MOLLA OSMAN EFENDİ

Anadolu’da yaşayan evliyâdan. Erzurumlu İbrâhim Hakkı hazretlerinin babasıdır. 1081 (m. 1670) senesinde Hasankale’de doğdu. Karaşeyhoğlu Seyyid İbrâhim Efendi’den; sarf, nahiv, fıkıh, ferâiz, hadîs, tefsîr ve akâid ilimlerini öğrendi. Derviş Efendi lakabıyla meşhûr oldu. İsmâil Fakîrullah hazretlerinin sohbetine kavuşarak tasavvufta yetişti. ma’rifetler sahibi oldu. 1132 (m. 1719) senesinde Receb ayının ortasında Tillo’da vefât eyledi. Erzurum’un doğusunda Hasankale kasabasında, misâfire ikramlarda bulunan, fakirlere yardım eden, âlimlere hürmet gösteren, vezirler ve kumandanlar arasında rey sahibi olan Dursun Mehmed oğlu Molla Bekir’in 1081 (m. 1670) senesi Rebî’ül-evvel ayı dördüne rastlayan Pazartesi günü bir oğlu oldu. İsmini Osman koydular. Bir oğlu olduğuna çok sevinen Molla Bekîr Efendi, Allahü teâlâya hamdü senalar edip, şükür secdesine kapandı ve akîka kurbanları keserek, Hasankale halkına ziyâfetler verdi. Oğlu Osman’ı, okuyarak âlim olması için, Hasankale halkından kerâmetler sahibi Karaşeyhoğlu Seyyid İbrâhim hazretlerine gönderdi. Yirmi yaşına kadar ondan tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerini öğrenen Osman Efendi, herkesin takdîr ettiği bir âlim oldu. Cenâb-ı Hakkın vergisi olarak yaratılışından güzel ahlâklı olan Osman’a, Derviş Efendi lakabını taktılar.

Derviş Osman Efendi’ye, annesinin vefâtından sonra babası, Hasankale yakınında Fendiği köyünden Seyyid Dede Mahmûd’un kızı Seyyide Hanîfe hâtunu nikâh etti.

Molla Bekîr çok cömert idi. Bu sebeple misâfiri hiç eksik olmazdı. Hattâ misâfir gelmediği zaman geç vakitlere kadar yemek yemeden bekler, gelmez ise sabaha kadar aç beklerdi. Bir sonbahar akşamı, Zekeriyyâ isminde Özbek’li bir misâfir gelmişti. Zamanın velîlerinden olan Zekeriyyâ Efendi Molla Bekîr Efendi’nin evinde hastalandı. Molla Bekîr, sâlih bir müslümanın derdleriyle uğraşmaktan kazanacağı sevâbları düşünerek, oğlu Osman Efendi’yi onun hizmetine verdi. Osman Efendi, zevk ile altı ay Zekeriyyâ Efendi’ye hizmet etti. Zekeriyyâ Efendi, bir gece odasında heyecanla sağa sola koşturarak garip hareketler yaptı. Uzun süren bu koşturmasından sonra; “Elhamdülillah yangın söndü” dedi. Zekeriyyâ Efendi’yi hayretle seyreden Derviş Osman, bu söze bir ma’nâ veremiyerek; “Efendim, hangi yangın söndü?” diye sordu. O da; “Biraz önce İstanbul’da büyük bir yangın çıkmıştı. Evleri yanan ba’zı yetimler zamanın evliyâsından yardım istediler. Biz de yangını söndürmek için vazîfelendirildik. Hamdolsun şimdi söndü, fakat çok ev yanıp kül oldu” buyurdu. Hakîkaten bir müddet sonra İstanbul’dan gelen bir kimse bu yangını anlattı. Aynı güne rastlıyordu.

Zekeriyyâ Efendi birgün, Derviş Osman’a; “Bize altı aydır hizmet edip, çok ikramlarda bulundunuz. Bu hizmetiniz çok makbûle geçti, çok sevâblar kazandınız. Şimdi sıra bizde. Şu anda hacet kapıları açıktır. Dileyiniz. Her ne dilerseniz cenâb-ı Hak ihsân eder” buyurdu. Derviş Osman bu söze çok heyecanlandı ve; “Muradım, îmân ile ölerek, âhırete gitmek ve Cennet-i a’laya kavuşmaktır” dedi. Zekeriyyâ Efendi; “Daha çok, daha kıymetli şeyler iste. Allahü teâlâ büyük dereceler isteyeni sever” deyince, Osman Efendi ağlayarak; “Cennette Allahü teâlânın Cemâliyle müşerref olmak isterim” dedi. O da; “Allahü teâlâ kalb gözünü açsın ve o arzuna kavuştursun!” buyurdu. O anda Derviş Osman’ın gönül gözü açılarak melekler âlemini seyretmeye başladı. Zekeriyyâ Efendi, Derviş Osman’a günde onbin defa Kelime-i tevhîd söylemesini tavsiye ederek, oradan ayrıldı. Derviş Osman, büyük bir aşk ile hergün onbin defa Kelime-i tevhîdi söyleyerek, kalb aynasını cilalamaya başladı.

Bu sırada babası Molla Bekîr, çıkan Osmanlı Rus savaşında Kırım’a gitti. Kefe’ye geldiklerinde de şehîd oldu. Ondan sonra evin bütün işleri Derviş Osman’a kaldı. Ticâret ve zirâat işleri, hizmetçilerle uğraşmak, gelen gidenle iglilenmek, kardeşlerinin feryâd-ı figânını susturmak ve muhterem babasının ölüm hasreti, onun zikir, fikir ve huzûruna mâni oldu. Kalbinin dağıldığına çok üzülen Derviş Efendi, çok ağlayıp inledi. Üzüntü ve keder denizine daldı. Onu teselli edecek bir rehberi de yoktu. Yakınlarda kendisini yetiştirecek, derdine derman olacak bir rehlıer bulamayınca üzüntüsü daha da arttı. Bütün vücûdunu ma’nevî bir soğukluk kapladı. Artık büsbütün dünyâ hayâtından usanmıştı. 1115 (m. 1703) senesi Muharrem’in birinci Cum’a gecesi, kalb hastalığından kurtulmak düşüncesiyle istihâre namazı kılıp, uzun uzun, ağlayarak duâ etti. O gece rüyasında, dünyâyı terk etmek ve kendini Allahü teâlâya kavuşturacak bir evliyâyı arayıp bulmak lâzım geldiği bildirildi. Uyanınca bu emri yerine getirmek için karârını verdi. O sabah güneş doğarken bir oğlu dünyâya geldi. İsmini İbrâhim Hakkı koydu. Oğlunun olmasına ziyadesiyle sevinen Derviş Osman Efendi adetâ hastalıktan kurtuldu.

Osman Efendi, oğlunun doğumundan sonra rü’yâda emredilen vazîfeyi yapmak üzere Erzurum’a geldi. Erzurum’da Gümrükçü Derviş Bey, kendi oğlunu yetiştirmek üzere bir hoca arıyordu. Osman Efendi’yi görünce ona dolgun ücretle ders vermesi için teklifte bulundu. Fakat Osman Efendi kabûl etmedi. Habib Efendi isminde tasavvuf ehli muhterem bir zâtın yanına gitti. Bir velî kul olan Habib Efendi, Derviş Osman Efendi’ye çok izzet ve ikramlarda bulundu. Onu Mehdî mahallesinde yaptırdığı câmiye İmâm yapmak istedi. Fakat Osman Efendi, derd ve gam ateşiyle eriyip, kendini yetiştirecek bir rehber bulmak arzusuyla yanıp kavrulmuş, sabrı, rahatı kalmamıştı. Aklı fikri hep rü’yâsında verilen emirde idi. O sırada Lala Paşa Câmii’ne özbekli Zekeriyyâ Efendi vâ’iz olarak gelmişti. Bunu işiten Derviş Osman Efendi, hemen yanına gidip durumunu bildirdi ve kendisini yetiştirmesi için yalvardı. Zekeriyyâ Efendi, onu güleryüzle karşılayıp iltifâtlarda bulundu. O gece istihâre namazı kılıp, cenâb-ı Hakka yalvaran Zekeriyyâ Efendi, ertesi günü Osman Efendi’ye; “Ey kardeşim! Biz seni kabûl ederdik. Lâkin bizden önce seni sultânımız almıştır. Sana müjdeler olsun ki, senin sahibin çok büyüktür. O öyle bir yetiştiricidir ki, bu zamanda pek nâdir bulunur. Altı senedenberi senin gelmeni beklemektedir. Her hâlde iki seneye varmaz görüşmeniz vâki olacaktır. Sen onun hasretiyle yanmaya devam et ve bunun kıymetini bil. Allahü teâlâya tevekkül eyle sonun selâmettir” buyurdu.

Derviş Osman Efendi, bu müjdeyi alınca çok sevindi, İki sene daha beklemeye karar verip tekrar evine döndü. Eve dönüsünün ikinci senesinde hanımı Hanîfe Hâtun vefât etti. Yedi yaşındaki oğlu İbrâhim Hakkı’yı amcalarına emânet edip, tekrar bir rehber bulmak üzere yola çıktı. Eyyûb Efendi isminde bir velî ile arkadaş olup, diyar diyar dolaşarak, va’d olunan zâtı araştırmaya başladılar, önce Bitlis’e gittiler, Eyyûb Efendi daha önce burada Molla Muhammed Arvâsî hazretlerinin sohbetinde ve hizmetinde bulunmuş, ondan ilim öğrenmişti. Osman Efendi, Bitlis’in güzelliğine hayran kaldı. Akarsularını, meyve ağaçlarını, güzel evlerini görünce hayret edip, arkadaşı Eyyûb Efendi’ye; “Burası Cennet midir?” diye sormaktan kendini alamadı. Orada bir hafta kaldıktan sonra, Eyyûb Efendi’yle, vefât eden Molla Muhammed Arvâsî hazretlerinin Müks’deki kabr-i şerîfini ziyârete gittiler. Burada da bir hafta kalıp, Hicaz’a gitmek niyetiyle Siirt’e doğru yola çıktılar. Hizan’dan Siirt’e giden kervanda ihtiyâr bir kimse ile tanıştılar. Dertlerini anlatıp sohbet ettiler. O ihtiyâr kimse bunlara, “Siirt’in Tillo kasabasında Şeyh İsmâil Fakîrullah hazretleri vardır. Allahü teâlânın çok sevdiği evliyâsındandır. Onu ziyâret etmeden, duâsını almadan bir yere gitmeyin!” dedi. Bu habere çok sevinen iki arkadaş, o ihtiyâr kimseye; “Siz önden gidip, bizi ziyâretine kabûl buyurmasını söyleyebilir misiniz?” diyerek rica ettiler. O zât kabûl edip Tillo’ya gitti, İsmâil Fakîrullah’ın huzûruna çıkıp; “Yarın iki Erzurumlu ziyâretinize gelmek isterler” deyince, o da; “Evet, senelerdir onları bekliyorum, içlerinden biri tekrar Erzurum’a dönecek, diğeri ise bizim hizmetimizde kalacaktır” buyurdu.

Ertesi günü Derviş Osman Efendi ile Eyyûb Efendi, on sene aramaya karar verdikleri, fakat ongün içinde kavuşacakları zâtın huzûruna gittiler. Eyyûb Efendi, İsmâil Fakîrullah hazretlerini daha görür görmez büyüklüğünü ma’rifet nûruyla anladı ve şükür secdesine kapandı. İsmâil Fakîrullah ise; “Ey Molla Eyyûb! Bu senin haccındır” diyerek müjde verdi. Fakat Derviş Osman Efendi, bu zâtın büyüklüğünü ilk anda anlayamadı. Onun kafasında hep Kâ’be-i muazzama vardı. Aradığını orada bulacağını zannediyordu. Ziyâretten sonra tekrar Siirt’e gitti. Üçgün sonra Tillo’da kalan arkadaşı Eyyûb Efendi’nin yanına geldi. Eyyûb Efendi ona; “Kardeşim Osman Efendi! On sene arayarak bulmak istediğimiz zâtın, bu olduğuna inandım. Onun kıymetini bilip, burada kalacağım. Bu Ramazân-ı şerîfi, câmide i’tikâf ederek geçireceğim. Bu arada mübârek hocamın cemâl-i şerîfini görüp, sohbetiyle bereketlenmeyi kendime murâd edindim” deyince, Osman Efendi de arkadaşının bu hâline imrenip câmide i’tikâfa çekildi. Osman Efendi’nin kalbindeki hastalık hergeçen gün azalmaya, İsmâil Fakîrullah hazretlerine olan muhabbeti ve hayranlığı çoğalmaya başladı. Yavaş yavaş, vücûdu sıhhat, gönlü rahata kavuştu. Hergeçen saniye kalbinden gaflet ve gam gidip, yerine sürûr ve huzûr doldu. Bayram geldiğinde, aradığı mübârek zâtın İsmâil Fakîrullah hazretleri olduğuna kanâat getirdi. Bundan sonra onun en büyük hizmetçisi olmaya gayret gösterdi. Bayramdan sonra arkadaşı Eyyûb Efendi Erzurum’a gitti. Osman Efendi, hocasına hizmeti canına minnet bildi. Sekiz seneden beri aradığı rehberini bulmanın verdiği zevk ile, hocasının buyurduğu her emri anında yapmağa başladı. Gam ateşlerini söndürüp her hastalıktan şifâ buldu. Pekçok imtihanlardan geçti. Sonunda ma’rifet devletine kavuşarak, evliyâlık mertebelelerinden pay sahibi oldu. Hocasının mübârek teveccühleri ile çok yüksek derecelere kavuştu. Evliyânın havassı denilen seçilmişlerden oldu. Karşısındaki kimsenin kalbinden geçenleri bilmek, kabirdekinin hâllerini müşâhede edip görmek, kuşlar ve canavarlarla konuşmak gibi şeyler, artık onun için normal olan hâller arasında idi.

Derviş Osman Efendi’nin İsmâil Fakîrullah hazretlerinin hizmetine girip, tasavvuf ilmi tahsil etmesinin ikinci senesinde, Hasankale’de bulunan dokuz yaşındaki oğlu İbrâhim Hakkı’yı, amcası Ali, Tillo’ya getirdi. İbrâhim Hakkı hazretleri, ma’rifetnâme ismindeki kitabında buyurdu ki: “Ben dokuz yaşında idim. Ali “amcam beni babamın yanına götürdü. Bir ikindi vaktinde Tillo’ya girdik. Dergâha vardığımızda babam ile hocası namaz kılıyorlardı, ilk bakışta İsmâil Fakîrullah hazretlerinin mübârek yüzü, bana pederimden daha yakın geldi. O anda yüzünün cezbesi gönlümü aldı, aklım onun güzelliğine, duruşundakı heybete ve olgunluğa hayran kaldı, gönlümü ona kaptırdım. Babam beni kendi odasına götürdü. Şefkat ile ilim öğretip, lütuf ile terbiye etmeye başladı. Astronomi ilmini, babamdan bir hafta sonra talebeliğe kabûl edilen büyük âlim Molla Muhammed Sıhrânî hazretlerinden öğrenmeye başladım. Kış mevsimine girmiştik. Bir ikindi namazından sonra, odamıza babam ile mübârek hocamız teşrîf edecekti. O sırada da dergâhın ocağında meşe yanıyor, közleri kıpkırmızı kızarıyordu. Merhamet menbâı olan hocamız bu küçük talebesine şefkat göstererek babama; “Osman Efendi! Molla İbrâhim üşümesin, hücresine biraz köz götür” buyurdu. Babam derhal emrine uyarak ocağın yanına gitti. Paltosunun eteğini yere yayıp iki elini ateşin içine soktu. Közü alıp paltonun üzerine koyacağı sırada mübârek hocamız bu hâli gördü ve; “Osman Efendi. Közleri elinle değil, kürek ile götür” buyurdu. Babam; “Başüstüne efendim” diyerek elini ateşten çekti. Kürek ile köz alıp odamıza geldiler. Bu hâdiseye hayret etmiştim. Mübârek hocamız odamızdan ayrıldıktan sonra babama: “Babacığım! Sizin eliniz ateşte yanmaz mı ki, öyle ateşin içine sokup közleri avuçladınız?” diye sordum. Babam; “Bundan beş sene önce evimizde misâfir kalan evliyâ-ı Kirâmdan Zekeriyyâ Efendi’nin bu fakire duâsından sonra, Allahü teâlâ bize çok ihsânlarda bulundu. Vücûdumuzu ateş yakmaz oldu” buyurdu. Ben de; “İnşâallah, Rabbimiz bize de öyle ihsânlarda bulunur” dedim. Bu isteğime çok sevindi ve; “Diğer insanların vücûdu, kuru ağaçtan yapılmış boş testi gibi olup, ateşe atılınca cayır cayır yanar. Fakat Allahü teâlânın seçtiği evliyâ kullarının vücûdu ise, buz gibi su ile dolu bir sürahiye benzer, ateşe atılınca, ateşi söndürür” buyurdu. Sonra babama; “Madem ki elinizi ateş yakmıyor, niçin kürek ile ateşi almanız emrolundu?” diye sordum. Bunun üzerine babam da; “Mübârek hocamız, ateşi elime alırken senin gördüğünü anladı da onun için kürek ile almamı emrettiler. Çünkü, başkalarının yapamıyacakları olağanüstü işleri yaparak başkalarına göstermek, bu yolda edebe uygun değildir. Evliyânın kerâmetini gizlemesi, göstermemesi emredilmiştir. Hocamız bu sebeple ateşi elimle değil, kürekle almamı işâret buyurmuşdur” dedi.”

Yine İbrâhim Hakkı hazretleri anlattı: “Tillo’ya gelişimizin yedinci senesî idi. Bir yaz günü, Sıhranlı Şeyh Ali Efendi isminde mübârek bir zât, elliiki talebesiyle hacdan geldi. Öğleye yakın hocamız İsmâil Fakîrullah hazretlerinin huzûruna girdiler. Ali Efendi içeriye girince selâm vermedi, konuşmadı, el öpmedi, müsâfeha yapmadı. Edeb ile bir köşeye oturdu. Başını önüne eğmiş olduğu hâlde öğle namazına kadar huzûrda kaldı. Namazdan sonra da Allaha ısmarladık demeden, selâm vermeden huzûrdan ayrıldı ve bizim kaldığımız odaya geldi. Yine selâm vermeden, konuşmadan, başını önüne eğip oturdu, ikindiye kadar babam ile murâkabe yaptılar. Akşam iftarında, her yemekten birer lokma veya bir kaşık aldı. Babam, Ali Efendi’ye çok hürmet gösterdi ve hizmet etti. Gece babam ile sabaha kadar murâkabe edip, iç âlemlerine daldılar. O geceyi de böyle ihyâ ettiler. Sabahleyin yine hocamızın huzûru ile şereflendi. Yine sessizce oturdu, dinledi ve bir müddet sonra ayağa kalktı. Hocamız da ayağa kalktı ve ona duâ etti. Hacı Ali Efendi el öpüp konuşmadan dışarı çıktı. Biz de Ali Efendi’ye hürmet edip elini öptük, atına bindirerek, Tillo’dan çıkıncaya kadar arkasından gidip onu uğurladık. Orada bizimle vedâlaştı ve talebeleriyle memleketine gitti. Eve gelince babama; “Efendim! Bu nasıl misâfirdir ki, herkesten çok izzet ve hürmet bulmuştur?” dedim. Babam da; “Bu misâfir diğerlerine benzemez. Kâmil, olgun bir velî olup, gönül sahibidir. Muhterem hocamızın hâl ve şânına yakın bir derecesi vardır. Zîrâ dedi ki: “Uzun zamandan beri âlemi dolaşırım. Çok memleketler gezdim. Elli seneden beri pekçok evliyâyı ziyâret ettim. Zâhirde bilinmeyen evliyâ ile ma’nevî meclislerde görüştüm. Ancak bu mübârek zâtın, cümlesinden üstün derecelere sahip Gavs-ı a’zam makamında olduğunu müşâhede ettim. Bu muhterem hocamızın vücûd-ı şerîfini Allahü teâlânın aşkı yakmıştır. Buraya gelip İsmâil Fakîrullah hazretlerinin mübârek yüzünü gördüğümde, kendimi onun gönül aynasında buldum, işte benim seyahatim tamam oldu ve muradıma kavuştum.” Babama “Bu hiç konuşmayan misâfir, bunları size ne zaman söyledi?” diye sordum. Cevâbında; “Biz kalblerimizle konuştuk. Hattâ bundan başka daha pekçok hikmetler üzerinde uzun uzun sohbet ettik” dedi.”

Oğlu İbrâhim Hakkı hazretleri anlattı:

“İsmâil Fakîrullah hazretlerinin hizmetçilerinin başı ve evlâdı gibi olan babam Derviş Osman Efendi, artık elliiki yaşına girmişti. Bu fâni dünyânın fenâlığından kurtulmak ve bir an önce Allahü teâlâya kavuşmak arzusuyla yanmağa başlamıştı. Birgün kendi dostlarından Molla Ziyâd ismindeki bir İmâm, babamı yalnız gördüğü birgün; “Osman Efendi kardeşim! Yıllardır İsmâil Fakîrullah hazretlerinin yanında hizmet etmekle şerefleniyorsun. Öyle ki, seni oğlundan daha üstün tutmaktadır. Hâl böyle iken, hâlâ maksadına kavuşamadın mı?” diye sordu. Babam da; “Henüz muradımın nihâyetine kavuşamadım. Sana söz veriyorum ki, maksadıma kavuştuğum zaman sana haber veririm. Yatakta olsan dahî kaldırırım” dedi. Babamın bu sözünden on gün geçmişti ki, babam rahatsızlandı. Bu İmâm, babama beş gün beş gece hizmet etti. Babam yemek yiyemeden, su içmeden ateşler içinde beş gün yattı. 1132 (m. 1719) senesi Receb ayının ortalarında, elliiki yaşında iken Hakkın rahmetine kavuştu.”

Babasının vefâtını İbrâhim Hakkı hazretleri şöyle anlattı: “Benim çok sevdiğim babam ve anam, dert ortağım, üzüntülerimin gidericisi, hücredaşım, gurbet yoldaşım Derviş Osman Efendi, Cum’a gecesi sabaha yakın dünyâdan âhırete göçtü. Hak yolunda can verip Allahü teâlâya kavuştu. Maksadı hâsıl olarak, rahmet deryasına daldı. Bu yetim, o gece başka misâfir odasında yattı. Sabahleyin kalkıp, hasta babamı görmek istediğimde, oradakiler bana; “Git önce namazını kıl, sonra gel. Hasta şimdi rahatladı” dediler. Bu söz üzerine mescide gittim. Herkes burnunu tutuyordu. Hepsinin nezle olduğunu sandım. Namazdan sonra odamıza geldiğimde babamın vefât ettiğini gördüm. Benim de rahatım gitti, gönül evim zulmetle doldu. Bir anda babamın ayrılık hasretiyle virânelerdeki kuşlara döndüm, öyle feryâd etmek istedim ki, sesim göklere çıkacaktı. Ben bu hâlde iken, o merhamet kaynağı mübârek hocam geldi. Benden o üzüntü ve elemi aldı. Ben de kalkıp kendi kendime; “Şimdi ayıptır, sabredeyim. Hocam gittikten sonra nasıl ağlıyacağımı ben bilirim” dedim. Mübârek hocamız herkese selâm verip, garip oğlu Derviş Osman Efendi’nin başı ucunda oturdu. Şehîd olan rûhuna bir fâtiha okuyup sevâbını bağışladı ve murâkabeye daldı. Ben hocamın karşısında, babamın da ayak ucunda idim. Bir anda Allahü teâlânın inâyeti erişti, ihsânlarına kavuştum. Vefât eden babam, mübârek başını kaldırdı. Kimya te’sîri olan nazarıyla yüzüme bakıp tebessüm ederek ta’ziyede bulundu. O anda mübârek göğsünden şimşek gibi bir nûr parladı. Kalbim titredi, üzüntü ve elem gidip, yerine sürûr ve lezzet doldu. Babamı bu hâlde görünce bayramlıklarını giymiş bir çocuk gibi sevindim. Üzüntülü duran dostlar bu sevincime bir ma’nâ veremeyip hayret ettiler. Allahü teâlânın ihsânı ve mübârek hocamızın himmeti, bereketi ile olan bu hâdiseyi oradakiler görememişti. Hocamız oradan ayrıldıktan sonra, merhum babamın yüzünü açıp baktım. Gülmüş bir hâli vardı. Yüzü nurlu, bedeni sıcak ve yumuşak idi. Sanki uyuyordu. Cenâze namazına üç kasaba, çevre köyler ve bütün Siirt halkı geldi. Namazını hocamız kıldırdı. Onun vefâtına benden başka herkes çok üzüldü. Çünkü babam Derviş Osman Efendi’yi tanıyan herkes çok severdi.

Definden ve telkinden sonra, İmâm Molla Ziyâd uzun müddet uykusuz kaldığından, hemen gidip evinde uykuya dalmış. Biraz sonra uykudan neş’eyle fırlayıp kalkmış. Çoluk-çocuğu onun böyle ani kalkmasına şaşırıp sebebini sormuşlar. O da ağlıyarak; “Onbeş gün önce merhum Osman Efendi ile sözleşmiştik. Maksadına kavuştuğunu bana bildirecekti. “Uykuda olsan da seni kaldırırım” diye söz vermişti. Şimdi sözünü tutmak için neş’e ile geldi. Beni kuşağımdan tutarak; “Ne yatarsın, kalk! Ben muradıma erdim” deyip beni sevindirdi” demiş. Sonra da abdest alıp, hemen hocamın huzûruna geldi. Bu hâdiseyi başından sonuna kadar anlattığımda, hocam; “Ey Molla Ziyâd! Merhum oğlum Osman Efendi, halîm selim, kendi hâlinde olup, sıdk ile cenâb-ı Hakka teslim olmuş idi. Hayatta iken kemâle gelip, evliyânın seçilmişleri arasına girdi. Himmetinin yüksekliğinden (bir işin yapılmasında arzusunun çokluğundan) ehass-ı havvâs ismi verilen daha seçilmiş evliyâ ile beraber olmağı istemişti. İnşâallahü teâlâ onların zümresine varmıştır.” buyurdu.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Ma’rifetnâme sh. 513