KÂDI-ZÂDE

Anadolu’da yaşayan Osmanlı âlimlerinden. İsmi Ahmed Emîn bin Abdullah olup, 1133 (m. 1720) târihinde doğdu. 1197 (m. 1783) senesinde de vefât etti. “Birgivî Vasıyyetnamesi”ni şerh etti. “Birgivî şerhi” ismiyle meşhûr “Ferâid-ül-Fevâid fî beyân-il-Akâid” kitabını yazdı. İkisi de çok kıymetli kitaplardır.

Ahmed Emîn bin Abdullah, Birgivî Vasiyyetnamesi isimli kitabın şerhinde; “Meyyit için iskat” bahsinde buyuruyor ki:

İskatta bulunan fakirlerin nisaba mâlik olmaması şartdır. Meyyitin akrabasından olsa caizdir. Fakire verirken; “Falancanın şu kadar namazının İskatı için, şunu sana verdim” demesi lâzımdır. Fakir de; “Kabûl etdim” demelidir ve altınları alınca, kendinin mülkü olduğunu bilmesi şarttır. Bilmezse, önceden öğretmelidir. Bu fakir de lütf edip, kendi isteği ile; “Falancanın namazının iskatı için, bedel olarak şunu sana verdim” diyerek başka fakire verir. O fakir de, eline alıp “Kabûl etdim” demelidir. Alınca, kendi mülkü olduğunu bilmelidir. Emânet, ödünç gibi alırsa devr kabûl olmaz. Bu ikinci fakir de; “Aldım, kabûl etdim” dedikden sonra; “Ol vech ile sana verdim” diyerek üçüncü fakire verir. Böylece namaz, oruç, zekât, kurban, sadaka-i fıtr, adak ve kul hakları, hayvan hakları için devr yapmalıdır. Fâsid ve bâtıl alış-veriş de, kul hakları içindedir. Yemîn ve oruç keflaretleri için devr yapmak caiz değildir.

Ondan sonra, altınlar hangi fakirde kalırsa, lütfedip, arzusu ve rızâsı ile, velîye hediye eder. Velî alıp, kabûl etdim der. Eğer, hediye etmezse, kendi malıdır, zor ile alınmaz. Velî bir miktar altım veya kâğıd para veya meyyitin eşyasından bu fakirlere verip, bu sadaka sevâbını da meyyitin rûhuna hediye eder. Borcu olan fakir ve baliğ olmamış çocuk devr yapmağa katılmamalıdır. Çünkü, borçlunun, eline geçen altınlar ile borcunu ödemesi farzdır. Bu farzı yapmayıp, altınları meyyitin keffâreti için yanındaki fakire hediye etmesi caiz olmaz. Devr kabûl olur ise de, kendisi hiç sevâb kazanamaz. Hattâ günaha girer.

Aynı kitabın kıyâmet alâmetleri kısmında buyuruluyor ki: Kıyâmet alâmetleri çokdur. Niceleri görünmüştür. Allahü teâlânın yardımı ile birkaç tanesini bildirelim. Böylece öğrenilmiş, dünyâ hâli ve insanların durumu anlaşılmış olur.

Allahü teâlâ Enbiyâ sûresinin 1. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruyor ki: “İnsanların hesabları yaklaştı, hâlbuki onlar gaflet içinde olduğundan nasihat ve tâatten kaçınıyorlar.” İmâm-ı Buhârî İbn-i Ömer’den “radıyallahü anhümâ” bildirir Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Geçmiş ümmetlerin zamanlarına kıyas ile sizin zamanınız, ikindi vaktinden akşama kadar olan vakit gibidir.” Meselâ bütün ümmetlerin ömrü bir gün farz olunsa, ikindi zamanına kadar diğer ümmetlerin zamanları idi. İkindiden akşama kadar ümmet-i Muhammed’in zamanıdır. Akşam vakti kıyâmetin başlangıcıdır. Ertesi sabah kabirden kalkmanın evvelidir.

Kıyâmetin yaklaştığına delîl çokdur. Ba’zıları şunlardır: Cahillik çok olup, ilim az olmak. Câhiller başa geçip, cahillikleri ile insanlara hükmetmek. Hâkimlik, müderrislik ve müftîlik gibi emânetler sahiblerine verilmemek. Âlimlerde zulüm ve fısk olup, ibâdet edenler câhil olmak. Zararından kurtulmak için, insanlara ikram olunmak. Erkek, karısına uyup, anasına-babasına muhalefet ve isyan etmek. Sonra gelenler, önce gelmiş olanlara câhil ve bir şey bilmezlerdi, demek. Emîn, güvenilecek kimseler azalıp, filân mahallede bir emîn kimse var imiş diye söylemek. Filân kimse akıllı ve nâzik kimsedir dediklerinde, aslında o kimsede zerre kadar îmân bulunmamak. Bid’atler çıkıp, sünnet terk olunmak, insanlarda sevgi kalmamak. Doğru söyleyene insanlar kızıp, onu başlarından koğmağa, işinden ayırmaya çalışmak. Gençler fâsık olup, kadınlar işi azıtmak. Emr-i ma’rûf ve nehy-i münker terk olunup, günahla emir olunup, iyilikten nehyolunmak. Dîne âit işler ayıp sayılıp terk olunmak. Günah olan şeyler yapılıp âdet olmak. Âlimleri bırakıp, câhillere uymak.

Âhıret yolundakilere vasıyyet: Burada çok önemli vasıyyetler anlatılır. Şüphesiz hepimiz bu dünyâda misâfiriz. Yolcuyuz, geldik gidiyoruz. Herkes bilir ki, yolcunun azığa ihtiyâcı herkesten daha fazladır. Âhırete âit azık, insan için en önemli maksattır. Çünkü gereği ile amel etmek, bütün müslümanlar için, en önemli ve en lüzumlu şeydir. Kardeşlerime ve evlâdıma, eshâbıma ve bütün müslümanlara vasıyyetim ve nasihatim, Allahü teâlânın emrettiği şeyleri yapsınlar. Üzerlerine farz veya vâcib olanları, uğraşıp yerine getirsinler. Kazaya kalmış namazlarını kılsınlar.

İlmihâlini öğrenmek herkese farz-ı ayndır. Çalışıp bunları öğrenmelidir. Öğrendikleri ile amel etmelidir. Ehl-i sünnet mezhebini ve i’tikâd bilgilerini ehlinden öğrenip i’tikâd etmek, îmânı olan herkese farzdır. Bu ilmi öğrenmelidir. Câhil kalmamalıdır. Çünkü dînin emirlerine uymayan i’tikâdın zararı büyüktür. Özellikle zamanımızda bid’atler yayıldı. Ehl-i sünnet i’tikâdını bilenler azaldı. Cahillik bütün dünyâyı kapladı.

Ehl-i sünnete uygun i’tikâd ettikten sonra, kötü huy ve ahlâklardan sakınacak kadar ilmi, güzel ahlâk ile ahlâklanacak kadar bilgisi olmak, erkek olsun kadın olsun bütün mü’minlere farzdır.

İlmi ile amel eden âlimlerin meclisinde bulunsunlar. Böyle meclislerden ilim öğrenip câhil kalmamalıdır. Şeytanlara uymamalıdır. Ebû Hüreyre (r.a.) buyurdu ki: “Bir saat ilim meclisinde bulunup, dîninde lâzım olanları öğrenmek, bana, Kadr gecesini ihyâ etmekten sevgilidir, İbn-i Mâce’nin Ebû Zer’den bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Ey Ebû Zer, sabahleyin ilim meclisinde bulunup Kur’ân-ı kerîmden bir âyet-i kerîme öğrenmen, yüz rek’at namaz kılmaktan hayırlıdır. Sabahleyin gidip üstâddan, din ilimlerinden bir çeşit ilim öğrenmek, onunla amel olunsun veya olunmasın bin rek’at namaz kılmaktan hayırlıdır” buyuruldu. Bir çeşit demek, bir mes’elede olsa demeği içine alır. Amel olunsun veya olunmasın demek, bu mes’ele şu anda sana lâzım olsun veya olmasın demektir.

İlim kadar büyük bir şey yoktur, öğrenmesi ve öğretmesi kadar büyük ibâdet yoktur. Çalışıp, faydalı ilim, sâlih amel ve güzel ahlâk sahibi olmalıdır. Tirmizî, İbn-i Abbâs’dan bildirdi ki: “Resûlullah (s.a.v.) bir kimseye nasihat edip buyurdu ki: “Beş şeyden önce beş şeyin kıymetini bil. İhtiyârlık gelmeden önce gençliğin kıymetini bil.” Zîrâ her kemâl gençlikte elde edilir, ilim ve amel gibi. Bedenin kuvveti kemâlde iken, tâat ve ilim kazanılır, ihtiyârlık zamanında zaiflik, hastalık ve dermansızlık bulunduğundan ibâdet için kudreti olmaz, pişmanlıktan başka elinden birşey gelmez. “Hastalıktan önce sıhhatinin kıymetini bil.” Sıhhat ve afiyet zamanını ni’met bilip, ilmi ve ameli çok yap. Çünkü hastalık bunlara mâni olur. “Fakirlikten önce zenginliğin kıymetini bil.” Malın ile iyilik edip, mal ile ibâdet eyle. Böylece âhırette çok sevâb ve ecir bulursun. “Meşgûliyetten önce, boş vaktinin kıymetini bil.” Boş vakitlerinde din ilimlerini öğrenmeğe ve sâlih ameller etmeğe uğraş. Çoluk-çocuk ve diğer işler seni meşgûl etmeden önce, ma’rifet ve kemâle ve sâlih amelleri işlemeğe gayret et. Abdullah bin Abbâs’dan (r.a.) İmâmı Buhârî’nin bildirdiği hadîs-i şerîfte; “İki büyük ni’met vardır ki, onlarda çok kimseler aldanmıştır. O ni’metlerin kıymetini bilmezler. Biri beden sıhhati, diğeri boş vakti olduğu zamandır” buyuruldu. Bu iki ni’met elden çıkınca, bunları ilme ve amele vermediklerine pişman olurlar. Nitekim diğer bir hadîs-i şerîfte; “Cennette bulunanlar, dünyâda iken, ibâdet ve hayırlı bir iş yapmadıkları zamandan başkasına acımazlar” buyuruldu. “Ölümden önce hayâtının kıymetini bil.” Hayâtında, ya’nî hiç fırsat kaçırmadan din ilimlerini öğrenmeğe ve sâlih amel yapmağa çok gayret et. Zîrâ ölüm gelince, insan din ilimlerinden ve sâlih ameller işlemekten kesilir. Mü’minin herbir nefesi öyle kıymetli bir cevherdir ki, onun ile Cennet derecesine kavuşabilir. Âhıretini düşünen akıllı bir kimse, herhalde âhıret derecelerine kavuşmağa ve yüksek mertebelere sâhib olmağa çalışır.

Çocuk Terbiyesi: Oğlanları ve kızları yedi yaşında namaza başlatmalıdır. On yaşına girince namaz kılmazsa dövmelidir. Hadîs-i şerîfte; “Evlâdınıza yedi yaşında iken namaz kılmayı emrediniz. On yaşında döverek kıldırınız” buyurulmuştur. Bunun gibi çocuklarını küçükten ilim meclisine, sâlihlerin sohbetine, cömertliğe ve diğer güzel ahlâklara, sâlih amellere alıştırmalıdır. Böylece daha küçükken huy edinirler, alışırlar ve büyüdükleri zaman da, dünyâda müslümanlar tarafından övülür, Allahü teâlâ katında makbûl olup âhırette sa’îd ve sıddîklarla bulunurlar. Çocuklarını nazlamamalı, şımartmamalı, yüzvermemelidir. Ara sıra azarlamalıdır. Çünkü anne ve baba çocuklarına çok yakınlık gösterirse, her sözlerini kabûl, her istediklerini verirse, büyüyünce küstah, bencil ve kibirli olur”. Her yerden zevkini elde etmeğe çalışır.

Küçük çocuklara süslü elbiseler ve ziynet eşyası ile süs yapmamalıdır. Çünkü büyüdüğü zaman süslü ve kıymetli elbise bulamazsa aza kanâat etmek güçlerine gidip, Allahü teâlânın ihsân ettiği ni’mete aşağılık gözü ile bakar, küfrân-ı ni’met etmiş olur.

Çocuklarını küçükten hocaya verip, hocanın azarlamasını, sıkıştırmasını, çocuğu için ni’met ve fayda bilmelidir. Çocukları gücenip, korkup hocadan kaçarlarsa, kızıp tekrar hocaya göndermelidir. Kendi keyiflerine göre hareket ettirmemelidir. Çocuklarına uyup, hocaya kızıp, alıp başka hocaya verip, çocuklarımızı azarlamasınlar şeklinde düşünerek, çocuklarını korur ve hatırlarını gözetirlerse, çocukları büyüyünce haşin ve kibirli olup, hoca ve ilim kıymeti bilmez olurlar. Ara sıra azarlamalı, gerekirse dövmeli ve böylece çocuğun tabiatında bulunan haşinlik, küstaklık ve diğer kötü huyları gidermeğe gayret etmelidir. Ancak bu yolla tabiatları latif, huyları güzel, sözleri tatlı, hareketleri hoş, amelleri sâlih ve niyetleri iyilik olur. Dünyâ ve âhırette, şeref ve izzet, letâfet ve saadet ni’metlerine kavuşurlar.

Ana-baba terbiyesinin çocuklara etkisi büyüktür. Çocuklar bülûğa erişince evlendirmelidir. Hadîs-i şerîfte; “Sizin kötünüz, bekâr olup evlenmiyeninizdir” buyuruldu. Ne olursa olsun, çocukları dinin emirlerine uygun terbiye etmelidir.

Bunun gibi muallim, talebesini oğulları gibi terbiye etmeli, korumalıdır. Çünkü onlar da ma’nevî oğullarıdır. Abdullah bin Abbâs (r.anhümâ) buyurdu ki: “İnsanlardan en çok sevdiklerim talebelerimdir. İnsanlar arasından gelip, dersimde bulunup, benden ilim öğrenirler. Elimden gelse üzerlerine sinek kondurmazdım” Talebesine kibirlenmeden dâima yumuşaklıkla muâmele etmelidir. Bir hadîs-i şerîfte, “Rıfk ile öğretiniz. Sert ve şiddet göstermeyiniz. Rıfk ile öğreten, sert yapandan hayırlıdır” buyuruldu. Bunun gibi, kendinden ilim öğrenenlere dâima nasihat etmeli, dünyâdan soğutup, âhıret saadetine yol göstermelidir.

Dâima istiğfar etmelidir. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki “Her hastalığın ilâcı vardır. Günah hastalıklarının ilâcı ancak istiğfardır. İstiğfar etmeğe devam edenleri, Allahü teâlâ dünyâ belâlarından, gam, üzüntü ve elemlerden kurtarır. Ummadığı yerlerden rızkını verir ve dâima istiğfar edenler, elbette kurtulur. Malında bereket olur. Evlâdı çok, rızkı geniş olur.”

“Elhamdü lillâhi ale’t-tevfîk” sözünü dilinden eksik etmemelidir. Ya’nî bütün hamd ve senalar Allahü teâlâya mahsûstur. Tevfîk üzerine ki, bizi îmâna ve İslama muvaffak edip, tâat ve ibâdet etmeyi bize nasîb eyledi. Fısk ve fücur sahiblerinden etmedi. Câhillerden eylemedi. “Vestagfirullah min külli taksir” sözüne de devam etmelidir. Ya’nî her bir günahdan dolayı Allahü teâlâdan mağfiret isterim. Böyle mübârek duâyı dillerden eksik etmemelidir. İstiğfarın en büyüğü olan Rabbena âtinâ....yi ve buna benzer duâları çok okumalıdır. Gâfil durmamalıdır.

Son nefes ve ölüme dâir vasiyyetler: Burada anlatılacak mes’eleler, rûhu teslim etmek yaklaşıp, âhırete gitmeye hazırlananlara ve rûhu teslim ettikten sonra, ölülere âit vasıyyetler ve emirlerdir. Herkesin bilmesi ve gereği ile amel etmesi vâcibdir.

Hepimiz bu fâni dünyâda misâfiriz, yolcuyuz. Âhıret yolcusuyuz. Kimse bu dünyâda kalmaz. Bu dünyâdan çok kimseler gitti. Adları, nişanları kalmadı. Kimi, sultan olup, ihtişam içinde yaşayıp, bu memleketler ve ülkeler ve bu saltanat benimdir derdi. Onların da hizmetçileri, malları, hazîneleri, memleketleri ve mülkü kendilerine fayda vermedi. Hepsini burada bırakıp, ameli ile gittiler.

Bu dünyâda iki kısım akıllılar, iyilikle anılır. Amel defterleri sevâbla dolu olup, her an rûhları rahmet ve mağfiret ile şad ve mesrûr olur. Bir kısmı, dünyâda Allahü teâlânın kullarına ilim öğretirler. Doğru din kitabı yazarlar. Onların rûhları kıyâmete kadar iyilikle anılır. Sevâblar ile dâima mesrûr olur. Allahü teâlâ onlara rahmet eylesin! Bu âlimlerin şeref ve izzeti başkalarında yoktur. Çünkü bunların adları kitablarda anılır. Rûhları a’lâ-i illiyyînde, yüksek makamlarda, peygamberlerin (a.s.) meclislerinde bulunur. Onların sohbetlerinin şerefi ile şereflenirler, ilimleri ve yazdıkları kitapları, dünyâda kalıp, îmân sahipleri o kitablardan istifâde edip, her iki dünyânın şeref ve izzetine ve ebedî saadete kavuşurlar. Cennetin yüksek derecelerine ulaşırlar.

Bir kısmı da, bu fânî dünyâda iyi evlâd bırakıp, onların iyi duâları ile sevâbları artar. Adları iyilikle anılır, rûhları şad olur. Yahut mal ve paraları ile hayrat ve iyi işler yapar. Câmi, mescid, medrese ve diğer hayırlı işler gibi işler yapıp giderler. Hayratları durdukça, sevâbları artar. Rûhları hayır duâlarla sürûr içinde olur. Adları iyilikle anılır.

Akıllı olanların, bu geçici dünyâda hayırlı bir eser bırakıp, adlarının iyilikle anılmasını, rûhlarının şad olmasını istemeleri gerekir.

Hastalığım artınca hatırımı sormağa gelen din kardeşlerim, İhlâs sûresini okumayı bana hatırlatsın, telkin etsinler. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “Ölüm hastalığında İhlâs sûresini okuyan, mezarda fitne görmez. Kabir sıkmasından emîn olur. Melekler onu, elleri ile getirip sırattan Cennete götürürler.” Bunun gibi, “Yâ Rabbî! ölümün sekerâtı ve zorlukları için bana yardım et” hadîs-i şerîfini telkin etsinler. Resûlullah (s.a.v.) dünyâdan Cennete gidecekleri zaman böyle duâ ettiler.

Mü’minlerin annesi hazret-i Âişe (r.anhâ) buyurdu ki: “O esnada, Resûlullahın (s.a.v.) yanında bir tas su koydular. Suyu alıp, yüzüne sürerdi ve şöyle duâ ederdi. “Yâ Rabbî! Beni mağfiret et, bana acı ve beni refîk-i a’lâya ulaştır.” Bu duâ O’nun (s.a.v.) son duâsı oldu. Önceleri âhırete kolaylıkla gidenlere gıbta ederdim. Resûlullahın (s.a.v.) vefâtını görünce, kolay gidenlere gıbta etmedim.”

Allahü teâlânın rahmetini ve recâya âit âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfleri hatırlatsınlar. Meselâ; “Allahü teâlânın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. O bütün günahları mağfiret eder. Elbette ki O, mağfiret ve merhamet edicidir” âyetleri gibi âyet-i kerîmeleri okuyup, açıklasınlar. Rahmet ve şefâata âit hadîs-i şerîfler ve Eshâb-ı Kirâmın “aleyhimürrıdvân” sözlerinden ve menkıbelerinden anlatıp, îzâh etsinler.

Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Ölüm zamanında Allahü teâlâya hüsn-ü zan ederek can veriniz”

Âlimlerimiz buyurdu ki: “İnsan gençken, sağlamken korkusu ümidinden çok olmalı, ölüm zamanında ümidi korkusundan çok olup, Allahü teâlâ küçük-büyük bütün günahlarımı af ve mağfiret eder, diye zan ederek rûhunu teslim eylemelidir. Zikr ile meşgûl olup, başka bir şey aklına getirmemelidir.”

Bunun gibi, yanımda bulunan dostların, yapmış olduğum iyilikleri söyleyip; “Senin şöyle şöyle sevâbların vardır. Allahü teâlâ sana rahmet ve mağfiret eder” desinler.

Eğer üzerinde, Allahü teâlânın ve kulların haklarından bir şey yok ise, vasıyyet etmek müstehabdır. Varsa vasıyyet vâcibdir. Acaba zamanımızda hiçbir kimse var mıdır ki, bu iki kısım hakkı hayatta iken yerine getirmiş ve bütün ömründe sâlih ameller yapıp, bu hakların hepsini eda etmiş olsun. Çok kimseler vardır ki, âhırete giderken, dîne uygun olmayan şekilde vasıyyet edip günah işliyerek can verir. Dîne uygun vasıyyetler, burada anlatılanlardır. Hadîs-i şerîflerde geldi ki: “Bir mü’minin vasiyetsiz iki gece geçirmesi helâl değildir.” Dîne uygun vasıyyet edip, can veren millet-i Muhammediyye, sünnet-i nebeviyye üzerine can verip, saâdet-i ebediyyeye ve Muhammed aleyhisselâmın şefaatine kavuşur. Vasıyyetsiz giderse, Allah korusun, günah üzere can verip, rûhlar âleminde konuşmasına izin verilmez.

Kelime-i şehâdeti telkin etsinler. Sünnet olan esas telkin budur. Hadîs-i şerîflerde; “Ölümü yaklaşanlarınıza Kelime-i şehâdet telkin ediniz, hatırlatınız” buyuruldu. “Yanımda işitecek kadar söyleyip; “La ilahe illallah Muhammedün resûlullah, Eşhedü en lâ ilahe illallahü vahdehû lâ şerikeleh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh” desinler.” Kelime-i şehâdeti söyle diye zorlamasınlar. Bir kere olsun dersem, ne güzel! Demezsem o sekerât ve ağır zamanda söylemek için ısrar etmesinler. Zîrâ sağlam iken her zaman söylediğim Kelime-i şehâdet yeter, ölüm ânı, diğer zamanlara benzemez. O zaman insan neler görür. Ne ağrılar, ne acılar çeker. Ölüm acısı, bin kılıç darbesinden, ya’nî yarasından acıdır.

Kelime-i tevhîdi söyledikten sonra, başka şey konuşursam yeniden Kelime-i tevhîdi telkin etsinler. Söylemezsem o da yetişir. Böylece son sözüm Kelime-i tevhîd olsun. Nitekim hadîs-i şerîfte; “Bir kimsenin son sözü; “Lâ ilahe illallah” olsa, Cennete girer” ve “Can verirken bir mü’min “La ilahe illallah” derse, canı rahat bulur, yüzü nurlu olur. Can verme acısını duymaz. Kendine neş’e ve sürûr verdiren rahmet meleklerini görür. Âhırette ona nûr olur” buyuruldu.

Yanımda bulunan dostlarım, din kardeşlerim, kalb ve dilleri ile bana iyi duâ edip, saadet ve imânla gitmem için Allahü teâlâya yalvarsınlar. Yaptıkları bu duâya, orada bulunan melekler; “Amîn!” derler. Bu zaman duâ ve yalvarma zamanıdır. Boş oturmağa ve durmağa gelmez. Yanımda dünyâ işlerinden konuşmasınlar. Hep Allahü teâlânın rahmetinin genişliğinden ve mağfiretinin bolluğundan, Resûlullahın (s.a.v.) şefaatinin çokluğundan konuşsunlar. “Şefaatim, ümmetimden büyük günahlılar içindir” hadîs-i şerîfi gibi.

Tövbe etmeyi hatırlatsınlar, istiğfar etmeyi de söylesinler. Zîrâ hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Allahü teâlâ, can boğaza varıncaya kadar, mü’minin tövbesini kabûl eder.” Yanımda; “Bütün günahlara tövbe ettim, pişman oldum, Allahü teâlâya sığındım, estagfirullahel azîm” desinler. Belki ben de onlara katılır, tövbe ve istiğfar ederim.

Bedenimi temizlemeyi başımı kazımayı, koltuk ve kasık kıllarımı yolmayı ve traş etmeyi, bıyık kırkmayı, sakalım traş olmuşsa, koyuvermeyi, tırnak kesmeyi ve diğer sünnet olan şeyleri hatırlatsınlar. Çünkü bunlar hayatta iken olur. Öldükten sonra yapılmaz. Mü’minlerin sağlığında süsleri olup, öldükten sonra bunlara ihtiyâç yoktur.

Mümkünse gusl ettirsinler, değilse abdest aldırsınlar. Bu da mümkün olmazsa teyemmüm ettirsinler. Şerhi’s-sudûr kitabında, ölüm hastalığı zamanında söylemesi faydalı olan sözler kısmında diyor ki: “İmâm-ı Mücâhid (r.a.) buyurdu ki: “İbn-i Abbâs (r.a.) bana nasihat edip; “Sakın abdestsiz uykuya yatma. Zîrâ rûhlar hangi hâlde alınırsa, kıyâmet günü o hâlde dirilir” buyurdu. Yine aynı kitabda şöyle anlatılır: “Hazret-i Enes’den İmâm-ı Taberânî’nin bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Can alıcı melek kendisine geldiği zaman abdestli bulunan kimse, şehîdlik mertebesine kavuşur” buyuruldu.

Kıbleye döndürüp, sağ tarafıma yatırsınlar. Çünkü melekler o taraftan gelirler. Yanımda güzel kokulu buhur yaksınlar, yüzümün kıbleye karşı olması ve sağ tarafıma yatmam sünnettir. Çünkü mezarda böyle yatacağım. Sonra gelen büyük âlimler buyurdu ki: “Arkası üzerine yatıp, ayakları kıbleye doğru uzatıp, başı biraz yüksek olmalıdır. Başının yüksek olması yüzünün kıbleye gelmesi içindir. Bu da caizdir ve can vermek bu şekilde daha kolay olur.”

Yâsîn sûresini okusunlar. Şerhi’s-sudûr kitabının, ölüm hastalığı kısmında yazıyor ki “Resûlullah; “Ölüm hâlinde olanların yanında Yasin okuyunuz” buyurdu.

Ölürken yanıma kadın ve çocuk koymasınlar. Ağlayıp, inleyip feryâd etmesinler. Sâlih din kardeşlerim yanımda bulunsunlar. Kalbleriyle teveccüh edip, bu fakir için selâmet, îmânla gitmek ve şeytanın şerrinden kurtulmamı dilesinler. Allahü teâlâ hepimizi şeytanın şerrinden emîn edip, îmân ve İslâm, selâmet ve saadet ile can vermemizi nasîb etsin. Yâ Rabbi! Bu duâyı, peygamberlerin efendisi olan Habîbi’nin (s.a.v.) hürmetine kabûl eyle, âmin!”

Rûhum kabzolunca gözlerimi kapayıp, çenemi bağlasınlar. Çünkü müstehabdır. Bir kaba buhur koyup, üç, beş veya yedi kere etrâfımda döndürsünler, ölüye ikram ve kötü kokuları gidermek için yapılması müstehabdır. Lütfedip güzel kokulardan kullansınlar.

Burada bir miktar nasihat etmek, bilgi vermek icâb ediyor. Can verme ve rûha âit bilgileri tefsîr ve hadîs kitablarını okuyamıyan din kardeşlerim, bu bilgilerden mahrûm kalmasınlar. Âhıret için çalışıp, dünyâya bakıp aldanmasınlar. İlmihâllerini, güzel ahlâkı, sâlih amelleri ve diğer iyi işleri yapmağa çalışsınlar. Burada anlatılan hadîs-i şerîfler ve diğer bilgiler Şerhi’s-sudûr kitabından alınmıştır.

Aklı olan herkes, her canlının öleceğini bilir, ölüme hiçbir çâre ve ilâç olmaz. Nitekim şiirde şöyle denilmiştir: “Doktorlara ne oldu ki, hastaların hastalıklarına ilâç edip sıhhatine sebeb olduğu hastalıktan kendileri can verirler, ilâç veren doktorlar, iyileşen hastalar, uzak memleketlerden ilaçları getiren tüccârlar, eczacılar ve ilâç satın alanlar, ölüme çare bulamayıp, canlarını verdiler.”

Dünyâda hükümdâr olup hesâbsız hazînelere, askerlere, nice memleketlere ve bütün cihâna hükmedenlerin hiçbiri ölüme çâre bulamayıp, sonunda can vermişler, mezârları bile unutulmuştur. Aklı olan bunların hâllerinden ibret alıp, her çeşit tâat, ibâdet ve iyi işler ile meşgûl olur, çok yapmağa çalışır. Dünyânın geçici süsüne aldanmaz, onu istemez.

Şerhi’s-sudûr kitabının, ölüm korkutucusu bölümünde şöyle yazılıdır Peygamberlerden “aleyhimüsselâm” biri, Melekü’l-mevt’e ya’nî can alıcı meleğe; “Senin haber vericilerin var mıdır? insanlar senin geleceğini onlarla anlasınlar, günahlardan sakınıp, ölümden korksunlar” dedi. Melekü’l-mevt dedi ki: “Benim çok habercilerim vardır. Bütün hastalıklar ve ağrılar ve ihtiyârlık benim habercilerimdir. Bir kimse bunlardan ibret almazsa, tövbekâr olmazsa, ona geldiğim zaman; “Sana birbiri arkasından haberciler gelmedi mi? Niçin uyanmadın? Ben bir haberciyim ki, benden sonra sana haberci gelmez” derim.”

Aynı kitapta, son nefeste îmânla gitmenin alâmetleri kısmında diyor ki: “Enes’den (r.a.) İmâm-ı Tirmizî ve Hâkim’in bildirdikleri hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâ bir kuluna iyilik yapmak isterse, onu, meşgûl eder” buyuruldu. Ne şekilde meşgûl eder diye sorulunca; “Ölmeden önce sâlih ameller yapmayı tevfîk eder” buyurdu.

Ölüm hâli kısmında der ki: Allahü teâlâ şöyle buyurdu: “Ben bir kuluma âhırette rahmet etmek dilesem, onun günahlarının cezasını ona dünyâda çektiririm. Bedenine hastalık, çoluk-çocuğuna musibet, veririm. Rızkını ve geçimini dar ederim. Bundan sonra yine günahları kalırsa, ölümü ona şiddetli ve zor ederim. Böylece âhırete günahsız olarak gelip, rahmetime ve yüksek derecelere kavuşur. İzzetime yemîn ederim ki, bir kuluma azâb etmeyi dilesem, onun iyiliklerinin karşılığını dünyâda veririm. Bedenini sağlam, rızkını ve geçimini geniş ederim. Çoluk-çocuğuna emniyet ve rahat veririm. Bundan sonra yine iyiliği kalırsa, ölümü ona kolay ederim. Böylece bütün iyiliklerinin karşılığını görüp, âhırete sevâbsız gelir ve yeri Cehennem olur.”

Yine aynı kısımda, Nevâdir-ül-Usûl’de bildirir ki: Selmân-ı Fârisî’nin (r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Ölüm hâlinde olanın üç şeyine bakınız ve dikkat ediniz: Alnı ve yanakları terlerse, gözlerinden yaş akarsa ve burun delikleri şişip açılırsa, ona Allahü teâlânın rahmeti inmiştir. Genç deve gibi harlarsa, yüzünün rengi çok solarsa ve ağzının yanları köpürürse, ona Allahü teâlâdan azâb inmiştir” buyuruldu.

Aynı kitabda, can almağa gelen melekleri ve hâllerini kısaca anlattığı yerde yazıyor ki: Câbir bin Abdullah buyurdu ki: Bir kimse Resûlullaha (s.a.v.) Allahü teâlânın, Yûnus sûresi 64. âyet-i kerîmesinde buyurulan;

“Dünyâda ve âhırette onlar için müjde vardır” meâlindeki müjdeyi sordu. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Dünyâdaki müjde, mü’minlerin güzel rü’yâlar görmesi ve buna sevinmeleri, âhıretteki müjde, ölüm zamanında kendisine; “Allahü teâlâ seni mağfiret etti ve seni mezara kadar götürenleri de mağfiret etti diye verilen müjdedir.” İmâm-ı Mücâhid, Allahü teâlânın Fussilet sûresi 30. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Rabbimiz Allahü teâlâdır deyip, sonra istikamet üzere olurlar” bildirilen müjdeyi, ölüm hâlinde olan müjde diye tefsîr etmiştir.

İmâm-ı Süfyân buyurdu ki: “Îmân sahibi olanlara üç yerde müjde olunur. Ölürken, kabrinden kalkarken ve büyük korku zamanındadır.” Bunun gibi müjdeye âit hadîs-i şerîfler çoktur. Hadîs-i şerîfde; “Melekü’l-mevt mü’minin canını almaya geldiği zaman, Rabbin sana selâm etti diye haber verir” buyurdu. Nitekim İbn-i Mes’ûd’dan böyle bildirilmiştir. İbn-i Ebî Şeybe, İbn-i Ebî Hatim, İbn-i Ebiddünyâ ve Hâkim de bu hadîs-i şerîfe sahihdir dediler.

Bunun gibi, İbn-i Mübârek ve İmâm-ı Beyhekî “Şu’ab-ül-Îmân” kitabında, Ebü’ş-Şeyh “Azme” kitabında, Ebü’l-Kâsım bin Mende, “Ahval” kitabında, Muhammed bin Kâb-ı Kurazî’den bildirdiler. Buyurdu ki: Mü’minin canı, hulkuma ya’nî boğazına toplandığı zaman, Melekül-mevt ona selâm verip; “Esselâmü aleyke yâ veliyyallah, Allahü teâlâ sana selâm ediyor” der. Burada anlatılanları bulmak istiyen Şerh-i’s-sudûr gibi hadîs kitablarına baksın.

Allahü teâlânın sevgili kullarına ölüm safadır. Çünkü rahat, rahmet, çeşitli kerâmetler, ikramlar, mübârek makamlar, sa’îdlerin, iyilerin rûhları ile görüşmek ölümden sonra olur.

Ölürken, arkadaşları, dostları ve bulunduğu meclisler ona görünür. İlim meclislerinde bulunup, âlimlerle arkadaş olmuş ise, o anda ona süslü ilim meclisleri ve âlimler görünür. Aşağı, kötü kimseler ile arkadaş olup, çirkin toplantılarda bulunmuşsa, öyle aşağı ve çirkin yerler ve şeytanlar görünür. Kirâmen kâtibîn melekleri ona görünür. O kimse, iyi yerlere gidip iyi ve faydalı sözler dinlemiş ise, yanında bulunan Hafaza melekleri derler ki: “Allahü teâlâ sana rahmet etsin. Senden râzı olsun. Seninle beraber iyi meclislerde bulunduk. İyi sözler dinledik. Çok defa ilim ve amel meclislerine gider, bizi iyi yerlere götürürdün. Biz senden hoşnut idik. Allahü teâlâ da senden râzı olsun.” O kimse, günah olan toplantılara gidip, kötü sözler dinlemiş ve söylemiş ise, Hafaza melekleri ölüm zamanında ona; “Allahü teâlâ senden râzı olmasın. Biz senden eziyet çekerdik. Hayli zamandır ki, bizi kötü toplantılara götürür, kötü sözler dinletirdin. Allahü teâlâ sana iyilik vermesin. Şimdi ömrün tamam olup senden kurtulduk” derler.

İbn-i Mâce, Ebû Mûsâ’dan bildirdi. O da diyor ki “Resûlullahdan (s.a.v.) insan ne zaman yanında olanları bilmez, tanımaz?” diye sordum. Buyurdu ki: “Melekü’l-mevt ve diğer melekleri gördüğü zaman, dünyâ halkı onun gözünden kaybolur.”

Bir mü’min dünyâdan ayrılıp, âhırete yöneldiği zaman, ona gökten beşyüz kadar rahmet melekleri gelir. Yüzleri beyaz, güneş gibi nurlu. Yanlarında Cennet ipeklerinden ipekler vardır. Cennet kokularından kokular vardır. Gelip, o mü’minin etrâfında tam bir edeble otururlar. Sonra can alıcı melek gelip, başucuna oturur ve der ki: “Ey mutmainne olan nefs, Allahü teâlânın mağfiret ve rızâsına gel. Bedenden çık. Allahü teâlâ senden râzı, sen de ândan râzı olduğun hâlde Cennete ve saâdet-i ebediyyeye kavuş” (Fecr 27-30 meâlindeki âyet-i kerîmeler). Rûh bu müjdeyi işitince, kolaylıkla bedenden çıkar. Melekler onu tutar ve beyaz ipeği ona giydirirler. Cennet kokusu sürüp, miskten daha güzel kokar. Melekler onu alıp, göğe doğru götürürler. Hangi melek topluluğuna uğrasalar hepsi yakınlık gösterip, güzel eda ile konuşurlar. Dünyâ göğüne varınca, gök kapısı açılır. Melekler ona ikram edip, ta’zim ile yakınlık gösterirler. Her gökte bu şekilde ikram görüp, yedinci kat göğe varırlar. Melekler onu Allahü teâlâya arzederler. Allahü teâlâ buyurur ki: “Bu kulumun adını îmân sahiblerinin defterine ve Cennete gireceklerin dîvânına yazınız. İlliyyîndeki kitaba kaydediniz ve yere indirip cesedi yanına götürünüz. Çünkü ben kullarımı topraktan yarattım. Yine toprağa koyarım. Tekrar topraktan çıkarıp mahşere götürürüm.” Sonra melekler, hemen rûhu cesedine getirirler. Münker ve nekir gelip: Rabbin kimdir?” derler. O da; “Allahtır” der. “Dînin nedir?” derler “İslâm dînidir” der. “Âhır zamanda gelip, İslâm dînini getiren, kendisine, gökten Kur’ân-ı kerîm inen Peygambere i’tikâdın nasıldır? derler. “O peygamber, Allahü teâlânın resûlüdür. Ben ona îmân ettim” der. “Nereden bildin?” derler. “Kur’ân-ı kerîm okudum, inandım, tasdik ettim” der. Sonra bir ses; “Bu mü’min doğru söyledi, sâdıktır. Cennetten ona sündüs ve istebrak döşekleri getirin, Cennet kaftanları giydirin ve Cennet tarafına doğru yüksek bir kapı açın” der. Ona Cennetten kapı açılır. Güzel kokular ve rahmetler gelip kabri gözün gördüğü kadar büyük olup, içi rahmet, güzel koku ve nûr ile dolar. Bahçeler ve köşkler görünür. Yüzleri güzel, elbiseleri güzel kimseler gelip, güzel arkadaş olurlar. “Siz kimsiniz?” diye onlara sorar. “Biz, senin hâlis olarak sevip işlediğin sâlih amelleriniz” derler. Âlimlerin ilmi kabrinde nûr olur. Her tarafından gözün görebildiği kadar aydınlanır. Yâ Rabbî! Bu büyük saadet ve kurtuluşu, bu büyük izzet ve şerefi bize ihsân eyle. Kabrimizi geniş ve nurlu eyle. Sâlih amellerimizi bize iyi arkadaş eyle. Çünkü sen, veliyyüttevfîk ve ni’merrefîksin! Amîn!

Bir kâfirin dünyâdan ayrılıp, âhıret yolculuğuna çıkma zamanı geldiğinde, ona gökten azâb melekleri gelir. Siyah ve heybetlidirler. Ağızlarından ve burunlarından ateşler çıkar. Yanlarında eski çul parçaları vardır. Rûhunu ona sararlar. Melekler, o kâfirin etrâfını sarıp dururlar. Sonra can alıcı melek gelir. “Ey habîs nefs! Şimdi cesedinden çık. Allahü teâlânın gazâbına ve azâbına ulaş!” deyip, yüzüne ve arkasına vurarak, gayet eziyet ve şiddetle dışarı çıkarıp, o çul parçasına sarıp, murdar leş gibi, kokarak göğe doğru getirir. Rastladıkları bütün melekler; “Bu murdar habîs rûh kimindir? derler. Alan melekler filân kâfirin oğlunun rûhudur deyip, kötü isimle haber verirler. Onlar da la’net ederler. Dünyâ göğüne varıp kapıyı çalınca, kapı açılmaz. Allahü teâlâ buyurur ki:

“Bu kimse kâfirdir. Adını kâfirler ve Cehennemlikler defterine yazınız.” Rûhunu siccîne doğru öyle şiddetli atarlar ki, yedi kat yerin dibine iner. Sonra rûhunu cesedine getirirler. Münker ve Nekir gelip; “Rabbin kimdir?” derler. O ise şaşırıp; “Bilmem” der. “Dînin nedir?” derler. “Bilmem” der. “Âhır zamanda gönderilen Peygamber kimdir? O’na i’tikâdın nasıldır?” derler. “Bilmem” der. Onlar da ona, çeşit çeşit azâb ederler. Gökten bir ses; “O kâfirin kabrine, Cehennem ateşi getirip doldurun, ona Cehennemden bir kapı açın” der. Cehennemin harareti ve ateşi ona hücum edip, kabri ateş dolar. Orada azâb içinde olur. Kabir daralıp, kaburga kemikleri birbirine geçer. Yanına çirkin ve siyah kimseler gelip, kendileri ve elbiseleri pislikten ve leşten fenâ kokar. Onun arkadaşı olup; “Biz senin işlediğin kötü amelleriniz” derler. Nefslerimizin kötülüğünden, amellerimizdeki günahlardan ve kabirde korkmakdan Allahü teâlâya sığınırız.

Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Herkesin gökte iki kapısı vardır. Birinden rızkı iner. Diğerinden iyi ameli yukarı çıkar. Ölünce o kapılar kapanır.” Bir mü’min ölünce, namaz kıldığı ve secde ettiği yerler birbirine seslenip; “Filân mü’min vefât etmiş” deyip ağlarlar. Gök de ağlar. Secde ettiği yerler de ağlar. Yer der ki: “Benim üzerimde bu mü’min iyilik ve tâat ederdi. “Gök der ki: “Bu mü’minin tâati benden çıkardı.” ibâdet ettiği yerler, kıyâmet günü hüsn-ü hâline şâhidlik yaparlar.

Bir mü’min can verince, diğer mü’minlerin rûhları ona gelip, tanıdıklarından, dostlarından suâl ederler. “Filân kimse nasıldır?” derler. Çocuklarından, evlerinden sorarlar.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 941, 1027

2) Birgivî Vasiyyetnamesi

3) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 179

4) Mu’cem-ül-müellifîn cild-1, sh. 288