AHMED MÜRŞÎDÎ EFENDİ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Ahmed Mürşîdî’dir. Doğum târihi bilinmemektedir. Diyarbakır’da doğdu. 1174 (m. 1760) senesinde Diyarbakır’da vefât etti. Şehre bir saat uzaklıktaki Ali Pınarı köyü ile şehir arasında defnedilmiştir.

Ahmed Mürşidî Efendi, Birecikli Ebû Bekr Efendi’nin talebesi olup, ondan çok istifâde etti. Sonunda hilâfet aldı. Kaynaklarda, Ahmed Mürşidî Efendi’nin hayâtı hakkında fazla bir bilgiye rastlanamamıştır. Yazmış olduğu Ahmediyye isimli eser çok meşhûrdur. Bu eser Ahmed Bîcan hazretlerine âit olduğu sanılmışsa da, Ahmed Bîcan’la Ahmediyye’nin aslında hiçbir ilgisi yoktur. Ahmed Mürşidî’nin ayrıca; “Yûsuf ve Züleyha ile Mevlid-i Nebî” manzûmeleri vardır.

Ahmediyye’den ba’zı bölümler. Yâ Rabbî! Senden niyazım şudur “Bize dünyâyı sevdirme. Sana yakın olmak zevkinden bizi mahrûm etme. Azâbların en şiddetlisi senden uzak kalma azâbıdır.

Ey Ahmed! Şu fânî mülkün durumunu anlat. Mal ve mülk denilen o zehirli yılandan bahset. Bu dünyâda birçok kimseler mal ve mülkleri ile mağrur oldular. Bu yüzden de Hak teâlânın yolundan ayrıldılar. Bu geçici âleme aldanan, tûl-i emel sahibi olarak Allahü teâlâdan uzak kalanların sonlarını düşündün mü? O kadar gayret gösterip biriktirdikleri mallar ne oldu? Ey insanoğlu! Bil ki, o sakladığın mallar senin değil, hepsi emânettir. Birgün sen öbür dünyâya göçersin onlar burada kalır. Oraya bir kefenden başka birşey götüremezsin. Birgün biriktirmiş olduğun malları mirasçılarına bırakıp gidersin. Bütün mal ve mülkün elinden gidip, o benim malım dediğin şeyler, yeni sahiplerinin eline geçer. Her topladığın malın hesabını yarın kıyâmet gününde vereceksin. Bu hâlinle kıyâmet günü hâlin nice ola? Sana söylenecek en te’sîrli söz şu olsa gerek: “Sen bu geçici dünyâyı bakî mi sandın? Hâlbuki bunların hepsi fânî idi. Çok mal toplayanlar yarın kıyâmet gününde hepsinin hesabını vereceklerdir. Birçok soru ve suâlden sonra malının helâl olduğu anlaşılan kimse kurtulur. Haram ise, elbette azâb ederler. Helâl malın zekâtı sorulur. Eğer hesabı kolay verirsen kurtulursun.”

Ey Ahmed! Asla dünyâ malına meyletme. Ancak kimseye el açmayacak kadar malın olsun yeter. Bilmez misin her işin hayırlısı ortasıdır. Dünyâ âhıretin tarlasıdır. Sen bu âleme para ve mal toplamak için gelmedin. İyi ameller yapmak için geldin. Kimseye el açmayacak ve yetecek kadar mal kazandıktan sonra, vaktini Hak teâlâya ibâdet ederek geçir. Ondan sonra yat ve istirahat et. Unutma, nefsinin de sende hakkı vardır. Topladığın o mal ve mülk senin değil mîrascılarınındır. Senin rızkın, ancak âlemlerin rızk vericisi olan Allahü teâlâ tarafından sana yemen içmen için verilenden ibârettir.”

Fazla mal istemek: Bir zamanlar, Allahü teâlâya kullukla ve cenab-ı Hakkın ismini zikrle ömürlerini geçiren bir karı-koca varmış. Geçimleri sıkıntılı imiş. Ölmeyecek kadar bir rızıkla geçinirlermiş. Birgün kadın kocasına; “Efendim! Bizim çektiğimiz bu sıkıntıya ve yokluğa artık dayanına gücüm kalmadı. Allahü teâlâdan biraz dünyalık istiyelim” demiş. İkisi birlikte Allahü teâlâya niyazda bulunup, bolca rızık ve dünyalık istemişler. Allahü teâlâ bu âbid kullarının duâsını kabûl buyurarak bunlara biraz dünyalık vermesi için bir meleği görevlendirmiş. Bu melek sabah olunca bir derviş kılığında kapıyı çalmış. O âbid kişi kapıyı açınca, derviş kılığındaki melek ona bir kese verip gitmiş. Âbid kişi içeri girip keseye baktığında, altın ve gümüş ile dolu olduğunu görmüş. Karı-koca duruma çok sevinmişler. O gece yattıklarında şöyle bir rü’yâ görmüşler. Kıyâmet kopmuş, mahşer yerinde her ikisinin hesabı görülmüş, sâlih birer kul olduklarından, iyi amel sahibi oldukları anlaşılmış. Cenab-ı Hak onlara Cenneti nasîb eylemiş. Cennete girdiklerinde hûrîler onları karşılayarak, mekânlarını göstermişler. Evleri çok güzel bir köşk imiş. Onlar köşkün güzelliğine hayran kalmışlar. Ancak köşkün damında bir delik olduğu dikkatlerini çekmiş. Buna çok üzülmüşler. Bu kadar güzel olan köşkümüz ne yazık ki, ayıplı demişler ve Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Ne olurdu, köşkümüzdeki şu noksan olmasaydı” diye yalvarmışlar. O sırada şu nidâ gelmiş: “Siz fânî âlemde talepte bulundunuz. Köşkünüzün damının açık olması bundandır. Elbette fânî âlemde isteyen bakî âlemde noksan mükâfat görür.” Bu hitaba çok üzülüp melûl olmuşlar, birbirlerine; “Meğer biz bilmeden kendi kendimize kötülük etmişiz” demişler. Uyandıkları zaman her ikisi de aynı rü’yâyı gördüklerini anlayıp uzun uzun düşünmüşler. Bu rü’yâdan gerekli dersi alarak bir anda gafletten uyanmışlar. Kadın kocasına; “İkimiz de aynı rü’yâyı görmüş bulunuyoruz. Gel bu fânî âlemde sıkıntı çekmeye katlanalım da bakî âlemi kazanalım. Bu paraları Allah rızâsı için dağıtalım. Böylelikle köşkümüzdeki noksanlık giderilir” demiş. Altınları ve gümüşleri sadaka olarak fakirlere dağıtmışlar. Ertesi gece yine ikisi de rü’yâlarında Cenneti ve köşklerindeki deliğin kapandığını görmüşler. Sevinçle uyanarak Allahü teâlâya şükretmişler.

İşte durum bundan ibârettir. Bu dünyâda bulamayanlar, bakî âlem olan Cennette bulurlar. Dünyâ ni’metleri ile ölçülemeyecek ni’metlere ve haddi hesabı belli olmayan lütuflara kavuşurlar. Allahü teâlâ herkesin hâlini bilir ve ona göre rızık verir. Bir kula haddinden fazla verseydi, belki o kul ahlâk bozukluğuna uğrardı. Allahü teâlânın her işinde bir hikmet vardır. O’nun hikmetine kimsenin aklı ermez. Buna âit şu hikâye çok ibret vericidir.

Mûsâ aleyhisselâm, Tûr dağına giderken, yolda kendisi ile konuşmak isteyen birisine rastladı. O kişi Hazreti Mûsâ’ya (a.s.); “Ey Allahü teâlânın elçisi’ Sen Hak teâlânın sevgili peygamberisin. Cenâb-ı Hakka ma’lûmdur ki, çok büyük bir fakirlik içindeyim. Artık geçimimi sağlayamıyorum. Açlıktan geceleri uyuyamıyorum. Günlerdir karnımın doyduğunu hatırlamıyorum. Hazîneleri sonsuz olan Allahü teâlâya, beni yoksulluktan kurtarması için niyazda bulun. Bana dünyâ malı ihsân ederek bu fakirlikten kurtarsın. Herkes gibi rahat geçineyim” der. Tûr dağına varan Hazreti Mûsâ, cenâb-ı Hakka bu dilek sahibinin, yalvarışını iletir. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâmın niyazı üzerine; “Madem bu kadar yalvardın, ona dünyâ malı vereyim” buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm yolda bekleyen adama Allahü teâlânın ilâhî va’dini iletti. Aradan bir süre geçtikten sonra, Allahü teâlâ bu fakire zengin bir hanım nasîb etti. Bu sayede zengin oldu. Fakat zenginlik onu azdırdı. Adam zenginliğin verdiği şımarıklıkla haksız yere adam öldürdü. Mûsâ aleyhisselâm bir gün o yoldan geçerken adamın asılmış olduğunu gördü. Orada bulunanlara onun ne yaptığını sordu. Onlar da şu cevâbı verdiler: “Bu zavallı adam önceleri fakirdi. Mal, mülk sahibi olunca gurûrlandı. Haksız yere suçsuz birisini öldürdü. Hâkim de asılmasına karar verdi.” Mûsâ aleyhisselâm Tûr dağına gittiği zaman Hak teâlâya; “Yâ Rabbî! bu ne hikmettir?” diye suâl etti. Bunun üzerine şöyle nidâ geldi: “Yâ Mûsâ! Ben sırf senin duân üzere ona dünyâ malı verdim. O ise malı hazmedemedi. Gurûra kapılıp, azdı. Yâ Mûsâ! Ben o kulumu biliyordum. Onun için fakir yapmıştım. O, fakirliği ile rahattı. Daha fazla dünyâ malı verirsem, sonunun böyle olacağını biliyordum. Bizden fânî âlemin malını istedi. Fakat sonuç, hakkında hayırlı olmadı.”

Zenginliğin ba’zı hastalıkları vardır. Bu anlattığımız kişi o hastalığa tutuldu. Bak, iki cihanın serveri Resûl-i ekrem (s.a.v.) ne buyurdu: “Allahü teâlâdan herşeyin hayırlısını dileyin. Her işinizi O’na bırakın. O’nun emri üzere yürüyün. Zîrâ, Allahü teâlânın yaptıklarını anlamazsınız ve herşeyin sonunu bilmezsiniz.”

Ey bu fânî mülkün rağbetlisi olan insan! Kalbini durmadan, uzun uzun, bitmez tükenmez emellerle dolduruyorsun. Aklın varsa ihtiyâcından fazlasına heveslenme. Bu fânî âlemde kimse bâkî kalmaz. Şimdi elinde tuttuğun için, sahibi olduğunu sandığın şeylerin hiçbirisi aslında senin değildir. Birgün bu yerden elbette ayrılacaksın. Topladıklarının hiçbiri bu dünyâdan seninle beraber gitmez. Mezara bir kefenle girersin. O gözünden bile kıskandığın malının sefâsını mirasçıların sürer. Çoğu zaman seni rahmetle anmak akıllarına bile gelmez. Bu fânî dünyânın malına i’tibâr etme. İyi kimselerin yolunda yürü. Malın varsa bile sakın ona muhabbet eyleme. Sana emânet olan mallara benim deme gafletini gösterme. Bilirsin ki bu fânî âlem bir misâfirhânedir. Bir an önce yolculuk hazırlığı yapmayan divânedir. Bu dünyânın değişmez âdeti şudur: “Gelen gider konan ise göçer. Çünkü yakında sen de bu dünyâdan gideceksin. Gönül vermen boşuna, çabuk unutursun. Birisi ile çok dostluk edip ona iyice alışırsan, ayrılması da çok güç olur. Kim, bu yer benim dedi. İse, sonunda o yer onu yedi.”

Alçak dünyâ, malının tellalıdır. Sana seni hem aldırır, hem sattırır. Sonunda seni müflis yaptıktan sonra da, hesabını ver diyerek yerin altına hapseder.

Ey Ahmed! Sen, malım mülküm yok deme. Olmadı diye gam çekme. Bu benim mülkümdür diyene, birgün ecel gelir. Bu sûrette o malın sahibi olduğuna dâir iddâsı da yalan olur. Bu yalan dünyâ, dâima insanlara gaflet gömleği giydirir. Bu fânî mülkü elimizden alır. Kendini ona sahip sanacak bir yalancı müşteri bulur. O da ölür, yerine başkası çıkar. Dünyânın âdeti böyledir. Verir alır, alır verir.

Ana-baba hakkı: Ey Ahmed! Ana-baba hakkını anlatıp, onların sevgisini, şevkini kalblere sal. Vaktiyle onların bize gösterdikleri şefkat nedir, onları bir düşün. Bizi beslediler. Her ne söyledilerse ancak bizim faydamız için söylediler. Hiçbir ana-baba evlâdının kötülüğünü istemez. Kötü birşey de düşünmez. Onların rızâsını kazanan kimse, Allahü teâlânın rızâsını kazanmış olur.

Mûsâ aleyhisselâm birgün; “Yâ Rabbî! Cennette benim komşum kim olacak? Bana bildir de onu bulup görüşeyim” diye Allahü teâlâya münâcaatta bulundu. Cevaben emir olundu ki: “Falan beldeye var. Orada çarşının başında bir kasap dükkanı var. O dükkanın sahibi olan kasabı gör. O velî kulumdur. Yalnız bilesin ki, onun çok önemli bir işi vardır. Çağırırsan gelmez, işte senin Cennetteki komşun o olacaktır. “Mûsâ aleyhisselâm hemen denilen yere gitti. Kasabı buldu ve ona; “Ben sana misâfir geldim” dedi. Kasap, gelen zâtın Hazreti Mûsâ olduğunu bilmeden; “Merhaba, hoş geldin” diyerek onu evine götürdü. Mûsâ aleyhisselâmı baş köşeye oturtup, çok ikramda bulundu. Mûsâ (a.s.) kasabın ocakta bir çömlek içinde et pişirdiğini gördü. Et pişince çömlekten bir parçasını çıkararak, ufak parçalar hâline getirdi. Bir çanağa koyup hazırladı. Bir parça daha çıkarıp bir çanakta misâfirine ikram etti. Misâfirine kendisinin önemli bir işi olduğunu, yemek yemek için kendisini beklememesini söyledi. Sonra duvarda asılı büyük bir zenbili indirdi. İçinde bulunan mecalsiz, yaşlı kadına parçaladığı küçük parçaları yedirdi. Kadının kirlettiği bezleri temizledi. Yeni bezler koyduktan sonra yerine astı. Ellerini yıkayıp misâfirinin yanına geldi. Hazreti Mûsâ (a.s.) bu durumu hayretle ta’kib etti. Kasap sofraya gelip, misâfirinin yemeğe başlamadığını görünce, yine buyur etti. Mûsâ aleyhisselâm; “Sen bana bu zenbildeki sırrı söylemedikçe bir lokma bile yemem” deyince. Kasap; “Ey misâfirim! Bu zenbilin içinde bulunan yaşlı kadın annemdir. Çok yaşlı olduğu için takati kalmamıştır. Evde ona bakacak bir mahremim yok. Evleneceğim hanım, annemi incitir diye evlenmiyorum. Evde yalnız bıraktığımda herhangi bir hayvanın ona zarar vermesinden korkuyorum. Günde iki öğün yemek yediriyorum. Onun hizmetini gördükten sonra işime gönül rahatlığı ile gidiyorum” dedi. Bunun üzerine Hazreti Mûsâ (a.s.); “Ancak anlayamadığım birşey daha var. Sen anana su içirdikten sonra, dudakları kıpırdayıp birşeyler mırıldandı. Sen de âmîn dedin. O ne idi?” diye sordu. Kasap; “Anam her defasında; “Allah seni Mûsâ aleyhisselâma Cennette komşu eylesin” diye duâ eder. Ben de olamayacağını bildiğim hâlde bu güzel duâya âmîn” derim. Bende nerede öyle bir amel ki, o büyük peygambere komşu olabileyim” deyince, o zamana kadar kimliğini saklayan Hazreti Mûsâ (a.s.); “Yâ Velî! işte ben Mûsâ’yım. Beni sana Allahü teâlâ gönderdi. Ananın rızâsını kazandığın için Cennet-i a’lâyı ve orada bana komşu olmayı kazandın” dedi. Kasap hemen kalkarak Hazreti Mûsâ’nın (a.s.) elini öptü. Sevinç içinde birlikte yemek yediler.

İşte ana hakkı gözeten böyle olur. Ey Oğul! Sen de annene saygı göster. Bu yolla Cennet-i a’lâya kavuşursun. Ana-babanı adları ile çağırmayasın. Yiyecek ve içeceklerini ver. Senden bir işi yapmanı istedikleri vakit koşarak yap. İslâm dînine uygun isteklerini sakın geri çevirme. Onları kıracak söz söyleme. Ana-babaya el kaldırma. Anasına ve babasına el kaldıran yedi kere Kâ’be’yi yıkmış olur. Bu fânî dünyâda ne yapsa işi ters gider. Başından yoksulluk ve belâ eksik olmaz. Anan-baban kâfir bile olsa onu kiliseden al gel. Takati yoksa sırtında taşı. Gece-gündüz onlara hizmet et. Asla onları incitme. Sana yaptıkları büyük hizmeti unutma. Senin yüzünden çekmiş oldukları eziyeti hiç hatırından çıkarma. Anan seni tam üç sene kucakta besledi. Pisliğini ve kirini temizledi. Gece tatlı uykuları haram olmuştu. Sen de şimdi onların kıymetini bil, incinmemeleri için gayret et.

Cimrilik Bahsi: Şu nasihati can kulağı ile Ahmed’den dinle! Senden bir dilekte bulunana cömert ol. Cimriliği bırak. Cömertlik dalına yapış. Dar zamanında fakire yardım eden kişi, her iki cihanda, iyiliklerinin karşılığını bulur, İhlâs ile yapılan amel, Allahü teâlâ indinde kabûl olunur. Allahü teâlânın rızâsı için bütün varını veren mü’min, yarın O’nun dîdârını görür.

Ey Kardeşim! Bizim hâlimiz nasıl olur? Kötü huy olan cimrilikle sonumuz nereye varır? Cimrilik ağacı bütün âlemi sarmış. Gariptir ki, cimriliği hep zenginler satın almıştır. Ellerindeki bunca mal ve mülkü kullanmaya kıyâmamışlardır. Hatâ olan, gönül verilen bu dünyânın bakî sanılmasıdır. Cömertlik, âhıret meyvası olup, onu ancak er kişiler alır. Ey kardeşim! Cimri olma. Cömert ol. Sakın hasislik etme.

Ey Ahmed! Sakın kapına gelen fakirleri boş çevirme. Varsa birşeyin, gizleyip yok deme. Verdiğin sadakayı da öğünme vâsıtası yapma. Sağ elinin verdiği sadakayı sol elin bilmesin. Cömertlik tacını giymek istiyorsan, Allahü teâlânın aç ve muhtaç kullarını kollamalısın. İndi ilâhîde makbûl olmak istersen, herkes için hayır dile, insanları şefkatle sev. Kimsenin işliyeceği hayra manî olma. Ne kadar iyilik etsen, yaptıklarını sayma. En küçük hayır da, şer de, amel defterine yazılır. İçtenlikle ve riyadan uzak işlediğin bir amelin olsa, Allahü teâlâ onu amel defterine dağlar kadar büyük olarak geçirtir, iyilik ettiğin kimseye yaptığını başa kakıcı olma. İyilik ettiğin kimseden sana mihnet beslemesini istersen, yaptığın iyiliğin bir kıymeti kalmaz. Bana iyi desinler diye yapılan iyilikler riya eseridir.

Yâ Rabbî! Bizi kötü huylardan koru. Bize, işlerimizi ihlâs ve içtenlikle yapmayı nasîb eyle. Yâ Rabbî! Bize ihlâs ile amel etmeyi nasîb kıl! Âmîn.

Kıssa: Bir zamanlar Basra şehrinde bir yahûdi karı-koca yaşardı. Adam çok cimri ve kötü kalbli idi. Kadın ise kocasının tam tersi iyi kalbli ve çok cömerd idi. Adam hanımına kapısına gelen fakirlere hiçbir şey vermemesini devamlı tenbîh ederdi. Birgün kadın taze ekmek pişirmişti. O sırada kapıyı bir fakir çaldı ve bir parça ekmek istedi. Kadın dayanamayarak fakire bir parça ekmek verdi ve hemen gitmesini, yoksa kocası gelince kendisine kızacağını söyledi. Tam bu sırada adam geldi ve fakiri gördü. Karısına, “Ben sana hiçbir fakire ekmek verme demedim mi, niçin verdin?” diyerek azarladı. Kadın; “Beni affet! Çok yalvardı. Yüce Allahın ismini verdi. Yalvarmasına dayanamayarak verdim. Bugün ben ekmek yemiyeyim” dedi. ise de, hiddetinden kadının bir elini keserek sokağa attı. Varını-yoğunu elinin iyi olması için bir doktora veren kadın, yokluktan dilenmeğe başladı. Birgün yine bir evin kapısını çalarak; “Allah rızâsı için bir dilim ekmek” diye yalvardı. Kapıya çıkan kişi; “Yâ hâtun! Senin hâlin pek dilenciye benzemiyor. Sende görmüş, geçirmiş bir insanın hâli var. Sonra bu güzellikle dilenmek sana yakışır mı? dedi. Kadın; “Yâ Efendi! Bir elim kesik olduğu için, bir işde çalışamıyorum.” deyince, o kişi; “Yoksa hırsızlık yaptında mı elini kestiler?” diye sordu. Kadıncağız başından geçen olayları bir bir anlattı. Kapıdaki kişi; “Yâ hâtun! Beni can evimden vurdun. Sözün doğrudur. O gün ekmek verdiğin fakir benim. Bunca sıkıntıyı benim yüzümden çektin. Gel dînim olan hak dîne gir müslüman ol, seninle evleneyim dedi. Kadın İslâmiyeti kabûl etti ve o zâtla evlendi. Zifaf gecesi, ettikleri duânın bereketi ile, kadın sabahleyin kalktığında, Allahü teâlânın izni ile elinin yerine gelmiş olduğunu gördü. Aradan uzun bir müddet geçti. Karı-koca mutluluk içinde yaşıyorlardı. Birgün kapı çalındı. Kapıda kör bir fakir duruyordu. Kadın hemen bu fakiri tanıyarak, eski kocası olduğunu gördü. Allahü teâlâ, o cimri yahûdinin gözlerini kör etmişti. Kocası hanımına; “Eski kocana kendini tanıtma. Ben ona; “Mal ve mülkü ne olmuş ve gözleri neden kör olmuş, sorayım” dedi. Dilenciye; “Ben seni tanıdım. Sen vaktiyle çok zengindin. O mal mülk ne oldu?” diye sordu. Zavallı yahûdi; “Başıma bir kaza geldi. Hâkim bana ceza verdi. Cezadan kurtulabilmek için malımın yarısını verdim. Geri kalan yarısı da gemide giderken denize battı. Ağlaya ağlaya gözlerim kör oldu. Bütün bunlar aldığım kötü duâların sonucudur. Vaktiyle benim çok iyi kalbli cömerd bir hanımım vardı. Ben ise fakir düşmanı bir adamdım. Birgün hanımım bir fakire ekmek verdi diye, elini keserek kapı dışarı ettim. Vaktiyle ben fakirlerin elini tutmazken şimdi ben de fakir oldum. Bu belâlar başıma geldikten sonra, fakirlerin hâlini ve durumunu anladım, fakat iş işten geçti” dedi. Yeni kocası kadına durumu anlatınca kadın; “Buna iyilik edelim, aybını yüzüne vurmayalım. Zâten bizim ondan intikam almamıza lüzum yok. Allahü teâlâ intikamını almış. Onu fakir kılarak kapımıza gönderdi. Şimdi bize düşen, onun elinden tutmaktır” dedi. Yeni kocası da, kadının dediği gibi yaparak biraz para ile bir elbiseyi sadaka olarak yahûdi fakire verdi.

Yâ Rabbî! Sen ayıblarımızı gizleyicisin. Kulların günahlarını bağışlayacak da sensin. Çeşitli suçları ile Ahmed kapına geldi. Bütün sevâbı, senin vahdaniyetini bilmesinden ibârettir. O senin sevgili Habîbinin (s.a.v.) ümmetindendir. Bütün gece ve gündüz isteği, rahmetinle Cennetindir. Ettiğim isyanlara pişman olarak sana sığınıp umut kapısına geldim. Ey yüceler yücesi Rabbim! Sen bizi kapından ayırma.

Kendini Beğenmek ve Hased: Ey Ahmed! Günah ve hatâların çoktur.

Kendini beğenecek neyin var! Nefsin seni esîr etti. Kalbini tûl-i emel kapladı. Yarar amelin nerede? Ucb (kendini beğenmek); ibâdet eden bir kulun Allahü teâlâ için şu kadar ibâdet ettim demesidir. Ey kardeşim yaptığın iyiliği unut. İsyan ve günahlarını ise sakın unutma.

Ey ibâdet edip benim ibâdetim vardır diye övünenler! ibâdetin çokluğuna, günah ve hatâların azlığına güvenme, öyle ibâdetler vardır ki, Allahü teâlânın katında kabûle yakın olamamıştır. Amel defterine de geçmemiştir. Riya ile yaptığın ibâdetlerin sevâbını Allahü teâlâ darmadağın etmiştir. Dünyâda riya ile yaptığın ibâdetlerle; “Amma dindar adam” dedirttin ama âhıretini kaybettin. O ibâdet sayesinde dünyâda şöhret sahibi oldun, “İbâdetim var” diye kendini beğenmek, her türlü ibâdeti perdeler.

Yâ Rabbî! Bize doğru yolu göster. Sen kerîmsin. Kötü hâllerden bizi selîm kıl. Nefsimize ruhsat verme. Akıl ile selâmete erelim. Dâima alçak gönüllü olmamızı nasîb eyle! Âmîn.

Kul bu dünyâda hangi ameli işlerse, yarın âhıret gününde karşısında onu bulur. Herkes ilâhi adâlete uygun ibâdet götürür. Bende sana lâyık bir amel yok ki sana kavuşayım. Yâ Rabbî! Nefsimin esîri olmuşum. Dünyâ ehli olmuşum. Gaflet içinde kalmışım. Senden hidâyet ermezse, hüsran içinde kalacağıma yanarım. Yâ Rabbî! Bize ve bütün din kardeşlerimize yardımcı ol.

Nefsin dokuz mertebesi:

Ahmedî kalbe devalar eyledin,
Kalbi onunla müzeyyen eyledin.

Her deva bahrına daldın misli hût,
Pendi senalarla verdin cana kût.

Söyledin kalbin devâların fasîh,
Eyledin üstadı kûl, halka nasîh.

Bilmez üstâd kadrini illâ fisûn,
Ya ne bilsin ni’meti akli cünûn.

Ehli irfana hazîne bu kitap,
Nef eder bundan cevâhir şibusab.

Kalbe açtın bu tabîb dükkânını,
Cemi kıldın her devalar tânını.

Lîk kalbe var dahî ulu maraz,
Kalbe oldur eyleyen dâim garaz.

Anları bir bir bize yâd eyle sen,
Bilmeyen mü’mine imdat eyle sen.

Kalb eğer olmazsa Hakka müstakim,
Bin nasihat eyle olmazsın fehim.

Kalbe niçin kalb dedi. âkil dânâ,
Kalb demek ya’nî önder yandan yâna.

Akıl ile nefs eylemiştir kalbe yol,
Her biri der bana gelsin uysun ol.

Aklına uyarsa hayrı hah olur,
Nefsine uyarsa teni gümrâh olur.

Kalbi mü’mine girer nice ayar,
Bir mihenk kıldım ona hoş yadigar.

Ur ona kalbi gör ol ağyârını,
Kalb midir, hâlis midir gör hâlini.

Bil ne olmuş kalbine ondan adüv,

Kıl ilâcını tabib dükkânı bu.

Yetmişiki gıyş zerri kalbi bozar.
Dinle kıldım onu sana ihtisar.

İşbu ümmet râh-ı Hakka vardılar,
Sonra yetmişiki fırka oldular.

Her biri bir râhı kıldı ihtiyâr,
Ba’zı gizli, ba’zı kıldı aşikâr.

Bilmek istersen bu fenni yâ rical,
Ver akâid dersini üstada âl.

Yetmişiki fırka hod meshûrdürür,
Halk içinde dokuzu menşûrdürür.

Onları bilmez münâsip mü’minûn,
Olmaya ta i’tikâdı tedrigûn.

Onları bil, ilmini etme amel,
Ermesin ki, i’tikâdına halel.

Hak sana tevfîk versin Ahmedî,
Bildir onları kılalım uzleti.

Dokuz aksan oldu nefs-i nâbekâr,
Her biri, bir nefsi kılmış ihtiyâr.

Haktan azâb nefsi râha vardılar,
Ehl-i bid’at oldu hizlan buldular.

Dinle ey canım ahi her dü kulak,
Gel ümmet bezmine olma ırak.

Nice azdı, râh-ı şer’iden azan,
Dinle bir bir onları edem beyân.

Açıklaması: Yâ Ahmed! Nasîhatlarında kalblere deva sundun. Bütün kalbleri onlarla süsledin. Denizin en derin yerlerine dalgıçlar gibi daldın. Nasîhatlarınla canlara can kattın. Açık-seçik olarak kalbin ilâçlarını söyledin. Üstadın kadrini ve kıymetini ancak erbâbı bilir. Mecnûn olanlar ni’metin değerini ne bilir, irfan ehli için bu kitap bir hazînedir. Bütün insanlar bunda kıymetine değer biçilmeyecek hazîneler bulur. Kalblere bu tabib dükkanını açtın. Bütün hastalıkların devasını orada topladın. Fakat vazîfen burada bitmiş değildir. Özellikle işin burada başlıyor. Kalbin büyük bir hastalığı vardır ki, kalb o hastalıktan kurtulmadan, ona hiçbir nasihat fayda vermez. İşte sen bunları teker teker anlatarak mü’minlerin yardımına koşacaksın. Kalbe, kalb denilmesinin sebebini, âlimlerin onu böyle anlatmalarının hikmetini izah et. Kalb, her tarafa dönme kabiliyeti olan ma’nevî bir cevherdir. İrâde-i cüz’iyye ona zem olmuştur. Ama nefs de bir taraftan onu kendine çevirmeye çalışır. Akla uyarsa doğru yolu bulur. Nefse uyarsa yolunu şaşırır. Müslümanın kalbi için öyle bir ayar, bir mihenk taşı buldum ki, bu mihenk taşı hiç şaşmaz. O taş sayesinde bozuk olan ile hâlis olan derhal ayrılır. Kalb denen altının ayarını bozan yetmiş iki bozuk fırkadır.

Muhammed aleyhisselâmın ümmeti yetmişiki bozuk fırkaya ayrılmıştır. Gizli veya açık halkın çoğu bunlardan birini tutmuştur. Bu bozuk yetmişiki fırkaya âit bilgilerin hemen hemen tamâmı, akâid kitaplarında yazılıdır. Ben halk arasında çok yaygın olan dokuzunu açıkladım. Mü’minler bunları asıl hüviyetleriyle bilmediklerinden zaman zaman i’tikâdlarına sarsıntı gelir. Onları tanı ki, onların sapık yolundan gitmiyesin.

Yâ Ahmed! Allahü teâlâ sana başarı ihsân etsin de, bunları tek tek anlatabilesin. Nefs dokuz kısma ayrılmıştır. Bunlara nefsin dokuz derecesi demek de mümkündür. Halkımızdan herbiri, bunlardan birini tutmuş gitmektedir. Cenâb-ı Hakkın yolundan ayrılanlar nefslerine uymuşlardır.

Sonuçta bid’at ehli olanlar her iki dünyâda rezîl rüsvâ olmuşlardır.

Ey canım! Can kulağı ile beni dinle Ehl-i sünnet yolunu tut. İslâm dîninden sapıp azanların nasıl azdığını anla. Bunları sana birer birer anlatacağım.

Nefs-i emmâre:

Bir bölük râh-ı Hüdâyı attılar,
Nefs-i emmâre yolunu tuttular.

Oldu müstağnak bu dünyâ malına,
Âhıret hiç gelmez onun yâdına.

Halk olundu sanki dünyâ işine,
Süslü dünyâyı yığıptır başına.

Ne ibâdet var, ne hat ilm ü amel,
Bağlamış âhır yolu tûl-i emel.

Emr-i Hakkın aksini onlar tutar,
Dilleri bu halka mü’minlik satar.

Halk içinde söyleşir mü’min sözü,
Gittiği râh-ı münâfıklar izi.

Gâlib oldu aklı üzre nefsleri,
Dâima fıska yeter hevesleri.

Aklını ol nefsine kılmış niker,
Her fenâ ise anı cebri yeder.

Şehveti, hırs ile dolmuş gözleri,
Kimseden asla utanmaz yüzleri.

Fiili fitne, zürkü bile işleri,
Hiç ölümden yokdürür teşvişleri.

Bu güruh oldu bu ümmet yavuzu,
Adıdır mü’min, münâfık kendüzü.

Açıklaması: Bu nefs derecesinde olan insanlar, Allahü teâlânın hak olan yolundan sapıp, nefs-i emmâre yolunu tutmuşlardır. Bunlar âhıreti unutup, dünyâ malı ve mülküne dalmışlardır. Sanki kendileri sâdece bu dünyâ için yaratılmış gibi tavır takınmışlardır. Bunların, ne ibâdetleri, ne de Allah rızâsı için yaptıkları bir işleri vardır. Tûl-i emel bunların kalblerini kaplamıştır. Zâhiren bunları müslüman sanırsın. Fakat Allahü teâlânın emirlerinin tersini işlemeyi kendilerine şiar edinmişlerdir. İsimleri müslümandır, ancak yolları münâfıklık yoludur. Hevesleri devamlı fısk ve fücûrdur. Nefisleri akıllarına galip gelmiştir. Nerede kötü birşey varsa, adetâ onu işlemeğe sürüklenirler. Gözlerini hırs bürümüş, kimseden utanmaz olmuşlardır. İşleri devamlı fitne ve hiledir. Ölecekleri akıllarına bile gelmez. Bu ümmetin en azgınları bunlardır. Bunlara mü’minlerin münâfıkları denilerek en güzel isim verilmiştir.

Nefs-i levvâme:

Bir bölük nefs-i levvâm ehlidir,
Bu Muhammed ümmetinin cehlidir.

Tâat edüben eder rağbet dîne,
Fısk eder olur peşiman işine.

Nefsine verir ba’zı işte kendini,
Levm eder o işte yine kendini.

Fısk eder amma olur ona lehîm,
Tövbe ider üstüne olmaz mukîm.

Ba’zı kerre de ider fıskı inad,
Lîk fıskın kadri yanında kesad.

Tâat erse eli tâat eder,
Fıska olsa fırsatı rağbet eder.

Bu yolun bu ümmetin arasatıdır,
Mâni olan ona seyyiatıdır.

Ahmedî bundan feragat eyle sen,
Her dü âlem içre rahat olasın.

Tövbe kıl gir tövbenin pervâzına,
Girmeden ol desti ecel bâzına.

Açıklaması: Bu taifeye girenler ümmet-i Muhammed câhilleridir. Ba’zan ibâdet edip dînin gereğini yerine getirir, ba’zan da fitne ve fesada meyl ederlerse de hemen bu kötü işten pişman olurlar. Zâten nefs-i emmâreden nefs-i levvâmeyi ayıran bu özelliktir. Nefs-i emmâredeki kişi kendisini öyle dünyâya kaptırmıştır ki, tövbe etmek, pişmanlık duymak aklına bile gelmez. Nefs-i levvâmeye erince, bu nedamet hâsıl olur. Fakat bu mertebede nefis kararsızlık gösterir. Çünkü bunlar tövbe de etseler tövbelerinde durmazlar. Bunların terakkilerine, yaptıkları kötü işler engeldir. Ey Ahmed! Sen tövbelerini böyle sık sık bozanlardan da olma. Ancak bu taktirde iki âlemde rahat edersin. Tövbe et, amma ecel gelinceye kadar tövbende sabit kal.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 37

2) Ahmediyye