Bu sözü Niyâzî-i Mısrî hazretlerinden başka kim söylerse, katlolunur. Fakat Niyâzî-i Mısrî söylerse, onun sözünde bir hikmet ve gizli bir sır vardır. O, zâhirî ilimlerde de kemâl mertebesindedir. Onların böyle sözleri söylemesinde bir hikmet vardır. Biz onlara dil uzatmağa kadir olamayız” diyerek, o şahsı susturdu.
Sultan Abdülmecîd Hân, Selânik’e giderken fırtına sebebi ile gemi Limni’ye sığınmak zorunda kaldığı zaman, uzaktan gördüğü türbenin kime âit olduğunu sordu. Yanında bulunanlardan birisi türbenin Niyâzî-i Mısrî’ye âit olduğunu söyledi ve onun başından geçenleri anlattı. Bunun üzerine Sultan Abdülmecîd Han, Niyâzî-i Mısrî hazretlerinin kabrini ziyâret etmek için türbeye gitti. Türbede, Niyâzî-i Mısrî’nin rûhâniyetine hitaben; “Ey Niyâzî-i Mısrî, kıymetini takdîr edemeyen kimselere bedduâ eylemişsin. Sonra gelen bizlerin bunda bir kabahati yok. Bizlere, feyzli nazarının geldiği aşikâr olmadıkça, türbenden dışarı çıkmam” diye yalvardı ve Kur’ân-ı kerîm okuyarak rûhuna hediye eyledi. Sultan Abdülmecîd Hân, Niyâzî-i Mısrî hazretlerinin feyz dolu nazarlarına kavuşunca dışarı çıktı ve türbenin ta’mir edilmesi için emir verdi.
Niyâzî-i Mısrî’nin, talebelerinden Şeyh Ahmed Gazzî’ye yazdığı mektûp şöyledir: “İzzetli, faziletli ve kıymetli oğlum! Sonsuz selâmlar ve hayır duâlar takdiminden sonra, hatır-ı şerîfleriniz suâl olunur. Ahvâlimizden suâl olunursa, elhamdülillah sıhhat ve afiyet üzereyiz. Bütün dostların hayırlı duâlarını müdavim bilip, şüphe noktalarını kovup ve hak eyleyip, tarîkat-ı aliyyenin gereğince, ameli elden bırakmayıp, dostlar ile iyi geçinmeyi en faziletli amel biliniz. Bizim yolumuzda dostlar ile iyi geçinmeden daha faziletli amel yoktur. İzzetli Tarık Çelebi’ye selâmımızı tebliğ edip, onlar ile iyi geçinmeniz matlûbumuzdur. Kâsım Çelebi-zâde’ye, birâderine ve oğluna selâm ederiz.”
Niyâzî-i Mısrî’nin, başka bir talebesine yazdığı bir mektûp şöyledir: “Mısrî’nin herşeyi yağma oldu. Ancak görünür bir cesedi kaldı. Mısrî’yi şimdiden sonra isteyenler, muhabbet ehli ise, gönülde arasın. Ma’rifet ehli ise, sözlerimizde arasın. Her ne kadar uzak isek de evvelce ikrârı olanlardan biz ayrı değiliz. Ne kadar yakın olsalar da inkârı olanlar bizi göremez. Hakîkî aşinalık ise gönülde olup uzak-yakın birdir. Doğru yolda olanlara selâm olsun.”
Niyâzî-i Mısrî’nin yazmış olduğu eserler şunlardır: 1- Mevâid-ül-irfân avâid-ül-ihsân, 2- Şerh-i Esmâ-i Hüsnâ, 3- Risâle-i eşrâtüs-sââ’, 4- Suâller ve Mısrî’nin cevapları, 5- Tefsîr-i Sûre-i Yûsuf, 6- Risâle-i Mebde’ ve Me’ad, 7- Risâle-i Mısrî, 8- Tefsîr-i Fâtiha, 9- Türkçe Dîvân: Bu dîvândaki şiirler çok yanık ve akıcıdır.
Dîvân’ından seçmeler:
Tevhîd ile
Kalbini Cennet bağı yap, çesme-i tevhîd
ile,
Rûh bahçeni gülsen eyle, gonca-i tevhîd ile.
Hem mekansız, hem zamansız, nihâyetsiz
yollar,
Kat’ider gönül erbâbı, kuvvet-i tevhîd ile.
Her ne kadar, yüz karası, yaptıysa isyan
sende.
Temizlenir her yerin, sâbûn-i tevhîd ile.
İns ve Cin âlemlerini, aşarak arşa çıkar,
Kim ki mi’râc eylediyse, cezbe-i tevnîd ile.
Ey Niyazî Ârif-i billah gönülden kaldırır.
Yetmiş bin perdeyi hep, bir lem’a-i tevhîd ile.
***
İnsan
Gel ey gurbet diyârında, esîr olup kalan
insan,
Gel ey dünyâ harabında, yatıp gâfil olan insan!
Gözün aç, etrâfa bir bak, nice beğler gelip
geçti,
Ne mecnûndur bu fâniye, gönül verip duran insan!
Kafesde bülbüle şeker, verirler fakat hiç
durmaz,
Aceb niçin karâr eder, bu zindana giren insan!
Ne müşkil olur gafletde, kalıp hiç
inanmayıp,
Ölüm vaktinde Azrail, gelince uyanan insan!
Kararmış gönlün ey gâfil, nasihat neylesin
sana,
Taştan katı olmuş kalbi, öğüt kâr etmiyen insan!
Aklını başına topla, elinde var iken
fırsat,
Sonsuz azâb çekecekdir, (Adam sen de) diyen insan!
Niyazî bu öğütleri, ver önce kendi
nefsine,
O gün kurtulacak ancak, kulluğunu yapan insan!
Arzularsın
Nefsini terketmeden, Rabbini arzularsın,
Hayvanı sen geçmeden, insanı arzularsın!
(Men
arefe nefsehü, fekad arefe rabbeh),
Kendini sen bilmeden, Sübhânı arzularsın!
Sen bu evin kapısın, henüz bulup açmadan,
Ma’şûka kavuşacak, zamanı arzularsın!
Dışarı üfürmekle, yakılır mı bu ocak?
Gönlün Hakka vermeden, ihsânı arzularsın!
Dağlar gibi kuşatmış, tenbellik, kardeş
seni,
Günahını bilmeden, gufranı arzularsın!
Konuk için evin yok, hiç hazırlığın da
yok,
Issız dağın başında, mihmânı arzularsın!
Bostanı, bağı geçdin; meyvesin bulamadın,
Sen söğüt ağacından, rummânı arzularsın!
Gece sayıklar gibi, anlaşılmaz söz ile,
Sen de mi ey Niyazî irfanı arzularsın?
Camı temizlemeden, aynayı arzularsın,
Zünnârını kesmeden, îmânı arzularsın!
Küçük çocuklar gibi, binersin ağaç ata,
Tecriben yok, topun yok, meydânı arzularsın!
Karıncalar gibi sen, ufak ufak yürürsün.
Meleklerden ileri, seyrânı arzularsın!
Topuğuna çıkmadan, suyu deniz sanırsın,
Sen dereyi geçmeden, ummanı arzularsın!
Haydi Niyazî yürü, atma okun ileri,
Derdiyle kul olmadan sultânı arzularsın!
***
Gerek
Ârif-i kâmil kelâmın duymağa irfan gerek,
Sırr-ı muğlakdır, gönülde zevk ile vicdan gerek!
Bir hazinedir tasavvuf, mâlik olmaz her
hasis,
Bulmağa ânı cihanda, bir yeğit sultân gerek!
İnci taşıyan sadefe, kavuşmak kolay olmaz,
Bulunmaz nehr içinde, bahri bî pâyân gerek!
Ma’rifet da’vâsı eden, sahtekâr bilmez mi
ki,
Kalbindeki arzuya elde, huccet-ü burhan gerek!
Ârif gezer hak içinde, herkes tanımaz onu,
Aşk ateşinde yanarak, hâl ile yeksan gerek!
Şöhretle övünen kimse, Hakdan nasîb
alamaz,
Bâtının umranı için, zâhirî viran gerek!
Ölmeden önce ölerek, kabri ve haşri görüp,
Mâlik-ül-mülk huzûrunda, kalbi hem hayran gerek!
Şeri’at sıratı ile, nefs âteşinden geçip,
Kalbi habâisden ârî, Ravda-i Rıdvan gerek!
Söylediği, işittiği, her dâim fikr etdiği,
Bî-kem ve bî-keyf olarak, Hazret-i Rahmân gerek!
Ey Niyâzî, Hakka vuslat, herkese olmaz
nasîb,
Güneşden ziyâ alacak ay gibi insan gerek!
Sen
Aldın mı kalb yoluyla, yekta haberini sen?
Duydun mu hem Yûsuf ve züleyhâ haberin sen?
Kalbini nice yıllar, ağlatmadı mı bu aşk?
Alsan nolur doğruca, Leylâ haberini sen?
Dağlar dahî duramaz onun yüzüne karşı,
Âlime sor Tûr ile Mûsâ haberini sen!
Sular gibi yüzünü, yere sür. Durma yüksek.
Alçaklarda bulursun, derya haberini sen!
Alemde nice yüzbin kişi aşkdan, bahseder.
Sorma o mecnûnlara, Mevlâ haberini sen!
Bülbüle bakma sakın, âşık olayım dersen,
Pervaneden al gizli, sevda haberini sen!
Uyan ey Gâfil
Uyan gafletten ey gâfil, seni aldatmasın
dünyâ,
Yakanı al elinden ki, seni sonra kılar rüsvâ!
Ne sandın sen bu gaddarı ki, tâ böyle onu
sevdin,
Onu her kim ki sevdiyse, dînini eyledi yağma.
Adavet kılma kimseyle, sana nefsin yeter
düşman,
Ki asla senden ayrılmaz ömür âhır olunca tâ.
İşittin Hak Resûlünden nice âyet ve
ahbârı,
Velî nidem ki, kâr etmez, bu öğütler sana asla.
Bu zâhir gözünü örtüp, bana tut can ile
gönlün;
Ki her bir sözün içinde duyasın cevher-i ma’nâ.
Kelâm-ı Mustafâ zevkin dimağında bula gör
ki,
Muâdil olmaz ol zevke hezârân men ile selva.
Kemâl-i devlet istersen oku âyât-i
Kur’ân’ı
Ki her harfin içinde var Niyâzî, bin dürr-i yekta.
Seherlerde
Uyan gafletten ey nâim,
Hakka yalvar seherlerde.
Döküp acı yaşı dâim,
Hakka yalvar seherlerde.
Kapısında durup her bâr,
Yüzün dergâhına tut vur.
Yürekten kil den-â-dem zar.
Hakka yalvar seherlerde.
Seherlerde açılır gül.
Onun için zâr eder bülbül,
Uyanıp derd ile ey dîl.
Hakka yalvar seherlerde.
Gel ey bîçâre miskîn,
Dolaşma gezme âvâre,
Dilersen derdine çâre,
Hakka yalvar seherlerde.
Açılır bâb-ı sübhânî,
Çekilir hân-ı sultanî,
Dökülür feyz-i Rabbanî,
Hakka yalvar seherlerde.
Seherde kalkuban her gâh,
Yüzün yere sürüp kıl âh,
Ere lütfu sana nâgâh,
Hakka yalvar seherlerde.
Seherde uykudan uyan,
Niyâzî durma derde yân,
Ol kim irişe derman,
Hakka yalvar seherlerde.
Güzel Allahı Bul
Gel ey gönül, Hakka giden râhı bul,
Ehli derd olup, derûn-ı âhı bul,
Canın ilindeki şems-ü-mâhı bul,
Âdem isen sümme vechullâhı bul,
Kande baksan ol güzel Allahı bul.
Devlet-i dünyâya mağrur olma sen,
Lezzet-i câhına mesrûr olma sen,
İzzetim buldum diye hor olma sen,
Âdem isen sümme vechullâhı bul,
Kande baksan ol güzel Allahı bul.
Gerçi Allaha ibâdet de güzel,
Zühd-ü takvâ vü kanâat de güzel,
Halvet ehline kerâmet de güzel,
Âdem isen sümme vechullâhı bul,
Kande baksan ol güzel Allahı bul.
Ol sana açmış durur dâim gözün,
Sen yitirmişsin ha ararsın özün,
Bî-cihet göstermiş eşyada yüzün,
Âdem isen sümme vechullâhı bul,
Kande baksan ol güzel Allahı bul.
Sen de İste, Sen de Bul
İster isen bulasın cânânı sen,
Gayre bakma sen de iste sen de bul
Kendi mir’atında gözle ânı sen,
Gayre bakma, sen de iste sen de bul.
Her sıfat kim sende var izle onu,
Gör ne sırdan feyz alır gözle onu,
Erişince zâtına özle onu,
Gayre bakma, sen de iste sen de bul.
Kenz-i mahfi aşikâr hep sendedir,
Yaz ve kış, leyl ü nehâr hep sendedir,
iki âlemde ne var hep sendedir,
Gayre bakma, sen de iste sen de bul.
“Men aref” sırrına er, ko
gafleti,
Gör ne remzeyle bu insan sûreti,
Haşr ü neşreyle Tamuyu Cenneti,
Gayre bakma, sen de iste sen de bul.
Haşr-i sûru hâlin inkâr eyleme,
Gülşen iken yerini har eyleme,
Enfûsü âfâkı bil ar eyleme,
Gayre bakma, sen de iste sen de bul.
Zât-ı Hakkı anla zâtındır senin,
Hep sıfatı, hep sıfâtındır senin,
Sen seni bilmek necâtındır senin,
Gayre bakmrı. sen de iste sen de bul.
Sûreti terk eyle, ma’nâ bula gör.
Ko sıfatı bahri zâta dala gör,
Ey Niyâzî şark u garba dola gör,
Gayre bakma sen de iste sen de bul.
Eyler
Hakkın kullarını ba’zı kul eyler,
Anı kul eylemez, yine ol eyler.
Alan veren odur, bâzâr içinde.
Kimin bây ü kimini yoksul eyler.
Kiminin bakırını eder altun.
Kiminin altunını kara pul eyler.
Kimini güldürür dâim cihanda,
Kiminin âh ü efgânın bol eyler.
Kiminin sevdiğin alır elinden,
Kiminin erini alır dul eyler.
Kimine istemezken verir evlâd,
Kimi ister ana yâd oğul eyler.
Kimi bulmaz giye çulden abayı,
Kiminin atına atlas çul eyler.
Kiminin tatlı balını eder acı,
Kiminin acısın tatlı bal eyler.
Kimin bülbül eder güle kılar zâr
Kimin pervâne veş yakıp kül eyler.
Eder ak güneşi geh kara balçık,
Kara balçığı açar gâh göl eyler.
Kimi Îsâ nefestir eder ihyâ,
Kimi deccal olup, sağa ol eyler.
Çürüğü sağ edüp, sağı çürük hem,
Solu sağ ve sağı gâhî sol eyler.
Fili gâhî karınca kursağına,
Koyup karıncayı gâhî fil eyler.
Çıkarır gâhî yoldan nice yolcu,
Gâhî yolcuyu göstermez yol eyler.
Gâhî ıssız harabı şenlik edip,
Gâhî şenliği dağıtıp yıl eyler.
Anasır ipliğin tığ iğnesinden,
Geçirip onu bu, bunu ol eyler.
Yeli gâhî letâfettle eder od,
Odu gâhî kesafetle yel eyler.
Suyu dondurup eder taş ve toprak,
Taşı toprağı akıtıp sel eyler.
Hurûf-i cerre gibi cümle eşya,
Birbirine uzanıp el eyler
İmiş
Derman aradım derdime,
Derdim bana derman imiş,
Burhan aradım aslıma,
Aslım bana burhan imiş.
Sağ u solum gözler idim,
Dost yüzünü görsem diye,
Ben taşrada arar idim,
O can içinde can imiş.
Öyle sanırdım ayrıyem,
Dost gayridir ben gayriyem,
Benden görüp işiteni,
Bildim ki, ol cânân imiş.
Savm-ı salât ü hac ile,
Sanma biter zâhid için,
İnsân-ı kâmil olmağa,
Lâzım olan irfan imiş.
Kande gelir yolun senin,
Ya kande varır menzilin,
Nerden gelip gittiğini,
Anlamayan hayvan imiş.
Mürşid gerektir bildire,
Hakkı sana Hakk-ül-yakîn,
Mürşidi olmayanların,
Bildikleri gümân imiş.
Her mürşide dil verme,
Kim yolunu sapa uğradır,
Mürşid-i kâmil olanın,
Gayet yolu asan imiş.
Anla hemen bir sözdürür,
Yokuş değildir düzdürür,
Alem kamu bir yüzdürür.
Gören onu hayran imiş.
işit Niyâzî’nin sözün,
Bir nesne örtmez Hak yüzün,
Haktan ayan bir nesne yok,
Gözsüzlere pinhân imiş.
Muhammed (s.a.v.)
Bir göz ki, nazarında ibret olmasa anın,
Başının üzerinde düşmanıdır insanın.
Kulak ki öğüt almaz, her dinlediği şeyden,
Akıtsan yeri vardır, kurşunu deliğinden!
Bir el ki, onun olmaz, hayır ve hasenatı,
Verilmez ona, Cennet ehlinin derecâtı.
ibâdetin yolunu bilmeyen ayağını kes,
Görsün her geçen kimse,mescidin önüne as!
Bir kalb ki, Hakkın zikri ile olmazsa
mu’tâd,
Öyle et parçasına verme sen, kalb diye ad!
Seni şerre götüren, şeytana nefsim deme,
Nefs odur ki meyleder, hep hayırlı işlere.
Kalb denir mi İblîsin yolun tutmuş olana,
Kibr, hased gibi huylar, birer şef olmuş ona.
Şu rûh ki, cismi diri tutar, ona deme can,
Hayvanda da vardır o, damarlarda dolaşan!
Can,
odur ki, “Nefahtü” der ona
Kur’ân’da Hak,
Nefha-i Rahmâniyye, odur ki bir sırr-ı mutlak.
İşte bu rûha ancak, kavuşan olur insan,
Bu neflıa ashmızdır, görünen sözde insan.
İnsan deyince kişi, rûhu anla ve bil ki,
Rûh-ı musavver odur, ondadır akıl ve bilgi.
İnsanın bu dünyâya gelmesi sebebini,
Anlayan bu rûhdur hem âhiret seferini.
Ol nefha imiş, diri tutan cümle cihanı,
Ol nefha imiş, tezyin eden, bağ-ı cinânı.
Ol nefha için etti, Âdem’e secde melek,
Ol nefha ile buldu, hayat cümle memleket.
Ol nefha ile gözü açılan, görür elbet,
Ol nefhayla çözülür, hem de ma’nâ-i hikmet.
Ol nefhadır Âdem’e, Rabbin büyük ihsânı.
Ol nefhadır ayıran, hayvanlardan insanı.
Gönül onunla eder, Hakkın zikrini mu’tâd,
Ol nefha ile eder, dâim, dost adını yâd.
El onunla vermeğe başlar mülk ile malı,
Ayak dahî bu nefha, ile doğrultur yolu.
Nefs onunla râdiyye ve hem merdiyye olur,
Emmâreliğin atıp, dahî tezkiye bulur.
Velî onunla aştı, semâvâti ey ahî,
Hem de onunla buldu, melekûta terakki.
Ol nefha ki, adem demidir ademi iste,
Ol demle Niyazî erilir menzil-i dosta
Yine dil na’tını söyler Muhammed,
Dil ü can mülkünü söyler Muhammed (s.a.v.).
Ne kâdirim seni medh etmeğe ben,
Kemâhi medhi Hak söyler Muhammed (s.a.v.).
Sen ol sultân-ı kevneynsin ki mahlûk,
Senin medhinde âcizler Muhammed (s.a.v.).
Boyuna hil’at olanı giyip sen,
Düşüptür saye serviler Muhammed (s.a.v.).
Kaşındır “Kâ’be kavseyni ev
edna”,
Derinden açılır güller Muhammed (s.a.v.).
Boyun eğmişdürür çeşmine hayran,
Çemen sahnında sünbüller Muhammed (s.a.v).
Lebîn la’lı dehânın ma’denîdir,
Lisânın vâhyi Hak söyler Muhammed (s.a.v.).
Şu vaktin ki, çıkıp gezdin semâyı,
Bulup hazrette rif’atler Muhammed (s.a.v.).
Kamu ervâh-ı peygamber hem eflâk,
Seni iclâle geldiler Muhammed (s.a.v.).
Seni şâh-ı âlem kılıp ol anda,
Kâmûsu ümmet oldular Muhammed (s.a.v.).
Niçin olmayalar ümmet ki,
Hakkın, Rızâsın sende buldular Muhammed (s.a.v.).
Ne noksan ire câhına kılarsın,
Niyâzî’ye şefaatler Muhammed (s.a.v.).
Mübârek Ramazan
Yine firkat nârına yandı cihan,
Hasretâ gitti mübârek Ramazan...
Nûr ile bulmuştu âlem yeni can,
Firkatâ gitti mübârek Ramazan...
İndi Kur’ân sende ey nûru güzel,
Leyle-i kadrinde ey kadri güzel,
Gitti ey tehlili tekbiri güzel,
Elveda gitti mübârek Ramazan...
Gah tesbih ü sena vü zikr ile,
Gâhı tahmid ü duâ vü şükr ile,
Can bulurdu mürde diller nûr ile,
Hasretâ gitti mübârek Ramazan...
Bir ay içre bağlanır dedi Resûl,
Cinn ü şeytan etmeye asla füdûl,
Hep duâlar bunda olurdu kabûl,
Firkatâ gitti mübârek Ramazan...
Cem olup Hakka münâcât edelim,
Nûr-ı Kur’ân ile doğru gidelim,
Bilmedin kadrin Niyâzî nidelim,
Dirîgâ gitti mübârek Ramazan...
Olmasa
Zerreler zâhir olmazdı, âfitâbı olmasa,
Katreler nerde yağardı, bir sehâbı olmasa,
Bahr-i zâtın mevcinin hiç, şekli ve hududu yok,
Varlığa çıkmazdı birşey, “Kün!” nidası olmasa.
Herkes anlar, hem görürdü, hüsn-i cemâlin O’nun,
Kibriyâyı “Len terânî”den
nikâbı olmasa.
Kimbilirdi zât ile sıfatların ma’nâsını,
Peygamberlere inen kitâbullahı olmasa.
Ol kitâblar esrârını, kim ederdi aşikâr,
İnsan denilen O’nun son mahlûkları olmasa.
Haşri inkâr eyleyen, dinsizler susdurulur
mu?
Her yıl ağaç ve yaprakda inkılâbı olmasa?
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Sefînet-ül-evliyâ cild-5, sh. 72
2) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 172
3) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1054
4) Niyâzî Dîvânı
5) Tezkire-i Sâlim sh. 688