MAZHAR-I CÂN-I CÂNÂN

Evliyânın büyüklerinden. İnsanları Hakka da’vet eden, doğru yolu göstererek hakîkî saadete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen âlim ve velîlerin meşhûrlarındandır. İsmi, Şemseddîn Habîbullah’dır. Babası Mirzâ Can’dır. Onun ismine izafeten Cân-ı Cânân denilmiştir. 1111 (m. 1699) veya 1113 (m. 1701) senesinde Ramazân-ı şerîfin onbirinde Cum’a günü doğdu. 1195 (m. 1781) senesinde Delhi’de şehîd edildi. Kabri, Şah Cihan Câmii yakınındaki Dergâh Câmii’nde olup, oradaki dört kabirden biridir. Talebesi Abdullah-ı Dehlevî’nin de kabri oradadır. Hazreti Ali’nin soyundan olup, seyyiddir. Yirmisekiz batında, soyu Hazreti Ali’ye ulaşır. Ceddi ümerâdan olup, Teymûriyye sultanlarına yakınlıkları vardı. Bütün dedeleri, mürüvvet, adâlet, şecaat, sehâvet (cömertlik) ve dîne son derece bağlı olmalarıyla tanınmış olup, beğenilen ve medhedilen bütün üstün vasıflara sâhib idiler. Ayrıca herbiri, devlet idâresinde mevki ve makam sahibi idiler. Babası Mirzâ Can, mevkî ve makamı terkedip, fakirliği ve kanâati tercih etti. Servetini Allah için fakirlere dağıttı. Kızının nikâhı için ayırdığı yirmibeşbin rub’iyye miktarındaki altını, bir dostunun şiddetli bir sıkıntıda olduğunu işitince, tamamen ona hediye etti. Babası, memleketinde, merhameti, üstün ahlâkı, insanî meziyetlerinin üstünlüğü ile tanınmış bir zât idi. Zamanın mürşid-i kâmillerinden olan Şah Abdürrahmân Kâdiri’nin sohbetinde kemâle gelmiştir.

Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, daha küçük yaşta iken alnında rüşd ve hidâyet nûru parlıyordu. Zekâsının ve fehminin (anlayışının) parlaklığını gören firâset erbâbı, onun yüksek bir fıtrata sâhib olduğunu söylerlerdi. Babası, onun terbiye ve ta’liminde, ilim öğrenmesi husûsunda çok dikkat göstermiştir. Daha küçük yaşta ilim, ma’rifet öğrenmeye ve çeşitli maharetler kazanmağa başlamıştı. Kıymetli ömrünü çocukluğundan i’tibâren gayet iyi değerlendirip, heba etmemiştir. İlim ve ma’rifeti yanında ayrıca çeşitli san’at ve maharetleri öğrenmişti. Kendisi şöyle demiştir: “Çocukluğumda İbrâhim aleyhisselâmı rü’yâmda görüp, çok iltifât ve ihsânlarına kavuştum. Yine çocukluğumda Hazreti Ebû Bekr’i ne zaman hatırlayıp ismini ansam, mübârek sûreti karşıma çıkardı. Rûhâniyetini gözümle görürdüm. Bana çok iltifâtta bulunurdu.” Yine şöyle anlatmıştır: “Çocukluğumda idi. Bir kimse babamla konuşuyordu, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden bahsettiler. Ben o anda İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin rûhâniyetini gördüm. Bana oradan kalkmam için işâret etti. Bu hâli babama söyledim. Babam dedi ki: “Anlaşıldı ki, sen onların yolundan istifâde edeceksin.” Allahü teâlâ benim tînetime sünnet-i seniyyeye ittiba’ etme hasletini yerleştirmiş.”

Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin fıtratında bir yükseklik, büyükler yolunda ilerlemeye büyük bir kabiliyet, onları sevmek ve muhabbet gösterme husûsiyeti vardı. Buyurdu ki: “Aşk ve muhabbet, benim tînetimin hamurunun mayasıdır.” Zamanın meşhûr âlimlerinden onun hâlini görenler; “Bu çocuk âşıkane bir mîzâca sâhibdir” demişlerdir. Babası ona şöyle demiştir: “Senin dünyâya gelişin benim için çok mübârek oldu. Çünkü senin doğduğun sene, ben dünyâya âit bağlılıkları, dünyâya düşkün olmayı terkedip, kanâati tercih ettim.”

Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri şöyle anlatmıştır: “Ben onaltı yaşında iken babam vefât etti. Vefât etmeden önce bana şöyle vasıyyet etti: “Bütün vaktini, kemâlâtı, olgunlukları ve üstün dereceleri elde etmek için harca. Kıymetli ömrünü boş şeyler ile geçirme.” Babamın vefâtından sonra vasıyyetine uyarak ilim öğrenmeye ve öğrendiğim ilimle amel etmeye başladım. Büyük zâtların sohbetlerine devam ettim. Ben bu hâlde iken çevremdekiler, dedelerimin eskiden beri makam ve mevki sahibleri olması hasebiyle, benim de bir mevkî ve makam sahibi olmamı istediler. Bu iş için beni pâdişâhın sarayına götürdüler. Fakat o gün pâdişâh hasta olduğu için makamında yok idi. Pâdişâhla görüşmem mümkün olmadı. O günün gecesi bir rü’yâ gördüm. Rü’yâmda evliyânın büyüklerinden bir zât, mezarından kalkıp yanıma geldi ve kendi külahını benim başıma koydu. Rü’yâda gördüğüm o zât, Hâce Kutbüddîn hazretleri idi. Bu rü’yâdan sonra gönlümde makam ve mevkî arzusu hiç kalmadı. Ondan sonra, evliyâ zâtların sohbetine koştum. Onların sohbetine kavuşma şevki, arzusu beni sarmıştı. Nerede büyük bir zâtın olduğunu duysam, hemen onun ziyâretine giderdim. O zamanın en meşhûr âlimlerinden biri de Kelîmullah Çeştî idi. Huzûruna gittim. Hadîs-i şerîf dersi veriyordu. Sıra bir hadîs-i şerîfin izahına gelmişti. O hadîs-i şerîfin izahında şöyle dedi: “Bir gece vakti Resûlullahı (s.a.v.), cinlerden biri hücum edip yakalamak istedi. Resûlullah (s.a.v.), Süleymân aleyhisselâmın duâsını okuyup, cinnin tasallutundan kurtuldu.” Onun böyle izahı sırasında, böyle bir sözü söylemesinin sebebini düşünerek; “Acaba bundan ne kastediyor” dedim. Kalbimden geçeni anlayıp; “Bu hadîs-i şerîften anlaşılıyor ki, bir talebeye onun hocasından izinsiz başka bir hoca tasarrufta bulunamaz” dedi. (Bu sözüyle onun asıl mürşidinin başka bir zât olacağına işâret etmiştir.)

Bu zâttan sonra Şah Muzaffer Kâdirî’nin ziyâretine gittim. Sohbetini dinlerken orada bulunanlardan biri; “Şimdi, zamanımızda ebdâl ve evtâd denilen evliyâ zâtlar var mıdır?” diye sordu. Bu suâl üzerine; “Allahü teâlânın dostları, sevgili kulları olan evliyâ zâtlar her zaman bulunur. Her kim ebdâl denilen evliyâ zâtlardan birini görmek isterse şu gence baksın!” diyerek beni gösterdi. Ben o sırada henüz tasavvufda yetişmeye başlamamıştım. O zât firâset nûruyla benim hakkımda böyle buyurmuştu. Sonra Şah Gulâm Muhammed Muvahhid’in ziyâretine gittim. Onun dergâhı Cüneyd-i Bağdadî hazretlerinin dergâhı gibi, sabır, kanâat, zühd ve tevekkül dergâhı idi. Daha sonra da Mîr Hâşim Câlîserî’nin sohbetine gittim. Bu zât, hocasının beşbin hatim okuduğunu söylemişti. Mir Hâşim Câlîseri’nin vefâtı yaklaşınca, kendisine Keşmir’de vefât edeceği ilham olunmuş. Bunun üzerine o anda Keşmir’den çok uzak bir yerde olmasına rağmen, kerâmetiyle bir anda Keşmir’e gidip, orada vefât etmiştir. Bu evliyâ zâtlardan başka pekçok büyük zâtın sohbetinde bulundum.”

Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, bir mektûbunda şöyle yazmıştır: “Birkaç defa bu fakirin neseb ve hasebini, ya’nî baba ve annelerinin kim olduklarını sormuştunuz. Aslında bu fakirin vücûdu, başlangıçta bir damla su, sonunda ise bir avuç topraktır. Babalarımdan bahsetmek îcâb ederse, şöyle derim: “Yirmisekizinci batında dedemiz hazret-i Ali’ye ulaşmaktadır. Emîr Kemâleddîn ismindeki dedem, 800 (m. 1398) yıllarında Tâif’den Türkistan’a geldi. O memlekette bulunan Kaksalân reîsinin kızıyla evlendi. Kaksalân reîsinin oğlu olmadığı için, o havâlinin idâresi Emîr Kemâleddîn’e ve evlâdına kaldı. Hümâyun Şah, Hindistan’ı Afganlıların elinden alınca, o hânedandan soyu üç vâsıta ile adı geçen emîre ulaşan Mahbûb Hân ve Bâbâ Hân adındaki iki kardeşi de birlikte getirdi. Bu ikisi Ekberî târihlerinde yazılıdır. Bu büyüklerin nesebi ise Timur Hân’a ulaşır. Fakirin nesebi ise, dört vâsıta ile Bâbâ Hân’a ulaşır. Babam, Evrengzîb’in hizmetinde ömrünü tamamladı. Ömrünün sonunda, makam ve me’mûriyeti bırakıp, dünyâdan el çekti. Kadirî yolunun halîfelerinden bir büyüğün hizmet ve huzûru ile şereflenip, kesb-i kemâlât eyledi. 1130 (m. 1717)’de vefât etti.

Bu fakîr 1113 (m. 1701) senesinde dünyâya gelmişim. Babam vefât ettiği zaman, ben onaltı yaşında idim. Bütün varlığımla yüzümü dünyâdan âhırete döndüm. O zamanki ilimleri babamın sağlığında tahsil ettim. Hadîs kitaplarını, Şeyh-ül-muhaddisîn Şeyh Abdullah bin Sâlim Mekkî’nin yetiştirdiği Hacı Muhammed Efdal Siyalkûti’nin huzûrunda, Kur’ân-ı kerîmi, Şeyh-ül-kurrâ Şeyh Abdülhâlık Şevkî’nin talebesi Hâfız Abdürresûl Dehlevî’den okudum. Nakşibendî yolunda mutlak icâzeti, iki vâsıta ile İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî’ye (k.s.) ulaşan Seyyid nûr Muhamed Bedevânî hazretlerinden aldım ve ömrümün bir kısmı onun hizmet ve huzûrunda geçti. Onun vefâtından sonra, bu yolun diğer büyüklerinden istifâde ettim. Sonunda yine iki vâsıta ile İmâm-ı Rabbânî hazretlerine ulaşan Şeyh-uş-şuyûh Muhammed Âbid hazretlerinin feyz saçan huzûr ve sohbetine kavuştum. Bir zaman hizmetlerinde bulundum. Kadirî, Çeştî ve Sühreverdî yollarında da icâzet aldım. Bugün 1185 (m. 1771) senesidir, bu büyüklerin yolunda otuz yıldır, Allahü teâlâyı isteyen talibleri terbiye ile meşgûlüm. Allahü teâlâ sonumu Habîbinin (s.a.v.) bereketi ile hayırlı eylesin.”

Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, küçük yaşta zâhirî ilimleri öğrendikten sonra tasavvufa yönelip, Seyyid nûr Muhammed Bedevânî’den feyz alarak yükseldi. Dört sene bu hocasının sohbetine devam edip hilâfet aldı. Hocası Seyyid nûr Muhammed’in, vefâtından sonra, altı sene Şeyh Gülşenî ve oniki sene Muhammed Efdal ve Hâfız Sa’dullah’ın, sekiz sene Muhammed Âbid-i Senâmî’nin sohbetlerine devam ederek tasavvufda Müceddidiyye yolunda yüksek derecelere kavuştu. Ayrıca Kâdiriyye, Ceştiyye, Sühreverdiyye ve Kübreviyye yollarından da icâzet (diploma) aldı. Zâhirî ve bâtınî ilimleri öğrendikten sonra insanları irşâd etmeye başladı. Derslerine ve sohbetlerine âlimler, âmirler, veliler ve halk devam edip ondan feyz aldılar. Mîr Müsliman, Senâullah Pâni-pütî, Gülâm Kâki, Seyyid Alîmullah, Seyyid Abdullah Dehlevî gibi büyük âlimler ve velîler yetiştirdi.

Tasavvufda hocası olan Seyyid nûr Muhammed Bedevânî hazretlerine talebe olmasını şöyle anlatmıştır: “Onsekiz yaşında idim. Bir zât bana Seyyid nûr Muhammed Bedevânî hazretlerinin büyüklüğünden, kemâlâtından bahsetmişti. Onun üstün vasıflarını işitince, gayr-ı ihtiyârî kalbim ona tutuldu, huzûruna gittim. Mübârek yüzünü görünce ma’rifet sahibi bir zât olduğunu anladım. Sünnet-i seniyyeye son derece bağlı, dînin emirlerine tam uyan, yüksek ahlâk sahibi bir zât idi. Sohbeti kalbe safa veriyor, cana can katıyordu. İyice anlaşılmıştı ki, arayanlar maksada onun huzûrunda kavuşuyor, ölmüş kalb onun huzûrunda dirilip itminana eriyor, Hakka kavuşmak orada müyesser oluyordu. Beni talebeliğe kabûl etmesini arzedince, istihâresiz talebe kabûl etmediği hâlde beni derhal kabûl etti. Feyzleri o kadar bereketli ve te’sîrli idi ki, bir teveccüh ile talebesinin kalbi zikretmeye başlardı. Ona talebe olup feyzlerine kavuşunca gönlüm aydınlandı. Çok iltifâtına kavuştum. Haramlardan sakınmayı çok tenbîh ederdi. Bir talebesi sokakta harama” baksa, sohbeti sırasında, “Sizde günah zulmeti görünüyor!” derdi. Yolda bir fâsıkla, sarhoşla karşılaşsak, huzûruna gidince; “Sizde şarab zulmeti görünüyor” diyerek buyururdu ki: “Fâsık kimseler ile karşılaşmak bâtın nûrunu örter.” Allah korusun ya günah işleyip, fâsık olmak nasıl olur. Bunun gibi talebeleri duâ ve zikirle meşgûl olsa, Kelime-i tevhîd söylese, onu da müşâhede ederdi. Huzûruna Kelime-i tevhîd okuduktan sonra gittiğimde; “Bugün Kelime-i tevhîdi çok oku”, eğer birgün okumasam; “Bu gün seni nûrlardan uzak görüyorum!” buyururdu.

Kısa zamanda nûr Muhammed Bedevânî hazretlerinin sohbetinde yetiştim. Tasavvuf hâllerine gark olmuştum. Beni öyle bir muhabbet-i ilâhî sarmıştı ki, cezbenin (çekilmenin) çokluğundan uykuyu, istirahatı, yemeyi, içmeyi terk etmiştim. İnsanlardan uzaklaşıp yalnız başıma yalın ayak, baş açık, viranelerde dolaşmaya başladım. Açlığın şiddetinden ağaç yaprağı yemiştim. Vaktim hep kendimden geçmiş bir vaziyette ve murâkabe hâlinde geçiyordu. Asıl maksada kavuşmayı böylece bekledim. Nihâyet o hâle geldim ki; “Rabbini görüyormuş gibi ibâdet et” hadîs-i şerîfinde istenen vasfa ulaştım. Mahviyyet, fenâ ve bekâ hâllerine ulaştım. Büyüklerin ta’rîf ettiği maksada, sırr-ı tevhîde kavuştum... Hocam Seyyid nûr Muhammed Bedevânî’nin sohbetine dört sene devam ettim. Sonra bana icâzet verdi. Bana Ehl-i sünnet i’tikâdı üzere olmamı, sünneti seniyyeye uymamı ve bid’atlerden sakınmamı vasıyyet etti.”

Kendisi ilim tahsilini şöyle anlatmıştır: “Fârisî lisanım ve diğer ba’zı bilgileri babamdan, Kur’ân-ı kerîmi, tecvîd ve kırâat ilmini Kâri Abdürresûl’den, aklî ve naklî ilimleri de zamanımızın âlimlerinden öğrendim. Babamın vefâtından sonra da, Hacı Muhammed Efdal’den, tefsîr ve hadîs ilmi öğrendim. Onbeş yaşında iken kendisinden ilim öğrendiğim hocam Hacı Muhammed Efdal, bana bir takke hediye etmişti. Bunun bana öyle bir bereketi oldu ki, zihnim iyice açıldı. Hiçbir şeyi okuyup öğrenmekte zorluk çekmedim. Tahsilimi tamamladıktan sonra, bir müddet de talebelere ders verdim. Bundan sonra tasavvufa yönelme arzusu iyice fazlalaşmıştı. Bir defasında rü’yâmda gaybdan bir ses; “Bizim seninle işimiz var. İnsanların hidâyete kavuşması ve onları hidâyete kavuşturacak yolun yayılması senin sebebinle olacak!” dedi. Bu rü’yâyı da görünce tasavvufa yönelip, bâtın nisbetini elde etmek arzum iyice kesinleşti. Bu maksadıma kavuşmak için Seyyid nûr Muhammed Bedevânî’nin huzûruna gidip, ona talebe oldum. Beni talebeliğe kabûl edip, çok iltifât ve ihsânda bulundu. Benim hâllerime bakıp, bana karşı tevâzu’ ile, büyük bir sevgi ve alâka gösterdi. Birgün, ikimiz karşı karşıya otururken; “İki güneş karşı karşıya gelmiş, birinin nûrundan diğeri görülmüyor. Eğer tâliblerin terbiyesine yönelsen âlem nûrlanır” buyurdu. Yine birgün bana; “Sende Allahü teâlâya ve resûlüne karşı muhabbet yüksek derecededir. Bizim yolumuz, senin teveccühlerin ile yayılacak. Sana Şemseddîn Habîbullah ismi verildi” buyurdu ve talebelerinden bir kısmının yetiştirilmesini bana havale etti. Ben hocamın sohbetine devam ederken, havale ettiği o talebeleri de yetiştirdim ve hocamın sohbetine bıraktım. Her ne kadar Resûlullahın (s.a.v.) zamânında bulunup görmekle şereflenmedik ama, Allahü teâlâya binlerce şükürler olsun ki, Resûlullahın nâiblerinden olan (O’nun yolunu anlatan) hocam Seyyid nûr Muhammed Bedevânî’nin sohbetinde bulunmakla şereflendim. Hayâtın meyvesi, asıl maksat ele geçti. Büyüklerin çok iltifâtına kavuştum. Birgün büyük bir tevâzu’ ile benim ayakkabılarımı çevirip, giymem için koydu ve; “Sen, Allahü teâlânın makbûl kullarındansın” buyurdu. Yine hocalarımdan Hacı Muhammed Efdal; “Sendeki nisbetin kemâlâtından dolayı ayağa kalktım” diyerek, beni görünce ayağa kalktı ve defalarca; “Allahü teâlâ senin gibileri çoğaltsın” buyurdu. Yine hocalarımdan Hâfız Sa’dullah bana iltifâtlarda bulunup; “Sen bizim medâr-ı iftihânmızsın” buyurdu. Bir defasında İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin soyundan olan ve Serhend’e giden bir zâta; “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kabrini ziyâret edince, benim selâmımı da söyle” diye tenbîh ettim. O zât gidip döndükten sonra, durumu bana şöyle anlattı: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kabri başına varıp ziyâret ettim ve sizin selâmınızı söyledim. Sizin selâmınızı söyler söylemez, mübârek başını göğsüne kadar mezardan çıkarıp; “Hangi Mirzâ, bizim hangi divânemiz, hangi âşığımız? aleyke ve aleyhisselâm (sanada ona da selâm olsun)” buyurdu. Sizin vâsıtanızla ben de bu saadete kavuştum” dedi.”

Hadîs âlimlerinin meşhûrlarından olan Şah Veliyyullah buyurdu ki: “Allahü teâlâ, bize sahih keşfler ihsân eyledi. Bu zamanda, hiç bir yerde Mirzâ Cân-ı Cânân’ın benzeri yoktur. Makamlarda ilerlemek istiyen onun hizmetine gelsin!” Hadîs öğrenmek için kendisine gelenleri, istifâde etmeleri için Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine gönderirdi. Ona yazdığı mektûplarda; “Allahü teâlâ, faziletlerin tecellî yeri olan sizlere uzun zaman selâmet versin ve bütün müslümanları bereketlerinize kavuştursun!” derdi.

Yine hadîs âlimlerinin büyüklerinden Hâcı Muhammed Fahir de şöyle demiştir: “Mirzâ Cân-ı Cânân’ın, Resûlullahın (s.a.v.) sünnet-i seniyyesine tâbi olma husûsunda büyük bir şânı vardır. Bir gece rü’yâmda şöyle gördüm: Resûlullahın (s.a.v.) kapılarında eğerlenip donatılmış iyi cins bir binek atı vardı. “Bu at kimindir?” diye sor     um. Birisi bana; “Bu Resûlullaha (s.a.v.) âittir” dedi. Sonra içeri girdim, başka birisi; “O at Mirzâ Cân-ı Cânân’ındır” dedi. Bu rü’yâmı ta’bir edip anladım ki, Mirzâ Cân-ı Cânân’ın yolu, Resûlullahın (s.a.v.) sünnet-i seniyyesine uymakdır. Resûlullahın (s.a.v.) bildirdiği, doğru yolda ilerlemekdir.

Mevlevi Senâullah Sebinhelî şöyle anlatmıştır: Rü’yâmda Peygamber efendimizi görüp; “Hocam Mirzâ Cân-ı Cânân’ın yolu ve hizmetleri makbûl ve mu’teber midir? dedim. “Evet” buyurdu. Hazreti Ebû Bekr de vardı. O da tasdîk etti.”

Hâcı Muhammed Efdal’in halîfelerinden Şeyh Muhammed A’zam da şöyle buyurmuştur: “Bu zâtın (ya’nî Mirzâ Cân-ı Cânân’ın) büyük bir şanı vardır. Başka bir kimse onunla kıyas olunamaz.” Hâce Mîr Derd de şöyle buyurmuştur: “Mirzâ Cân-ı Cânân’ın eshâbından, talebelerinden her kimi gördüysem, azîzânın (büyüklerin) nispetinden büyük pay almış, derecelere, hâllere ve makamlara kavuşmuş buldum.” Şeyh Abdüladl Zebîrî hazretleri de şöyle buyurmuştur: “Bugün Mirzâ Cân-ı Cânân’ın huzûrunda Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için toplanan taliblerin toplanması gibi bir cemâat hiçbir yerde yoktur. O, zamanımızda İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî hazretlerinin vekîlidir.”

Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri buyurdu ki: “Allahü teâlâ bize akl-ı kâmil, isâbeti re’yi beliğ ihsân etti. Saltanat işlerinin idâresi ve memleketin nizâmı husûsunda, herkesin hâline uygun en güzel usûlü öğrenmiş idim. Bunun için zamanın meşhûr ümerâsı, alacakları silahları ve diğer mühim şeyleri bizden sorarlar ve bizden aldıkları cevâba göre hareket ederlerdi.” Yine şöyle buyurmuştur: “Muhterem babamın bereketli terbiyesiyle yetiştikten sonra bende öyle bir hâl hâsıl oldu ki, bir bakışla herkesin ne olduğunu tanırdım. Onun âdemiyyet cevherini ve kalbindekini anlardım. Bulunduğum yolun (tarikatın) nûruyla insanların saadet veya şekavet ehli olduğunu, alınlarından okurdum.”

Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri kemâl derecede zühd ve tevekkül sahibi idi. Dünyâdan ve dünyâya düşkün olanlardan son derece sakınırdı. Kendisine verilmek istenen hediyeleri kabûl etmezdi. Kabûl ettiği çok nâdir olurdu. Zamanın pâdişâhı Muhammed Şah, veziri Kameruddîn Hân ile Mirzâ Cân-ı Cânân’a haber gönderip, şöyle dedi. “Allahü teâlâ bize öyle bir mülk verdi ki, hatırlarından her ne geçerse hediye olarak göndeririz, yeter ki istesinler.” Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri bu teklif üzerine şu cevâbı verdi: “Allahü teâlâ Kur’ân-ı Kerimde; “... Onlara şöyle de; dünyânın metâı pek azdır...” (Nisâ-77) buyurarak dünyânın yedi iklimindeki mal ve mülkün az birşey olduğunu bildirdi. Az bir şey olan bu yedi iklimden biri de Hindistan olup, o da senin elinde bulunmaktadır. Bunun kıymeti nedir ki? Büyüklerin himmetinin esâsı ise, ondan uzak durmaktır.” Yine o havalenin ümerâsından biri, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri için bir dergâh yaptırdı ve bütün dervişlerin ihtiyâcını da karşılıyacağını bildirerek kabûl etmeleri için arzetti. Fakat Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri kabûl etmedi ve; “Bizim için her yer birdir. Allahü teâlânın indinde herkesin rızkı takdîr edilmiştir. Vakti gelince herkes rızkına kavuşur. Dervişlerin hazînesi sabır ve kanâat olup, bu kâfidir” buyurdu.

Nevvâb Hân Firûzcenk, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerini, soğuğu şiddetli bir kış gününde, üzerinde eski bir elbiseyle gördü. Bu hâlini görünce ağladı. Yanında bulunan adamlarından birine; “Biz ne bedbaht insanız ki büyüklerimizden bir zât hediye kabûl etmiyor ve ona hizmet etmekle şereflenemiyoruz” dedi. Bu hâdise üzerine Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri; “Biz, zenginlerden birşey kabûl etmemeğe, almamağa kararlıyız. Hayat güneşimiz batmaya yüz tuttu, ömür bitmek üzere. Şimdiye kadar kabûl etmedik” buyurdu. Sonra Nevvâb Nizâmülmülk, otuzbin rub’iyye para hediye etmek istedi. Kabûl buyurmadı ve; “Biz sizin servetinizin yiyicisi değiliz, onu fakirlere dağıtınız” dedi. Yine Afgan serdârlarından biri, eşrefi denilen üçyüz altın göndermişti. Bunu da kabûl buyurmayıp; “Her ne kadar hediyeyi kabûl etmek lazımsa da, mutlaka kabûl etmek lâzım olduğuna dâir bir emir yokdur. Bize kendi talebelerimiz, ihlâs ve ihtiyâtla, haram karışmaması için dikkat ederek hazırladıkları hediyeleri getiriyorlar, onları bile kabûl etmiyoruz. Kaldı ki, ümerânın ve zenginlerin hediye edeceği şeylerin tam helâlden hazırlanmış olduğu şüpheli olanları hiç kabûl etmeyiz. Onda insanların hakkı vardır. Kıyâmet günü onun hesabını vermek zordur. İmâm-ı Tirmizî’nin (r.aleyh) Ebû Berze’den (r.aleyh) getirerek yazdığı hadîs-i şerîfde Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Kıyâmet günü herkes, dört suâle cevap vermedikçe hesapdan kurtulamıyacaktır: Ömrünü nasıl geçirdi. İlmi ile nasıl amel etti. Malını nereden nasıl kazandı ve nerelere harcadı. Cismini, bedenini nerede yordu, hırpaladı.” Bunun içi çok dikkat etmek lâzımdır” buyurdu.

Mazhar-ı Cân-ı Cânân’a yine ümerâdan biri Hindistan’ın meşhûr meyvesi olan “Enbe”den (Hint kirazı) bir hediye göndermişti ve kabûl etmesi için de çok yalvarmıştı. Bunun üzerine iki tâne “Enbe” alıp gerisini iâde etmişti ve “Bu fakirin gönlü, bunları kabul etmek istemiyor” buyurdu. Biraz sonru huzûruna bir bahçe sahibi gelip “Falan emîr, size gönderdiği enbeleri bizden zulüm ile alıp size hediye etti” dedi. Bunun üzerine mazlûmun hakkının verilmesini ve himâye edilmesini söyledi. Sonra da; “Sübhânallah, onun getirdiği bu yiyecek bizim bâtınımıza zararlı oldu” buyurdu. Ondan sonra da malı şüpheli olan kimselerin ikrâmını hiç kabûl etmedi. Yine bu hâdise üzerine şöyle buyurdu: “Yiyeceklerin en zararlısı kazançları şüpheli olan zenginlerin ikram ettiği yiyeceklerdir. Hattâ fakirlerin ikrâmları da şüphelidir. Çünkü onlar da, bu yemekleri hazırlamak için, kazançları şüpheli olan zenginlerden borç alıyorlar.”

Bir defâsında bir iftar vaktinde yemek yerken, gâfil birine âit olan bir ekmeği talebeleri paylaşmışlar, bir parça da Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine vermişlerdi. O gece teravih namazından sonra yenilen o ekmek sebebiyle, bâtınlarına te’sîr edip zarar verdiğini belirterek; “Bu zarardan ancak namaz kılmak ve okunan Kur’ân-ı kerîm’i dinlemekle kurtuldum” buyurdu. Talebesi Abdullah-ı Dehlevî hazretleri bu söz üzerine: “Şüpheli bir lokma, onların mübârek bâtınlarında nûr deryâlarında böyle bir değişmeye, zarara sebeb olursa, bizim hâlimize ne denir.” buyurmuştur. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri bu husûsta şöyle buyurmuştur: “Yenilen lokmalar insanı muvaffakiyete kavuşturmalı ve tâatın nûrunu arttırmalıdır. Fakirliği zenginliğe tercih etmeli, sabır ve kanâatı seçmeli. Teslimiyeti ve rızâyı seciye hâline getirmelidir. Resûlullahın “Allahım! Âl-i Muhammed’in rızkını kâfi gelecek kadar kıl” buyurduğu duâsına uygun olarak, insân için lâzım olan şeyleri kâfi gelecek kadar istemelidir.

Eshâb-ı Kirâm da böyle duâ ederdi. İsrâfa düşürecek kadar zengin; sıkıntıya, borca düşürecek kadar da fakir olmamalıdır. İnsanların çoğu bu hâlden düşmüştür. Bu hâlde iken ölüm gelip yakalamaktadır. Kulluk vazîfesini yerine getirip, ölüme hazır beklemeli, gönlü başka arzulara bağlamamalıdır. Ölüm, ilâhî bir hediyedir. Allahü teâlâya kavuşmak ve Resûlullahın (s.a.v.) dîdârını, mübârek yüzünü görmektir.”

Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri hocalarına büyük bir muhabbet ve ihlâs ile bağlı idi. Bilhassa İmâm-ı Rabbânî hazretlerine derin bir muhabbeti vardı. “Her neye kavuşmuşsam, hocalarıma olan muhabbetim sebebiyle kavuştum. Kulun amelleri nedir ki, Allahü teâlânın rızâsına kavuştursun! Fakat Allahü teâlânın rızâsına kavuşmuş ve makbûl kullarından olan zâtları sevmek, onlara muhabbet beslemek, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için en kuvvetli vâsıtadır” buyurdu.

Menkıbeleri ve kerâmetleri:

Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri şöyle anlatmıştır: “Bir defa cihanın süsü, kâinatın Serverini (s.a.v.) rü’yâda görmekle şereflendim. Yanyana uzanmış yatıyorduk. O kadar yakındık ki, mübârek nefesi yüzüme geliyordu. Bu esnada susadım. Serhend büyüğünün oğulları, ya’nî İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin evlâdı da orada idiler. Resûlullah, onlardan birine su getirmesini emir buyurdu. Fakîr; “Yâ Resûlallah, onlar benim pîrimin evlâdıdır” diye arzettim. “Onlar bizim sözümüzü tutarlar” buyurdu. Onlardan bir azîz, kalkıp su getirdi. Kana kana içtim. Sonra; “Yâ Resûlallah, hazretiniz Müceddîd-i elf-i sânî hakkında ne buyurursunuz?” diye arzettim. “Ümmetimde onun bir benzeri başka kim vardır?” buyurdu. “Yâ Resûlallah! İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât’ı, mübârek nazarlarınızdan geçti mi?” dedim. Buyurdu ki: “Eğer ondan hatırladığın bir yer varsa oku.” Ben de, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin ba’zı mektûplarında geçen ve Allahü teâlâ için; “O, verâ-ül-verâ sonra yine verâ-ül-verâ’dır, (ya’nî Allahü teâlâ ötelerin ötesidir. Akıl neyi düşünür ve neyi tasavvur ederse O değildir)” buyurduğunu okudum. Resûlullah (s.a.v.) bunu çok beğendi ve; “Tekrar oku” buyurdu. Ben de tekrar okudum. Bu ifâdeleri çok güzel buldu. Bu hâl epey bir müddet devam etti. Sabah olunca büyüklerden bir zât erkenden gelip bana dedi ki: “Ben bu gece rü’yâmda sizin bir rü’yâ gördüğünüzü gördüm. O rü’yâyı bana anlat” Ben ona gördüğüm rü’yâyı anlattım. Çok beğenip, hayret etti. Ben gördüğüm bu rü’yâda, Resûlullahın (s.a.v.) mübârek nefesinin ve sohbetinin bereketiyle kendimi tamamen nûr ve huzûr içinde buldum. Uyanık iken ele geçen şeylerden daha çok bereketli olan bu rü’yânın bereketiyle günlerce acıkmadım ve susamadım.”

Birgün Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin talebelerinden biri huzûruna gelip; “Efendim! Kardeşim, Azîmâbad’a gitmişti. Sevenlerinizdendir. Bir iftiraya uğrayıp haksız yere hapsedilmiş. Kurtulması için duâ ve teveccühde bulunmanızı istirhâm ederiz” dedi. Bunun üzerine Mazhar-ı Cân-ı Cânân bir mektûp yazıp, kardeşine ulaştırması için ona verdi ve; “Bu eline geçtikten bir saat sonra hapisten kurtulur” buyurdu. O talebe mektûbu kardeşine ulaştırınca, işâret edildiği gibi hapisten kurtuldu.

Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, büyük günah işlemiş bir kadının kabri yanına oturmuştu. Kabre teveccüh eyledi. “Bu mezarda Cehennem ateşi var. Kadının imanlı olmasında şüphe ediyorum. Rûhuna hatm-i tehlîl (Yetmişbin Kelime-i tevhîd) sevâbı bağışlıyacağım. İmânı varsa affolur” buyurdu. Hatm-i tehlîlin sevâbını bağışladıktan sonra; “Elhamdülillah, imânı varmış. Kelime-i tayyibe, te’sîrini gösterip azâbdan kurtuldu” buyurdu. Hadîs-i şerîfde; “Bir kimse, kendisi için veya başkası için yetmiş bin adet Kelime-i tevhîd okursa, günahları affolur” buyuruldu.

Seyyid Gulâm Ali (Abdullah-ı Dehlevî) hazretleri anlatır: “Birgün Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetinde bulunuyordum. İhtiyâr bir adam gelip; “Şeyhin şöhreti Rahmânî mi, yoksa değil mi? Onu anlamağa geldim” dedi. Bu küstahça söz karşısında, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri son derece müteessir oldu ve öfkelenerek o ihtiyâra, keskin ve dik dik baktı. O esnada ihtiyâr yere düşüp çırpınmağa başladı. Sonra; “Tövbe ettim. Allah için beni affet” diye yalvarmağa başladı. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, Allahü teâlânın ismi araya girince, kalktı ve ihtiyârın kolundan tutarak kaldırdı, ihtiyâr hemen düzeldi.”

Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerini sevenlerden bir zât, birgün murâkabeden sonra, mübârek eteğini tutup; “Kızımın bir oğlu olacağını bana müjdelemezsen eteğini elimden bırakmam” dedi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri biraz murâkabeden sonra; “Gönlün hoş olsun! Cenâb-ı Hak senin kızına bir erkek çocuk ihsân eyledi” buyurdu. Hakîkaten bu adamın kızının dokuz ay sonra bir erkek çocuğu oldu.

Birgün yağmur yağmıştı. Soğuk ve şiddetli de bir rüzgâr esiyordu. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri üşüdü. “Yâ Rabbî; üzerimize değil etrâfımıza yağsın!” buyurdu. Üzerlerindeki bulut etrâfa doğru açıldı, dağıldı. Duâsının bereketi ile üzerlerine yağmadı.

Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri talebeleri ile birlikte bir yolculuğa çıkmıştı. Yanlarında azık olarak hiç bir yiyecek yoktu. Gittikleri yerde de misâfir kalabilecekleri bir tanıdıkları bulunmuyordu. Talebeleri bu durumu bildiklerinden merak edip; “Bakalım hâlimiz ne olur?” diyerek yola devam ettiler. Her yemek vakti geldiğinde, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin kerâmeti ile gaybdan önlerine sofra kuruluyordu. Sofra üzerinde çeşit çeşit ve gayet nefis yemekler bulunuyordu. Bu nefis yemekleri yiyip yolculuğa devam ettiler. Talebeleri hayatlarında öyle güzel ve çeşitli yemekler yememişlerdi. Bu hâl seferlerinden dönünceye kadar devam etti.

Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri bir defasında birisine gücendi ve; “Sıddîk-ı ekbere (r.a.) kadar bütün meşâyıhın, ondan yüz çevirdiklerini gördüm” buyurdu. Ve o adam üç gün sonra öldü.

Bir kimse, ölüsünün azâbda olduğunu rü’yâda görüp, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine mağfiret olunması için duâ etmesini istirhâm etti. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri de duâ edip; “Allahü teâlâ, ölünün günahlarını mağfiret eyledi” diye de ona müjde verdi. O kimse tekrar ölüsünü rü’yâda gördü ve ölüsü kendisine; “Hazret-i Mazhar’ın duâsı bereketi ile, azâbdan kurtuldum” dedi.

Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, ekseriya, talebelerine yüksek müjdeler verirdi. Ba’zı eksik kimseler bunu inkâr ettiler. Bu inkârlarını keşfedip onlara; “Bana inanmıyorsanız, eski evliyâdan hakem seçiniz. Gelsin ve sözlerimin doğruluğunu ondan dinleyiniz” buyurdu. Onlar, en büyük hakem Resûlullahdır (s.a.v.) dediler. Peki buyurdu. Sonra teveccüh etti ve Fâtiha okudu. O münkirler de murâkabe ettiler. Murâkabe esnasında Resûlullahı gördüler. Kendilerine; “Mazhar’ın müjdeleri doğrudur” buyurup inkâr edenlerini men eyledi.

Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin bir komşusu vardı. Onu severdi. Ölüm hâline gelmişti. Şefkatinin çokluğundan; “Yâ Rabbî, onun ayrılığına dayanamam, ona en kısa zamanda şifâ ver” dedi. Hemen şifâ buldu. Sanki hiç hasta olmamıştı.

Vefâtı: Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, şehid olarak vefât etti. Vefâtından birkaç gün önce, bu fâni dünyâdan gitme zamanının geldiği ve Allahü teâlâya kavuşacağı için bambaşka bir aşk ve şevk içinde idi. O günlerde ibâdet ve tâatlarını daha da artırmıştı. Bir taraftan da talebeleri ve sevenleri akın akın onun sohbetine geliyorlardı. Sohbetleri ve murâkabeleri büyük bir huzûr hâli içinde geçiyordu. Sohbetleri sırasında huzûrunda toplananlar yüz kişiden ziyâde olurdu. Sohbetinde bulunanlar bereketlere ve feyzlere kavuşurlardı. Vefâtının yaklaştığı günlerde talebelerinden Molla Nesîm, memleketine gidip dönmek üzere izin istediğinde, bu talebesine; “Artık seninle bir daha görüşeceğimiz ma’lûm değildir!” buyurdu. Bu sözleriyle vefât edeceğine işâret etmişti. Bunu işiten talebeleri ağlaşmaya başlayıp gözyaşlarını tutamadılar. Yine vefâtının yaklaştığı günlerde talebelerinden Molla Abdürrezzâk’a yazdığı bir mektûpda; “Ömrüm seksen yaşını geçti. Ecelim yaklaştı. Bize hayır duâda bulun!” diye yazmıştı. Bu sıralarda talebelerinden diğerlerine yazdığı mektûplarında da aynı şekilde işâret etmiştir.

Yine vefâtının yaklaştığı günlerde kavuştuğu ni’metleri dile getirerek ve şükrederek şöyle buyurdu: “Kalbimden her ne geçtiyse ve her ne ni’mete kavuşmak istediysem, Allahü teâlâ onları bana ihsân etti. Beni İslâm-ı hakiki ile şereflendirdi ve çok ilim ihsân etti. Sâlih amel üzere istikâmet verdi. Büyüklerin tasavvuf yolunda bildirdiği şeylerin hepsini verip keşf, tasarruf ve kerâmet ihsân etti. Beni dünyâya düşkün olmaktan ve dünyâya düşkün olanlardan da uzak eyledi. Ancak Allahü teâlâya yaklaşmakda, yüksek derece olan şehitlik derecesine kavuşamadım. Hocalarımın, mürşidlerimin çoğu şehitlik şerbetini içmekle şereflendiler. Şu anda ben yaşlandım, vücûdum zayıf düştü. Cihâd edecek ve böylece şehitliğe kavuşacak gücüm, takatim kalmadı. Ölümü sevmeyen, istemiyenlere şaşılır, ölüm Allahü teâlâya kavuşmaya sebeptir. Ölüm, Resûlullahı (s.a.v.) ziyâret etmeye, evliyâya kavuşmaya, onların mübârek yüzlerini görerek mesrûr olmaya sebeptir. Ölüm; Resûlullah (s.a.v.), Halîlürrahmân İbrâhim aleyhisselâm, Emîr-ülmü’minîn Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk, İmâm-ı Hasen, Cüneyd-i Bağdadî, Şâh-ı Nakşîbend Bahâeddîn Buhârî ve Müceddîd-i elf-i sâni İmâm-ı Rabbânî hazretleri ile görüşmeye, onlara kavuşmaya vesiledir. Kalbimde bu büyüklere karşı husûsi bir muhabbet vardır. Onlar zâhirî ve batınî şehâdete kavuştular, en yüksek mertebelere ulaştılar.”

Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri böylece, şehitlik derecesine kavuşmayı çok arzu ettiğini dile getirmişti. Ömrünün son günlerini yaşadığı sıralarda huzûruna gelip gidenler iyice artmıştı. 1195 (m. 1781) senesinin Muharrem ayının yedisinde Çarşamba gecesi kapısının önünde pekçok kimse toplanmıştı. Bunlar arasından üç kişi ısrarla içeri girmek istiyorlardı. Nihâyet izin alıp içeri girdiler. Bunlar Moğol ve Mecûsî idiler. Huzûruna girince, Mazhar-ı Cân-ı Cânân sen misin dediler. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri de; “Evet benim” buyurdu. Meğer bunlar Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine kastedip, öldürmek üzere gelmişlerdi. İçlerinden biri üzerine hücum edip hançer vurmaya başladılar. Vurulan hançer darbesi kalbine yakın bir yere isâbet etmiş, ağır yaralanmış ve yere yıkılmıştı. Durumdan haberdâr olan Nevvâb Necef Hân sabah erkenden frenk bir tabib gönderdi. Tabibe; “Çabuk gidip bu mübârek zâtı tedâvi et, onu yaralayanlar da yakalanınca kısas yapılsın” dedi. Frenk tabib gidip Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin yarasına baktı ve geri dönüp kasten Nevvâb Necef Hân’a; “İyileşip kurtulur, başka tabib göndermeye lüzum yok” dedi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri bu yaralı haliyle üç gün daha yaşadı. Yaralarından devamlı kan aktı. Üçüncü gün, Cum’a günü idi. Öğle vakti ellerini açıp Fâtiha-i şerîfi okudu. İkindi vaktinde; “Günün bitmesine kaç saat vardır? buyurdu. Dört saat vardır dediler. O gün hem Cum’a, hem de aşure günü idi. Akşam olunca üç defa derin nefes aldı ve şehid olarak vefât etti. Vefâtında ebced hesabında târih olarak meâlen: “Allaha ve Peygambere itaat edenler, işte bunlar Allahın kendilerine ni’met verdiği, Peygamberlerle, sıddıklarla, şehîdlerle ve iyi kimselerle beraberdirler. Bunlarsa ne güzel birer arkadaş!” buyurulan Nisa sûresi 69. âyet-i kerîmesinden; “Ülâike ma’allezîne en’amellahü aleyhim” kısmı söylendi. Yine Peygamber efendimizin (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfinde; “Medhe şayan olarak yaşadı ve şehid olarak öldü” ma’nâsında; “Âşe hamiden mâte şehîden” buyurduğu kısım ile ebced hesabına göre vefât târihi söylendi.

Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin şehid olarak vefât etmesinden sonra, sevenleri, onun büyük bir kayıb olduğunu ifâde eden rü’yâlar görmüşlerdir.

Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, İslâmiyetin yayılması ve insanların hakiki saadete kavuşmaları için çok üstün hizmetler yapmıştır. Her biri üstün birer cevher olan kıymetli zâtlar yetiştirmiş ve onları insanlara rehberlik yapmakla vazîfelendirmiştir. Talebeleri de bulundukları yerlerde insanlara İslâmiyeti öğretmişler, îmânlarının vicdânileşmesini sağlamışlardır. Böylece her biri bulunduğu yerde İslâmiyete uyulmasına, güzel ahlâkın yayılmasına ve insanların birbirlerine karşı iyi muâmelede bulunmalarını sağlamışlardır. Onları tanıyıp seven insanlar, onlar vasıtasıyla temiz bir hayat yaşamak ve saadete kavuşmakla şereflenmişlerdir.

Talebeleri: Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin yetiştirdiği talebelerden elli tanesi, tasavvufda “Makâmât-ı Ahmediyye” denilen yüksek dereceye ulaşmıştır. En meşhûr talebeleri şu zâtlardır.

1-Abdullah-i Dehlevî: Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin en başta gelen halifesi olup seyyiddir. Tasavvuf ilminin mütehassıslarından olup, müslümanların gözbebeğidir. Sohbetine gelen sâdık kimselerin kalblerine bir teveccüh ederek feyz ve bereketle doldururdu. Binlerce âşıkı, bir bakışta cezbelere ve vâridat-ı ilâhiyyeye kavuştururdu. Hocası Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin hayâtını, kerâmetlerini ve nasihatlerini ve tasavvufu anlatan, “Makâmât-ı Mazhariyye” kitabını yazmıştır. Kabri, hocası Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri ile yanyanadır.

2-Seyyid Mir Müslimân: Tasavvufda yetişmiş büyük bir zât olup, zâhirî ve bâtınî ilimlerde âlim ve mürşid-i kâmil idi.

3-Senâullah Osmanî Pâni-pütî: Yedi yaşında Kur’ân-ı kerîmi ezberlemişti. Büyük bir âlim ve meşhûr bir mürşid-i kâmil idi. Aklî ve naklî ilimlerde derin âlim idi. Bilhassa usûl ve fıkıh ilminde çok yüksek derecede olup, ictihâd derecesine yükselmiş idi. Dehlî’de Şah Veliyyullah Dehlevî’den hadîs ilmini öğrenip kemâle geldi. Önce Mevlânâ Muhammed Âbid-i Semâmî’nin, bunun vefâtından sonra da Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin teveccühleri ile büyük velî oldu. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetinde yetişip icâzet aldıktan sonra, vatanı olan Pâni-püt şehrine gidip, vefâtına kadar orada kadılık vazîfesi yaptı. Otuzdan fazla kitap yazmıştır. “Tefsîr-i Mazhari” ismindeki tefsîri on cild olup, çok kıymetlidir. Tasavvufda “İrşâd-üt-tâlibîn” kitabı ve fıkha dâir yazdığı eseri de çok kıymetlidir. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri bu talebesi hakkında; “Kıyâmet günü, bana, ne getirdin denilince, Senâullah-ı Pâni-pütî’yi getirdim, diyeceğim” buyurmuştur.

4-Mevlevî Fadlullah: Zâhirî ilimlerde derin âlim idi. Senâullah-ı Pâni-pütî hazretlerinin kardeşidir. Tasavvufda Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetiyle kemâle ermiştir. Tasavvuf hâllerinde yüksek derecede idi. Kardeşi Senâullah-ı Pâni-pütî vefât edince çok üzülmüştü. Bunun üzerine kardeşi Senâullah-ı Pâni-putî hazretleri ona rü’yâsında şöyle buyurmuştur: “Ey kardeşim bu kadar gam ve elem nedir? Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Biliniz ki, Allahın velîleri için hiçbir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmayacaklardır.” (Yûnus-62) buyurulmuştur. Bize burada rahatlık ve hesaba gelmez ni’metler ihsân olundu.”

5-Mevlevî Ahmedullah: Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin meşhûr talebelerinden olup, Senâullah-ı Pâni-püti hazretlerinin oğludur. Zâhir ilimlerini babasından, tasavvuf ilmini Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinden öğrenip kemâle gelmişti. Bilhassa kırâat ilminde derin âlim idi. Hergün yirmibir cüz Kur’ân-ı kerîm okurdu. Devamlı zikir, murâkabe ve tasavvuf hâlleri ile meşgûl idi.

6-Şeyh Muhammed Murâd: Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin ilk talebelerinden olup, dört sene hergün sohbetinde bulunmuştur. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin talebeleri arasından tasavvufda yüksek derecelere kavuşanlardandır. Onun hakkında hocası Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri şöyle buyurmuştur: “Benim talebelerim arasında nisbetinin yüksekliği bakımından onun gibisi yoktur. Bütün kemâlâtı, olgunlukları kendinde toplamıştır.” Mevlevi Naîmullah onun hakkında; “O, duâsı makbûl bir zât idi. Bu, tecrübe ile sabittir” demiştir. Abdüllah-i Dehlevî hazretleri de şöyle buyurmuştur: “Duânın kabûl olunması için üç şart vardır. Bunlar, helâl lokma yemek, doğru sözlü olmak ve ihlâslı olmak. O, bu üç şarta da sâhib idi. Onun gibi olmak herkese nasîb değildir. Allahü teâlâ ona selâmet versin.”

7-Şeyh Abdürrahmân: Şeyh Muhammed Murâd’ın kardeşidir. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetlerinde kemâle ermiştir. Senâullah-ı Pâni-püti hazretleri onu medhedip; “Görüldükleri zaman Allahü teâlâ hatırlanır” hadîs-i şerîfi onun hâli ve vasfı idi” buyurmuştur.

8-Mîr Alîmullah Kenkûî: Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin ilk talebelerinden ve halîfelerinin büyüklerindendir. Tasavvufda yüksek derecelere ve hâllere kavuşmuştur. Allahü teâlânın aşkı ile kendinden geçmiş bir hâlde olup, ağlayıp göz yaşı dökmek onun hâllerinden idi.

9-Şeyh Murâdullah Ârif Gulâm Kâkî: Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin en meşhûr talebelerinden ve halîfelerinden olup, ilimde ve amelde yüksek bir şânı vardı. İnsanları irşâd ile vazîfelendirilmiş olup, pek çok kimse onun sohbetinde yetişip, kemâl derecelerine ermiştir. Hocasından önce vefât etmiştir.

10-Şeyh Muhammed ihsân: Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin eski talebelerinden ve halîfelerindendir. Gençliğinde talebe olmakla şereflenmiştir. Rü’yâsında Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerini sütlaç yerken görmüştü. Kalan kısmını da ona vermişti. Bu rü’yâ üzerine huzûruna gelip talebesi olmuştur. Şevkinin ve aşkının çokluğundan kendinden geçmiş ve cezbe hâlinde idi. Tasavvufdaki şevki ve aşkı onu o hâle sokmuştu ki, hararetinden soğuk kış günlerinde bile ince bir elbise giyerdi. Allahü teâlânın ismi yanında zikredilince, takat getiremeyip kendinden geçerek bağırırdı. Bir defasında zikir ve murâkabe yaparken de melekleri görmüş ve aşk ile feryâd etmiştir. Birgün birisi onun yanında Senâullah-ı Pâni-pütî’nin; “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sinesinden ırmak gibi bir nûr akardı ki kalblerden zulmeti temizlerdi” dediğini bildirdi. Bu sözü duyar duymaz aşkından feryâd edip yere yıkılmıştır.

11-Şeyh Gulâm Hasen: Şeyh Muhammed İhsân’ın kardeşi olup, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin meşhûr talebelerindendir. Vaktini hep zikir ile geçirirdi.

12-Şeyh Muhammed Münîr: Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker hazretlerinin torunlarından olup, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin halîfelerinin meşhûrlarındandır. Önce Çeştiyye yolunda yetişmiş, sonra da Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin talebesi olup, Nakşibendiyye yolunda kemâl derecelere kavuşmuştur. Kuvvetli hür nisbete ve yüksek hâllere sahih idi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetlerine devam ettiği sıralarda, göğüs hastalığına tutularak vefât etmiştir. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, onun vefâtından dolayı çok üzülmüştür. Senâullah Sebnelî’ye yazdığı bir mektûpda bu üzüntüsünü şöyle bildirmiştir “Şeyh Muhammed Münir bizim dostlarımızın seçilmişlerinden idi. Zilhicce ayının ondokuzunda vefât etti. Bundan dolayı çok üzgünüm. Ancak benim de vefâtım yaklaştığı için bununla teselli buluyorum.”

13- Hâce İbadullah: Hâce Nakşibend hazretlerinin soyundan olup, önce Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri’nin halifesi Şeyh Muhammed Münir’e talebe oldu. Onun vefâtından sonra da Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetlerine devam ederek tasavvufda yetişti.

14- Hâce Cemâleddîn: Bu zât da önce Şeyh Muhammed Münir’in sohbetinde bulundu. Onun vefâtından sonra Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetinde yetişti.

15- Mevlânâ Kalender Bahş: Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin en meşhûr talebelerinden ve halîfelerindendir. Aklî ve naklî ilimleri öğrendikten sonra, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin huzûruna gelerek tasavvufda yetişip icâzet ile şereflendi. İnsanlara doğru yolu göstermek ile vazîfelendirildi Ayrıca tıp ilminde de âlim idi. Tıp ilmi ile insanların bedenlerini, tasavvuf ilmi ile de kalblerini tedâvi eder idi. Kur’ân-ı kerîmi ezberlemiş olup, Hâfız idi. Sesi çok güzel olup, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine ve talebelerine teravih namazı kıldırırdı. Kur’ân-ı kerîmi tertil üzere gayet hoş okurdu. Onun kırâati, Mazhar-ı Can-ı Cânân hazretlerinin çok hoşuna giderdi. Yüksek derecede bir ihlâsa sâhib olup, Mazhar-ı Cân-ı Cânân’ın has talebelerinden idi. Talebelere ilim öğretmek ve tasavvufda yetiştirmekle meşgûl idi. İrşâd ile vazîfelendirildikten sonra, her sene memleketinden Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerini ziyârete giderdi. Mazhar-ı Câîn-ı Cânân hazretlerinin vefâtına kadar böyle devam etti.

16- Mir Naîmullah: Mazhar-ı Can-ı Cânân hazretlerinin halifelerinin büyüklerindendir. Önce Hâcı Muhammed Efdal’in sohbetinde bulundu. Bundan sonra Şeyh Muhammed A’zam’ın sohbetine devam etti. Daha sonra da Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetine devam ederek kemâle erdi. Tasavvufda yetişip icâzet ile şereflendikten sonra irşâd ile vazîfelendirildi. Yüksek bir edebe ve üstün bir ahlâka sahib idi. Hocası Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine derin bir muhabbeti vardı. Talebelere zâhirî ilimleri öğretmekle ve onları tasavvufda yetiştirmekle meşgûl olmuştur. Hâfız idi. Kırâat ilmini Kâri Abdülgaffûr’dan öğrenmiştir. Ramazân-ı şerîfde, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine ve eshâbına teravih namazı kıldırdı. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri onun Kur’ân-ı kerîm okuyuşunu dinlemekten çok zevk alırdı. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri buyurdu ki: “Mevlevi Kalender Bahş ve Seyyid Naimullah’dan hiç incinmedim. Çünkü onlar güzel ahlâk sahibidirler.” Bu talebesi de Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinden önce vefât etti.

17- Mevlânâ Senâullah Sebnehlî: Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin halifelerinin büyüklerindendir. Önce zâhirî ilimleri öğrendi. Şah Veliyyullah Dehlevî’den tefsîr ve hadîs ilmini öğrendi. Tasavvuf ilmini önce Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin halîfelerinden olan Hâce Mûsâ Hân’dan öğrendi. Sonra bu hocasının emri ile Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin hizmetine gitti. Onun sohbetinde yetişip icâzet ile şereflendi. Tasavvufta yetişip, kemâle erdikden sonra, Sebnehel’de zâhirî ilimleri öğretmekle ve tasavvufda talebe yetiştirmekle vazîfelendirildi. İlmi ile amel eden, sabır, istikâmet, yüksek ahlâk sahibi bir zât idi. Bu talebesi bir defasında Peygamber efendimizi (s.a.v.) rü’yâsında görmüştü. Peygamber efendimiz ona rü’yâsında bir günlük masrafı için bir rub’iyye vermiştir. Bu rü’yâsı üzerine şöyle anlatmıştır: “Bu rü’yâyı gördükten sonra, zenginlerden biri hergün bir rub’iyye tahsis etti ve hergün günlük ihtiyâcım için o parayı bana verdi.”

18- Seyyid Ahmed Ali: Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin hizmetinde bulunup, talebe yetiştirmek üzere icâzetle şereflenen talebelerindendir. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin hizmetinde yetişip, tasavvufda yüksek dereceye gelmişti. Kalbi nisbetin cezbelerine kapılmıştı. Tasavvuf hâllerinden olan kararsızlık ve kendinden geçme hâlinde idi. Bu hâli sebebiyle uykuyu, yemeyi, içmeyi terk etmişti.

19- Mir Abdülbâkî: Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin seçkin talebelerinden olup, hem zâhirî hem de bâtınî ilimlerde âlim idi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri mühim işlerde onun istihâre yapmasını emir buyururdu. İstihâreleri isâbetli idi. Dört defa Peygamber efendimizin (s.a.v.) kabr-i şerîfini ziyârete gitmiştir.

20- Halife Muhammed Cemil: Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin yüksek halîfelerindendir. Daha küçük yaşta babasıyla Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin huzûruna gelip iltifâtlarına kavuşmuştur. Önce zâhirî ilimleri ve tıb ilmini öğrendi. Allahü teâlâ ona çok ilim öğrenmek nasîb etti. Sonra Mahzar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinden tasavvuf ilmini öğrenip, kemâle erdi. Kendisi şöyle demiştir: “Asıl maksada kavuşmak için pekçok kimsenin yanına gittim. Maksada kavuşma çârelerini aradım. Hiç bir yerde bulamadım. Ancak Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin huzûrunda maksada kavuştum. İcâzet ve hilâfetle şereflendim.” Dînin emirlerine uyma husûsunda çok dikkatli, insanların sıkıntılarına katlanan, temkin ve istikâmet üzere olan bir zât idi. Tasavvufda kemâle erdikten sonra irşâd vazîfesi yapmıştır. Tıb ilmini de bildiği için, bu ilimle insanların beden hastalıklarını, tasavvuf ilmi ile de kalb hastalıklarını tedâvi etmiştir. Bu talebesi de Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri hayatta iken vefât etmiştir.

21-Hazret-i Şâh Behîk: İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunlarındandır. Dedelerinin yoluna, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine talebe olmak sûretiyle kavuştu ve bu yolda yetişip yükseldi. Tasavvufda kemâle erdiken sonra icâzet ile şereflendi. Sünnet-i seniyyeye uyma husûsunda ve tasavvufda, yüksek derecede büyük bir zât idi. Şah Behîk hazretleri vefât ettikden sonra, bir defasında Hind kâfirleri Serhend’deki’müslüman mezarlarını yakıp, yıkıyorlardı. Askerlerden biri de, Şah Behîk hazretlerinin kabri yanına yaklaşıp harâb etmeye teşebbüs etmişti. Bu sırada Şah Behîk hazretleri, kabrinde gözükerek, kabrini yıkmak üzere gelen askere şiddetli bir darbe vurdu. Asker hemen düşüp öldü. Bu hâli gören küffâr askeri can korkusu ile kaçıp oradan uzaklaştılar. Bir daha da müslümanların mezarlarına dokunamadılar.

22- Mevlevi Abdülhak: Şah Behîk hazretlerinin kardeşi olup, bu zât da İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunlarındandır. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine talebe olup, tasavvufda “Fenâ-i kalb” denilen makama ulaşmış idi. Üstün hâllere kavuşmuştu. Talebelere ilim öğretmekte iken genç yaşta vefât eti.

23- Şah Muhammed Sâlim: Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin ileri gelen halîfelerindendir. On sene sohbetinde bulunmuştur. Tasavvufda” yetişip üstün derecelere kavuşmuş, icâzet ve hilâfetle şereflenmiştir. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri bu talebesine yazdığı bir mektûpda şöyle buyurmuştur: “Biz afiyet üzereyiz. Dînin emirlerine uy ve tasavvuf ile meşgûl ol. İnsanlara karşı mütevâzi olup, hoş muâmelede bulun. Nefsin kemâle ermesi; kendini bırakıp Allahü teâlâya itaat etmesi ve teslim olmasıyladır. Âlimler ve fakirler ile sohbet et. Zamanın sıkıntılarına karşı sabırlı ol. Dünyâ mü’minler için zindandır. Rahat edecek zaman âhırettedir. Allahü teâlânın ni’metlerine şükret. Eğer bir kimse tasavvufda yetişmek için sana gelirse ona hizmetçi ol. Büyük bir muhabbet hâsıl oluncaya kadar ondan hizmet bekleme. Kendini sıkıntıya sokma. Her nerede olursan ol Allahü teâlâyı unutma, istikâmet üzere bulun. Bu yolun büyüklerine karşı muhabbet besle. Vesselâm.”

24- Şah Rahmetullah: Bu zât da halîfelerindendir. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için çok çalışmış ve gayret göstermiş bir zâtdır. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetine kavuşmadan önce, nerede bir tasavvuf ehli duysa yanına gitmiştir. Bir müddet Şah Veliyyullah Dehlevî’nin derslerine devam ettikden sonra, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin huzûruna gitmiştir. Tasavvufda yetişip icâzet ve hilâfet ile şereflenmiştir.

25- Muhammed Şah: Önce Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin halîfelerinden Sûfî Abdürrahmân’ın sohbetinde bulunmuştur. Sonra Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin hizmetinde bulunarak tasavvufda yetişmiş ve icâzetle şereflenmiştir.

26- Mîr Mübîn Hân: Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin, sohbetinde yetiştirdiği ve tasavvufda talebe yetiştirmek üzere icâzet verdiği meşhûr talebelerindendir. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri bu talebesi hakkında; “Mîr Mübîn, velî kulların büyüklerindendir” buyurmuştur. Melekleri ve rûhları açıkça görürdü. Mîr Mübîn Hân’ın talebelerinden olan Pîr Muhammed şöyle anlatmıştır: “Soğuk bir günde gusl abdesti almak üzere bir göle girmiştim. Ben göle girince gölün dışına kurtlar toplandı. Yüzme de bilmiyordum. Hemen Mîr Mübîn hazretlerine teveccüh edip, yardımıma yetişmesi için duâ ettim. Mîr Mübîn hazretleri elinde bir sopa ile gözüküverdi. Kurtları oradan uzaklaştırdı. Beni kurtardı.”

27- Mîr Muhammed Mu’în Hân: Mir Mübin Hân’ın kardeşi olup, Mazhar-ı Cân-ı Cânân’ın hizmetinde yetişip, tasavvufda yükselmiştir. Hocasına karşı derin bir muhabbeti vardı. Bu husûsda çoklarını geçmiştir. Edeb ve güzel ahlâk timsali idi.

28- Mîr Ali Asgar Mîr Mekhûr: Mîr Mübîn Hân’ın akrabası olup, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetinde kemâle gelip, icâzetle şereflendi. Mürşid-âbâd denilen bölgede insanları irşâd ile vazîfelendirildi. Orada pekçok talebe yetiştirmiştir. Helâl lokma yemek için ticâretle meşgûl olurdu. Ticâretle meşgûl olmasına rağmen, kalbi dünyâ ile hiç meşgûl değildi.

29- Muhammed Hasen Arab: Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin çok kıymetli bir talebesi idi. Hergün binlerce defa Kelime-i tevhîd söyler, İhlâs sûresini okur ve istiğfar ederdi. Devamlı oruç tutardı. Geceleri uyumaz, vaktini ibâdet ve tâatle geçirirdi. Gündüzleri de hocasının sohbetinde bulunup hizmet ederdi. Çok oruç tutması ve çok zikretmesi bereketiyle keşfleri son derece doğru idi. Üç senede tasavvufda yetişip, yüksek derecelere kavuştu. Hilâfet ile şereflenip, kendi memleketinde insanları irşâd etmekle görevlendirildi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri bu talebesi hakkında şöyle buyurmuştur: “Bize bütün ömrü boyunca Allahü teâlâyı arayan ve Allah yolunun mücâhidi olan bir kişi geldi. O da Muhammed Hasen Arab’dır.”

30- Muhammed Kaim Keşmirî: önce Hâce Mûsâ’nın sohbetinde bulunmuştur. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetine kavuşmadan önce çok yer dolaşmış pekçok zâtın sohbetinde bulunmuştur. Geceleri, devamlı ibâdet ve tâatle, gündüzleri de oruç tutarak geçirmiştir. Nefsini ıslah etmek için çok mücâhede yapmıştır. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerini tanıyıp, sohbetine kavuşunca, onun feyzleriyle üç senede kemâle ermiştir.

İcâzet verilip tasavvufda talebe yetiştirmekle vazîfelendirilmiştir. Bir ara Hâce Mûsâ Hân’ı ziyâret için Buhârâ’ya gitmişti. Vardığında Hâce Mûsâ Hân’ı ölüm hastalığında buldu. O Buhârâ’da iken, Hâce Mûsâ Hân vefât etti. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin onun üzerinde yüksek teveccühlerini gördü. Buhârâ’da çok iyi bir kabûl görmesine, oradaki insanların kendisinin Buhârâ’da kalmasını çok arzu etmelerine rağmen, hocası Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine olan derin muhabbeti sebebiyle orada duramadı. Bir defasında şöyle bir rü’yâ gördü, rü’yâsında Medîne-i münevverede bir bahçe gördü. O bahçeden bir nehir, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin bahçesine akıyordu. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin bahçesinde bu nehrin suyu ile ağaçlar yetişiyor ve güller açıyordu. Bu rü’yâsı sebebiyle Peygamber efendimizin kabr-i şerîfini ve Kâ’be-i muazzamayı ziyâret arzusu çok artmıştı. Nihâyet hacca gitti ve; “Benim iki oğlum var, birini Kâ’be’ye, birini de Mescid-i Nebî’ye (s.a.v.) hizmetçi olarak bırakacağım” diye vasıyyet etti.

31- Hâfız Muhammed: önce Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin talebesi Hâce Mûsâ Hân’ın sohbetinde bulundu. Bir ara tasavvufda “Kabz” denilen hâle düşüp, hâlleri bağlandı. Bir türlü “Bast” (yayılma, açılma) hâline dönemedi ve tasavvufda “Fenâ-i nefs” denilen, nefsi ıslah hâline kavuşamadı. Bu hâlde iken rü’yâda Hâce Nakşibend hazretlerini gördü. Hâce Nakşibend hazretleri ona buyurdu ki: “Oğulcağızım bu gayretin daha nedir ki, henüz azdır. Kalbinin düşüncelerden temizlenmesi ve nefsinin ıslah edilmesinin bir zamanı vardır.” Bundan bir müddet sonra Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetine kavuştu. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri ona; “Senin “Kabz” (tutulma) hâlinin kaldırılma zamanı geldi” buyurarak, onun kalbine teveccühte bulundu. Senelerce kavuşamadığı ni’mete, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin bir iltifâtı ile kavuştu. Kalbi feyz ve ma’rifetle doldu.

32- Mevlevi Kutbüddîn: Zâhirî ilimlerde âlim olup, tasavvufda yetişmek üzere önce yedi sene Hâce Mûsâ Hân’ın sohbetinde bulundu. Daha sonra Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetlerine devam ederek, tasavvufda yüksek derecelere ulaşıp kemâle erdi.

33- Mevlevi Gulâm Yahyâ: Âlim, hafız, çok zekî ve faziletli idi. Önceleri Kâdiriyye yolunun büyüklerinden olan bir zâttan feyz almıştı. Daha sonra Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine talebe olup, beş sene hizmetinde bulundu. Tasavvufda yetişip kemâle erdi. Kendi memleketinde, tasavvufda talebe yetiştirmek üzere vazîfe verildi. Memleketinde çok iyi kabûl gördü ve talebe yetiştirdi.

34- Mevlevi Gulâm Muhyiddîn: Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin torunlarından olup, seyyid idi. Aklî ve naklî ilimlerde âlim ve hafız idi. Hadîs ilminde de derin âlim idi. Zâhid, âbid ve mâsivâdan yüz çevirmiş idi. Zamanının âlimlerinden birçok zâtın sohbetinde bulunmuşdu. Ancak tasavvufda bütün makamlara kavuşamamıştı. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin huzûruna gelip, talebe olmayı arzedince, ona Dehlî’de bulunan âlimlerin sohbetine bir müddet daha devam etmesini söyledi. Böylece iki sene daha oradaki âlimlerin sohbetine devam etti. Sonra Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetine gelip, altı sene hizmetinde bulunarak tasavvufda kemâle erdi. Talebe yetiştirmek üzere icâzet ile şereflendi.

35- Mevlevi Naîmullah Behrâyçî: Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin halifelerinin meşhûrlarından olup, aklî ve naklî ilimlerde âlim idi. Zâhirî ilimleri tahsil ettiği sırada, bâtınî ilimlerde de ya’nî tasavvuf ilminde de yükselmeyi arzu ediyordu. Bu sırada bir rü’yâ gördü. Rü’yâsında tasavvuf ilminde de yetişip kemâle ereceği müjdelendi. Bunun ancak yetişmiş ve yetiştirebilen bir mürşid-i kâmilin sohbetinde bulunmaya bağlı olduğu ve henüz kendisi için o vaktin gelmemiş olduğu söylendi. Zâhirî ilimlerin tahsilini tamamladıktan sonra, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin halifesi Muhammed Cemil vasıtasıyla Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerini tanıyıp, sohbetine kavuştu. Dört sene sohbetine devam’ ederek tasavvufda yetişip kemâle erdi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, ona icâzet ve hilâfet verip, kendi vatanında insanları irşâd etmekle vazîfelendirdi. Vatanına gidip bu vazîfe ile meşgûl oldu. Pekçok kimse onun vasıtasıyla hidâyete erdi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, sohbetlerine dört sene devam eden bu talebesine şöyle buyurmuştur: “Senin bizim sohbetimize dört sene devam etmen, başkalarının oniki sene devam etmesine bedeldir. Senin sohbetinin nûru, âlemi aydınlatacak. Sana her iki cihanın fütuhatı ihsân olunacak.”

36- Mevlevi Kelîmullah Nebkâlî: Halîfelerinin meşhûrlarındandır. Tasavvufda yetiştikden sonra icâzetle şereflenip, kendi memleketinde irşâd ile vazîfelendirildi. Kendisi şöyle anlatmıştır: “Benim bu büyükleri sevmeme ve Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine talebe olmama İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât’ını çok okumak sebep oldu.” Yine şöyle anlatmıştır: “Bir rü’yâ görmüştüm. Deniz üzerinde bir gemi içinde idim. Birden bire şiddetli bir rüzgâr esmeye başladı. Sahile ulaşmam mümkün değildi. Çok korktum ne yapacağımı şaşırdım. Bu sırada kulağıma gaybdan bir ses geldi “İmam-ı Rabbanî, sana yardıma geliyor!” dedi. Bundan sonra rüzgâr sâkinleşti. Bindiğim gemi batmaktan kurtuldu. Birkaç gün bu rü’yânın te’sîri üzerimde devam etti.”

37- Mir Rûhulemîn: Sûnî-püt kasabasındandır. Önce Kadirî yolundaki bir zâttan feyz alıp, tasavvufda hâllere kavuştu. Bu ilk hâllerini şöyle anlatmıştır: “Allahü teâlânın ismini zikretmekle öyle bir mertebe ve öyle bir hâl beni istilâ etti ki, her nereye baksam Allahü teâlânın ism-i şerîfini görürdüm. Bir defasında kıble yönünde, bir duvar üzerinde Kâ’be-i muazzamayı açıkça gördüm. Evliyânın rûhlarını da baş gözü ile görürdüm. Fakat henüz kalbimde tam bir itminan hâsıl olmamıştı. Ne zaman ki Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetine kavuştum, o zaman kalbimde itminan hâsıl oldu. Asıl maksada onun sohbetinde kavuştum.” ömrünün sonuna doğru Kur’ân-ı kerîmi ezberlemeye başladı. Henüz tamamlayamadan vefât etti. Bir hadîs-i şerîfte, Kur’ân-ı kerîmi ezberlemekte iken tamamlayamadan vefât edenlere, melek bir elma vereceği, onu koklarken Kur’ân-ı kerîmi tamâmen ezberlemiş olacağı bildirilmiştir. Mîr Rûhulemîn’in oğlu Mîr Gulâm Hüseyn de, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin talebelerinden idi. Babası vefât edince bir rü’yâ görmüştür ve bu rü’yâsını şöyle anlatmıştır: “Büyüklerden vefât etmiş olan bir zâtı rü’yâmda gördüm. Ondan babamın hâlini sordum. “Babam, bizim civarımızda Kur’ân-ı kerîm okutmaktadır” dedi.”

38- Şah Muhammed Şefi’: önce azîz bir zâtın, sonra da Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetinde bulunarak tasavvufda kemâle erdi.

39- Muhammed Vâsıl: önce onsekiz sene bir âlimin sohbetine devam etti. Bu hocasının vefâtından sonra, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetine gidip, tasavvufda kemâle erdi. Vefât edince, Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin kabri yanına defnedildi.

40- Muhammed Hüseyn: Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetinde senelerce bulunup kemâle ermiştir. Tasavvuf hâllerine dalmış olup, âşikâne şiirler okurdu.

41- Şeyh Gulâm Hüseyn Tehânîseri: Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin seçkin eshâbındandır. Fıkıh ilminde de âlim idi. Önce, Şeyh Gulâm Kadir Şah Kâdirî’nin sohbetinde bulundu. Muhammed Mîr ile yedi sene sohbet etti. Şeyhü’ş-şuyûh Muhammed Abid’i görmüştür. Çok zikreder, günde binlerce Kelime-i tevhîd söylerdi. Daha sonra Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetinde bulunarak kemâle erdi. Ömrünü Allahü teâlânın ismini zikretmekle ve Resûlullaha (s.a.v.) tâbi olmakla geçirip, vakitlerini kıymetlendirirdi.

42- Mevlevi Abdülkerîm: Püreb’li olup, önce zâhirî ilim tahsiline başlayıp, bu tahsilini tamamladıktan sonra, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetine giderek tasavvufda yetişti. Kendisine icâzet verilip, memleketinde irşâd ile vazîfelendirildi.

43- Mevlevi Abdülhakîm: Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetinde yetişmiş bir zât olup, mâsivâyı ya’nî Allahü teâlâdan başka herşeyi terketmiştir.

44- Nevvâb irşâd Hân: Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin seçkin talebelerinden olup, güzel ahlâk ile vasıflanmış idi. Hocası Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine karşı derin bir muhabbeti ve üstün bağlılığı vardı. Tasavvufda kemâle erdikten sonra, insanlara doğru yolu anlatmak ile vazîfelendirilmiştir.

45- Gulâm Mustafa Hân: önce Şah Veliyyullah Dehlevî’nin derslerinde ve sohbetinde bulunmuştur. Sonra da Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinden feyz alarak tasavvufda yetişti. İnsanlara hak ve hakîkati anlatmakla vazîfelendirildi.

46- nûr Muhammed Kandehâri: Din ilminde âlim bir zât olup, tasavvufda da yetişip icâzet almıştı. Ancak kavuşmayı arzu ettiği yüksek derecelere Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetinde bulunduktan sonra kavuştu. Kendisi şöyle demiştir: “Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri vasıtasıyla bu yola kavuştum. Muhammed Ma’sûm hazretlerinin ve Hâce Nakşibend hazretlerinin rûhâniyetlerinden yeni bir nisbete ulaştım.”

47- Molla Nesîm: Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin halîfelerinin büyüklerindendir. Onun sohbetinde, tasavvufun bütün derecelerine kavuşup, kemâle gelmiştir. Hocası Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine karşı tam bir ihlâs ile bağlılığı ve derin bir muhabbeti vardı. Hiç bir işini hocasına sormadan yapmazdı. Talebelere ilim öğretmek ve onları tasavvufda yetiştirmekle meşgûl olup, hoş bir ömür geçirmiştir. Memleketinden, her sene hocasını ziyârete gelirdi.

48- Molla Abdürrezzâk: Fıkıh ve usûl ilminde derin âlim idi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin hizmetinde bulunup, tasavvufda yetişti. Tasavvufda talebe yetiştirmek üzere icâzet verildi. Ömrünü, zâhirî ve bâtınî ilimleri öğretmek ve ibâdetle geçirdi.

49- Molla Celîl: Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetinde kemâle erip, tasavvufda talebe yetiştirmek üzere icâzet verildi. Tasavvufda yetişmek arzusu ile huzûruna gelenlerin kalblerini feyz ile doldururdu.

50- Molla Abdullah: ilimde ve edebde üstün bir zât idi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin bereketli sohbetinde kemâle ermiştir. İcâzetle şereflendiken sonra kendi memleketine gidip, irşâd ile meşgûl oldu. Molla nûr Muhammed ile de sohbet etmiştir.

51- Molla Teymûr: Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin sohbetinde bulunarak tasavvufda kemâl derecelere kavuşmuş ve irşâd vazîfesi yapmak üzere icâzet verilmiştir. Molla nûr Muhammed ile sohbet etmiş ve Molla Nesîm’in sohbetlerinde de bulunmuştur. Memleketinde insanlara doğru yolu anlatmak ile meşgûl olmuş, pekçok kimse onun vasıtasıyla tasavvufta yetişmiştir. Ayrıca Eshâb-ı Kirâm düşmanlarından pekçok kimse, onun vasıtasıyla bozuk i’tikâdlarını terkedip, Ehl-i sünnet olmakla şereflenmişlerdir. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin bu talebelerinden başka; Molla Evliyâ, Molla İbrâhim, Şah Lütfullah, Molla Seyfeddîn, Muhammed Hân, Hâce Muhammed Ömer, Hâce Yûnus, Şeyh Kutbuddîn, Şeyh Muhammed Emîn, Şeyh Gulâm Hüseyn gibi pek çok talebesi vardır.

Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, mübârek zevcesini de tasavvufda yetiştirip kemâle ulaştırmıştır. Zevcesine, sâliha kadınlara doğru yolu anlatmak, tasavvufda yetiştirmek üzere icâzet vermiştir. Hanımı, rü’yâsında Peygamber efendimizi (s.a.v.) ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerini görerek feyzlerine kavuşmuştur.

Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin seksenyedi mektûbu ve melfûzâtı “Kelimât-ı tayyibe” denilen kitabı vardır. Mektûplarından ba’zıları şunlardır:

“Allahü teâlâya hamd, Resûlüne salâtü selâm ederim. Kayyûm-i Rabbanî Müceddîd-i elf-i sânî ile Mahbûb-i Sübhâni Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî (r.anhümâ)’den hangisinin daha üstün olduğunu sual ettiğiniz mektûbunuzu okudum.

Kardeşim, üstünlük iki kısımdır: Cüz’î ve külli. Anlaşılıyorki, suâliniz, cüz’î üstünlük için değildir. Külli olan üstünlüğün esâsı ise, Allahü teâlâya yakınlığın daha fazla olmasına bağlıdır. Bu ise bâtına, kalbe âid bir iştir. Aklın burada bir işi yoktur. Belki menkıbelerin azlığı ve çokluğu cevap vermeye kolaylık sağlar ama kesinlik ifâde etmez. Kitabdan, sünnetten ve icmâ’dan bir delîl göstermek, ancak asr-ı saadet ve birinci asır içindir. Siz de biliyorsunuz ki, bu iki büyük o zamandan çok sonra dünyâyı şereflendirmişlerdir. O hâlde dînin üç aslı ve delîli bu husûsta bize cevap olmuyor.

Keşf ise, hatâ ihtimâli taşıyabilir. Muhalife de huccet değildir. Hocalarına muhabbetin aşırılığını taşıyan talebelerin sözlerine de i’tibâr olunmaz.

Bunun gibi bu iki büyüğün üstünlüklerini ve kemâlâtını kuşatacak ve ikisinden birinin diğerinden üstün olduğuna hükmedecek bir keşf sahibi de görünmüyor ve bilinmiyor. O hâlde en sağlam yol, bunu Allahü teâlânın ilmine bırakmak ve bilinmesinde bir fâide bulunmayan, bu husûsta susmaktır. İkisinin de çok büyük ve üstün olduğunu söylemek yeter. Edebi gözetip, bu konuda susmak ve konuşmamak daha iyidir. Bu mes’ele, dinde bilinmesi zarurî şeylerden değildir ki, konuşmak zarurî olsun. Hazret-i Müceddid’e olan büyük muhabbet ve eşsiz aşkımızdan da burada bahsetmek münâsib olmaz. Çünkü söz akıl sahasının dışına çıkıyor. Şiir:

Ne ileri gitmeli, ne de geri kalmalı,
Adımı, gereğinden ileri atmamalı.
Âlem, bütün ezelî cemâlin aynasıdır,
Seyretmeli, fakat konuşmamalı.” (7. mektûp)

“Kardeşim, zamanımız talebesinin zaîfliğinden, evliyâdan keşf ve kerâmet istediklerinden ve birinci asrı göz önünde tutmadıklarından bahseden mektûbunuz geldi. Biliniz ki, başka şeyhlere meyli olan sefihleri, akılsız kimseleri talebe edinmeye lüzum yoktur. Akıllı ve muhlis kimselerden, bu işe tâlib olanları kabûl etmelidir. Üzülmeyiniz. Allahü teâlâ hakîkî hakimdir. Âl-i İmrân sûresi 31. âyetinde meâlen; “Ey Habîbim! Onlara de ki, eğer Allahı seviyorsanız, bana tâbi olunuz. Allah da sizi sever” buyurulması, bütün yollardaki sâliklerin, talebelerin maksadı olan Allahü teâlânın sevgisini ve rızâsını kazanmağı, Peygamber efendimize (s.a.v.) tâbi olmaya bağlı kıldı. O mütehassıs doktor, kulları gaflet ve günâh hastalıklarından kurtarmak için, ilâç ve perhiz yerinde olan emir ve yasakları gönderdi. Bu reçeteyi tatbik edip, uygun ilaçları alan, perhize riâyet eden sıhhat ve şifâ bulur. Kaçınan kendini ziyan ve telef etmiş olur.

Bu reçetenin bir sûreti, bir de hakîkati vardır. Sûreti ile avam müslümanları hareket eder. Bu da, i’tikâdını düzelttikten sonra kitab ve sünnete uygun olarak amel edip, emir ve yasaklara uymakla olur. Karşılığı da Cennetin ni’metleri ve Cehennemden kurtulmaktır. Hakîkati ise havassâ, seçkinlere mahsûs olup, kalblerin nûrlanması, parlaması ve nefslerin tezkiyesi, temizlenmesidir. Bunda bildirilmiş olan sûret bulunmakla beraber, riyâzet ve mücâhedeler de vardır. Burada ele geçen, tecellî ve keşflerdir. Sûrete îmân ve İslâm, hakîkate ise ihsân denir. Nitekim Hadîs-i şerîfde; “İhsân; Rabbine, onu görür gibi ibâdet etmendir” buyuruldu. Hakikatsız sûret, derideki hastalıklara çâre bulmada, çıban ve yaralar üzerine konulan merhem ve ilâçlar gibidir. Yarayı iyileştirir, çıbanı geçirir. Elbette faydasız değildir. Hakîkatin ise, sûretsiz hiç faydası yoktur. Belki o hakîkat değil, mekr-i ilâhîdir. Bundan Allahü teâlâya sığınırız.

Hakîkat, temizlemek, ya’nî hastalıklı, mikroplu, bozuk maddeleri çıkarıp atmak gibidir. Çünkü yerinde kalırlarsa, yine hasta edebilirler. Tam sıhhate kavuşmak, küllî şifâ bulmak, bu iki tedâvinin birlikte yapılmasıyla olur. Bu açıklamadan, Peygamber efendimizin (s.a.v.) tedâvisinin, Eshâb-ı Kirâmın tabiatlarında nasıl sıhhat ve şifâ te’sîrleri yaptığı kolaylıkla anlaşılabilir. Muhakkak ki, o tedâvi ve ilâç, Allahü teâlâyı çok sevmek, bütün gayretiyle Resûlullaha tâbi olmak, tâat ve ibâdetlerden lezzet duymak ve günahları çirkin görüp, nefret etmekten başkası değildi. Bu da onlarda kalblerin huzûru ve nefslerin temizlenmesi te’sîrini yapıyordu. Resûl-i ekremin (s.a.v.) bereketli sohbeti ve İslâmiyet reçetesinin tatbiki ile, bu mertebelere pek kısa zamanda, belki bir anda kavuşuyorlardı. Onlar, daha sonraki asırlarda söylenen zevk ve mevâcidlerden ziyâde, sûret ve hakîkate son derece riâyet ve ihtimâm gösterip, hakîkati koruyan sûreti muhafaza edip, keşf ve kerâmete i’tinâ göstermediler. Bunları kemâlin, olgunluğun îcâb ve şartlarından saymadılar.

O hâlde, tam sıhhate kavuşmak ya’nî Muhammedi nisbet isteyen bir tâlib, Resûlullahın sünnetine uymayı, bütün riyâzet ve mücâhedelerden üstün ve buna âid olan nûr ve bereketleri, bütün feyzlerden efdal bilmelidir. Bütün zevk ve mevâcidlere, bâtın cem’iyyeti ve devamlı huzûr yanında değer vermemeli ve bu öz ve hakîkatlerin elde edilmesine sebep olan büyüğü, Resûlullahın (s.a.v.) vekîli bilmeli, ona canla başla hizmet edip, bu yolda, çocuklar gibi, ele geçen ceviz-meviz gibi şeylerle, tatlı olsa da, yetinmemelidir.

Hadîs-i şerîfi ve fıkıh bilgilerini öğreniniz. Âlimlerin sohbetine devam ediniz. Amellerinizi Allahü teâlânın habîbi olan Peygamber efendimize (s.a.v.) ittıbâ’, uymak niyetiyle yapınız.” (21. mektûp)

Yine şöyle buyurdu: “Namaz kılarken Allahü teâlâyı görmek mümkün değil ise de, görür gibi bir hâl hâsıl olmaktadır.”

Büyük halifesi Abdüllah-ı Dehlevî hazretleri “Mektûbât” kitabının sekizinci mektûbunda şöyle buyuruyor: “Bâtındaki nisbetin, ya’nî kalbindeki bağlılığın artmasına çalış! Allah ismini, ba’zan Kelime-i tehlîli çok zikrederek, ba’zan salevât okuyarak, Kur’ân-ı kerîm okuyarak, Allahü teâlâya yaklaşmağa uğraş! Bu çalışmalarda gevşeklik olursa, bu fakirin rûhaniyetine teveccüh ediniz! Yâhud Mirzâ Mazhar-ı Cân-ı Cânân’ın kabrine geliniz. Ona teveccüh edince; çok terakkî edilir. Ondan hâsıl olan fâide, bin dirinin fâidesinden daha çoktur. Gavs-üs-sakaleyn Abdülkâdir-i Geylânî ve Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî hazretleri ile de murâkabe ediniz!”

Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri buyurdu ki: “Her kim ki dünyâya düşkün olanlar arasına karışırsa, sohbetin bereketlerine ve tasavvufun nûrlarına kavuşamaz! Bir kimse dünyâya düşkün olanlar arasına ihtiyâç olduğu kadar karışır ve hâlis niyetle ve bâtınî nisbetini muhafaza ederek aralarında bulunursa zararı yokdur.”

“Dünyâ mel’ûndur ve dünyâda olan şeylerden Allah için yapılmayanlar da mel’ûndur. Allahü teâlânın sevgisi ile dünyâ sevgisi bir araya gelmez. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için mâsivâyı ya’nî Allahü teâlâdan başka herşeyi ve bütün maksatları terketmek lâzımdır.”

Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin kendi eshâbına, talebelerine nasîhatları şöyledir:

“Takvânın ve vera’ın (haramlardan ve şüpheli şeylerden sakınmanın) yolu, Resûlullaha (s.a.v.) mütâbeat, uymak ve onun bildirdiklerini candan kabûl etmektir. Kendi hâlinizi, kitab ve sünnette bildirilen husûslar ile karşılaştırınız. Eğer hâliniz, kitab ve sünnette bildirilen husûslara ya’nî dînin emirlerine uygun ise makbûldür. Uygun değilse merdûddur, reddedilecekdir. Ehl-i sünnet ve cemâat i’tikâdı üzere olmak lâzımdır.”

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1034

2) Makâmât-ı Mazhariyye sh. 20 vd.

3) Hadâik-ül-verdiyye sh. 201

4) İrgâm-ül-merîd sh. 58

5) Hadîkat-ül-evliyâ sh. 118

6) Reşehât zeyli sh. 83

7) Câmi’u kerâmât-il-evliya cild-1, sh. 129

8) Sefînet-ül-evliyâ cild-2, sh. 343

9) Hadîkat Ün-nediyye sh. 16

10) Rehber Ansiklopedisi cild-11, sh. 295