MUHAMMED HUCCETULLAH

Hindistan’da yaşıyan evliyânın en büyüklerinden, İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî hazretlerinin torunu ve Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma’sûm Fârûkî hazretlerinin de ikinci oğludur.

1034 (m. 1624) senesinde dedesi İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin vefât ettiği yıl doğdu. İsmi Muhammed Nakşibend olup, lakabı Huccetullah’tır. Tasavvufta Hullet ismi verilen pek yüksek makamların sahibi idi. 1115 (m. 1703) senesinde Muharrem ayının yirmidokuzuncu gecesi vefât eyledi.

Muhammed Huccetullah, dedesinin vefâtına yakın dünyâya geldi. O doğacağına yakın babası Muhammed Ma’sûm’a, İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki; “Bu yakınlarda doğacak oğlun, yüksek ma’rifetlere ve sırlara kavuşacak, zamanının anlamaktan âciz olacakları bir insân-ı kâmil olacaktır.” Hakîkaten kısa bir süre sonra doğan çocuğa, Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin ismini verdiler. Muhammed Nakşibend’i babası küçük yaştan i’tibâren iyi bir tahsile tâbi tuttu. Tefsîr, hadîs, fıkıh, bunun yanısıra zamanın fen ilimlerini en mükemmel şekliyle öğretti. Genç yaşta büyük bir âlim olan Muhammed Nakşibend, mübârek babasının kıymetli sohbetiyle, bereketli teveccühleri ile, kalb ilimlerinde yüksek ma’rifet sahibi oldu. Evliyâlıkta en büyük derecelere kavuştu. Hullet ismi verilen makamının sahibi olup, lakabına Huccetullah dediler. Muhterem babası Muhammed Ma’sûm hazretlerine yazdığı bir mektûpta bu durumu şöyle anlatmaktadır.

“Âlemin ve âlemdekilerin ma’nevî yüzlerini kendisine çevirdikleri yüksek babacığım! Şu iki-üç gün içerisinde Allahü teâlânın bu fakire ihsân ve hibe ettiği hâllerden hangisini yazayım. Yazılacak cinsten değiller ve bir parça olsun yazı ile beyân olunamazlar. Bilhassa bu yakınlarda Hullet makamının inceliklerinden ve esrârından o kadar bildirildi ki, anlatabilmek, îzâh dâiresinin dışında kalır. Bunun yanısıra yüksek ilhamlar da ihsân olundu. Dün ikindi namazından sonra kendi hâlime teveccüh eyledim. Örtülüp açıklanmaması lâzım gelen sırlara kavuştum. Çok acâib hâllere şahit oldum.”

Muhammed Nakşibend hazretleri, seksenbir yaşında vefât edip, hakîkî âleme göç ederek sevdiklerine kavuştu. Üç oğlu vardı. Herbiri de evliyâlıkta yüksek dereceler sahibi idi. Bunlar; Ebu Ali, Muhammed ve Mûsâ Kâzım’dır.

Muhammed Nakşibend hazretleri, sağlığında zamanın devlet reîslerine, beylere, vâlilere, âlimlere ve sâlihlere nasihat eder, uzak yerde olanlarına da mektûplar yazarak dînin emirlerini bildirirdi. Bu yazdığı mektûplar toplanmış iki cild olmuştur. Birinci cildde yüzyirmisekiz, ikinci cildde altmışsekiz mektûp vardır. İki cild bir arada 1383 (m. 1963) senesinde Pakistan’ın Haydarâbâd şehrinde basılmıştır.

Bu mektûplardan ba’zıları aşağıdadır:

“Allahü teâlâ meâlen buyurdu ki: “Allah katında sizin en iyiniz, Allahdan ençok korkanınızdır.” (Hucurât-13) Peyamber efendimiz de (s.a.v.); “Kapılardan kovulmuş, saçı sakalı karışmış çok insanlar vardır ki, onlar yemîn etseler, Allahü teâlâ onları, yemînlerinde doğru çıkarır” buyurdu. Bu hadîs-i şerîfi İmâm Müslim bildirmektedir. Bu fakîr, zamanın halîfesi ve pâdişâhının yüksek makamına arz ederim ki, gönderdiğiniz lütufkâr mektûbunuz bizi şereflendirdi. Bunun teşekküründen kendimi âciz ve eksik gördüm.

Ben kim oluyorum ki, o temiz hatırdan geçerim,
Kapının toprağı tacım, lutfeylediniz efendim.

Başka ne arz edeyim, günah ve kusurlarımı nasıl sayayım. Resûl-i ekrem (s.a.v.); “İsyan ve günah, Allahü teâlânın gadabına, kızmasına sebeb olur” buyurdu. Allahü teâlânın kızmasını ve gadabını az görmemeli, O’nun hatırlanmasından ve heybetinden titremeli, erimelidir. O’nun heybetinden yer ve gök erise yeridir. O’nun dehşetinden Arş ve Kürsî yarılsa yeridir. Herkese, amelinden sorulacağı o günün şiddetinden, ülül-azm sahibleri bile titrer ve Allahü teâlânın heybetinden dağlar ağlar. O’nun azamet, kibriyâ ve kahrından, Arş-ı azîm dahî feryâd edip, inler. Allahü teâlâ, Haşr sûresi 21. âyetinde meâlen; “Eğer biz bu Kur’ân-ı kerîmi bir dağın üzerine indirseydik, muhakkak ki o dağı, Allah korkusundan, baş eğmiş, parçalanmış görürdün” buyurdu.

Ölüm yaklaştı. Kabir ve kıyâmet hâlleri görünmeye başladı. Bunun çâresi nedir? O’nu zikretmeden, anmadan yaşamamalıdır. Sevdiklerimiz ve dostlar gittiler, toprağa karıştılar. Kendi hesapları ile başbaşa kaldılar. Biz de gidiciyiz ve toprak altında kalıcıyız, İki heybetli meleğe cevap vermek zorundayız. Hadîs-i şerîfde; “Kabir, ya Cennet bahçelerinden bir bahçe, yâhud Cehennem çukurlarından bir çukurdur” buyuruldu. Yolu bilmek, tanımak lâzımdır. Şimdi iş vaktidir. Yemek, içmek, yatmak zamanı değildir. O hâlde, ey basiret sahibleri ibret alınız. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: “Ölüyü defnedip, yakınları onu bırakıp dönünce, o elbette ayakkabılarının seslerini işitir. Sevdikleri onu toprak altında bırakır giderler. O bunu hisseder. Fakat yapacak bir şeyi yoktur.” Heyhat, sonucunda herkesi ve herşeyi bırakıp gideceklerdir. O hâlde bugün niçin onlar bırakılmıyor ve Allahü teâlânın emirlerine dönülmüyor. Âyet-i kerîmede meâlen; “Allah de, onları bırak” (En’âm-91) buyuruldu. Bu ve şu bağlarını kesip atmalıdır. Hadîs-i şerîfde; “Dünyâ ile âhıret birbirinin zıddıdır. Birbirine uymaz. Birini râzı edersen, öteki gücenir.” buyuruldu. Dünyâya iki defa gelmek yoktur ki, birincisinde kaçırdıklarını ikincide telâfi eylesin. Beyt:

Korkarım ki yâr bize nâ âşinâ kalır,
Ve kıyâmete kadar bu elem bizde kalır.

Yine İmâm Ahmed, Tirmizî ve İbn-i Mâce’nin bildirdiği hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: “Allahü teâlâya yemîn ederim ki, benim bildiğimi siz bilseydiniz, az güler, çok ağlardınız. Hanımlarınızın yatağında bulunmaktan zevk almazdınız. Allaha yaklaşma yolları arardınız” Bu üzülmek, ağlamak ve inlemek, binlerce sevinmek, neş’elenmek ve rahatlıktan iyidir. Beyt:

Seni sevmekten muradım derd ve gamı tatmaktır,
Yoksa dünyâda ni’met ve fırsat pek fazladır,

Ne güzel demişlerdir:

Bu seferden bir şey götürenler,
Kuru dudak, yaşlı kirpik götürdüler.

Azîz efendim, çok zamandan beri sizden haber alamadım. Allahü teâlâ selâmet versin. Selâmeti, kurtuluşu, tâat ve hakkı anmada biliniz. İş zamanı bugündür. Yârın muâmele, Hesablaşma, Cebbar olan Allahü teâlâ iledir. Kulluk zamanı şimdidir. Yârın mahcubiyet zamanıdır. Çeşit çeşit azâblar öndedir. Buna inanan nasıl rahat ve korkusuz durur. Rahatlık, Rahmânı anmadadır. Cennete girmenin sebebi budur. “Allahü teâlâyı zikretmek deva ve şifâdır. “Dünyâ bir saattir, bizden istenen onda tâattir.” “Dünyâ bir gündür, bizden istenen onda oruçlu olmaktır.” Tevfîk Allahdandır. Bizim nefsimiz belâmızdır. Allahü teâlâyı anmak ise en iyi ve en tatlıdır.”

Allahü teâlâya hamd olsun. Seçtiği kullara selâm olsun. Mektûbunuzla şereflendik ikramlarınız da geldi. Duâ etmemize sebeb oldu. Hadîs-i şerîfde; “Duâ kapılarının kendisine açıldığı kimseye (ya’nî duâ nasîb olan kimseye) kabûl kapıları ve Cennet, yahut rahmet kapıları da açılır” buyuruldu. O hâlde duâda kusur etmemelidir. Kapalı kapıları duâ anahtarı ile açmalıdır. İhtiyâçlarını Allahü teâlâdan yalvararak ve O’na sığınarak istemeli, âhıret kurtuluşunu onlarda görmelidir. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki; “Allahü teâlâdan istemeyene, Allahü teâlâ kızar.” Yine buyuruldu ki: “Kazayı ancak duâ geri çevirir, ömrü ancak iyilik uzatır, Allah katında afiyet istemekten daha sevgili bir istek yoktur.” O hâlde çok istemeli, rahmet-i Rahmâna kavuşmak için çok duâ etmelidir.

Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: “Duâ mü’minin silâhıdır, dînin direğidir. Göklerin ve yerin nûrudur. Herşeyi Hak teâlâdan istemelidir. Ayakkabının bağı, yemeğin tuzu bile olsa.”

Duânın kabûl olması için olan şart ve edebler: Yemekte ve giymekte haramdan sakınmak, Allaha karşı ihlâslı olmak. Duâdan önce namaz veya benzeri sâlih bir amel işlemek, abdestli olmak, temiz olmak, kıbleye karşı diz çöküp oturmak, duâ ederken Allahü teâlâya hamd-ü sena etmek, Resûlullaha (s.a.v.) salevât-ı şerîfe getirmek, iki elini uzatıp, omuzları hizasına kaldırmak, elinde eldiven olmamak, isterken Allahü teâlânın isimleri ve sıfatları ile istemek, meselâ; yâ Rabb-el-âlemîn, yâ Ekram-el-ekramîn, yâ Erhamerrâhimîn... gibi. Avuç içleri açık olmak, edeb üzere bulunmak, hudû’ ve huşû’ hâlinde olmak. Kendini eksik, kusurlu, zavallı ve kırık bilmektir.

Duânın kabûl zamanları ise; Kadr gecesi, Arefe günü, Ramazân-ı şerîf ayı, Cum’a günü, gecenin ilk üçte biri, gece yarısından sonra, gecenin son üçte biri, gecenin ortası ve seher vakitleridir. Bunlardan en önemlisi Cum’a saatidir.

Ezan okunurken onu dinleyip yapılan duâ kabûl olunur. Secdede, Kur’ân-ı kerîm okuduktan sonra, Kur’ân-ı kerîmin hatminde (bilhassa hatmi okuyanın duâsı makbûldür), Zemzem suyu içerken, ölünün yanında, kuş öterken, sohbet meclislerinde, yağmur yağarken, Kâ’be’yi gördüğü zaman, iki mübârek Allah lâfzı arası duâ kabûl yerleridir. Oturduğu yerin de temiz olması lâzımdır. Kâ’be’yi tavaf ederken, Hacer-i esved ile Kâ’be’nin kapısı arası olan Mültezem’in yanı, Altın oluğun altı ve Zemzem kuyusu yanı, Safa ve Merve tepeleri, Sa’y edilen yerler, Safa ile Merve arasında gidip gelirken, Arafat’la Minâ arasında bulunan Müzdelife, Arafat, Minâ, taş atmaya gelirken ve taş atarken, haccın menâsikinde, Resûlullahın mübârek Ravda’sının yanında da duâlar müstecâbdır, makbûldür. Fâcir ve fâsık olsa da, mazlûmun duâsı makbûldür. Babanın, âdil pâdişâhın, sâlih ve velîlerin duâları müstecâbdır.

Allahü teâlâya duâ ederken, peygamberlerini ve sâlih kullarını da vesile etmelidir. Duâ ederken sesini yükseltmemeli, kendisinin günahkâr, kusurlu olduğunu i’tirâf etmeli, samimî kalb ile, ciddî olarak, isteyerek ve gönül huzûru ile duâ etmelidir. Ettiği duânın ma’nâsını bilmelidir. Yakınındakilere, ya’nî komşularına da duâ etmelidir. Duâyı tekrar tekrar etmeli, duâ ederken ve dinlerken sık sık âmîn demelidir. Olmayacak şey için duâ etmemelidir. Duâdan sonra iki elini yüzüne sürmelidir. Duânın kabûlünde acele etmemelidir. Duâ ettim, kabûl edilmedi dememelidir. Sonra kabûl edilebilir. Yâhud kabûlü bir şeye bağlanır. Yâhud bir belâyı gidermiş olur. Bu sayılanlar duânın kabûl kısımlarıdır.

Çocukların da ana-babasına duâları, misâfirin duâsı, oruçlunun iftar vaktindeki duâsı, müslümanın müslümana gıyabında, ya’nî arkasından yaptığı duâ makbûldür. Allahü teâlânın İsm-i a’zamı ile yapılan duâ kabûl olunur. Bu şekilde duâ edenin duâsını, Allahü teâlâ ânında kabûl eder. Bu da, Enbiyâ sûresi 87. âyet-i kerîmesinin; “La ilahe illâ ente sübhâneke innî küntü min-ez-zâlimîn” kısmıdır. Bu husûsta başka diyenler de olmuştur. Ama burada bu kadar yazmak yetişir.

Yâ Rabbî! Duâlarımızı kabûl eyle. Sen herşeyi işitirsin, bilirsin.

Ayrıca küçük ve büyük günahlar hakkında ve bir takım nasihatleri bildiren bir risale yazdım. Büyük Câmi’de, Şeyh Mustafa huzûrunuza takdim edecektir. İnşâallah okursunuz.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Umdet-ül-makâmât sh. 343