İstanbul’da yaşayan evliyânın büyüklerinden. İsmi Muhammed bin Nesûh’dur. Kastamonulu Şeyh Şa’bân-ı Velî hazretlerinin torunlarındandır. Şa’bân-ı Velî silsilesinden “Karabaş tecvidi” adlı eserin sahibi olan Ali Efendi’nin talebesidir. On ciltlik tefsîri vardır. 1130 (m. 1718) senesinde Ramazân-ı şerîfde vefât etti. Üsküdar’ın Doğancılar semtinde Dördüncü Mehmed Hân’ın dâmâdı Hasen Paşa’nın yaptırdığı câmi yanında medfûndur. Türbesi ziyâret edilmektedir.
Muhammed bin Nesûh, küçük yaşından beri âlim ve evliyâları çok sever, onlar gibi olmayı isterdi. Bu sebeple babası onu, ilim öğrenmesi için zamanın medreselerinde okuttu. Yüksek istidâtı ile genç yaşında tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimlerde ve zamanın edebiyat ve fen ilimlerinde âlim oldu. Bu arada kalb bilgilerinde de ma’rifet sâhibi, olgun ve kâmil bir insan olmak için, “Karabaş tecvidi” adlı eserin sâhibi ve Halvetiyye yolunun şeyhlerinden olan Ali Efendi’nin hizmetine girdi. Uzun süren riyâzet ve mücâhedelerden sonra, keşf ve kerâmet sâhibi olgun bir velî oldu. Muhammed Nesûh, haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli korkusuyla mübahları dahî terkederdi. Dünyâya hiç meyletmez, Allahü teâlânın korkusundan gözünden yaş eksik olmazdı. Uzun ömründe hep insanların âhıret kazancı için uğraştı, binlerce talebe yetiştirdi.
Nesûhî hazretleri, Allahü teâlânın izni ile, uzaklarda olan hâdiseleri yanında imiş gibi görür, darda kalmış ehl-i İslama yardım ederdi. Bu mevzûda pekçok kerâmetleri görülmüştür. Bunlardan birkaç tanesi aşağıdadır.
Sevenlerinden biri anlattı: “Daha önce fethedilen Sakız adasını, Venedikliler yeniden istilâ etmişler, oradaki müslüman halka eziyet ve işkencelerde bulunmuşlardı. Bunlara karşı Hüseyin Paşa komutasında bir donanma gönderildi. Bu donanma Sakız’ı almak üzere savaşa girdi. Osmanlı yiğitleri Sakız’da çarpıştıkları bir sırada, Nesûhî Efendi, Üsküdar’daki dergâhında kırk gün süren bir halvete çekilmişti. Kimsenin olmadığı bir odada Allahü teâlâyı zikreder, oruç tutar, namaz kılar, Kur’ân-ı kerîm okuyarak ibâdet ederdi. Birgün yakın dostlarına; “Elhamdülillah Sakız adası ehl-i İslama nasîb oldu” buyurdu. Yakın dostları bugünün târihini biryere kaydettiler. Aylar sonra Sakız adasının fethine katılan gazilerden ba’zıları Nesûhî Efendi’nin dergâhına ziyârete geldiler. Adanın fethi sırasında, Venediklilere karşı elinde kılıç olduğu hâlde asker kıyâfetinde olmayan pekçok yiğitle birlikte Nesûhi Efendi’yi çarpışırken gördüklerini söylediler. Adanın fetholunduğu günü bildirdiler. Talebeler daha önce kaydettikleri târihle karşılaştırdıklarında bu bildirilen güne rastladığını hayretle müşâhede ettiler.”
Dergâhta vazîfeli Sâkî-zâde Muhammed Ağa anlattı: “Vezir Ali Paşa, bir sebepten dolayı haksız yere kızarak Ca’fer Paşa’yı cezalandırmak istemişti. Ca’fer Paşa da zarardan korunmak için Allahü teâlânın velî kullarından birisinin duâsını almayı düşünmüş, hatırına Üsküdar’da bulunan hocamız Nesûhî Efendi gelmiş. Ca’fer Paşa, Nesûhî Efendi’nin sevdiklerinden Hazinedar Abdullah Ağa’ya giderek durumunu anlatıp yardımını talep ettiğinden, Hazinedar Abdullah Ağa Üsküdar’a gelip, hocamız Nesûhî hazretlerine hâdiseyi anlattıktan sonra; “Ca’fer Paşa himmetinizi, yardımınızı istirhâm ediyor efendim” dedi. Hocam da, top hâlinde açılmamış elbise astarı istedi. Onu getirdiler. Yatsı namazından sonra talebelere yetmişbin defa; “La ilahe illallah” diyerek Kelime-i tevhîd hatmi yapmalarını emretti. Talebeler bu vazîfeyi yaparlarken, kendisi mübârek elleriyle astarı kesip biçti, bir gömlek dikti ve Hazînedâr’a teslim etti. Sonra da; “Vezîr Ali Paşa, Ca’fer Paşa’yı cezalandırmak için yanına yaklaşmadan önce, Ca’fer Paşa bu gömleği giysin ve Allahü teâlânın velî kullarını vesile ederek duâ etsin. Biz ona yardım ederiz” buyurdular. Hazinedar sevinerek dostu Ca’fer Paşa’nın yanına gelip durumu anlattı. Ertesi gün Ca’fer Paşa, vazîfesine gitti. Biraz sonra Vezir Ali Paşa’nın ceza vermek üzere geldiği bildirilince, Ca’fer Paşa hemen gömleği giyerek hazırlandı. Herkes merakla Vezir’in ne ceza vereceğini beklerken, hırsla gelen Vezir, Ca’fer Paşa’yı görür görmez geri dönüp saraya gitti. Vazifeli nöbetçiye; “Gidip Ca’fer Paşa’yı buraya da’vet ettiğimi bildiriniz” dedi. Ca’fer Paşa saraya gittiğinde ona yüksek payeler, makamlar verdi. Bu duruma başta Ca’fer Paşa ve yanında çalışanlar hayret ettiler. Ca’fer Paşa, Nesûhi hazretlerinin himmeti bereketi ile cezadan kurtulduğu gibi, makamlar sahibi de oldu.”
Abdülkerîm ve İbrâhim efendiler anlattılar “Birgün dergâha elinde bavulu ile bir kimse geldi. Bavulunu emânete verip, bize Nesûhî hazretlerinin türbesini sordu. Biz de; “Yorgunsun, birazcık dinlen, sonra ziyâret edersin” dedik. Fakat o kimse; “Önce ziyâret edeyim, sonra dinlenirim” diye cevap verdi. Bunun üzerine türbeyi gösterdik. O gidip kabrin başında bir müddet Kur’ân-ı kerîm okudu. Ziyâretten sonra yanımıza gelip oturdu ve şöyle anlatmaya başladı: “Bu fakir seyahatim esnasında bir vilâyete uğradım. Birisine; “Burada talebelerin, gariplerin kaldığı bir dergâh var mıdır?” diye sordum. O da; “Filân yerde bir dergâh var. Aradığını orada bulabilirsin” dedi. Oraya gidip misâfir oldum. Dergâhın idâresini yapan, mübârek kâmil bir zât imiş. Onunla tanıştık, o gece beraber sabaha kadar sohbet ettik. Bana seyahatimin sebebini ve nereye gideceğimi sordu. Ben de anlattım ve İstanbul’a gideceğimi bildirdim. Bana; “Oğlum, bir ricada bulunsam acaba yerine getirebilir misin?” dedi. “Elbette gücüm yeterse yaparım, emrediniz” dedim. O da; “İstanbul’a gitmek için, Üsküdar’dan geçmen lâzım. Üsküdar’ın Doğancılar semtinde Nesûhi hazretlerinin türbesi vardır. Oraya uğradığında bizim hürmetimizi bildirip, mübârek rûhuna Yâsîn-i şerîf, üç İhlâs ve bir Fâtiha okuyup sevâbını hediye eder misin?” dedi. “Peki, inşâallah emrinizi yerine getiririm” dedim. Sonra ona; “Efendim! İstanbul’da pek büyük evliyâlar, âlimler olduğu hâlde, niçin önce Nesûhî Efendi’ye gitmemi arzu ettiniz?” diye sormaktan kendimi alamadım. O da: “Babam Kâdiriyye yolunda olgun bir velî idi. O hayatta iken kıymetini bilemeyip nefsimin hevâsı peşinde koştum. O vefât ettikten sonra da huzûrum iyice kaçtı. Birgün babamın yerine bakan halîfesi bana; “Ey mübârek hocamın yâdigârı! Kıymetli ömrünüzü böyle geçirip giderseniz sonunuz hüsran olur. Mübârek hocamızın bize bir emânetisiniz. Zararın neresinden dönerseniz kârdır. Geç de olsa bir medreseye gidip ilim tahsil etseniz, bir velî kulun hizmetine girip kalb ilimlerini öğrenip buraya gelseniz ve babanızın yerine geçseniz ne güzel olur. Size elimizden geldiği kadar yardımcı oluruz. Size yakışan budur” dedi.
“Peki, nereye gideyim” diye sorduğumda da; “Edirne’de tanıdığım âlimler var. Oraya gidebilirsin” deyince hazırlığa başladım, ihtiyâçlarımı tedârik edip yola çıktım. Yolculuk uzun ve yorucu oluyordu. Vakti gelince namazlarımı kılıyor, akşamları da uygun yerlerde uyuyup dinleniyordum. Birgün dinlendiğim bir handa, önümüzdeki yolu eşkiyaların kestiğini, geçenleri soyduklarını söylediler. Ben onların bu sözlerine aldırmayıp Allahü teâlâya tevekkül ederek yoluma devam ettim. Yol kesicilerin bulunduğu mahalle yaklaştım. Karşı tepenin üzerinde ba’zı hareket eden karartılar görülüyordu. Belli ki onlardı. Gitsem mi, gitmesem mi diye tereddüt içinde yürürken, karşıdan siyah bir at üzerinde nûr yüzlü, sakallı ve heybetli bir zât göründü. Yanıma geldiğinde; “Evlâd! Korkma, gel benimle” diyerek geri döndü. Peşinden yürümeğe başladım. Eşkiyanın bulunduğu yerden geçtikten sonra bana dönerek; “Bundan ötesi selâmettir. Yolun açık olsun, Allahü teâlâ yardımcın olsun” dedi ve kayboldu. Cenâb-ı Hak, ilim öğrenmek niyetimin bereketiyle, beni eşkiyanın şerrinden bu tanımadığım mübârek zâtın vesilesiyle kurtarmıştı. Uzun yolculuktan sonra Üsküdar’a geldim. Oradan İstanbul’a sonra da Edirne’ye gidecektim. Üsküdar’da yürürken iki kimse yanıma sokuldu; “Ey efendi! Seni üstadımız dergâhına da’vet ediyor. Lütfen oraya buyurunuz” dedi. Beni burada kimse tanımazdı. Üstelik benim de tanıdığım bir kimse yoktu. Yine Rabbimize tevekkül edip; “Peki geleyim” diyerek peşlerine düştüm. Dergâha geldik. Dinlenmemi söylediler. “Beni huzûruna da’vet eden üstadınızla görüşeyim” dediğimde; “Üzülme, vakti gelince o sizi çağırır, görüşürsünüz” dediler. O gece sabaha kadar uyuyamadım. Kur’ân-ı kerîm okuyup, namaz kıldım. Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Bana ilim, amel ve ihlâs ihsân eyle” diye çok yalvardım.
Sabah namazını kıldıktan sonra bana; “Şeyhimiz seni huzûruna bekliyor” dediler, içeri girdiğimde, beni eşkiyanın elinden kurtaran o nûr yüzlü zâ karşımda duruyor, bana tebessüm ediyordu. Hayretimden dona kalmışım. Aklım başıma geldiğinde hemen eğilip elini öptüm. Sonra da; “Muhterem efendim! Tehlikeye girdiğimde hayatımın kurtulmasına sebep oldunuz” derken sözümü kesti ve; “Oğul! Ne garip kelâm edersin. Seninle ilk defa karşılaşıyoruz. Orada senin gördüğün kimse bu vücûd değildir. Cenâb-ı Hak meleklerinden birini benim sûretimde oraya gönderip, seni tehlikeden kurtarmış” diyerek hâllerini gizledi. Üçgün dergâhta kalıp istirahat etmemi emretti. Dışarı çıktıktan sonra, bu zâtın kim olduğunu sordum. Nesûhi Efendi olduğunu söylediler. Üç gün cana can katan, kalb hastalıklarına şifâ olan sohbetleriyle şereflendim. Bereketli teveccühleri ile kalbim aydınlandı, hâller sahibi oldum. Üç gün sonra huzûruna çıktığımda buyurdular ki; “Evlâdım! Şimdi memleketine geri dön. Pederinin dergâhında makamına otur. Bu yolun âdabına uyarak talebeleri yetiştirmeye çalış. Silsile-i aliyye büyüklerinin rûhâniyetleri seni terbiye ederler. O zaman yüksek hâller, zevkler sahibi olursun. Sana duâ ediyorum. Başın dara düştüğü zaman bizi hatırla.” Bu sözleri can kulağımla dinledim. Mübârek ellerini öptükten sonra vedâlaştım. Memleketime gelip, gördüğün gibi burada talebelerin başında, onlara yardımcı olmaya çalışıyorum, işte yukarıda anlattığım sebeplerden dolayı Nesûhî Efendi’yi ziyâret edip okumanı istedim” dedi.”
Nesûhî hazretlerinin dostlarından biri anlattı: “Bülbül Deresi diye bilinen bir dağda, kimsenin işine karışmayan, haram işlememek için insanlardan uzak yaşamaya gayret eden bir zât vardı, ömrünün sonlarına doğru bir arkadaşına; “Artık dünyâ hayatım bitmek üzeredir. Vefât ettiğimde cenâzemi yıkamak, namazımı kılmak, kabre koymak ve telkinimi vermek üzere Nesûhî hazretlerinin vekîl olmasını istirhâm ediyorum. Bu vasıyyetimi unutma ki, başkaları bu işlerimi yapmak isterlerse mâni olasın. Vefâtımı ve vasıyyetimi ona bildirmene lüzum yok. Ona Allahü teâlâ bildirir” dedi. Aradan günler geçti. Bu zâhid vefât etti. Dediği gibi Nesûhî hazretleri, o vefât ettiği gün talebeleriyle geldi. Kabrini kazdırıp, cenâzesini yıkadı, namazını kıldı, kabre koydu ve telkinini verdi.”
Nesûhî Efendi’nin hanımı anlattı: “Ramazân-ı şerîf idi. Bir gece uyandığımda, yanımda Nesûhî Efendi’yi göremeyince dergâhın bahçesine çıktım. Onu bahçede gezinirken gördüm. Yanına yaklaşıp; “Muhterem efendim! Bu gece vakti bu bahçede niçin gezinip durursunuz?” diye sordum. O da; “Allahü teâlâ bilir ya, bu bayramı burada geçireceğiz. Şimdiden kendime yer hazırlıyorum” buyurdu. Ben bu haberden bîhoş oldum ve; “Niçin böyle söyleyip yüreğimizi yakıyorsun?” dediğimde de; “Takdîr-i ilâhî böyledir” diye cevap verdi. Aradan günler geçti. Ramazân-ı şerîfin sonlarında vefât edip Allahü teâlânın rahmetine gark oldu. Hakîkaten buyurduğu yere defn olunarak, bayramı orada geçirdi.”
Sarayda vazîfeli Mehmed Ağa anlattı: “Sarayda, Enderun’dan yetişmiş bir ağa, Üsküdar’daki konağında oturuyordu. Ben de önceleri onun konağında vazîfeli idim. O günlerde, Doğancılar’da Nesûhî Efendi’nin vefât ettiği duyuldu. Cenâze namazı kılınmak üzere câmiye götürülüyordu. Talebeleri mübârek tabutu omuzlarına almışlar, gözyaşları arasında ağanın evi önünden geçerken, ağa, kalabalığı görmiyeyim diye pencerelerin perdelerini kapattı. Çünkü Nesûhî hazretlerinin büyüklüğüne inanmazdı. Ağa, o gece rü’yâsında büyük bir kalabalığın Pâdişâh Sultan Ahmed Hân’ı beklediğini gördü. Halk, yolun kenarlarına dizilmişlerdi. Öyle ki, çarşının aşağı başından Ahmediyye Câmii’ne kadar yollar dolu idi. Herkes heyecanla bekleşiyordu. Ba’zılarına niçin-beklediklerini sorduğunda onlar; “Pâdişâh’ımız, Nesûhî Efendi hazretlerini ziyârete gelecek. Onun gelmesini bekliyoruz” dediler. Bu sırada Nesûhî Efendi, Pâdişâh’ın geleceği istikâmete doğru, beyaz bir ata binmiş olarak göründü. Etrâfında talebeleri vardı. Nesûhî Efendi, Ağanın önünden geçerken durdu. Ona dönüp; “Allahü teâlânın sevdiği kulları sevmeyenler, helak olur. Bu düşmanlık, onların perişan olmalarına kâfidir. Sen acele tövbe et ki, kurtulasın!” buyurdu. O sırada uyanan Ağa, sıkıntıdan ter içinde kaldığını gördü. Hemen tövbe edip, abdest aldı. İki rek’at namaz kılıp Kur’ân-ı kerîm okudu. Sevâblarını Nesûhî hazretlerinin rûhuna bağışladı. Sabahleyin doğru Nesûhî hazretlerinin kabrine gitti ve onun sevenlerinden oldu.”
Nesûhî hazretlerinin türbesinin niyaz penceresi üzerine, Zekâi Efendi’nin şu beytini nakşettiler:
“Makamı evliyâdır, menbâı feyz-i
fütûhîdir,
Edeble dâhil ol sofi, bu dergâhı Nesûhi”dir.”
Ma’nâsı: “Ey derviş! Edeb ile gir! Çünkü burası evliyâ makamı ve feyzlerin kaynağı olan Nesûhî hazretlerinin dergâhıdır.”
Nesûhî hazretlerinin söylediği beytlerden ba’zıları:
Cümle bilir sensin ayan,
Ancak cemâlindir nihân.
Oldu Nesûhi garkı ân,
Bahrı Cemâlullahı gör.
Nesûhî Efendi’nin eserleri:
1- Tefsîr-i şerîf (on cild), 2- Risâlet-ür-Rüşdiyye, 3- Risâlet-ül-Fahriyye, 4-Risâlet-ül-velediyye, 5- Şuab-ül-Îmân, 6- Şerh-ü gazel-i Mısrî-i Niyazî.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-12, sh. 80
2) Esmâ-ül-müellifîn cild-2, sh. 314
3) Sefînet-ül-evliyâ cild-4, sh. 31
4) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 176
5) İzâh-ül-meknûn cild-2, sh. 438
6) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1053