Hanefî mezhebi fıkıh âlimi, yüksek tasavvuf bilgileri mütehassısı, Hindistan’daki Bâbür (Gürgâniyye) Devleti’nin en büyük hükümdârı. 1028 (m. 1618) senesinde doğdu. Cihangir Şah’ın torunu, Cihan Şâh’ın oğludur. Annesi, adına Taç Mahal gibi bir türbenin inşâ edildiği, Mümtaz Mahal lakabıyla tanınan Ercümend Bânû idi. Künyesi Ebû Zafer, lakabı Muhyiddîn’dir. Şehzâdeliğinde Evrenkzîb, hükümdârlığında Alemgîr nâmlarıyla anıldı. 1068 (m. 1657) senesinde hükümdâr oldu. Elli sene hükümdârlıktan sonra, 1118 (m. 1706) senesinde doksan yaşında iken Dekken’de Ahmedâbâd şehrinde vefât etti. Evrenkâbâd yakınındaki Huldâbâd kasabasında, Şeyh Zeynüddîn türbesi yakınlarında defnedildi.
Şehzâde Muhammed Evrenkzîb, Şah Cihân’ın üçüncü oğlu idi. Devletin başında Cihangir Şah bulunmaktaydı. Müceddid-i elf-i sânî İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî hazretlerinin oğlu ve halefi Muhammed Ma’sûm-u Fârûkî hazretleri, bu küçük şehzâdenin terbiyesini üzerine aldı. Şehzâde Muhammed Evrenkzîb’in saltanatta hiçbir iddiası yoktu. Daha sırada; babası, amcası ve ağabeyleri vardı. Saltanatın onlardan veya onlara uğramadan kendisine gelmesi çok zordu. Muhammed Ma’sûm hazretleri gibi zamanın en büyük âlim ve evliyâsının terbiyesinde ilim öğrendi. Kur’ân-ı kerîm okudu. Fıkıh bilgilerine vukûfiyeti arttı. Aklî ve naklî ilimlerde ilerledi. Atâ binmek, ok atmak, tüfek kullanmak gibi mevzûlarda eğitildi.
Cihangir’in vefâtı üzerine Evrenkzîb’in babası Şah Cihan tahta geçince, Dekken vâliliğine ta’yin edildi. Askerlik ve komutanlık kabiliyetlerini geliştirdi. Halk içinde, Hak ile beraber oldu. İdâre ettiği insanlara Allahü teâlânın rızâsı için güzel muâmelede bulundu. Onun güzel idâresi sayesinde, pekçok gayr-i müslim müslüman olmakla şereflendi.
Alemgîr Şâh’dan önce, Bâbür Devleti’nin başına geçen babasının dedesi Ekber Şah, memlekette dinsizlik tohumlarını ekmişti. Kendi uydurduğu sapıklıkları, din diye insanlara kabûl ettirmeye kalkışmıştı. Saltanatı boyunca müslümanları sıkıntıya sokmuş, çevresini gayr-i müslim ve şahsiyetsiz kimselerle doldurmuştu. Müslümanlara yakınlığı ile bilinen oğlu Selîm Cihangir’i yerine geçirmemek için elinden geleni yaptı. Hattâ adamları vasıtasıyla, Cihangir’in 18 yaşındaki oğlu Hüsrev’i yerine geçirmek istedi. Ama İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinin büyüklerinden olan Şeyh Ferîd (r.aleyh), Cihangir’den İslâmiyete hizmet edeceğine dâir söz alıp onu destekledi. Cihangir, babası Ekber Şâh’ın yerine hükümdâr oldu. Bir müddet va’dinde duran Cihangir Şah, saray ve çevresinin debdebe ve entrikaları içinde benliğini kaybedip, va’dini unuttu. Babası gibi onun zamanında da müslümanlara eziyet edildi. Hattâ o kadar ileri gitti ki, Müceddid-i elf-i sânî İmâm-ı Rabbânî hazretlerini bile iki sene hapsettirdi. Daha sonra doğru yola meyletti. Bilâhare tekrar eski hâline döndü. İçki âlemleriyle meşgûl olup, milletini unuttu. Oğlu Şah Cihan (Hürrem), babasının ölümü ile hükümdâr oldu. Başlangıçta müslümanlarla işbirliği yaptı. Hattâ hindû mabetlerini yıktı. Ekber Şah zamanında başlatılan müslüman çocuklarını dinsiz yetiştirme gayretlerine son verip, müslümanların diğer dinlere geçebileceklerine dâir kânunu iptal etti. Mürtedlerin cezalandırılmasını emretti. İslâmiyet lehindeki bu kadar faaliyetlerine rağmen, saltanatının sonuna doğru, büyük dedesi Ekber Şâh’ın sapık fikirlerinin te’sîrlerinde kalmış olan oğlu Dara Şikûh’un kontrolüne girdi. İslâmiyetin lehine olan politikasını değiştirip, müslümanlara düşman bir politika ta’kibine başladı.
Şah Cihân’ın iktidarının son zamanlarına doğru, sapık kimseler faaliyetlerini arttırdılar. Hindular güçlenmeye, devlet idâresinde söz sahibi olmaya, müslümanlara zulmetmeye, insanlara eziyet etmeye başladılar. Hindular işi o kadar ileri götürdüler ki, Rânâ ismindeki bir hindû kumandan, bir müslümanın evini basıp, hanımını zorla elinden aldı. Rânâ, ileri gelen kumandanlardan olduğu için, o garîb müslüman kimseye derdini anlatamadı. Hemen, yakın zamanda Delhi’ye gelmiş olan Muhammed Ma’sûm hazretleri ile ağabeyi Muhammed Sa’îd hazretlerine koştu. Halini arzetti. Allahü teâlânın o mübârek evliyâları, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kerîm evlâdları, bu alçakça işi işitince birden değiştiler, celallendiler; “Sultânın yanına gidip, senin hâlini anlatacağız. Senin lehine düşünür, hanımını iade eder ve adama gerekli cezayı verirse ne âlâ. Yoksa onun saltanatını Allahü teâlânın izniyle değiştireceğiz. Böyle şeylere göz yummak saltanata yakışmaz!” buyurdular. Hemen kalkıp Sultânın yanına gittiler. O sıralarda, Şah Cihân’ın büyük oğlu Dara Şikûh, babasının hastalığından istifâdeyle idâreyi ele almış ve veliahtlığını da îlân ettirmişti. Dara Şikûh, o mübârek insanların şikâyetlerini dikkatle dinledi. Ama, saltanat çatışmalarının yaklaştığı bir zamanda, Rânâ gibi güçlü bir kumandanıyla arayı açmak istemedi. “O adama istediğiniz kadar altın vereyim, istediği bir kadınla yeniden evlensin. Ama bir kadın için böyle bir kumandanla aramı açamam” şeklinde acayip bir cevap verdi. O mübârek kimseler, bu duruma çok üzüldüler. “Eğer bu müslümanın işi ile ilgilenmez ve o kâfire gereken cezayı vermezsen, çıktığımız bu hac yolculuğundan, sen burada hükümdâr olduğun müddetçe geri dönmeyeceğiz” dediler. Dara Şikûh; “İstediğiniz yere gidin, serbestsiniz. Kardeşim Muhammed Evrenkzîb, hazırladığı askeriyle üzerime gelirken, Rânâ’yı incitemem” dedi. Muhammed Ma’sûm hazretleri de; “Rânâ ve ona yardım edenler, lâyık oldukları cezaları bulmadan, inşâallah biz Hindistan’a gelmeyeceğiz” buyurup, Dara Şikûh’un yanından ayrıldılar. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin iki mübârek oğulları, bu hâle çok üzülüp, hac yolculuklarına devam ettiler. Dekken’e vardıklarında, Şehzâde Evrenkzîb tarafından hürmetle karşılandılar. Şehzâde, ağabeyi Dara Şikûh’un Muhammed Ma’sûm hazretlerinin emrine itaat etmemekle tâc ve tahtını kaybettiğini anlamıştı. O mübârek zâtın duâ ve teveccühüne kavuşarak, doğunun en büyük İslâm devletinin sultanlığına lâyık oldu. Hazırlamış olduğu ordunun başına geçti. Saltanat iddiasıyla ortaya çıkıp, Alemgîr Şah nâmıyla sultanlığını ilân etti. Muhammed Ma’sûm hazretlerine;
“Kuvvetim azdır. Ağabeyim Dara Şikûh’a karşı koyabilecek orduya sahip değilim. Ancak, zâtınızın duâ ve himmetleriyle bu işin üstesinden gelebilirim” dedi. Muhammed Ma’sûm (r.aleyh) de; “Hiç korkma! Âyet-i kerîmede meâlen; “Allahü teâlânın izniyle, nice az bir topluluk, daha çok bir topluluğa üstün gelmiştir” (Bekâra-249) buyuruldu. Allahü teâlânın yardımı ile sen galip gelip, saltanatı elde edinceye kadar, ben Hindistan’a dönmeyeceğim. Biz hac farizasını eda edip, mübârek yerleri de ziyâretten sonra Hindistan’a dönünceye kadar herşey bitecek ve saltanata geçeceksin” buyurdu. Bu müjdeyi alan Alemgîr Şah, askerini topladı, onları teftiş edip, konuşmaları ile cesâretlendirdi. İktidârı ele geçirip Allahü teâlânın dinine hizmet, müslümanlara şefkat ve merhamet etmek için, daha çok çalıştı.
Muhammed Ma’sûm hazretleri haccını eda ettikten sonra Medine-i münevvere’ye gitti. Resûlullah efendimizin (s.a.v.) huzûr-u saadetlerine vardı. Murâkabe esnasında, Resûlullah efendimize Alemgîr Şâh’a Hindistan’da verdiği sözü arzetti. Resûlullah efendimiz; “Saltanatı Evrenkzîb’e ihsân eyledik” buyurdu.
Muhammed Ma’sûm’un (r.aleyh) ayrılmasından sonra, Hindistan’da büyük hâdiseler oldu. Bir taraftan kıtlık, bir taraftan veba, bir taraftan saltanat savaşları halkı güç durumda bıraktı. Alemgîr Şah, ilk önce babasının bulunduğu Agra şehrini ele geçirdi. Daha sonra Dara Şikûh’un elindeki Delhi şehrini aldı. Ağabeyi ve kardeşleriyle birçok savaşlar yaptı. Devlete tamamen hâkim oldu. Bu sırada kırk yaşında idi. Dünyânın incisi, Allah dostlarının sevgilisi Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma’sûm hazretleri de hac farizasını yerine getirmiş, yüksek derecelere kavuşmuş, dönüş için hazırlık yapıyordu. Alemgîr Şâh’ın zafer haberini aldı. Hindistan’a geri döndü. Alemgîr Şah, o mübârek zâtı karşılamak için yollara düştü. Çok hürmet ve ta’zimde bulundu. Başşehri Fîrûzâbâd’da (Delhi) kalmasını istirhâm etti. Muhammed Ma’sûm hazretlerinin gelmesiyle, Hindistan’a rahmet ve bereket yağmağa başladı. İnsanlar, ma’rûz kaldıkları belâdan, o mübârek zâtın yüzü suyu hürmetine kurtuldular.
Muhammed Ma’sûm (r.aleyh) yüksek oğulları Muhyissünne Muhammed Seyfeddîn’i (r.aleyh) Alemgîr Şâh’a ilim öğretip, emr-i ma’rûf yapmakla vazîfelendirdi. Seyfeddîn (r.aleyh) Delhi’ye gelirken, şehrin girişinde fil ve arslan resimlerini gördü. Hemen Alemgîr Şâh’a haber gönderdi. “Bunlar ortadan kaldırılmadan şehre girmem” dedi. Hemen emri yerine getirildi. Sultan Alemgîr Şah, Muhammed Seyfeddîn’i sarayına alıp, talebesi olmakla şereflendi. Yaşı ilerlemiş olmasına rağmen, Kur’ân-ı kerîmi baştan sona ezberledi. Arabca, Farsça, Urduca ve Türkçe dillerini çok iyi konuşur ve yazar hâle geldi. O mübârek zâtın sohbetleri bereketiyle olgunlaştı. Fıkıh ve diğer din bilgilerinde mütehassıs oldu. Ahlâkını Resûl-i ekremin (s.a.v.) güzel ahlâkına benzetmeye, hareketlerini Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uydurmaya çalıştı. Kalbini tasfiye ve nefsini tezkiye edip, Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî hazretlerinin halifesi olmakla şereflendi. Hocası ve mürşidinin tavsiyeleriyle, Hindistan’da yayılmış olan birçok kötülükleri, bid’at ve sapıklıkları devlet eliyle ortadan kaldırdı. Peygamber efendimizin unutulmuş sünnetlerinin yaygın şekilde, ortaya çıkmasına vesile oldu. Çevresindeki devlet adamları, vâli ve kumandanlar, İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenip yerine getirmekle şereflendiler. Hindistan’ın her tarafında İslâmiyet yayılıp, müslümanlar kuvvetlendi. Azgın kâfirler hor ve hakîr oldular.
Muhyissünne Muhammed Seyfeddîn hazretleri, taht merkezi Firûzâbâd’da (Delhi), insanlara va’z ediyor, kalabalık topluluklar halindeki cemâatine iştirâk eden fâsıklar tövbe ediyor, kâfirler imânla şerefleniyorlardı. Yanlış gördüğü birşeyi çekinmeden açıkça söyler, hemen Allahü teâlânın emrini bildirirdi. Yine birgün saray bahçesinde gördüğü uygunsuz bir duruma hemen müdâhale edip ortadan kaldırttı. Bunu haber alan Sultan Alemgîr Şah, Allahü teâlâya hamd edip; “Benim saltanatım zamanında böyle kıymetli kullarını gönderdiğin için, sana şükürler olsun, yâ Rabbî” diyerek şükür secdesi yaptı. Bir defasında da oğlu Muhammed A’zam Şah, Seyfeddîn hazretlerinin dergâhına ziyârete gitmişti. İnsanlar, Seyfeddîn’in (r.aleyh) ilim ve feyzinden istifâde için toplanmışlardı. Dergâhın içinden tâ dışarılara taşıyorlar, adetâ Üst üste oturup, şevkle o mübârek zâtın sohbetini dinliyorlardı. Şehzâde Muhammed A’zam Şah, insanların arasından güçlükle geçti. Başından sarığı düştü. Seyfeddîn’in (r.aleyh) duâsını aldıktan sonra, babası Âlemgir Sâh’ın huzûruna çıkıp hâli arzetti. Âlemgîr Şah kendi zamanında böyle kıymetli bir evliyânın bulunmasına ve halkının ona bu kadar i’tibâr etmesine çok sevinip Hak teâlâya şükürler etti.
Âlemgîr Şah, tahta geçtikten kısa bir müddet sonra memlekette sulh ve sükûnu sağladı. Müslim ve gayr-i müslim herkesin, huzûr içinde yaşamasını te’min etti. Zulüm ve kötülükleri bid’at ve sapıklıkları ortadan kaldırdı. Doğru yolda bulunan, doğruyu gören ve doğru yolu gösteren âlimlere büyük i’tibâr gösterdi. Değişik kitaplarda bulunan Hanefî mezhebi fıkıh hükümlerini toplattırıp, günlük hayatta rahatça kullanılabilecek şekilde yazdırdı. Bir nevi yazılı anayasa hazırlattı. Daha sonra aynı şey, Mecelle ile Osmanlı Devleti’nde yapıldı.
Âlemgîr Şah, ayak altına düşme ihtimâline binâen, paralara “Kelime-i şehâdet’in yazılmasını kaldırdı. Ateşe tapan mecûsîlerin dînî bayramı olan Nevruz (21 Mart) ve Mihrican günlerinin, müslümanlar tarafından resmî bayram olarak kutlanmasını yasakladı. Allahü teâlânın emir ve yasaklarının, memleketin her tarafında tatbik edilmesini emretti. Tatbikin kontrolü için, Molla İvaz Vecih isimli âlimi vazîfelendirip, emrine müffettişler verdi. Molla İvaz’ın emirlerine aynen kendi emirleri gibi itaat edilmesini, memleketin her köşesindeki idâri âmirlere fermanlarla bildirdi.
Memleketteki bütün câmi ve dergâhları, eski ve yeni, cemâatli ve cemâatsiz farkı gözetmeden ta’mir ettirip; imâm, müezzin ve hatip ta’yin etti. İslâmiyetin müsâadesi dışında alınan seksen çeşit vergiyi kaldırdı. Müslüman ve kâfir herkesin gönlünü aldı. Hazînenin zayıflaması beklenirken, aksine daha çok para birikti.
Mekke ve Medine’deki Beytullah’ın ve Resûlullahın (s.a.v.) komşuları olan müslümanlara dağıtılmak üzere, herbiri onbir gram gümüşten yapılan 660.000 rupi gönderdi. Memleketindeki fakirlerin de sıkıntı çekmesine meydan vermemek için çeşitli vesilelerle hayratta bulundu, sadaka dağıttı. Bilhassa Ramazan ayında, 90.000 rupi dağıtırdı. Başta Agra olmak üzere Osmanlılardaki imâretin vazîfesini gören “Bulgurhâneler” açtırdı. Yolcu ve misâfirler için han ve kervansaraylar yaptırdı.
İlim ve ilim ehline çok kıymet verip, talebelerin ve müderrislerin, vazîfelerini rahat yapmaları için maaş verdi. Kitap yazıp eser takdim eden âlimleri mükâfatlandırdı. Din ve fen ilimlerinin herkes tarafından öğrenilmesine büyük gayret sarfetti.
Güvendiği adamlarını memleketin her tarafına “Vekîl-i Pâdişâhî” ünvanıyla gönderip, şikâyetçilerin şikâyetlerinden haberdâr oldu. Halkının huzûr ve saadet içinde yaşamasının te’mini için elinden geleni yaptı.
Memleketin en ileri gelen ulemâsından meydana getirdiği kalabalık bir hey’ete her türlü imkânları verip, büyük bir kütüphâne kurarak “Fetâvâ-yı Âlemgîriyye” ve “Fetâvâ-yı Hindiyye” adları verilen kânun kitabını ve devletinin anayasasını, Hanefî mezhebi hükümlerine göre hazırlattı. Bu hükümler, yetiştirilmiş olan âdil kadılar tarafından memleketin her tarafında tatbik edildi.
İnsanların huzûru için elinden gelen hiçbirşeyi esirgemeyen Âlemgîr Şah, halkı tarafından çok sevildi. Ona birçok kerâmetler atfedilip, “Âlemgîr Zinde Pîr” nâmıyla anıldı. Hindular, böyle bir sultânın dînine girmek için adetâ yarışıyorlardı. Bunu vesile bilen Âlemgîr Şah, müslüman olanları mükâfatlandırdı. Onlara zulmedenleri cezalandırdı. Hindûların, ölen kocaları ile birlikte kadınları diri diri yakmaları gibi iğrenç âdetlerini yasaklattı. Kendi bâtıl dinlerini bırakıp hak din İslâmiyeti seçmelerini teşvik için, ba’zı imtiyazlar verdi. İşlerinden atılan gayr-i müslim devlet me’mûrları, müslüman olmaları şartıyla eski vazîfelerine dönebileceklerdi. Müslüman olmayan mahkûmlar, müslüman oldukları takdîrde serbest bırakılacaklardı. Ba’zı makamlar, yeni müslüman olanlara hasredildi.
İçerde huzûr ve sükûnu te’min eden Âlemgîr Şâh, Allahü teâlânın dînini yaymak, duymayan insanlara Hakkın dînini tebliğ etmek için, uzunluğu altı aylık, genişliği iki aylık yol olan Tibet üzerine sefer açtı. Tibet kralına elçi gönderip; “Ya müslümanlığı kabûl edip kardeşimiz ol, ya cizye (haraç) verip vatandaşımız ol, ya da savaşa hazır ol!” dedi. Kral, bu güçlü hükümdâr karşısında cizye vererek Âlemgîr Sâh’ın vatandaşı oldu. Tibet’te câmi yapılıp, Âlemgîr Şah adına hutbe okundu, para basıldı. Tibet seferi ile “Gâzî” lik ünvanını alan Âlemgîr Şah, daha çok, kendi devletine zayıf bir şekilde bağlı olan bölgelerde Eshâb-ı Kirâm düşmanı sapık kimseler ve hindûlar üzerinde devletin nüfuzunu arttırmak ve Allahü teâlânın dînini yaymak için uğraştı.
Askerî kaynağı olan Orta Asya müslümanlarına büyük i’tibâr gösterdi. Çünkü insanlar Hindistan’a gelince, hava şartları sebebiyle bir nesil sonra, cevvâlliklerini kaybediyorlardı. Ordunun güçlü kalabilmesi için, Orta Asya Türkleri arasından gelecek çelik yürekli ve çelik bilekli kimselere ihtiyâç vardı. Memleketin aslî unsuru olan müslümanların güçlenmesi için de elinden geleni yapan Âlemgîr Şah, ba’zı sihirbaz ve hokkabazların, müslümanları kandırmak için kendilerini kerâmet sahibi evliyâ gibi göstermelerine karşı tedbirler aldı. Kışkırtmalar neticesinde zaman zaman ayaklanan hindû ve sihler, devletin başına bir hayli gaileler açıyorlardı. 1086 (m. 1675) yıllarında sihlerin lideri olan Guru Teg Bahâdır, kendisine tâbi olan ba’zı sihlerin müslüman olmasını hazmedemeyip, isyana kalkıştı. Kendisinin ermiş bir kişi olduğunu, kerâmetler gösterdiğini iddia etti. Câhil kimseleri kandırdığı gibi, müslümanları da inandıracağını zannetti. Yakalanıp Delhi’de Âlemgîr Şâh’ın huzûruna getirildi. Ya müslüman olması veyahut da, sih inancının doğruluğunu isbat edecek bir delîl getirmesi istendi. Kabûl edip, kâğıt kalem istedi. Birşeyler yazıp; “Bu kâğıdı boynuma asacağım ve boynumu kılıç kesmeyecek” dedi. Söylediği gibi kâğıdı boynuna astı. Zâlimlerin boynunu vurmakta usta bir cellat getirildi. Cellat, Teg Bahâdır’ın arzu ettiği gibi boynuna kılıç çaldı. Adamın kellesi bir tarafa, boynuna astığı kâğıt bir tarafa uçtu. Kâğıdı açıp baktılar kâğıtta; “Ser verir, sır vermem” yazılıydı. Teg Bahâdır, sapıklığı ile birlikte Cehenneme yuvarlanmıştı. Halbuki Âlemgîr Şah, mümkün olduğu kadar adam öldürmeğe yanaşmaz, işi sulhla halletmeye çalışırdı. Ama Teg Bahâdır, kılıcın boynuna çalınmasını kendisi istemişti. Artık iş onun kellesini vurmaktan çok sapıklığını isbat şekline dönüşmüştü.
Ekber Şah zamanından beri yaklaşık yüz senedir kaldırılmış olan kâfirlerden alınan cizye ve haracı tekrar koyan Âlemgîr Şah, Hindistan’ı yavaş yavaş sömürmeye başlamış olan İngilizlerden de haraç alınmasını istedi. Birçok gayr-i Müslim, cizyeden kurtulabilmek için müslüman olmakla şereflendi. Kısa zamanda gerçekleri öğrenerek, eski dinlerinin sapıklığını ve kendilerinin nasıl kandırıldığını anladılar. İslâmiyete daha sıkı sarıldılar. Müslümanların çoğalmasını ve kendi oturdukları yerlerde câmi ve mescid yapmalarını hazmedemeyen hindû ve sihler, câmileri yıkıp, müslümanlara zulmetmeye kalkıştılar. Âlemgîr Şah, onlara çok güzel cevap verip hadlerini bildirdi. Onları kışkırtıp, devleti karıştırmak, müslüman-hindû çatışması çıkartmak isteyen İngilizlere karşı tedbirler aldı.
Elli senelik iktidârı doksan senelik ömrü boyunca, Allahü teâlânın dînine hizmet, O’nun kullarına ihsân ve merhametle vakitlerini değerlendiren Âlemgîr Şah, dünyânın her yanındaki müslümanlara para yardımlarında bulundu. Osmanlı Devleti’nden elçiler geldi. İran’la zaman zaman çarpışmaları oldu. Ancak memleket içi mes’eleler kendisini fazlaca meşgûl ettiği için, dışarı ile alâkadar olamadı. Hep Hindistan içinde, ulaşılamayan yerlere ulaşmaya gayret etti. İnsanların zâlimlerin elinden kurtarılmasına çalışıp, kötülerin baskısı altında, İslâmiyetten habersiz yaşamalarına mâni oldu.
Devlet hazînelerini altınlarla dolduran Âlemgîr Şah, kendi nafakasını, yazdığı kitapları satarak te’min ederdi. Zâten senenin birçok gününü oruçla geçirirdi. Arpa ekmeği yer, Resûlullahın (s.a.v.) sünnet-i şerîfine harfiyen uymağa çalışırdı. Namazlarını devamlı cemâatle kılar, hiçbir zaman abdestsiz olmazdı. Gecelerini ibâdetle kıymetlendirir, ilimle meşgûl olurdu.
Tasavvufta Muhammed Ma’sûm-u Fârûkî (r.aleyh) gibi bir zâta talebe ve halîfe olmakla şereflenen bu büyük hükümdâr, âlimlere hazırlattığı “Fetâvâ-yı Âlemgîriyye” ile fıkha büyük hizmet etmiş, hadîs ilminde pek kıymetli bir eser kaleme almış, aynı eseri şerhettikten sonra yine kendisi Farsçaya çevirmişti. Ayrıca belagat yönü çok üstün olan, hattâ “Belagat şaheserleri” denilebilecek olan pek kıymetli risaleler de kaleme almıştı. Böylesine üstün vasıflara sahip olan Âlemgîr Şah hakkında, “Müntehab-ül-lübâb” adlı eserin sahibi Hafi Hân şöyle demektedir. “Tîmûroğulları arasında, belki de Delhi’nin gelmiş geçmiş pâdişâhları arasında Âlemgîr Şah gibi, ibâdet, riyâzet ve adâlet bakımından mümtaz bir pâdişâh yoktur. Hindistan’da İskender Lodî’den sonra böyle pâdişâhlar pek az gelmişlerdir. Bu pâdişâhlar, şecâatta, sıkıntılara tahammül ve sabretmekte, görüşünde isâbet etmekte eşsiz idiler. Allahü teâlânın emir ve yasakları hâricine çıkmazlar, siyâset îcâbı kan dökmekten hoşlanmazlardı.”
Düşmanların bile hürmet ve takdîrini kazanan Âlemgîr Şah, dünyânın en büyük hükümdârları arasında belki de başında sayılmaya lâyık olan bir şahsiyettir.
Devlet idâresine ilk girdiği günde, Allahü teâlânın rızâsı için cihadla meşgûl olan Âlemgîr Şah, vefât ettiği zaman da, saraydaki rahat yatağında değildi. Marata adı verilen isyankâr hindûlarla savaşıyordu. 1118 (m. 1706) senesinde Bombay’ın kuzey doğusuna düşen Evrenkâbâd yakınlarında, Ahmednagar’da vefât etti. Elli sene hükümdârlıktan sonra; “Er kişi niyetine!” sesleri arasında kılınan cenâze namazını müteâkib, Huldâbâd (Ravza) denilen yerde defnedildi.
Her müslüman gibi, vefâtından önce bir vasıyyetname hazırlayan Âlemgîr Şah, cenâzesinin nasıl defnedileceğini vasıyyet etti. Cenâzesinin, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) sünnet-i şerîfine uygun olarak kaldırılmasını, cenâzesinde, tegannî ile mersiye söyleyenlerin bilhassa bulunmamasını vasıyyet etti.
Âlemgîr Şâh’ın vefâtından sonra, taht kavgaları başladı. Onüç senede on şehzâde başa geçti. Devlet zayıfladı. Ba’zı devletçikler ortaya çıktı. İranlı Nâdir Şah, Hindistan’ı yağmaladı. Avrupa’nın aç gözlü sömürgecileri, münbit Hindistan topraklarına üşüştüler. Bilhassa zalimlikleri ölçüsünde gaddar ve sinsi olan İngilizler, ticâret bahânesi ile girdikleri Hindistan’da, olmadık zulümler ettiler. Yamyamları imrendirecek katliamlar yaptılar. Müslüman-Hindu çatışmalarını kışkırtıp, insanların birbirini katletmelerini zevkle seyrettiler. Bu vahşetlerini, dünyâya medeniyetin bir nümûnesi olarak ilân ettiler.
Zamanın en büyük âlim ve evliyâsı olan Muhammed Ma’sûm-u Fârûkî hazretleri, zaman zaman devrinin en büyük hükümdârı olan Muhammed Âlemgîr Şâh’a pek kıymetli mektûplar yazdı. Bu mektûplarından ba’zıları şöyledir:
“Rahmân ve Rahim olan Allahü teâlânın mübârek ismi ile bu mektûbu yazmağa başlıyorum. Allahü teâlâya hamd olsun. Seçtiği, sevdiği kullarına selâmlar, iyilikler olsun... Bu fakir, huzûrunuza arzederim ki, hâliniz hoş, vakitleriniz güzel olsun. Bu büyük işte bu ehemmiyetli kâr, güzel huzûrunuzda, gayret ile yapılmaktadır. Hakîkatte hayır ve bereket olan, senelerce süren bu iyi niyetli sıkıntılı sefer, derecenizin yükselmesine sebep olmuştur.
Peygamber efendimiz, (s.a.v.) buyurdu ki: “Cennette yüz derece vardır. Allahü teâlâ onları Allah yolunda cihâd edenler için hazırlamıştır, İki derece arasında gökle yer arası kadar mesafe vardır.” Bu hadîs-i şerîf Buhârî’de vardır. Ebû Hüreyre (r.a.) rivâyet etti. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Allah yolunda (düşman karşısında) bir müddet durmak, Kadr gecesini, Mekke-i mükerremedeki Kâ’be’deki Hacer-i Esved’in yanında sabaha kadar ibâdetle geçirmekten hayırlıdır.” Bu hadîs-i şerîfi Beyhekî rivâyet ediyor. İbn-i Hibbân Sahih’inde diyor ki: “Âlimler: “Bir müddet kısa bir zaman, Allah yolunda bulunmak (düşmanın karşısında durmak) içerisinde böyle bir zaman bulunmayan milyonlarca ayı ihyâ ile geçirmekten hayırlıdır” buyuruyor.”
Enes (r.a.), Peygamber efendimizden (s.a.v.) rivâyet etti: “Allah için bir kimse, bir gece İslâm sınırlarını bekler, müslümanları muhafaza ederse, onların oruç ve namaz sevâbına kavuşur.” Bu hadîs-i şerîfi Taberânî sağlam delîl ile bildiriyor. Âlimlerimiz buyuruyor ki: “Bu hadîs-i şerîf, kendi vilâyetlerinde korkudan emîn olarak yaşayan insanların amellerinin sevâbını, Allahü teâlâ onları himâye eden vâlilerin, âmirlerin de defterine yazar.” Bundan daha büyük fazilet olur mu?
Ne yazık ki, bu maksattan uzak, böyle lezzetli ni’metlerden zahiren mahrûmum. Ba’zı mâni ve engeller sebebiyle, Allah yolunda çarpışmaktan uzak kalmaktayım. Keşki, onlarla, Allah yolunda cihâd edenlerle bulunsaydım. Bu, büyük bir kurtuluşa vesiledir. Fakat kalbden, beni sizinle beraber biliniz. Fakirlerin yapacağı iş olan duâ ve teveccüh ile, size yardımcı olduğumu kabûl ediniz. Uzlette bulunanlar, senelerce riyâzet çekseler ve kırk gün açlığa katlansalar, bu büyük işin yanına yaklaşamazlar. Hele o cihâd esnasında eda edilen ibâdet ve tâatler, uzlette yapılanlardan kal kat üstündürler. Orada yapılan zikr ve tesbihlerin sevâbları da böyledir. Hele oradaki namazın derecesi, üstünlüğü bambaşkadır. Orada yapılan iyilikler, ikrâmların derecesi yüksek, o harb meydanında hasta olanların hâli çok değişiktir. Nitekim. Resûlullah (s.a.v.); “Allah yolunda yapılan cihâdda, Allahü teâlâyı çok zikredenlere, müjdeler olsun. Çünkü, onun herbir kelimesine, yetmişbin sevâb verilir. Her sevâb da on misli yazılır” buyuruyor. Bu hadîs-i şerîfi Taberânî bildirmektedir.
Yine bir hadîs-i şerîfde; “Benim mescidimdeki namaz, onbin namaza, Mescid-i Haramdaki bir namaz yüzbin namaza, muharebe meydanındaki namaz ise bir milyon namaza mukabildir” buyurduğunu, Ebü’ş-Şeyh ve İbn-i Hibbân bildiriyor. Yine bir hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz (s.a.v.), “Muharebe meydanındaki namaz, beşyüz namaz gibi olup, orada verilen altın ve gümüş, başka yerde verilenden yediyüz defa faziletlidir” buyurdu. Yine buyurdu ki: “Allah yolunda cihâd eden veya bir gaziye yardım eden, yâhud azâd olmak için mükâtip köleye yardım eden, kıyâmet günü, hiçbir yerde gölge bulamadığı zaman arşın gölgesinde bulunur.” İmâm-ı Ahmed ve Beyhekî bu hadîs-i şerîfi bildirmişlerdir. Yine bir hadîs-i şerîfte; “Allah yolunda durmak, kılıç çekilmese de süngü kullanılmasa da, ok atılmasa da, içinde bir an Allahü teâlâya isyan edilmeyen altmış senelik ibâdetten daha faziletlidir” buyuruyor. Bu hadîs-i şerîfi İbn-i Neccâr bildirmiştir. Yine Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Bir kimse Allah yolunda bir gün, veya bir günden az yâhud daha da az hastalık çekse, mağfiret olunur. Yüzbin azâd edilmiş köle sevâbına kavuşur. Her kölenin kıymeti milyonlar değerindedir.” Bu hadîs-i şerîfi İbn-i Rehâviyye bildiriyor. Hiç şüphe yoktur ki, sizin hazırlandığınız bu cihâd, Allah yolunda olan bir cihâddır.
Hadîs-i kudsîde; “Nefsine düşman ol. Zira o, bana düşmandır” buyuruldu. Kalb, imânı tasdik ve dil de ikrâr eder iken, insanın nefs-i emmâresi, kendi küfür ve inkârında ısrar eder. Ahkâm-ı semâviyyeye inanmaz. Allahü teâlânın emirlerine uymak istemez. Hattâ hiç kimseye itaat etmek, uymak istemez. Başkan olmak ve hep kendisi hükmetmek ister. Aslından; “Sizin Rabbiniz benim” nidası duyulur. Bunun için nefse düşmanlık, makbûl ve beğenilir yol oldu. Parlak dînimizin dâhilinde, ona muhalefet etmek ve onunla cihâd etmek, onu yenmeğe uğraşmak, onun emrine girmemek “Cihâd-ı ekber” oldu. Dışardaki din düşmanları ile cihâd her zaman olmaz. Rast gelmez. Ama insanın kendi içinde olan düşmanı ile cihâd daimîdir. Acıması ve esirgemesi pek fazla olan Allahü teâlâ, re’fet ve rahmetinin çokluğundan, imânın hâsıl olmasını ve ebedî azâbdan kurtulmağı, kalbin tasdikinde kâfi olduğunu buyurdu. Nefsin de tasdikini, teklif etmedi. Beyt:
Umarım kabûl ede göz yaşımı,
O ki inci yapar, su damlasını.
Evet, ba’zı kâmil insanlar vardır ki, nefsleri emmârelikten kurtulmuş, itminana kavuşmuştur. Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına uymuş, kendinde muhalefet etmek, karşı gelmek kuvveti kalmamıştır. Bu nefs, Allahü teâlâdan râzıdır. Allahü teâlâ da ondan râzıdır. Âyet-i kerîmede meâlen; “Ey, mutmeinne olan nefs, râzı olmuş ve râzı olunmuş olarak Rabbine dön” (Fecr-27, 28) buyurulması, bu nefs hakkındadır. Kâmil olan îmân ve İslâm-ı hakîkî, bu makamda hâsıl olur. Bu îmân, zevalden mahfûzdur. Halel bulmaz. Halel ve zevalden mahfûz olmayan, bundan evvelki îmân, böyle değildir. Peygamber efendimiz (s.a.v.) ümmetine öğretmek için, bu îmânı istemişlerdir: “Allahümme innî es’elüke îmânen, leyse ba’dehü küfrün.” Ma’nâsı “Yâ Rabbi, senden sonu küfr olmayan bir imân istiyorum.” Âyet-i kerîmede meâlen; “Ey îmân edenler! imân ediniz...” (Nisâ-136) buyuruluyor. Bir âyet-i kerîmede de meâlen; “Allahü teâlâya ve peygamberlerine inananlar, sıddîklardır. Şehidler Rablerinin indindedir” (Hadîd-19) buyurulması, bu îmâna işârettirler. Hadîs-i şerîfte; “Benim getirdiklerime tâbi olmayan biriniz, mü’min olmaz” buyurulması da, aynı îmânı gösteriyor. Sofiyye-i âliyyenin yolunda ilk maksat, nefs-i emmârenin teslim olmasına bağlı olan İslâm-ı hakîkînin elde edilmesidir. İtminandan önceki, ya’nî yalnız kalbin tasdikiyle olan İslama, İslâm-i mecazi denir. Buna ise İslâm-i hakîkî denir. Mecaz olan gider. Hakîkat ise sabittir, kuvvetlidir, yok olmaz, gitmez. İslâmın şartları ki, namaz, zekât, oruç, hac, cihâd ve diğer işlerdir, nefsin itminanından evvel yapılırlarsa, sanki o amellerin sûretleri yapılmış olur. Eğer namaz kılarsa, namazın sûretidir. Oruç tutarsa orucun sûretidir. Diğerleri de bunun gibidir. Çünkü, nefs-i emmâre henüz isyan ve inkârdadır. O hâlde, işlerin hakîkati nasıl ele geçer. Nefs itminana kavuşunca, isyan, inkâr ve serkeşliğinden vaz geçerse, amellerin hakîkati yerine gelir. Namazın, orucun ve diğerlerinin hakîkati hâsıl olur. Bu sûret ve hakîkatin farkları mikdârınca, Cennet ve ni’metler farklı olur. Yakînlik mertebeleri ve âhırette Allahü teâlâyı görmek, bu fark ile tasavvur olunabilir. Mukarreblerin (Allahü teâlâya yakın olanların) bulundukları Cennet ile, avvâmın bulundukları Cennetin ne ilgisi olabilir? Her ne kadar aynı cinsten iseler de bir damla su ile, koskoca denizin münâsebeti ne kadardır? Fark azlık ve çoklukdadır. Hâlbuki, sûretin hakîkatle hiç ilgisi yoktur. İmâm-ı Gazâlî (r.aleyh) bunu güzel açıklamıştır. O hâlde nasıl olduğu bilinmiyen rü’yet (görmek), sûret sahibine ve hakîkat sahibine aynı olur mu? Buradan kıyas etmek lâzımdır ki, münâsebet ne kadardır? Beyt:
Makbûller dergâhının başında oturanlar,
Belki saff-ı niâle şöyle bir göz atarlar.
(Saff-ı niâl: En aşağıdakiler)
Bu söylediğimiz sûret ve hakîkat, yüksek dînimizin içinde bulunmaktadır. Peygamber efendimizin (s.a.v.) sûrî sünnetinden (İslâmiyetin dış, zâhir emir ve yasaklarından) ve ma’nevî nûrlarından alınmıştır. Sûret İslâmiyettir. Hakîkat de İslâmiyettir. O hâlde bütün olgunlukların ma’deni, parlak İslâmiyettir. İslâmiyet hâricinde hiçbir kemâl yoktur. (Birinci cild, 64. mektûp)
Muhammed Ma’sûm hazretleri, “Mektûbât”ının ikinci cildindeki beşinci mektûbu Âlemgîr Şâh’a yazdı. Bu mektûbunda buyurdu ki: “Her ni’metin sahibi olan Allahü teâlâya hamd olsun, insanların efendisi olan O’nun Resûlüne, O’nun kerîm olan Ehl-i beytine ve üstünlükler sahibi Eshâbına salât ve selâm olsun.
Fakirlerin en aşağısı, yüce makamınıza arzeder ki, bu duâcınız her ne kadar zâhiren hizmetinizden uzak ise de böyle mühim işlerde ve bugünlerde niyet ettiğiniz büyük cihâdda ma’nâ ve batın yoluyla sizin hizmetinizde ve huzûrunuzdadır ve fakirlerin vazîfesi olan fetih ve nusret duâlarıyla meşgûldür. Mısra’:
“Gözüm ve gönlüm seninledir.”
Hadîs-i şerîfte; “Kişi sevdiği ile beraberdir” buyuruldu. İçten size olan sevgimiz hiçbir yerde sizden ayrı olmayıp, dâima sizinle ma’nevî bir birlik içindedir. Şu beytte ne güzel buyurulmuştur:
Derûndan âşinâ ol zâhirden bigâne
sansınlar,
Ne güzel bir hâldir ki âkil ol dîvâne sansınlar.
Allah adamları, sûrette halk ile olup, hakîkatte ve ma’nâda onlardan ayrıdır. Zira onun hakîkati bu bâtını, kendi zâhirinden ve hatta Allahü teâlâdan başka herşeyden ayrılıp, merhalelerce uzaklaşmıştır. Gayb-ül-gaybe (ötelerin ötesine) yaklaşmıştır. Onun zâhirinin gâfil olması bâtınına sirayet etmez. Avvâmın bâtını zâhirî ile karışmıştır. Ve zâhirlerinin gafleti bâtınlarına sirayet eder. Bâtınları zâhirlerinden merhalelerce ayrılmış olan seçilmişlerin hâli böyle değildir. Onların zâhirlerinin gafleti bâtınlarına yol bulamaz ve onların huzûr ve agâhîlerine (uyanık olmalarına) noksanlık getirmez. (Onları bir an Allahü teâlâdan Râfil kılamaz). Çünkü huzûr ve agâhi, onların bir melekesi ve ayrılmaz bir sıfatı olmuştur. Nasıl ki işitme, görme gibi sıfatlar kendisinden hiçbir şekilde ayrılmazsa bu hâl de böyledir. Bu yolun sâliklerinden ba’zılarına bu çeşit inkıtaın (kesintinin) birazı nasîb olur ve mâsivâyı (Allahü teâlâdan başka herşey) unutmak hâsıl olur. Eğer ona mâsivâyı hatırlatmak için uğraşsalar asla muvaffak olamazlar. Zira gönlü mâsivâdan öyle ayrılmıştır ki, eğer bilfarz Nûh’un (a.s.) ömrünü (950 sene peygamberlik zamanını) ona verseler, asla mâsivâ onun kalbine yol bulamaz. Vilâyet yolunun ilk kemâlâtından olan bu kemâle, kalbin fâni olması denir. Bu hâl, eşyaya olan husûlî ilmin gitmesine bağlıdır. Bu makamdan terakki vâki olur ve buradaki ilim ve âlimin birleşmesi olan huzûr-i ilim de husûlî ilim gibi yok olursa, nefsin fâni olması hâsıl olur. Bundan sonra nefs itminan makamına ulaşır ve Allahü teâlânın ahkâmına tam bağlanır. Hakîki İslâm ile şereflenir. Râdî ve merdî olur Bu mü’min ölürken; “Ey emîn ve mutmeinne nefs! Rabbinin ni’metine şükredici ve ibâdetlerin mihnetine sabredici olman sebebiyle, sen Allahü teâlânın verdiği ni’metten râzı ve Allahü teâlâ da senden râzı olduğunuz hâlde Rabbin tarafına dön” meâlindeki Fecr sûresi 28 ve 29. âyet-i kerîmelerinde buyurulan hâle kavuşur. Bu iki kemâlin üstünde de diğer kemâlât (üstünlükler) daha vardır ki, bu iki kemâle bağlıdır. O kemâlâtı nasıl beyân edeyim. Mısra’:
“Gül bahçemi gör de baharımı anla.”
Muhammed Ma’sûm Fârûkî’nin (r.aleyh), yüksek oğullarından ve zamanın evliyâsının büyüklerinden olan Muhammed Ubeydullah Fârûkî (r.aleyh) de, Âlemgîr Şâh’a mektûplar yazıp nasîhatta bulundu. “Mektûbât”ının altmışaltıncı mektûbunu da Âlemgîr Şâh’a yazdı. Bu mektûbunda buyurdu ki;
“Mektûbuma Besmele ile başlıyorum. Ya’nî bu mektûbu yazabilmek için, rahmeti, ihsânı bol olan Allahü teâlâya sığınıyor, O’na güveniyorum. Her hamd, şükür O’nun hakkıdır. O’nun seçtiği, sevdiği iyi insanlara selâm ederim. Kıymetli ömrümüz, günah işlemekle, kusur, kabahat yapmakla, yanılmakla geçip gidiyor. Bunun için; tövbeden, Allahü teâlâya boyun bükmekden söyleşmemiz, vera’ ve takvâdan konuşmamız hoş olur. Allahü teâlâ, Nûr sûresi, 31. âyetinde meâlen; “Ey mü’minler! Hepiniz, Allahü teâlâya tövbe ediniz! Tövbe etmekle kurtulabilirsiniz” buyuruyor. Tahrîm sûresi, 8. âyetinde meâlen; “Ey îmân eden seçilmişler! Allahü teâlâya dönünüz! Hâlis tövbe edin! Ya’nî tövbenizi bozmayın! Böyle tövbe edince, Rabbiniz, sizi belki affeder ve ağaçlarının, köşklerinin altından sular akan Cennetlere sokar” buyuruyor. En’âm sûresi, 120. âyetinde; “Açıkta olsun, gizli olsun günahlardan sakınınız!” buyuruyor. Günahlarına tövbe etmek, herkese farz-ı ayndır. Hiç kimse tövbeden kurtulamaz. Nasıl kurtulur ki, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) hepsi tövbe ederdi. Peygamberlerin sonuncusu ve en yükseği olan Muhammed (s.a.v.) buyuruyor ki: “Kalbimde (envâr-ı ilâhiyyenin gelmesine engel olan) perde hâsıl oluyor. Bunun için hergün, yetmiş kerre istiğfar ediyorum.” Yapılan günahda, kul hakkı bulunmayıp, zinâ yapmak, alkollü içki içmek, çalgı dinlemek, yabancı kadınlara bakmak, Kur’ân-ı kerîmi abdestsiz tutmak ve bozuk inanışlara saplanmak gibi, yalnız Allahü teâlâ ile kendi arasında olursa, böyle günahlara tövbe etmek, pişman olmakla, istiğfar okumakla, Allahü teâlâdan utanıp, sıkılıp, O’ndan af dilemekle olur. Farzlardan birini özürsüz terk etti ise, tövbe için, bunlarla birlikte, o farzı da yapmak lâzımdır.
Günahda kul hakkı da varsa, buna tövbe için, kul hakkını hemen ödemek, onunla helâllaşmak, ona iyilik ve duâ etmek de lâzımdır. Mal sahibi, hakkı olan ölmüş ise, ona duâ, istiğfar edip, çocuklarına, vârislerine verip ödemeli, bunlara iyilik yapmalıdır. Çocukları, vârisleri bilinmiyorsa, mal ve cinâyet miktarı parayı, fakirlere, miskinlere sadaka verip, sevâbını hak sahibine ve eziyet yapılana niyet etmelidir. Ali (r.a.) buyuruyor ki “Ebû Bekr (r.a.) doğru sözlüdür. Ondan işittim ki, Resûlullah (s.a.v.); “Günah işleyen biri, pişman olur, abdest alıp namaz kılar ve günahı için istiğfar ederse, Allahü teâlâ, o günahı elbette af eder. Çünkü, Allahü teâlâ, Nisa sûresi 109. âyetinde meâlen; “Biri günah işler veya kendine zulmeder, sonra pişman olup, Allahü teâlâya istiğfar ederse, Allahü teâlâyı çok merhametli ve af ve mağfiret edici bulur” buyurmaktadır” dedi. Bir hadîs-i şerîfte; “Bir kimse, bir günah işler, sonra pişman olursa, bu pişmanlığı günahına keffâret olur. Ya’nî, affına sebeb olur” buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfte; “Günahı olan kimse, istiğfar eder ve tövbe eder, sonra bu günahı tekrar yapar, sonra yine istiğfar söyler, tövbe eder. Üçüncüye yine yapar ve yine tövbe ederse, dördüncü olarak yapınca, büyük günah yazılır” buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfte; “Müsevvifler helak oldu” buyuruldu. Ya’nî, ileride tövbe ederim diyenler, tövbeyi geciktirenler ziyan etti. Lokman Hakîm, velî veya peygamber idi. Oğluna nasihat ederek; “Oğlum, tövbeyi yarına bırakma! Çünkü, ölüm ansızın gelip yakalar” dedi. İmâm-ı Mücâhid buyuruyor ki “Her sabah ve akşam tövbe etmeyen kimse, kendine zulmeder.” Abdullah İbni Mübârek buyurdu ki: “Haram olarak ele geçen bir kuruşu, sahibine geri vermek, yüz kuruş sadaka vermekten daha sevâbdır.” Âlimlerimiz buyuruyor ki: “Haksız alınan bir kuruşu sahibine geri vermek, kabûl olan altıyüz nafile hacdan daha sevâbdır.”
Yâ Rabbî! Kendimize zulmettik. Bize acımaz, af etmezsen, hâlimiz pek fenâ olur.
Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlâ buyurur ki: “Ey kulum! Emr ettiğim farzları yap, insanların en âbidi olursun. Yasak ettiğim haramlardan sakın, vera’ sahibi olursun. Verdiğim rızka kanaat eyle, insanların en ganisi olursun, kimseye muhtaç kalmazsın.” Peygamberimiz (s.a.v.) Ebû Hüreyre’ye buyurdu ki: “Vera’ sahibi ol ki, insanların en âbidi olursun!” Hasen-i Basri (r.aleyh) buyurur ki “Zerre kadar vera’ sahibi olmak, bin nafile oruç ve namazdan daha hayırlıdır.” Ebû Hüreyre (r.a.) buyurdu: “Kıyâmet günü, Allahü teâlânın huzûrunda kıymetli olanlar, vera’ ve zühd sahibleridir.” Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma buyurdu ki: “Bana yaklaşanlar, sevgime kavuşanlar içinde, vera’ sahibleri gibi yaklaşan olmaz.” Büyük âlimlerden ba’zısı buyurdu ki: “Bir kimse, şu on şeyi, kendine farz bilmedikçe, tam vera’ sahibi olmaz: “Gıybet etmemeli, mü’minlere sû-i zan etmemeli, kötü bilmemeli. Kimse ile alay etmemeli. Yabancı kadınlara, kızlara bakmamalı. Doğru söylemeli. Kendini beğenmemek için, Allahü teâlânın kendisine yaptığı ihsânları, ni’metleri düşünmeli. Malını helâl yere harc edip, haramlara vermemeli. Nefsi, keyfi için, mevki makam istemeyip, buraları insanlara hizmet yeri bilmeli. Beş vakit namazı vaktinde kılmağı birinci vazîfe bilmeli. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği îmân ve işleri iyi öğrenip, kendini bunlara uydurmalı. Yâ Rabbî! Bizlere ihsân ettiğin nûru, hidâyeti arttır. Bizi affet! Sen herşeyi yapabilirsin.”
Kerem, şefkat ve ihsân sahibi kıymetli efendim! Bütün günahlara tövbe etmek nasîb olur ve vera’ ile takvâ (ya’nî haramların ve şüpheli olanların hepsinden sakınmak) müyesser olursa, büyük ni’met, yüksek devlet ele geçmiş olur. Bu, ele geçmezse, ba’zı günahlara tövbe etmek ve ba’zı haramlara vera’ eylemek de ni’mettir. Bu ba’zıların bereket ve nûrları, belki hepsine sirayet eder de, bütün günahlara tövbe etmeğe ve tam vera’ sahibi olmağa yol açar. “Birşeyin bütünü ele geçmezse, hepsini elden kaçırmamalıdır” buyuruldu. Yâ Rabbî! Bize beğendiğin şeyleri yapmak nasîb eyle! Peygamberlerin en yükseği, efendisi, izzet, şeref yolcularının reîsi olan Muhammed Mustafâ’nın (s.a.v.) sadakası olarak, bizleri senin dîninde bulunmaktan ve sana itaat etmekten ayırma”
Otuzdokuzuncu mektûbunda buyurdu ki:
“Mektûbuma Allahü teâlânın ismi ile başlıyorum. Âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun. Peygamberlerin efendisine salât ve selâm olsun.
Sevgili âhıret kardeşim! Kıymetli mektûbunuzdan anlaşılıyor ki, kavuştuğunuz huzûr ve o büyüklerimizin nisbeti sizde o kadar kuvvetli bir hâle gelmiştir ki; gafletin yoğun olduğu mekânlarda ve gâfil insanlar arasında, bu huzûr ve nisbet daha çok zuhur etmektedir. Bu ni’met, Allahü teâlânın en büyük ihsânlarındandır. Nefehât-ül-üns kitabında Hâce-i Nakşibend’in (r.aleyh) hayatı ve menkıbeleri anlatılırken diyor ki Bir şahıs Hâce hazretlerinden sordu ki “Sizin yolunuzda nağme, sima ve müzik var mıdır?” Hâce hazretleri buyurdular ki; “Hayır yoktur.” O zât tekrar sordu: “Sizin yolunuzun esâsı nedir?” Hâce hazretleri dediler ki: “Yolumuzun esâsı; “Halvet der Encümen” ya’nî kalbi ve rûhu Hak ile meşgûl edip, zâhirde bedeni ile insanlar arasında bulunmaktır. Allahü teâlâ Nûr sûresi 24. âyet-i kerîmesinde me’âlen buyuruyor ki: “O yüksek insanlara, ticâret, alışveriş, Allahü teâlâyı unutturmaz.”
Bu büyüklerin yoluna girmiş olan mübtedîlerle, nihâyete varmış olan müntehilerin huzûr ve nisbetleri arasında çok büyük fark vardır. Mübtedînin nisbeti zayıftır. Çeşitli meşgûliyetler arasında aynı hâlde kalmaz. Hattâ gittikçe azalabilir. Fakat yolun sonuna kavuşmuş olan müntehiye öyle bir huzûr ihsân ederler ki, bu huzûr çok kuvvetli, tam ve devamlıdır. Gafletin yoğun olduğu yerlerde ve mekanlarda, bu huzûr gittikçe artar. Büyüklerimiz bu huzûra, kendi kendine huzûr demişlerdir. Ya’nî sâlikin kendi irâdesi olmadan, huzûr-u ilâhiyyeye kavuşmasıdır. Bu huzûr, bu yolun yolcularına, fânî olduktan sonra, merhamet-i ilâhî olarak lütfedilmektedir. Mübtedînin nisbeti bunun aksinedir. Mübtedîde nefsin zulmeti henüz mevcûttur. Nisbeti ve huzûru o kadar kuvvetli değildir ki, başkalarının zulmetine tahammül edebilsin. Böylece mübtedî ile müntehinin huzûrları arasındaki fark açıklanmış oldu. Allahü teâlânın size ihsân ettiği bu büyük ni’metin şükrünü eda etmelisiniz. Çünkü Allahü teâlâ, sûre-i İbrâhim’in yedinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ni’metlerime şükrederseniz elbette arttırırım” buyurmaktadır. Vesselâm evvelen ve ahiren.”
Yine Âlemgîr Şâh’a yazdığı, “Mektûbât’ının yetmişaltıncı mektûbunda buyurdu ki: “Bu fakîr büyük zaferinizi tebrik eder, ma’nen yüksek derecelere kavuşmanız için duâ ederim. Rânâ mihracesi, Hind Yanmadası’nda müslümanların en büyük düşmanıdır. Bu kâfire karşı kazanmış olduğunuz zafer, bu duâcınızı ve bütün müslümanları büyük sevince gark etmiştir. Bu sevinci anlatmak kitaplara sığmaz. Şüphe yoktur ki, Rânâ mihracesinin kesin mağlûbiyeti ve onun vergiye bağlanması, Hindistan’da İslâmiyetin tam hâkimiyeti demektir. İslâmın zuhurundan bugüne kadar, Rânâ eyâleti, Hindistan’da küfrün merkezi olmuştur. Bugüne kadar hiçbir İslâm pâdişâhı bu şekilde kat’î bir netice alarak Hind Yarımadası’nda tam hükümrân olamamıştır. Şimdiye kadar Rânâ’nın vergiye bağlanması şöyle dursun, hiçbir Hind eyâletinden muntazam bir vergi alınamamıştır. Sizin bu fütuhat ve zaferiniz hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilen, İmâm-ı Mehdî’nin gelmesini hatırlatan ve hazırlayan olaylar zincirinden biridir. Bütün İslâm dünyâsını ilgilendiren bu ni’mete şükretmekten bütün diller âciz kalır. Bekâra sûresi 251. âyet-i kerîmesinde meâlen;
“Eğer Allahü teâlâ müslüman ordularla kâfirleri mağlûb etmeseydi, mü’minler şehîd edilir, memleketleri harâb edilirdi. Fakat Allahü teâlâ ihsân sahibidir. Mü’minler sebebiyle kâfirlerin, sâlihler sebebiyle de günahkârların kötülüklerini, zulümlerini defeder” buyurulmaktadır. Hâlen İslâmiyeti kuvvetlendirmek için, Dekken bölgesine yeni bir sefere çıkmak üzere olduğunuz öğrenilmiştir. Bu teşebbüsünüz büyük cihâddır. İslâm ülkelerini, âsilerin kötülüklerinden ve şerlerinden temizlemek, bu seferin mühim neticelerinden olacaktır. Hicaz yolunun açılması da bu seferi gerektirmektedir. Allahü teâlâ sonsuz ihsanıyla bu seferinizi de zaferle bitirmek nasîb eylesin. Ne büyük bir bahtiyarlıktır ki, böyle büyük bir sefere azmetmiş bulunuyorsunuz. Bu târihî sefer, iyi bir niyetle, çok hayırlı ve bereketli meyveler verecektir. Ebedî saadet yolunda yüksek ma’nevî derecelere kavuşmanıza vesile olacaktır.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Müntehak-ül-lübâb (Hafi Hân). Kalküta 1869, cild-1, sh. 395, cild-2, sh. 1
2) Tüzük-i Cihangiri (Cihangir Bâdşâh), Ali-garh 1864
3) Târih-i Nâimâ, cild-6, sh. 348
4) Mektûbât-ı Ma’sûmiyye
5) Hazînet-ül-meârif (Muhammed Ubeydullah Fârûkî) Karaçi 1973, sh. 92
6) Mektûbât-ı şerîfe (Seyfeddîn Fârûkî), Karaçi 1331
7) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye, sh. 984
8) Silk-üd-dürer cild-4, sh. 113