MUHAMMED HAFNÂVÎ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi Muhammed bin Sâlim Hafnâvî Halveti’dir. Künyesi Ebü’l-Mekârim olup, lakabı Şemsüddîn’dir. Mısır’da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1181 (m. 1767) senesinde Mısır’da vefât etti.

Muhammed Hafnâvî, otuz yaşından sonra tasavvuf yoluna girdi. Mukrî’ lakabıyla bilinen Şeyh Ahmed Şâzilî Magribî’den ilim ve edeb öğrendi. Hocasının verdiği günlük vazîfeleri yerine getirirdi. 1133 (m. 1721) senesinde Şam’dan Mısır’a gelen Seyyid Mustafa Bekrî ile görüştü. Tanışmasına, onun talebelerinden Seyyid Abdullah Selfîtî vesîle oldu. Huzûruna varınca selâm verip edeble oturdu. Seyyid Bekrî de ona dikkatlice nazar etti. Aralarında konuşma olmadan bir müddet bakıştılar. Aralarında bir muhabbet bağı husule geldi. Kalpleri birbirine bağlandı. Seyyid Bekrî, kendisine bir talebe geldiğinde önce ona istihâre yapmasını emrederdi. Muhammed Hafnâvî’ye birşey buyurmadı. Bu hâli ona sevdiğine, onu talebe olarak kabûl ettiğine ve kalblerinin birbirlerine iyice bağlandığına alâmet idi. Daha sonra Seyyid Bekrî’nin sohbetlerinde yetişti. Verdiği dersleri yaptı. Nefsiyle mücâdele etti. Onun ıslâhına çalıştı. Bir gece rü’yâsında Seyyid Bekrî ile Şeyh Ahmed Şâzilî’yi birlikte gördü. Birbirleriyle kendisi hakkında konuşuyorlardı. Daha sonra bu rü’yâsını Seyyid Bekrî’ye anlattı. O da; “Bu senin bize bağlanmana alâmettir. Bu bâtını bir yakınlıktır. Nasıl ki Selmân-i Fârisî ve Süheyb-i Rûmî ehl-i beytten sayıldılar. Sizin de bizimle yakınlığınız buna benzer” buyurdu.

Muhammed Hafnâvî, Seyyid Mustafa Bekrî’nin en üstün talebelerinden oldu. Zamanının büyükleri arasına girdi. Çok kerâmetleri görüldü. Talebelerinden Allâme Şeyh Hasen Şemmet-ül-Mısrî, onun kerâmetlerini ihtivâ eden bir eser yazdı. Kitabın altıncı bölümünde onun kerâmetlerini bildirdi. Üstün hâllerinden ve kerâmetlerinden ba’zıları şunlardır:

“Hocam Muhammed Hafnâvî gönülden geçen şeyleri bilirdi. Birgün kalbimden bir şey geçirdim. Sonra da huzûruna vardım. Hocam bana içimden geçenleri söyleyiverdi. Yaptığım fakat kimsenin bilmediği işlerden de haber verirdi. Birgün beni eve gönderdi ve; “Benden önce eve git” buyurdu. Giderken yolda arkadaşlarımla karşılaştım. Onlar bana “Hazret-i Hüseyn’in kabrini ziyârete gidelim dediler. Ben de hocamın sözünü söyledim. O zaman; “Hocan biraz gecikir. O eve gelmeden önce ziyâretimizi yapar döneriz” dediler. Onlara uyup Hüseynî Mescidi’ne gittik. Orada ziyâretimizi yaptık. Sonra Hocamızın evine döndük. Onun henüz eve dönmediğini öğrenince sevindim. Bu sebebten de Allahü teâlâya hamd ettim. Daha sonra hocam eve geldi. Kapıyı açtım. Hocam neş’eyle bana nazar ederek; “Nerede idin?” buyurdu. Ben de; “Burada idim efendim” dedim. O tekrar “Doğruluk en güzelidir, nerede idin?” buyurdu. O zaman başımdan geçenleri anlattım. Bana “Hocana karşı yalan söylemekten çok sakın” buyurdu. O zamandan beri yalandan çok korkarım.

Birgün onun arka tarafında bulunuyordum, içimden; “Önünde dursaydım yüzünü görmekle şereflenirdim” diye geçti. O zaman bana döndüler ve; “Peki karşımda dur. Her ne kadar sen beni görmesen de ben seni görüyordum” buyurdular.

Birgün arkadaşım Şeyh Hasen ile dünyâ işleri ve kimya ilminden konuştuk. Bu işlerle meşgûl olmaya söz verdik. Sonra da Hocamız Hafnâvî’nin huzûruna gittik. Kimyâ ilmî ve dünyâ işlerinden bahsettiler. Dünyânın çok aşağı birşey olduğunu, gönül bağlamaya değmediğini beyân buyurup, şu ma’nâdaki beyti okudular: “Mecnûn’a; Leylâ’dan bahsedilse ve ona Leylâ’ya kavuşmak mı yoksa dünyâ ve içindekilerine kavuşmak mı istersin dense, mecnûn der ki “Leylâm’ın nalınından bir toz tanesi bana herşeyden daha sevgili, belâ ve dertlere karşı şifâ vericidir.”

Muhammed Hafnâvî Mısır’daki bir zât için; “Önce emirlik sonra da kendisine bir sancak verilecek. Sonra de Hac için emir olacak” buyurdu. Dediği gibi oldu.

Birgün huzûrunda idim. İçimden Allahü teâlâya temcîd ve ta’zim edeyim diye geçti. Sonra da nasıl temcîd ve ta’zîm edeyim diye sordum. O zaman gayet açık olarak; “Yâ Rabbâhü, Yâ Mucîbe men deâhü” diye söyle buyurdu.

Hicaz’lı bir zât, Anadolu’dan gelirken Mısır’a uğradı. Muhammed Hafnâvî’yi ziyâret etti ve görüşürlerken; “Efendim vatanıma dönmek istiyorum. Hac vaktine yetişmek arzumdur. Vakitde çok darlaştı” diye arzetti. Hafnâvî de: “İnşâallah kırk gün sonra evine ve hac vaktine kavuşursun” buyurdu. O zât hazırlığını yapıp sefer için yola koyuldu. O zât daha sonra Mısır’a geldi. Doğruca Hafnâvî’yi ziyârette bulundu. Ona; “Efendim geçen gelişimde buyurduğunuz gün sayısını hatırımda tuttum. Sizden ayrılıp evime kavuştuğumda tam buyurduğunuz günde geldiğimi anladım” dedi.

Birgün huzûruna vardığımda çok sıkıntılı ve üzüntülü hâli vardı. Sebebini sorduğumda; “Hacıların şu anda büyük bir tehlike karşısında olduğunu hissediyorum, içlerinde talebelerimden ba’zıları da bulunuyor” dedi. Aradan bir zaman geçti. Biz o vakti tesbit ettik. Daha sonra hacılardan haber aldığımızda, tam o günlerde bir tehlike ile karşılaştıklarını, sonra yollarını değiştirince, kurtulduklarını söylediler.

Bir defasında hocası Seyyid Mustafa Bekrî onu imtihan etti. Ona; “Söyle bakalım bu gece gönlümden geçen ve yapmak istediğim şey nedir?” diye sordu. Hafnâvî hiç düşünmeden söyleyiverdi. O da; “Doğru söyledin. Hakîkaten içimden geçen o idi” buyurdu.

Muhammed Hafnâvî, birgün âlim bir zâtla yolda giderken, karşılarına kendisinin velî olduğunu iddia eden birisi çıktı ve; “Siz ikiniz önümüzdeki Cum’a gününde vefât edersiniz” dedi. O zaman Hafnâvî; “Yemîn ederim ki sen yalancısın” buyurdu. Yanındaki âlim, o adamın sözleri te’sîrinde kalıp ölümden korktu ve; “Efendim ona yalancı demeyiniz, doğru olabilir” dedi. Hafnâvî o zaman; “Bu Cum’a geçtiği gibi sonraki Cum’alar da geçecek. Hâlâ bu adamın söylediğine inanıyor musun?” dedi. Hakîkaten Cum’alar gelip geçti. O zaman Hafnâvî bu âlime; “Bu adam yalancının biridir. Sözümüze hâlâ inanmadın mı?” buyurdu. O âlim; “Şimdi inandım” dedi. Hafnâvî: “O kendisinin velî olduğunu iddia eden, fakat aslında işleri eşkiyalık olan biridir. Allahü teâlânın farz kıldıklarını yerine getirmez. Ne oruç tutar, ne namaz kılar. Sözleri onun dinden çıkmış bir zavallı olduğunu gösteriyor” buyurdu.

Birgün Muhammed Hafnâvî’nin arkasında sabah namazını eda ettikten sonra kandil söndü. Orada bulunan birkaç kişi kandili yakmak için kalktı. Hafnâvî onlara oturmalarını işâret etti ve kendisi namazdan sonra okuduğu zikrine devam etti. Bir taraftan da kandile bakıyordu. Uzun zaman bakmaya devam etti. Bir müddet sonra kandil parlak ışıkla yanmaya başladı. Her tarafı gündüz gibi aydınlattı.

Şeyh Ali Miyehî anlatır: “Seyyid Abdürrahmân Ayderûsî, Kâhire’ye geldiğinde, Muhammed Hafnâvî’yi ziyâret etti. Aralarındaki muhabbet bağı çok kuvvetli idi. Ayderûsî’nin evime teşrîflerini çok arzu ederdim. Fakat kendimi çok aşağı gördüğümden, benim gibi aşağı bir kimsenin evine böyle mübârek bir zâtı da’vet etmekten haya ediyordum. Nihâyet bu arzumu Hafnâvî’ye arzettim. Buyurdu ki: “İnşâallah o sana gelecek. Arzu ederse fakirler yemeği olan serîd (tirid)den yer. Onu çağırma, kendine de fazla ikramda bulunma.” Ben de sözüne uydum. Hicaz’a sefer arzumdan da vazgeçtim. Çok geçmeden Ayderûsî evime teşrîf etti. Ona; “Efendim size sâdece serîd (tirid) hazırlayacağım” dedim. “Olur” buyurup bizimle sohbete başladı. Üstâd Hafnâvî’nin faziletlerinden bahsetti. Ayderûsî bir ara; “Şimdi onun Malta adasındaki çok garip bir hâdisesini anlatayım” deyip şunları anlattı: “Malta’daki müslümanlardan bir esîr orada bir mescide uğradı. İçerideki zikri işitip, onlara; “Hangi zâtın bildirdiği vazîfeleri okuyorsunuz?” dedi. Onlar da; “Şeyh Hafnâvî’nin” dediler. O kişi o zaman; “Yâ Rabbî! Bu zât için senden istiyorum. Eğer bu zât evliyâ ise esîrlikten kurtulmamı nasîb et” diye yalvardı. Akşam olduğunda esîri yine zindana kapadılar. Esîr o gece bir rü’yâ gördü. Rü’yâsında bir zât kendisine eğerli ve sefere hazır bir at getirdi. “Buna bin ve sür” buyurdu. O da ona binip sürdü. Deniz kenarına kadar geldi. İskenderiyye’ye gitmek üzere bir gemi bulup, atı ile birlikte ona bindi. Gemi, İskenderiyye limanına vardı. Adadaki esîr zât karaya çıktı. O esnada uykudan uyandı ve kendisini İskenderiyye’de buldu. Boynunda zindanda taktıkları zincir bukağı yoktu. Doğruca Şeyh Muhammed Hafnâvî’nin huzûruna gidip, başından geçenleri haber verdi. O da tebessüm buyurdu.

Şeyh Hasen Adevî dedi ki: Muhammed Hafnâvî’nin aynı zamanda çeşitli yerlerde görüldüğünü çok kimseler bildirdi. Kim kendisini vesile edip yardım istese, Allahü teâlânın izniyle hemen onun yardımına koşardı. Şeyh Hasen Sebînî ve talebeleri onun bu hâlinden haber verdiler.

Muhammed Hafnâvî ne zaman aç olarak uyusa, uykusunda önüne nefis yemekler getirilir, o da onları yer ve uyandığında da doymuş olduğunu hissederdi. Bu hâli Muhammed aleyhisselâmın husûsiyetlerinden biri idi. Resûlullah (s.a.v.) bir hadîs-i şerîflerinde “Rabbim beni yedirir ve içirir” buyurdu.

Şeyh Hasen Mısrî anlatır: Birgün sırtımda meşhûr Keşmir şalı olduğu hâlde, Kâhire’nin bir caddesinde yürüyordum. Şalı düşünmeden Ezher Câmii’ne girdim. O zaman bir haberci gelip, beni Muhammed Hafnâvî’nin çağırdığını söyledi. Ben de oraya gitmek için yola koyuldum. Giderken şalım hatırıma geldi. Sırtımda yoktu. Aradım, bulamadım. Yanımdaki haberciye de şalımı bulamadığımı söyledim. Bu hâl ile Hafnâvî’nin huzûruna vardım. Beni gülerek karşıladı, içimden; “Eğer siz Allahü teâlânın sevgili bir kulu iseniz, şalımı bulursunuz” diye geçti. O zaman, o; “Sübhânallah! Şimdiye kadar kerâmetlere inanmamışsın. Lâkin şu an bile bereket ve kerâmetler zuhur ediyor. İnşâallah anlarsın” buyurdu. O zaman yanımdaki arkadaşıma gizlice; “Şimdi şalım muhakkak bulundu” dedim. O; “Bu nasıl oldu?” dedi. Ben de; “Zîrâ Hafnâvî’nin senin için kerâmet var sözünü söylemesiyle bulunduğuna inandım. Şimdi bunu gizli tutuyorum” dedim. Daha sonra huzûrundan çıkıp Ezher Câmii’ne gittim. Oraya varınca bana; “Buraya birisi gelip sizi sordu. Sizin onda şalınız varmış. Şu adrese gidip onu alacakmışsınız” dediler. Ben de doğruca oraya gittim. O zâtı buldum. Şalımı bana teslim etti. Sonra Muhammed Hafnâvî’nin huzûruna gittim. Bana; “Şalına kavuştun mu?” buyurdu. Ben de; “Evet efendim” dedim. Bana tebessüm ettiler.

Bir geminin yelkeni deniz ortasında yırtıldı. Gemi olduğu yerde dönmeye başladı. Gemidekiler bir gün bir gece böyle kaldılar. Çok sıkıntılı oldu. Tayfalardan birisi rü’yasında Hafnâvî’yi gördü. Hafnâvî ona; “Yırtık falan yerdedir.” diyerek yerini ta’rîf etti. O zaman tayfa uyandı. Rü’yâsını gidip kaptana anlattı. Beraberce gidip oraya baktılar. Buyurulduğu gibi idi. Orasını ta’mir edince geminin dönmesi durdu. Bu defa gemiyi sürükliyecek rüzgâr kesildi. Gemide, Hafnâvî’yi sevenlerden birisi vardı. O gece rü’yâda ona; “Sabahleyin inşâallah sefer müyesser olur. Rüzgâr eser” buyurdular. O kişi sabahleyin rü’yâsını kaptana anlattı. Kaptan rüzgârın eseceğine pek ihtimâl vermedi. O da; “Sen hareket emri ver. Rüzgâr eser” dedi. Az sonra da Allahü teâlâ onlara çok tatlı, tam arzu ettikleri bir rüzgâr gönderdi.

Zâlim bir vâli, Hafnâvî’nin bir talebesinin elindeki kıymetli yüzüğü elde etmek istedi. Adamını o talebeye gönderip, onu istetti. Talebe, korkusundan vermek zorunda kaldı. Yalnız o adama; “Falan yerdeki Hocam Hafnâvî’ye uğra “Senin talebelerinden birisinin bir yüzüğü varmış. Vâli bunun haberini almış. O yüzüğü almam için beni gönderdi, işte yüzüğü aldım, gidiyorum” de” diye tenbîh etti. Vâlinin adamı denileni yaptı. Hafnâvî o esnada sofrada yemekte idi. Celallenip ayağa kalktı ve; “Sanki neye muhtaç ki onun yüzüğünü elinden alıyor. Bu zulümdür. Biz bu işi, Allahü teâlânın sevgili kullarına havale ettik” buyurdu. Çok geçmeden vâli Mısır’dan kovuldu. Cezasını gördü.

Nil nehrinin suları ba’zı seneler azalırdı. İnsanlar bu sebebten kuraklık sıkıntısı çekerlerdi. Yine böyle bir senede, sevdikleri Muhammed Hafnâvî’ye gelip durumu arzettiler. O da Fâtiha-i şerîfeyi okudu. O gece nehrin suları Allahü teâlânın izniyle çoğaldı. İnsanlar kuraklık sıkıntısından kurtuldular.

Muhammed Hafnâvî, Seyyid Ahmed Bedevî için tertiplenen bir mevlid cemiyetinde idi. Sevenlerinden birisi, tam onsekiz senedir konuşamıyordu. Yakınları onu alıp Hafnâvî’ye getirdiler. “Muradımız bunun konuşması için himmetinizi istemektir” diyerek duâ talebinde bulundular. O da; “Bu öyle bir şeydir ki, ancak Allahü teâlânın kudretiyle olur” buyurdu. Onlar duâ istemekte ısrar ettiler. O zaman Hafnâvî dayanamayıp; “O hâlde şimdi doğruca Seyyid Ahmed Bedevî’nin kabrine gidiniz. Gece orada kalsın ve uyusun. Sabahleyin bana getirin” buyurdu. Sabahleyin onu getirdiler. Hafnâvî, konuşamayan kişiye; “Şimdi Lâ ilahe illallah kelime-i tayyibesini söyle” diye üç defa buyurdu. Allahü teâlânın izni ve keremi ile o kişi konuşmaya başladı. Daha sonra da bu hâlini herkese göstererek huzûrdan ayrıldı.

Hafnâvî’nin bir talebesi çok hastalandı. Ayağa hiç kalkamıyordu. Hocasına haber gönderip durumunu arzetti. Hafnâvî bunun üzerine hasta talebesinin yanına gitti. Oraya gidince talebe sanki hiçbir rahatsızlığı yokmuş gibi ayağa kalktı.

Şeyh Hasen anlatır: İkinci defa Kâhire’ye gelişimde, rüzgâr olmadığı için gemi yola çıkamadı. Gemiden inip Mısır’daki Muhammed Hafnâvî’nin huzûruna gittim. Orada günlerce kaldım. Bir ara ona; “Efendim duâ buyurun da Allahü teâlâ rüzgâr göndersin. Gemiler yerine ulaşsın” dedim. Birkaç gün geçmeden yine aynı şeyi söyledim. O zaman; “İnşâallah bu gece kuzeyden rüzgâr eser” buyurdu. Hakîkaten o gece rüzgâr esti. Gemiler yerine ulaştı. Bu zamanda rüzgâr esmesine bütün denizciler şaştılar. Harikulade bir iş olduğunu söylediler.

Nil nehrinde gemiyle gidiyorduk. Çok sıcak bir gündü. Güneşin harareti dayanılmayacak gibi idi. Bizimle birlikte olanlardan biri, kalkıp bizi güneşin hararetinden koruyacak bir gölgelik yapmak istedi. Ona; “Otur gölgelik yapma. Denizi seyredelim. Hocamız kerâmet ehlidir. Onun bereketi ile Allahü teâlâ güneşin önünde bulut yaratır” dedim. Az sonra bir bulut gelip gölgelik yaptı. Rahat bir şekilde yerimize ulaştık.

Çok yağmurlu bir günde Ezher Câmii’ne gidiyordum. Arkadaşlarım bana; “Nereye gidiyorsun. Yağmur bardaktan dökülür gibi yağıyor?” dediler. Ben de Ezher Camii’ne gittiğimi söyledim ve inşâallah hocamıza Allahü teâlâ kerâmet ihsân eder, gidip gelinceye kadar yağmur yağmaz dedim. Çok geçmeden yağmur dindi. Rahatça gidip geldim.

Şeyh Muhammed Münir anlatır: “Bir zaman Muhammed Hafnâvî’yi ziyâret için Kâhire’ye gittim. Talebeleri beni onun huzûruna götürdüler. Sohbetlerini dinledim. Onun yanında kaldım. Nihâyet geri dönmek için izin istedim. İzin verince yanından ayrıldım. Bulak’a geldim. Daha sonra onun yanında birşey unuttuğum hatırıma geldi. Bir talebemi ona gönderdim. Talebem oraya varınca Hafnâvî onu kapıda karşılayıp niye geldiğini sormuş. O da unuttuğum şeyi söylemiş ve onu almış. Daha sonra Hafnâvî ona oruçlu olup olmadığını sormuş. O da oruçlu olduğunu söylemiş. O zaman Hafnâvî ona; “Yavrum bilhassa bu günlerde oruç sana meşakkatli olur. Üstelik sen misâfirsin. Orucun da nafiledir. Sen iftar et öyle git” demiş. Talebem onun sözüne ehemmiyet vermeden yola koyulmuş. Yolda hıyar satan birini görmüş. Ondan bir miktar hıyar almış. Oruçlu olduğunu unutup yolda giderken yemeğe başlamış. O esnada kendisini çölde bulmuş. Şaşkınlıkla “Sübnânallah, sanki Tih çölündeyim, buraları da neresidir? Ben neredeyim? Bulak şehri nerede kaldı? diye hayretler içine düşmüş. Birisi ile karşılaşıp ona Bulak yolunu sormuş. O da böyle bir şehir bilmediğini söyleyince bir başkasına sormuş aynı cevâbı almış. Korkudan ve o yerlerin meşakkatinden çok bîtâb hâle düşmüş. Daha sonra bu hâlinin sebebi kendisi olduğunu anlayarak, Hafnâvî benim orucumu açarak gitmemi söylemişti. Onu dinlemedim. Emrine karşı geldim. Günah işledim. Ey Hafnâvî hazretleri imdâdıma yetiş. Ben ne yaparım? diyerek ağlamaya başlamış. Kesin olarak söz verip; “Bundan sonra Allahü teâlânın sevgili kullarına muhalefet etmeyeceğim” demiş. O anda kendini hıyar aldığı zâtın karşısında görmüş. Talebem sonra da Bulak şehrine geldi. Gecikme sebebini sorduğumda başından geçen hâdiseyi bana böylece bildirdi.”

Yine Şeyh Münir anlatır: Her sene Seyyid Ahmed Bedevî’nin mevlidinde bulunurdum. Yine önceki âdetim üzere mevlide geldim. O sene kıtlık senesi idi. Yiyecek-içecek az bulunuyordu. Seyyid Ahmed Bedevî’nin talebeleri, sevenleri ve yolunda olanlardan çok kimse mevlide gelmişti. Bunlara azık nasıl yeter diye düşündüm. Doğruca Muhammed Hafnâvî’ye gittim ve durumu arz ettim. O bana; “Şimdi git. Eski âdetin üzere elinde ne varsa hiçbir şeyi eksiltmeden sofranı kur. Hazırlığını bitirince bana haber ver” buyurdu. Dediğini yaptım. Haber verdim. Hafnâvî oraya geldi. Sofranın üst tarafına oturdu, insanlar grup grup gelip sofraya oturdular. Her bir grup yiyip içti ve doyarak gitti. Orada yemedik içmedik kimse kalmadı. Her mevlid zamanında böyle yaptık. Yiyecek ve içecekler arttı.

Hac yolculuğu konaklarının birinde Seyyid İsmâil isminde Hindistan’lı bir zât ile tanıştım. Gemiyle Kâhire’ye gidiyordum. Beni görünce önce selâm verdi. Açık bir şekilde ismimi söyledi. Bu hâli ile onun âriflerden bir zât olduğunu anladım. Bana; “Gece rü’yâmda Resûlullahı gördüm. Bana sizin geminizi kastederek; “Gemi batacak” buyurdu. Sonra da; “O gemide Şeyh Hafnâvî’nin evlâdından biri var” buyurdu. Ben de; “Yâ Resûlallah (s.a.v.)! şeyh Hafnâvî hâl sahibi bir zâttır. Onun evlâdının olduğu gemi nasıl batar?” dedim. Resûlullah bana; “O kurtulacak ve selâmetle menziline ulaşacak” buyurdu” dedi. Bu zât akılları hayran bırakan sözler söyledi. Onun evliyâdan olduğuna kanâat getirdim. Hiç su içmiyordu. Susadığında yanındaki hububattan alıyordu. Bu dağlarda yalnız başına yaşayan bir zât olduğunu haber verdi. O gecenin sabahında hakîkaten gemi battı. O gemiden ben kurtuldum. O zâtın haber verdiği şekilde Süveyş’e vardım. Süveyş’e vardığımda yanımda ba’zı sevdiklerimin muhafaza için verdikleri emânet eşyaları vardı. Haksız yere vergi alanlardan korumam için bana vermişlerdi. Kontrol yerine vardığımızda, Hocam Hafnâvî’ye iltica edip yalvardım, bir Fâtiha okudum ve “Efendim bu zâlimlerin gözlerinden bizleri koru” dedim. Daha sonra oradan geçtik. Onlardan kimse bize birşey sormadı. Bizde olan şeylerden de birşey istemediler.

Bir zaman birkaç arkadaşımla seyahate çıkmış gidiyorduk. Yolda mola verdik. Oraya ba’zı kimseler geldi. Bize; “Yol tehlikelidir, biz sizleri koruruz, sizinle beraber gelmek istiyoruz. Üstelik silâhlarımız var” dediler.

Onlara biz de silâhlıyız deyince, silâhlarımızı sordular. O zaman onlara; “Bizim silâhımız hocamız Hafnâvî’dir” dedik. Onlar bu cevâbımıza güldüler ve alay ettiler. Onlara; “Biz şimdi yola çıkıyoruz. Sizin himâyenize ihtiyâcımız yok. Bakalım sizin silâhlarınız size fayda verecek mi görürüz” diyerek oradan ayrıldık. Onları orada bıraktık. Selâmetle hiçbir tehlike ile karşılaşmadan Süveyş’e vardık. Daha sonra o kimselerin helak olduklarını, mallarının alındığını pek azının kurtulduğu haberini aldık.

Muhammed Hafnâvî çok heybetli bir zât idi. İnsanların eziyet ve sıkıntılarına sabrederdi. Ba’zan da sert olarak nazar ederdi. Böyle nazar ettiği kimselerin çeşitli cezalara uğradıkları görüldü.

Şeyh Ahmed Fevî, rü’yâsında Resûlullahı gördü. Resûlullah kendisine; “Allahü teâlâ, Hafnâvî’ye zamanındaki sevdiklerine şefaat etme izni verdi” buyurdu. Hasen Şemme der ki: “Kâhire’ye geldiğimde bu menkıbeyi duydum. Bunu bir türlü kabûl edemiyordum. Hocası Seyyid Bekrî de onun asrında yaşamış idi. O gece bir rü’yâ gördüm. Sanki kıyâmet kopmuş idi. İnsanlar mahşer yerinde toplanmıştı. O zaman Allahü teâlâ insanları hesaba çekiyordu. Hocamın başında bir tâc vardı. Hocası Seyyid Bekrî ve sevdikleri de arkasında duruyordu. Sanki ondan şefaat bekliyorlardı. Koşarak ona gittim. Ellerine sarıldım. Bana; “Asrımda yaşamış sevdiklerimize bak. Şimdi git onları arkamda bir saf yap” buyurdu. Çok kalabalık idiler. Bir yardımcı ile buyurduğunu yaptım. Daha sonra günün korku ve telaşıyla huzûruna gittim ve ağlamaya başladım. Bana niçin ağladığımı sordu. Sonra beni göğsüne bastırdı ve yeşil cübbesiyle örttü. Sonra da; “Korkma, üzülme. Biz bu kapıdan gireriz” buyurup, Cennet kapısını işâret etti.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 208